Georges Bataille etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Georges Bataille etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Acephale


Çizim: Andre Masson

Acephale dindardır, "şiddetle” dindardır; aynı zamanda da paradoksal olarak dindardır. Bataille Nîetzschecidir ve Nietzsche gibi, Hıristiyanlığa tamamen düşmandır. Dolayısıyla bu yeni dinin anlamı asla Hıristiyanlıkta aranmamalıdır. Daha ziyade, Aztek tanrılarında, Bataille’ı güçlü bir şekilde etkilemiş olan bu “acımasız ve kötü niyetli” tanrılarda, ölümün en şiddetlisine yakın olmakta tüm diğer halklardan daha fazla mutluluk bulan bu halkın uyguladığı ritüel kurbanlarda, keza Fou Tchou Li’nin katlandığı Çin işkencesinde (Yüz Parça İşkencesi), Mauss’tan alınma üretken olmayan israf kavramında, Bataille’ın daha önce sözünü etmiş olduğu potlach’larda... kısacası, insanı zorlayarak içinde varlığı uyandıran ve onu dünyada en yoğun varlık haline taşıyan şeyde aramak gerekir. İnsanı bu hale sadece en dizginsiz erotizm, en, karanlık ölüm taşır. Acephale bir din olmuşsa (ya da olmaya çalışmışsa), ölüme başka hiçbir dinin vermediği bir yeri vermek istemesi anlamındadır. Herkes ölümden kaçsa da herkes ona son bir anlam verse de, herkes onu varlığın -ya da ruhun- bir sonraki evresine doğru bir geçiş olarak görse de, Acephale, tersine, ölüme varlığın kaçınılmaz yok oluşu anlamını verir. Bataille’ın kuşkusuz arzuladığı şey, her birimize vaat edilmiş olan ölümün dehşetinin herkesin içine dehşet verici bir paskalya yortusu gibi inmesidir ve o zamana dek bastırılmış olan coşku ve enerjilerin bu dehşetin düzeyinde ortaya çıkmasıdır.


*
Michel Surya
BATAİLLE

*
İlgili okuma:
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2015/06/Acephale (Masson & Bataille)

Goya

“Bir çığlıkla kollarını ileri atarak ölmekte olan adamın görüntüsü, Üç Mayıs diye adlandırdığımız kurşuna dizme sahnesi, bizzat ölümün görüntüsüdür, insan bunu asla bilemez, çünkü ölüm, meydana gelirken, kendinin bilincini ortadan kaldırır. Goya Üç Mayıs'ta ölümün bu anlık ışıltısını yakalar, ki bunun şimşek gibi parlaması ışığın parıltısını aşar: Bu ışıltıda yoğunluk görüntüyü imha eder. Resmin ifade gücü, hitabeti hiç bu kadar öteye gitmiş midir? Fakat bu çığlığın buradaki etkisi mutlak bir sessizliktir, daha doğmadan boğulmuş bir feryattır.”


Üç Mayıs 1808, Goya

‘Sanatların en özgürünün politik bir resimle zirveye erişmiş olması tuhaftır. [...] İspanyol halkının özgürlüğü için mücadelenin bir sanatçıyı esinin en üst derecesine ilk kez taşımadığı doğrudur. Dos de Mayos'ta kurşuna dizilenler, büyük bir çığlık atarak gözleri açık ölenler, kuşkusuz ki Goya’nın başyapıtıdır. Ve Prado Müzesindeki bu tuval, son faşist ‘mabedin’ tam kalbinde, Madrid’te, bütün zamanların ve bütün ülkelerin ‘direniş’ini yüceltmeye devam ediyor.”


İlgili okumalar:
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2016/06/2-ve-3-mays-1808-goya.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2017/08/savasn-felaketleri-goya.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/01/massacre-in-korea-pablo-picasso.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2016/06/the-execution-1995-yue-minjun.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2015/04/goya.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2015/02/goya.html
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/04/3-mays-1808-goya.html

Georges Bataille / Edebiyat ve Kötülük


İnsanların hayvanlardan farkı yasaklara uymalarıdır; ne var ki yasaklar iki yanlıdır. İnsanlar bir yandan yasaklara uyarken diğer yandan da onları çiğnemek durumunda kalırlar. Yasakları ihlal etmelerinin nedeni bilgisizlikleri değildir: Bu tavır kararlı davranıp cesaret göstermeyi gerektirir. Yasakları ihlal etmek için gerekli olan cesaret insanın kendini gerçekleştirmesidir. Bu aynı zamanda edebiyatın da kendini gerçekleştirmesidir ve edebiyat ayrıcalıklı bir tutum içine girerek meydan okur. Otantik edebiyat Prometheus'çudur. Otantik yazar, etkin toplumun temel yasaklarına karşı çıkma cüretini gösterir. Edebiyat, temel bir düzenliliğin ve sakınımlılığın kurallarını tartışma konusu yapar. 

Yazar suçlu olduğunu bilir. Hatalarını kabul edebilir. Seçilmişliğin göstergesi olarak coşkuyu talep etmeye hakkı olduğunu iddia edebilir.

Günah, mahkumiyet zirvededir.  

Bu kitapta incelenen sekiz yazarın, Emily Bronte, Baudelaire, Michelet, William Blake, Sade,  Proust, Kafka ve Genet'nin tuttukları yolda da işte bu tehlikeli, ama insana özgü kararlılığı da içinde barındıran suçlu bir özgürlüğe duyulan özlemi hissediyoruz.

 (Edebiyat ve Kötülük, Georges Bataille)

Georges Bataille / Michel Surya

Andre Masson & Georges Bataille

SABANIN DEMİRİ

Yitirdiğimiz bir dostumuz üstüne yazar­ken, onu çok iyi tanıdığım ve bu konuda bir otorite olduğum iddiasında değilim. Bu ya­zıda çok yakın bir çalışma arkadaşlığının anılarıyla karışık konuşmalardan kırıntılar bulacaksınız; belki biraz ilginç gelebilir size bu.

Georges Bataille'da yaşamın eğretiliğinin verdiği acı duygusuyla birleşmiş açık seçik bir bilinç ve düşünme yetisi vardı.

Çok ender rastlanan bir niteliktir bu.

Bu önemsiz, düzensiz, dağınık hatırlat­malarım nedeniyle beni bağışlayacağından kuşkum yoktur; yitip gitmiş yılların tozları, esen rüzgârın önüne atılmış bellekten kalın­tılar. Evet, onun büyüklüğü ve önemi ya­nında ne kadar basit ve anlamsız kalıyor bu düşünceler.

Masson'dan Bataille

























* * *

Bir yeraltı krallığıydı onunkisi ve hâlâ da öyledir. Belirsizliğin ta kendisidir krallığı. Önde gelen filozoflardan bazıları onu lirik bir şair, en işlek şairler de bir filozof olarak görüyorlardı.

Gerçekten de sezgi gücüyle (şairliği mes­lek edinmiş olanların yoksun oldukları ama kurnazlıklarıyla sahipmiş gibi göründükleri yetenek) bir şairdi ama Sokratesçi anlamda bir filozof olmadı hiçbir zaman. "Açıklana­maz olanı açıklamak ve tanrısal ve kutsal olan şeyi insanların ellerine koymak iste­yen" Empedokles'i Platon'a yeğlerdi kesin­likle.

Georges Bataille, Nisan 1936'da, Tossa de Mar'a beni görmeye geldi. Burada güzel, mütevazı ve eski bir Katalan evinde kalıyor­duk.

Eski bir proje olan Acephale'i derleyip to­parlamak, gözden geçirmek istiyordu be­nimle birlikte.

Günlük konuşma ve tartışmalarımızı yaptığımız mutfağın yanındaki odada kalı­yordu. Kemirici, yiyip bitirici iki resim çalış­ması arasında, keyiflenip, coşup şarkı söyle­memden çok hoşlanırdı. Don juan uvertürü çoğu zaman zor bir denemeden geçirilirdi, ya aryalar! Olsun, "bu yaşamdan bize düşmüş olan şeyi hayranlığa açılan bir meydan okumaya bağlıyor!" Ve ayrıca benim için söz konusu olan ldol'ün resmini yapmaktır.

Acephale’i yapmak! Daha sonraları Geor­ges Duthuit alayla "Acephale'cik" demişti buna, tasarlamak kolay değildi Acephale’i.

Gözümün önünde hemen öyle başsız bir biçimde dururken canlandırıyorum onu, ama bu kuşku ve sıkıntı verici başı nereye koymalı? - Karşı konulmaz bir biçimde cin­sel organın bulunduğu yere (gizleyerek) yerleşiyor bir "ölü başı”yla birlikte. - Ama kolları ne olacak? - Bir eline (sol) kendiliğinden bir hançer alıyor; öbür eliyle alevler içindeki bir yüreği yoğuruyor (bu yürek İsa'nın yüreği değil, efendimiz Dionysos'un  yüreği). Bu baş (geri dönüyorum) insanlarda her zaman yüreğe ve cinsel organlara kadar uzanır. Yürek ve taşak: birbirlerine çok benzeyen şekiller. Bilmiyorlar bunu, güzel bir oyun olabilir onlara! Göğüsler fantezilerime göre yıldızlarla donanıyor.

-Bütün bunlar iyi güzel ama karın kısmı ne olacak?- İş ona kalsın, Bizim bir araya  gelişimizin simgesi olan Labyrinthe'in toplantı yeri olacak karın.

Hemen anında, orada, Georges Bataille'ın gözleri önünde çizilen bu desen onun hoşuna gitme şansını buldu.

Kesinlikle.                              


Michel Surya'nın Bataille Biyografisi: Ölüm Uğraşı

Herhangi bir biyografi yazarının karşı­laştığı temel sorunlardan biri, insanların pek çoğunun yaşamlarının tam anlamıyla sıradan oluşudur. Bir zamanlar, Diane Bataille'a, sonraki kocası Georges'un günlerini neler yaparak geçirdiğini sorduğumda, "Galiba, sadece şurada oturup, kitap oku­duğunu ve yazdığını söyleyebilirim" yanıtı­nı almıştım. Her şeyden önce, Georges Bataille, profesyonel bir kütüphaneciydi. Dışarı­ya arada bir çıktığında, bu ya bir araştırma, ya ders vermek ya da aile veya dost ziyaret­leri için olurdu. Michel Surya, bu ziyaretleri, Georges Bataille: La Mort â l’ouore için malzeme olarak kullanır ve mekanların Bataille için nasıl birer motif olabileceğini gösterir. Isle of Wight'ın manastır yaşamına duyulan bir anlık çekimi, Londra ve Henri Bergson ile karşılaşmanın zamansız bir kahkaha duygusunu, Madrid'in boğa güreşi ve  striptiz ile tanışma heyecanını, İtalya ve Avusturya'nın yasak aşk tutkusuyla savaşın önsezilerinin birbirine karıştığı ruh halini çağrıştırması gibi... İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, anlatım hızını kaybeder gibi olur ve yerini derlenmiş kitap kritiklerine ve tasarlanmış (ama ender olarak yazılabilmiş) kitaplara bırakır.

Bir yazarın biyografisini yazarken önce birtakım sorunlar vardır, özellikle söz konusu yazarın kendisini çevreleyen koşulların ayrıntıları ile ilgili dikkatsiz bir tarafı ve yaşamı ile ilgili fark ettiği doğrunun kendisine ait yorumunu vermeye kararlı bir tutum var ise. Bataille, "insanın terapide geldiği her yeni yerin", yazıda yeni bir yer olduğunu yaşayarak fark eden, ilk psikanaliz hastalarından biri olmuştur. Bataille'a Michel Leiris'in önerdiği ve gelenek dışı bir karakter olan analisti, Dr. Adrien Borel Bataille'ın kendi şiddet öğesi içeren takıntılarıyla yüzleşebilecek duruma gelene kadar apaçık işkence fotoğrafları göstererek hastasına kendi kendini inceleme cesareti kazandırmıştır. Bunun ilk sonucu, pornografik bir fantazya, Histoire de l'oeil, ardından kendi özyaşamından alıntılar içeren Reminisce Coincidences ve Le Petit başlıklı kısa yazının bulunduğu, kendi kişisel deneyimlerini aktardığı bir skandal roman gelmiştir. Ne var ki, kendi kendinin bilincinde Freudçu bir araştırmacı yazar olarak, kendisini gözleri görmeyen, felçli, idrarını tutma güçlüğü çeken ve ağzı çok laf yapan öz babası arasındaki ilişkiye ait sözde doğru itiraf gerçek bir yaşam hikâyesi olamayacak kadar kusursuz bir kurguya sahiptir; Surya'nın yaptığı araştırma sonucu bir paradoks ortaya çıkmaktadır, çünkü, Surya'nın bulguları, Bataille'in kendisini çalışmalarına ne denli az yansıttığı görüşüne dayanır.

Bataille'in romanlarında, birinci-kişi kahramanlar vardır, ancak onlar da diğer bütün yazarlarınki gibi, "oluşturulmuş" bir hayat yaşarlar. İtiraflar niteliğinde pek çok açılmaların yer aldığı Madame Edwarda ve Ma Mere de, gerçekten etkileyici birer kitap olan Histoire de l'oeil ve Le Mort ile aynı gerçek olmayan dünyayı paylaşırlar. Her ne kadar Le Bleu du ciel ve L'Abbe G, 1930'ların İspanya'sında ve savaş zamanı Fransa'sında geçse de, politik zemin, alkole düşkünlüğün, sürekli değişen fantezilerin puslu havasının içinden süzülerek gelmiş gibidir.



Sanat ve Ölüm / Georges Bataille'da Erotizmle Ölümün Birliği ve Sanat

31/1/2015skopbülten Ali Artun
                                                                   
   Tanrı beni en yüce ve en şehvetli ölümle ödüllendirdi.
    Heinrich von Kleist
           
Bataille'ın bir Katolik rahibi olmayı bırakarak edebiyatla uğraşmaya başlamasının ardından yazdığı ilk romanı, Gözün Hikâyesi (1928). Takma adla yazıyor: Lord Auch, yani Lord Bok-Çukuru. Bu romanın son sahnelerinden birinde, Simone, arenada yeni öldürülmüş olan bir boğanın hayalarını bacak arasına sokuyor. Bir sonraki sahnede de, arkadaşına öldürttüğü bir rahibin o anda sökülen kan içindeki bir gözünü içine alıyor. Aynı zamanda rahibin penisinin üzerine oturuyor ve idrarını yapıyor. Bir başka Bataille romanı olan Göğün Mavisi'nde (1935-36) Tropmann, annesinin cesedi karşısında şehvete kapılır. (Bu hadisenin bizzat Bataille'ın da başından geçtiğini biliyoruz.) Mezar çukurlarında sevişir, topraklara bulana bulana."Kasabın, bir domuzun boğazına açtığı delikten fışkıran kan kabarcıklarını" hayal eder. Romanın diğer kahramanı Dirty, adının da ima ettiği gibi kirli ve hastalıklıdır; sürekli ifrazat içindedir. "Aynalar" genelevinde çalışan Madame  Edwarda (1941) Tanrı olduğunu sanır ve hep ölüm derecesinde cinsel haz atakları yaşar. Bataille'ın ölümünden sonra yayınlanan (1966) Annemromanının finalinde ise Pierre, tam ensest ânında ölen annesiyle bir tür nekrofili (ya da tanotafili) yaşar. Ölü Adam da (1967) nekrofili üzerine kuruludur; cinsel organlardan taşan kokular ve sıvılar, idrar ve kusmuk tiksindirir mi, kışkırtır mı bilinmez. Rahip C'deki (1950) kasapta, ayaklarından asılı olan yeni kesilmiş iki kuzudan kan damlamaktadır ve satırın yanı başındaki beyinler saldırgan bir çıplaklık hissi verir.
İşte Bataille edebiyatını kuşatan bütün bu ifrat, ifrazat, pislik, iğrençlik, sapıklık vs. yazar nezdinde kutsallığı, hatta tanrısallığı çağrıştırır, tarih-öncesi ayinleri çağrıştırır. Bir özgürlük felsefesi oluşturur. Sanatın hakikatini ifade eder.

İMKANSIZ


Her uzlaşmayla alay ederek, aşağılık olan şeyden zevk alarak, dostlarımdan ayrılıyorum. Sinsi bir yeniyetme gibi, bir ihtiyar gibi yaşıyor olmaktan utanmıyorum. Çıplak kadınların bulunduğu bir kulüpte başarısız, sarhoş ve kıpkırmızıyım: İç karartıcı yüzüme ve ağzımın sıkıntılı kıvrımına bakan hiç kimse eğlendiğimi düşünemez. Kendimi hiç eğlenemeyecek kadar bayağı hissediyorum ve hedefime ulaşamadığımda, en azından, gerçek bir yoksulluğa gömülüyorum.

Dün akşam ki yemeğin coşkusu içinde gördüm: B., siyah bir dişi kurt gibi güzel, mavi beyaz çizgili, baştan aşağıya açık bornozu içinde çok şık. O da Peder karşısında alaycı, narin bir alev gibi gülüyor.

Kaçınılmaz düşüşte, başlangıçta verili sınırlar dışında bir şeyden kaygı duymadan demir alarak uçuruma doğru neşeyle gittiğimiz, her şeye meydan okuduğumuz bu sarhoşluk anları, yeryüzünden (yasalardan) tamamen kurtulduğumuz ender anlardı.

Sürüp gitme isteğinin ötesinde, tükenmenin hızlandığı bu anlarda - alevlerin, düşlerin, çılgın gülüşlerin özelliği olan - bu anlamsız anlamdan başka hiçbir şey yoktur. Sonunda, en son anlamsızlık bile, her zaman için tüm diğer anlamların yadsınmasından oluşmuş bir anlamdır ( Bu anlam, aslında varlığın sürüp gitmesiyle alay etmesi koşuluyla, mevcut haliyle, ötekilerin anlamsızlığı olan her özel varlığın anlamı değil midir? -  ve düşünce ( felsefe) tıpkı üflenen mumun sönen alevi gibi, bu kor gibi yanmanın bittiği yerdedir).

Peder A'nın keskin, hayasız ve bilinçli olarak sınırlı mantığı karşısında B.nin esrik gülüşü ( A. yarı çıplak, bir koltuğa gömülmüş, B. onun karşısında ayakta, alaycı ve alev gibi çılgın), demir alan ve boşluğa doğru safça ilerleyen bu anlamsızlıktı. ( Aynı anda ellerim bacaklarının arasında kayboluyordu ... bu eller körcesine yarığı arıyor, bana boşluğu açan bu ateşle yanıyordu ...)

O anda, çıplaklığın yumuşaklığı (bacaklarının veya memelerin doğuşu) sonsuza değiyordu.

O anda, arzu ( dostluğun artırdığı sıkıntı) öyle muhteşem tatmin edildi ki, umutsuzluğa düştüm.

Bu sonsuz an, - kaçınılmaz düşüşü ortaya çıkararak, kendisinden sonra varlığını sürdüren şeyin maskesini düşürerek, sonsuz mutlu, çılgın bir gülüş gibi -  su yerine alkolü, göğün görünür yakınlığı yerine bir ölüm yokluğunu, sonu olmayan bir boşluğu koyuyordu.

A., iki büklüm, en çılgın ihtimallere alışkın ve gözü açılmış ...

B.'nin ıslak dudaklarına ve yüreğinin derinliklerine bakarken ölmediğim için pişmanlık duyuyorum. Azmış zevke, aşırı gözüpekliğe ulaşmak, aynı zamanda bedeni, zekayı ve hatta kalbi de tüketerek, neredeyse ölümsüzlüğü yok ediyor. En azından dinginliği ortadan kaldırıyor.

Yalnızlığım moralimi bozuyor.

B.'den gelen bir telefon beni uyarıyor: Uzun süre onu görememekten korkuyorum.

'Yalnız İnsan' lanetlidir.

Şaşırıyorum: Ölümden korkuyorum, gevşek ve çocuksu bir korku bu. Ancak yanıp tutuşarak yaşamayı seviyorum ( yoksa yalnızca varlığımın sürmesini istemek yeterdi). Ne kadar tuhaf olursa olsun, varlığımı sürdürmedeki azıcık inadım bile, bendeki tepki gösterme gücünü yok ediyor: Sıkıntıdan boğularak yaşıyorum ve tam da yaşamayı sevmediğimden, ölümden korkuyorum.

Kendimdeki muhtemel sertliği, en kötü şeylere karşı kayıtsızlığı, işkencelerde gerekli olan deliliği keşfediyorum: yine de titriyorum, hastayım.

Yaramın iyileşmez olduğunu biliyorum.     

 larry clark

Bataille'ın Nietzsche'si


Rahip G.

Partie de Campagne, 1936 Jean Renoir 
Başrolünde Georges Bataille'ın ilk eşi Sylvia Bataille'ın oynadığı Jean Renoir'in 1936 yapımı tamamlanmamış filmi Partie de Campagne'de, Bataille da filmin başlarında rahip kıyafetleri içerisinde kısacık bir an gözüküyor. 

Yüksel Arslan'dan "Bataille"


Gilles de Rais ve Erzsebet Bathory

Sade Gilles de Rais'yi biliyordu ve onun katılığını değerlendirmişti. En dikkat çekici olan bu katılıktı: "Sonunda çocuklar ölü olarak yatıyor oldukları zaman onları kucaklıyordu... ve en güzel kafalara ve organlara sahip olanları seyrediyor ve bedenlerini vahşice yarıyor ve iç organlarını görmekten büyük bir zevk alıyordu."

Şu sözcükler son noktada beni titrememe olanağından çekip çıkarıyor: "Ve çoğu zaman... çocuklar öldükleri zaman karınlarına oturuyor ve onları bu şekilde ölürken görmekten zevk alıyordu ve Corillaut ve Henriet'in (hizmetçileri) söylediklerine göre bunlara gülüyordu... Sonunda son noktaya kadar tahrik olmak için, Rais hazretleri kendinden geçiyor ve yığılıyordu. Hizmetçiler odayı temizliyorlar, kanı yıkıyorlardı...ve efendileri uyurken söylediklerine göre "kötü koku"yu yok etmek için giysileri birer birer yakıyorlardı."

Sade Erzsebet Bathory'nin varlığından haberdar olsaydı hiç kuşkusuz çok etkilenirdi. (bkz: Kanlı Kontes: Erzsebet Bathory) Siabeau de Baviere hakkında bildikleri onu kendinden geçirmişti.  Erzsebet Bathory onda vahşi bir hayvanı homurdanışına neden olurdu. Bu kitapta bundan sözediyorum ve bunu gözyaşları içinde yapabiliyorum. Bu üzüntü verici tümcelerin düzenlenmesi, Erzsebet Bathory adının çağrıştırdığı esritici soğukkanlılığın zıttındaki bilincim içinde gerçekleşmiştir. Burada sözkonusu olan vicdan azabı değildir, burada söz konusu olan, Sade'ın kafasında oluştuğu gibi, arzu fırtınası da değildir. Sözkonusu olan, bilinci, insanın gerçekten ne olduğunun temsil edilişine açmaktır. Hristiyanlık bu temsil karşısında gizlenmiştir. Kuşkusuz insanlar bütün olarak, her zaman gizlenmek zorundalar ama insan bilinci gurur ve alçakgönüllülük içinde, tutkuyla ama titreme içinde- doruktaki korkunçluğa açılmak zorunda. Sade'ın eserlerinin bugün kolay olan okunuşu, cinayetlerin sayısını -hatta sadist cinayetlerin sayısını- değiştirmedi ama insan doğasını bütün olarak kendinin bilincine açıyor!

Georges Bataille
Eros'un Gözyaşları'ndan


Gilles de Rais

Gilles de Rais'in eylemleri Sade'ın yasayı tersine çevirmesini müjdeliyor ve insanın kendisine özgü, kendi içinde bulunan insanlık dışı yanın dışa vurulması olarak suç kavramına antropolojik bir içerik veriyordu: "Suç, diyordu Bataille, insan türünün özelliğidir, hatta bu türün tek özelliğidir, ama her şeyden önce gizli özelliğidir. (...) Gilles de Rais trajik bir suçludur: tragedyanın ilkesi suçtur ve bu suçlu, herkesten daha fazla bir tragedya kişisi olmuştur (..) suç elbette geceyi çağırır; gece olmasa suç suç olmazdı ama derin olsa bile, gecenin korkunçluğu güneşin parlaklığına ulaşmak için can atmaktadır."


1404'te doğan Gilles de Rais babası tarafından Laval Montmorency hanedanına mensuptu, anne tarafından ise krallığın en zengin ailelerinden birinden geliyordu. Ama içinde yaşadığı dünya -yüzyıl savaşlarının dünyası- yağmalara teslim olmuştu. Eski şövalyelerin mirasçıları artık avcıya dönüşmüş, cinayetin ve zulmün tadını çıkarıyorlardı. VI. Charles-deli kralın zamanında Armagnaclar ile Bourguignonlar arasındaki rekabet İngiliz iktidarına yarıyordu, çünkü krallık otoritesi tam olarak asla yerine oturmuyor, kralın ya da Paris'in kontrolünü sırayla bu çatışanlardan biri alıyordu. 

1922'de kralın ölümünden, Azincourt yenilgisinden beş yıl sonra, iki mirasçı onun yerine geçebilecek konumdaydı: bir yanda V. Henri'nin oğlu olan -henüz çocuk olduğu halde Bourguignonslar tarafından desteklenen bir İngiliz- öte yanda ise Troyes Antlaşması'nın yapıldığı 1420'den bu yana mirasını kaybetmiş ve Bourges'e sığınmış olan veliaht XII. Charles vardı. Fransız tacının resmi mirasçısı düşmanlarına teslim olduğu için, bu koşullarda sadece meşru mirasçısı düşmanlarına teslim olduğu için, bu koşullarda sadece maskara haline gelmiş ve krallığını yeniden fethedebilmek için taç giymeyi beklemek zorunda kalmıştır.

Annesinin babası Jean de Craon tarafından büyütülen Gilles de Rais'nın bu aşağılık eğiticisi çok zengin bir derebeyiydi, cimri ve sefihti, daha on bir yaşındayken Azincourt'da ölen tek evladı için çok üzülmüştü, torununu da suça itti. On altı yaşındayken Gilles, dedesinin ikinci karısının torunu  Catherine de Thouars'la evlendi, ama bu evlilik, maiyetindeki bir delikanlıyı kendine sevgili olarak almasını önlemedi. Bu sevgili sonradan epey önemli bir çocuk katili olacaktır: "Gilles ve dedesini görünce" diye yazıyordu Bataille "Nazilerin yaptığı hoyratlıkları düşünmemek imkansız".

1424'te Gilles bu berbat dedenin servetine kondu ve bu serveti içki alemlerinde ve inanılmaz harcamalar yaparak aklına estiği gibi kullanmaktan başka bir şey düşünmedi. Ölçüsüz hoyratlığı ve yaptığı küstahça hesaplarla yaşlı derebeyinin biriktirdiği serveti tüketiyordu. Birinin cimriliğini ötekinin har vurup harman savurması izliyordu. Ama bu tersine çevirme içerisinde, kötülük sürüp gidiyordu; iki avcı da gerçekten kan tutkusunu ve insanların yasasına uymamayı paylaşıyorlardı.

VII. Charles'ın sarayında kendi çıkarlarına hizmet edecek birini arayan ve Gilles'ın bu çılgınlığının engellenmesi gerektiğinin bilincinde olan Craon, bu yüzden onu askerlikte kariyer yapmaya yöneltti. Beklenilenin tersine, genç adam, kendisini aşan bir kahramanlık idealini benimseyerek, parlak bir savaş şefi oldu, idealindeki kişinin tam aksi bir profilin, Jeanne'd Arc'ın emrine girerek, cinayet işlemekten vazgeçti.

Erkek kılığına girmiş, üstelik gaipten sesler duyan bir bakirenin emri altında, monarşik ilkenin kutsal birliğinin oluşturulması arzusuna dayalı vatanseverlik duygusunun yeniden oluşturulup uyanmasına katkıda bulundu. Jeanne böylelikle hem dedesini hem de halkı terk edip, yağmalarla, saldırılarla coşarak, egemenlik ilkesine sırt çeviren suçlu soyluların tersine bir arzuyu ete kemiğe büründürüyordu. Orleans'da, sonra Tourelles'de, Jargeau'da, sonra Patay'da, zamanının öbür şövalyeleriyle birlikte mertçe savaştı, öyle ki kendisine "silahta çok mert şövalye" takma adı verildi.

17 Temmuz 1429'da, krallara sürülmesi gereken kutsal kremin bulunduğu şişeyi Saint Remi Manastırı'ndan alıp getiren oydu.  Sonra Jean'ın yanında, gözlerinden yaşlar süzülerek, Reims'de taç giyme törenine katıldı. Uğursuzluklarla dolu yaşantısının o şerefli gününde, Fransa'nın başmareşalı oldu. Birkaç ay sonra, mertliğine hayran olan Bakire'nin isteğiyle Paris'i kuşatmaya soyundu. "Unutmayalım diye yazar, Bataille, "eğer o gün omzuna bir ok isabet etmeseydi, Bakire'nin umut ettiği karar mümkün olabilirdi, Gilles şahane bir savaş şefiydi. Savaş heyecanlarının öne çıkardığı kişilerdendi o. Eğer Jeanne D'arc onu en önemli zamanlarında yanında bulundurmak istediyse, bildiği bir şey vardır".

Gilles ile Jeanne'ın arkadaş olduklarını söylemek için elimizde hiçbir kanıt yok. Ama yine de, savaş alanlarında Tanrı'nın hizmetkarının şerefle somutlaştırdığı ideal, kendi açısından ortadan kalkınca, şanının göstergelerini ayaklar altına alıp, hırsızlığa, daha fazla yağmaya ve malını mülkünü yeniden hor kullanmaya başladı. Görünüşte Bakire'nin kaderine kayıtsız kalıyordu.

Erkek kılığına girdiği için sapık bir suç işlediği öne sürülen, dinsiz, dine geri dönmüş ama yeniden sapmış, gevşek, dönme, puta tapar olarak tanınan Jeanne, bakire olmasına rağmen Şeytanla işbirliği yapmakla suçlanıyordu. Kilise Mahkemesinin söylediğine göre, duyduğu sesler, gördüğü bir Tanrı'nın değil, karanlık ve gizli bir Kara Melek'in sesiydi. Celladı Papaz Cauchon, sözünden dönmesini bekleyerek, ona yapılan işkenceye katıldı. Beklediğine değdi: Jeanne, alevler arasında kendini İsa'ya teslim etti. Yirmi yıl sonra, onu terk etmiş ama onun sayesinde Fransız Monarşisini yeniden düzenleyen VII. Charles hakkında yapılacak bir araştırmaya önayak oldu. 7 Temmuz 1456'da itibarı iade edildi, 1920'de Papa V. Benoit tarafından azize ilan edildi.  

Bataille, Gilles de Rais'nin Şatosunda
1432 Kasımı'nda dedesinin ölümünden sonra, Gilles de Rais iyiden iyiye suç bataklığına daldı: Champtoce'de, Tiffagues'de, Machecoul'da, hizmetçilerinin sağladığı yardımlarla, köylü ailelerin çocuklarını kaçırıp kapatıyor, onlara korkunç işkenceler yapıyordu. Vücutlarını parçalıyor, yürekleri başta olmak üzere organlarını söküyor, can çekişirlerken çocuklara tecavüz ediyordu. Çoğu zaman öfkeye kapılıp, sertleşmiş organını işkenceden yaralanmış karınlara sürtüyor, boşalma anına doğru da kendinden geçiyordu. Estetiğe ve tiyatro mükemmelliğine önem verdiği için, en güzel çocukları seçiyor, tercihen erkek olan bu çocuklara kurtarıcıları gibi davranarak, onlara kötülük yapmaları için uşakları üzerlerine sürüyordu. Böylece dilediği mimikleri elde ediyordu. Önce baştan çıkmış, sonra da baştan çıkarıcı olan çocuklar, onda büyük bir tahrik uyandırdıklarının farkına varmadan onu kutsuyorlardı. Gilles, deliliğin üst düzeyine ulaştığında, onların kafataslarını yarıyor, transa girerek şeytanı çağırıyor, kendisini de kan, sperm ve yiyecek artıklarıyla kirlenmiş bir dışkıya dönüştürüyordu. * Gilles de Rais aşağı yukarı üç yüz çocuk öldürmüştür. Cinayetleri mavi sakal efsanesinin doğmasına yol açmıştır.

Savaşın bütün cinayetleri, Jeanne'ın elde ettiği, eski şanının korunduğu bir kaleye aktarılmış gibiydi. Dedenin ölümü, torunda, daha önceden de karşı geldiği bir yasanın bütün sınırlarını yok etmişti: "Onu mahveden öfkeyi artık hiçbir şey engelleyemiyordu. Bütün engellerin inkarı olan cinayet ona, delikanlıyken dedesinde bulunan sınırsız egemenliği sağlıyordu. Gilles, bir zamanlar izlediği -ve hayran olduğu-, yaşarken kendisini aşmış, bugün ölmüş ve onu yetiştirmiş olan o adamın rakibiydi. Sıra ona gelmişti, onu aşacaktı. Onu cinayet alanında aşacaktı.(Bataille)


Bataille Okumaları



Yazarken gök gürültüsünü ve rüzgarın uğultusunu dinliyorum: Yeryüzünün zaman içindeki fırtınalarını, gürültüsünü, şimşeğini keşfediyorum. Baştan sonra gürültülerle dolu ve kalbimin kanı pompalaması kadar basit bir şekilde ölümü pompalayan bu sınırsız zamanda ve gökte aniden şiddetlenen canlı bir devinimin beni sürüklediğini hissediyorum. Penceremin kanatları arasından, savaşların kudurganlığını, yüzyılların öfkeli mutsuzluğunu alıp götüren sonsuz bir rüzgar esiyor. Yıldırım aşkına gerekli olan körleşmeyi ve kanı talep eden bir öfkem yok mu benim de? Artık yalnızca, -ölümü gereksinen- bir nefret çığlığı olmak isterdim - ve birbirlerini parçalayan köpeklerden daha güzel bir şey yoktur!- ama ben yorgunum, heyecanlıyım...


"Şimdi tüm hava ısındı, yeryüzünün soluğu kavruldu. Şimdi hepiniz çıplak, iyi ve kötü, geziniyorsunuz. Ve bu, bilgiye tutkun insan için, bir şenliktir." (1882 -1884; Güç İStenci, II. s.99)

"Düşünürlerin en derin yazgıları çevrimsel yollar izleyenler değildir: Devasa bir evreni olduğu gibi kendi içini de gören ve samanyollarını kendi içinde taşıyan kişi tüm samanyollarının ne kadar düzensiz olduğunu da bilir; bu samanyolları da kaosa ve varlığın labirentine götürür." (Şen Bilgi, 332.) 


Bir gün kendi kanımla son sözlerimi yazma olanağım olsaydı şunu yazardım: "Yaşadığım, söylediğim, yazdığım -sevdiğim- her şeyin iletildiğini düşünüyorum. Böyle olmasa yaşayamazdım. Yalnız başına yaşarken, bir çölde yalnız okuyuculardan söz etmek! Edebiyatı - hafifçe okşamaları, kabul etmek! Benim yapabildiğim şey, elimden gelen tek şey- kendimi oynamaktı ve bugün savaş alanlarında amaçsızca yatan mutsuzlar gibi tümcelerimin içinde ölüyorum." "Benimle alay ediyor, sağ kalıyor," diyerek gülünsün, omuz silkinsin istiyorum. Doğrudur, sağ kalıyorum ve hatta anında neşe doluyorum, ama şunu kabul ediyorum: "Kitabımda, sana, tam olarak oyunun içinde olmadığım izlenimi veriyorsam, bu kitabı at; buna karşılık, eğer beni okurken, seni oyunun içine sokan hiçbir şey bulamıyorsan - dinle beni: Ölünceye kadar tüm yaşamın boyunca - okuman sendeki kokuşmuşluğu kokuşturuyor."

"Yalnızlar arasında yalnız olan bizler - çünkü bilimin etkisiyle ancak orada olabiliriz- neredeyiz, insan için bir arkadaşı nerede bulacağız? Eskiden herkes için bir kral, bir baba, bir yargıç arıyorduk, çünkü gerçek krallardan, babalardan, yargıçlardan yoksunduk. Daha ilerde bir dost arayacağız - insanlar bağımsız, göz kamaştıran sistemler haline gelecekler, ama yalnız olacaklar. Bu durumda mitolojik içgüdü bir dost arayacaktır. (1881 -1882;  Güç İStenci, II. s. 365)


"Yazgıları olan insanlar, kendilerini taşırken yazgılarını taşıyanlar, tüm kahraman hamallar ırkı. Ah! Bazen kendiliklerinden dinlenmeyi ne kadar çok isterler! Altında ezildikleri ağırlıktan onları en azından birkaç saat için kurtaracak sağlam sırtlara, güçlü yüreklere ne kadar da çok susamışlar! Ve bu susamışlık ne kadar da boş!... Bekliyorlar, önlerinden geçen her şeyden pişmanlık duyuyorlar. Hiç kimse acılarının ve tutkularının binde biriyle bile onlarla buluşmuyor, hiç kimse, onların hangi noktaya kadar beklemede olduklarını tahmin edemiyor... Sonunda çok geç de olsa şu temel sakınımı öğreniyorlar: Artık beklememek; ve ardından ikinci sakınım: Nazik, alçak gönüllü olmak, her şeye katlanmak ... kısacası o güne kadar katlandıklarından biraz daha fazlasına katlanmak." (1887 - 1888 Güç İstenci II, s. 235.)  

Yaşamım Nietzsche'nin eşliğinde bir topluluktur, kitabım, bu topluluğun ta kendisidir.

Aslında Bay Nietzsche hakkında ne biliyoruz?
Kaygılara, sessizliklere zorlanmış... Hristiyanlardan nefret eden .. Başka şeylerden söz etmeyelim..

Dahası... o kadar azız ki!

Kitap

Bu dünyada en önemli şeyin şehvet olduğunu düşünmeye hiçbir bakımdan eğilimli değilim. İnsan cinsel organlarıyla sınırlı değildir. Ama bu utanç verici organ ona gizini öğretir. 


Kitap: 
Yırtık yerinde gideriyorum susuzluğumu
ve uzatıyorum çıplak bacaklarını,
bir kitap gibi açıyorum onları ve 
beni öldüreni okuyorum orada.

G.B.

kozmo-eros

Başımı düz bir taşa dayayarak otların arasına uzandım ve gözlerimi Samanyolu'na diktim. Samanyolu bana göre, takım yıldızların tepesinde yer alan, yıldız menileriyle göksel sidikten tuhaf bir gedikti...

Başkalarına evren dürüst gibi görünür. Dürüst insanlara, gözleri kör edildiği için, dürüst gibi görünür evren; onun için de bu insanlar müstehcenlikten korkarlar. Horoz sesi duyduklarında ya da yıldızlı gökyüzünü gördüklerinde hiç kaygılanmazlar. Genellikle "tensel zevklerden" yavan olmaları koşuluyla tat alınır.

Ama artık hiç kuşku yoktu: "Tensel zevkler" diye adlandırılan şeyden yavan oldukları için hoşlanmıyordum. Ben herkesin "pis" bulduğu şeylerden hoşlanıyordum. Tersine, her zaman ki, alışılmış şehvetten hiç hoşnut değilim, çünkü bu, şehvet düşüncesini kirletir yalnızca, ne olursa olsun, yüce ve çok arı özüne dokunmaz. Benim bildiğim şehvet yalnızca bedenimi ve düşüncelerimi değil, önünde hayal ettiğim her şeyi, özellikle de yıldızlı evreni kirletir.

Ben Ay'ı, annelerinin kanıyla, o iğrenç kokulu ay başı kanıyla özdeşleştiririm.

(Gözün Öyküsü'nden)

Kimdir Bataille?

Kimdir Bataille? Maurice Blanchot'un deyişiyle, aynı anda hem skandal uyandırıcı ve en güzel anlatıları yazmış bir edebiyat adamı mı? Yoksa, 1950'li yıllarda Heidegger'in "Fransa'nın en sağlam düşünen aydını" saydığı bir filozof mu? Breton'un da, Sartre'ında varlığından huzursuz oldukları (ilkine göre bir "dışkı düşünür", ikinciye göre "yeni bir mistik") bir uç yazar mı? Bir sapkın, bir erotoman, melek ya da deccal, melek ve deccal mi?

   Herbiri, hiçbiri -tek yanıtı bize artık yapıtları verebilir. Bu yapıtların arkasında örtünen yaşamöyküsü, puslu bir efsane getirir: 1897 - 1962. İlk kitap, pek çok yazarda olduğu gibi, geniş çapta çocukluk yıllarından ve aile ortamından kesitler içerir: Açığa çıkararak, gizleyerek, çarpıtılarak. Tanıklardan, 20 yaşlarına dek, koyu bir inanç yükü ile donandığı öğrenilir Bataille'ın; o köklü tanrıtanımazın, gerçekten terkedildiğini anlaması ile gerçekleşmesi sözkonusu olmuştur. Sifilisin kemirdiği kötürüm babayı annesiyle birlikte terk edip gitmeleri, Suçlu'yu emzirecek yaralı, kronik bir meme olur.

Bunu hayatının en önemli kadını olan "müthiş" Laure'un erken yaşta ölümü ve Faşizm'in yaşlı Avrupa'ya çöküşü tamamlayacaktır.

İlk kitabın görece olarak geç ve gizli yayımlanması, istenmiş bir saygınlığın yolda hayli oyalanarak gelmesi, bitkinin kendi saksısını bir türlü bulamaması Bataille'ın olgunlaşmasını geciktiren belli başlı etkenlerdir: Asıl oturmuş kimlik, II. Dünya Savaşı sonrasında belirecek, etkisi halka halka o tarihten başlayarak yayılacaktır.

Başlangıçta yazarın Gerçeküstücülükle bir komşuluk arayışına giriştiği görülür. Breton'un merkezi/şahsi doğrultusunda yol alan topluluğun bazı üyeleri, özgürleşme süreciyle kökten çelişen bu eğilimin karşısında, Bataille'ın da itildiği bu bölgede buluşurlar: Antonin Artaud, Roger Caillous, Raymond Queneau, Michel Leiris gibi içeriden ya da kıyısından akımın bünyesinde yer almış, ama Papa'yla çatışarak dışlanmış olanlara Pierre Klossowski ve Maurice Blanchot türünden birkaç ayrıkotu eklenince bütün bütüne bir topluluk biçimi ortaya çıkmasa da, ciddi bir kolektiflik tabanı oluşur.  

Bataille ve arkadaşlarının ilgi alanları, hem ufuk düzleminde, hem felsefi içerik açısından Gerçeküstücü serüvenden enikonu farklı bir panaroma getirmiştir. Acephale'dan Documents ve Crituque'e yayın organlarına; Collage de Sociologie gibi hepten aykırı bir karşıkurumsal kurum arayışına aynı odaklaşmalar göze çarpmıştır: Alexandre Kojeve'in etkisiyle Hegel ve Nietzsche'yi bir daha terk etmemesiye baş uçlarına çeker Bataille ve arkadaşları; Sade'ın yapıtının etrafında, egemen burjuva etikasını sarsmaya yönelik bir iç değerler dizgesi kotarılmaya çalışılır (cinsel siyasetler düzleminde, gerçekten de gerçeküstücülerin "hedonist" perspektifinden tümüyle kopma görülür grupta); Sosyalizmin ve Faşizmin koşut yükselişleri çerçevesinde, topluluk-cemaat-toplum üçgeni çerçevesinde etnolojik, antropolojik, ekonomik çözümlemelere girişilir: İlkeller ve modernler büyüteç altındadır.




Gözün Öyküsü




Hans Bellmer - Gözün Öyküsü İçin Çalışma


William Blake "Hayalci"

The Ghost of a Flea c.1819-20
" Bedlam hastanesinin iki ünlü konuğu vardı: Kundakçı Martin... ve Hayalci lakabıyla anılan Blake. Bütün bu suçlu ve kaçık takımını gözden geçirip birer birer inceledikten sonra Blake'in hücresine gitmek istediğimi söyledim. Uzun boylu ve solgun yüzlü bir adamdı; çok düzgün hatta belagatli konuşuyordu; Cinbilim 
yıllıklarında yer alan örneklerin hiçbiri Blake'in sanrıları kadar olağanüstü değildi. - Onun gördükleri sıradan yanılsamalar değildi; o, sanrı değil gerçek görüntüler gördüğüne yürekten inanıyordu: Michelangelo ile sohbet ediyor, Semiramis ile akşam yemeği yiyordu... Hayaletlerin ressamlığını yapıyordu... Onu hücresinde, hayaletini gördüğünü iddia ettiği bir pirenin resmini yaparken buldum..."

(1833'de bir gazetenin köşe yazarına ait bilgi.)


***
William Blake'in eşsiz cümlelerini dikkatle okumalıyız. Bunlar tarihin en anlam yüklü cümleleridir: İnsanın kendi acısıyla, en sonunda da ölümle ve onu ölüme iten davranışla anlaşmasını anlatırlar. Sıradan şiirsel cümleler olmanın çok ötesindedirler. İnsanın kendi kaderine kaçınılmaz olarak kavuşacağını belirtirler. Blake daha sonraki bölümlerde kendi iç çalkantısını, çılgın ve karmakarışık bir üslupla ortaya koyar, çünkü kargaşanın doruğu onu da içine alır. Buradan baktığında, kendi bütünselliği ve şiddetinin içinde kaynayan hareketi bütün boyutlarıyla görebilmektedir; bizi bir yandan en kötüye doğru iterken bir yandan da Cennet katına yükselten işte bu harekettir. Elbette, buradan yola çıkarak Blake'in bir filozof olduğu söylenemez; yine de öze ilişkin görüşlerini, felsefeye parmak ısırtacak kadar belirgin, hatta kesin biçimde dile getirmiştir.


"Karşıtlıklar olmaksızın, ilerleme de yok. Çekicilik ve iticilik,
Akıl ve Enerji, Sevgi ve Nefret,
İnsan varoluşuna gereklidir.
Bu karşıtlıklardan, dinselin İyi ve Kötü dediği çıkar. İyi, Akla boyun eğen edilgindir. Kötü, Enerjiden doğan etkindir. 
İyi cennettir. kötü cehennemdir...
Tanrı, Enerjilerinin peşinde olduğu için insana sonsuzluk içre acı çektirecektir.      
Enerji biricik yaşamdır, ve Gövdeden gelir; ve Akıl enerjinin sınırı ya da dış çemberidir.
Enerji sonsuz Hazdır."


Georges Bataille: Literature And Evil


İnsanların hayvanlardan farkı yasaklara uymalarıdır; ne var ki yasaklar iki yanlıdır. İnsanlar bir yandan yasaklara uyarken diğer yandan da onları çiğnemek durumunda kalırlar. Yasakları ihlal etmelerinin nedeni bilgisizlikleri değildir: Bu tavır kararlı davranıp cesaret göstermeyi gerektirir. Yasakları ihlal etmek için gerekli olan cesaret insanın kendini gerçekleştirmesidir. Bu aynı zamanda edebiyatın da kendini gerçekleştirmesidir ve edebiyat ayrıcalıklı bir tutum içine girerek meydan okur. Otantik edebiyat Prometheus'çudur. Otantik yazar, etkin toplumun temel yasaklarına karşı çıkma cüretini gösterir. Edebiyat, temel bir düzenliliğin ve sakınımlılığın kurallarını tartışma konusu yapar. 

Yazar suçlu olduğunu bilir. Hatalarını kabul edebilir. Seçilmişliğin göstergesi olarak coşkuyu talep etmeye hakkı olduğunu iddia edebilir.

Günah, mahkumiyet zirvededir.  

Bu kitapta incelenen sekiz yazarın, Emily Bronte, Baudelaire, Michelet, William Blake, Sade,  Proust, Kafka ve Genet'nin tuttukları yolda da işte bu tehlikeli, ama insana özgü kararlılığı da içinde barındıran suçlu bir özgürlüğe duyulan özlemi hissediyoruz.

 (Edebiyat ve Kötülük, Georges Bataille)


İmkânsız

İnsanlık yapayalnız varlıklardan değil kendi arasında iletişim kurabilen varlıklardan oluşur; yalnızca kendimiz için bile olsa, ötekilerle iletişim kurmaya dayanan bir ağ için varız: İletişim denizinde yüzüyoruz, hepimiz, dur durak bilmeyen iletişime indirgenmiş olarak yaşıyoruz; o iletişim ki, yalnızlığın derinliklerin de olduğunu bildiğimiz zaman bile kendini hissettirir; sayısız ihtimali düşünür gibi, ötekilerin duyabileceği bir çığlığı bekler gibi... Çünkü insanın varoluşunun düzenli aralıklarla düğümlendiği böylesi anlar, bizlerde haykırışlarla, acımasız kasılmalarla, çılgınca kahkahalarla gösterir kendini; çünkü kendimizin ve dünyanın geçirimsiz olduğunun ayırdına varmışızdır artık ve bu bilgiyi paylaşmak bir anlaşma zemini yaratır.

Paylaşılması en zor olan bilgi budur. İletişimin en derin biçimini, yani gözyaşlarının paradoksal anlamına dayanan biçimini bir kenara bırakmak zorundayım. Şuna değinmeden de geçemeyeceğim: Hiç kuşkusuz iletişim duygusunun en derini ve iletişimin doruğu gözyaşlarıdır.

Bataille