Nietzsche Sils-Maria'da etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nietzsche Sils-Maria'da etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Rosenlaui (Et in arcadia ego)


Rosenlaui

11 Haziran'da başka bir kaplıca kasabası olan Rosenlaui'ye (kelimesi kelimesine, "gül çığı" ) geçti. Meiringen'in yukarısındaki bir Alp vadisinde olan bu kasaba deniz seviyesinin 1 .300 metre yukarısındaydı. Zug yakınlarında kız kardeşiyle geçirdiği iki haftayı saymazsak, geriye kalan üç buçuk aylık izin süresini Rosenlaui'de geçirdi. "çevredeki Alp Dağları ve vadideki sık çam ormanı, "burayı benim sevdiğim bir doğa haline getiriyor", diyordu. Ayrıca Rosenlaui'de en azından bir süreliğine sağlığı düzelmişti. Hastalığı nüksedince daha da yükseğe çıkması gerektiğini hissediyordu

"Her gün altı ile sekiz saat yürüyor ve üzerinde düşündüğüm meseleleri daha sonra çabucak ve tam bir kesinlikle kağıda döküyorum. "

Rosenlaui

 Bu çalışma tarzı hayatının geri kalanında da aynen devam etti: Saatlerce yürüyerek düşünüyor, daima yanında bir defter taşıyor, sonra da kısa sürede yoğun bir şekilde yazıyordu. Bu tarzı gözlerinin durumu yüzünden benimsemişti: "Günde yaklaşık bir buçuk saat görebiliyorum ... Daha uzun süre okur ya da yazarsam aynı gün çok kötü ağrım oluyor." Tüm olgunluk eserlerindeki aforizmatik üslup salt bir edebi tercih değil -bir keresinde felsefi sorunlara soğuk duşa yaklaşır gibi yaklaştığını söylemişti: çabuk gir, çabuk çık- gözlerinin durumu yüzünden bir gereklilikti.

"İtalya cesaretimi azalttı, sinirlerimi gerdi ... İsviçre'de ben, daha fazla 'benim'; etiğimi de 'ben'in buharlaşması değil gelişimi üzerine kurduğumdan şurası açık ki Alpler'de yenilmezim, yani yalnızken ve kendimden başka düşmanım yokken".

Et in Arcadia Ego  Nicolas Poussin ( 1594-1665)

Üstelik Nietzsche kırsal Naumburg'da yetiştiğinden içten içe hep "küçük kasaba çocuğu" kalmıştı: "küçük bir kasabada yaşamayı dileriz" diyordu açıkça. Hayatının sonunda evim demeye en çok yaklaştığı yer İsviçre Alpleri'ndeki küçük bir köy olan Sils Maria'ydı. 


Sağlığına uygun iklimde yaşamak için yılın yarısını şehirlerde geçirmesi gerektiğini hissettiğinde bile bu şehirlerin köye benzeyen kısımlarını aramış -mesela Cenova'nın (bugüne dek) ıssız kalmış bölgesi- buraların küçük kasabalarla paylaştıkları özellikleri övmüştür -mesela Torino'nun biçimsel homojenliği. İnsanın şehrin bezdirici yaşamına uyması yerine doğaya yakın ve doğayla uyum içinde yaşaması gerektiğini, insanın "taşra duyarlılığına" sahip olması gerektiğine inanıyordu:

İnsan hayatının ufku boyunca, dağın ve ormanın çizgileri gibi katı ve sakin çizgiler çekmemişse, en içindeki istenç huzursuzlaşacak, dengesizleşecek ve hırslanacaktır; şehirde yaşayanın doğası tam da böyledir: kendisi asla mutlu değildir [dolayısıyla] başkalarına da mutluluk vermez.


Nietzsche dünyadaki en güzel yerlerden birinde göller ve ormanlar arasında yaşamayı seçti: dostu Meta von Salis'in yazdığı kadarıyla, "yeryüzündeki ayrıcalıklı yerleri keşfetmekte çok gelişkin, apaçık bir yeteneğe sahipti " Et in arcadia ego (Arkadia'da bile ben varım)" başlıklı bir pasajda cennetin, Yunan kahramanlarının bulunduğu bir Poussin peyzajı olduğunu yazmıştır.

Et in Arcadia Ego  Nicolas Poussin ( 1594-1665)

"Arkadia'da bile ben varım" anlamında Latince bir deyim. Pastoral peyzajlarıyla ünlü ve klasik döneme düşkün Fransız ressam Nicolas Poussin'in ( 1594-1665) iki tablosunun başlığında geçer. Arkadia, genellikle deniz kenarında yerleşmiş olan Eski Yunan'da Peloponez'in dağlık iç kısmındaki bir yerleşimdir ve temiz, saf, duru bir hayatı simgeler. Poussin, bu deyimi taşıyan resimlerinden birinde, Arkadia manzarası önünde çobanları çizmiştir-

kaynak: Julian Young / Nietzcshe

Splügen



Nietzsche Eylül sonunda yaralarını sarmak için dağlara doğru yola çıktı. İtalya'ya kadar gitme niyetiyle küçük Splügen köyüne posta arabasıyla vardı. Deniz seviyesinin üç bin metre yukarısında bir vadiye kurulmuş olan köy İsviçre-İtalya sınırındaydı. "Sanki İsviçre'yi hiç görmemiştim ... bu benim doğam," diye yazıyordu dramatik Via Mala boyunca arabayla yolculuğu için.

Annesine mektubu şöyle devam ediyordu:

Splügen'e yaklaşırken orada kalma arzusu beni etkisi altına aldı. İyi bir otelde son derece sade bir oda buldum. Balkonu şahane bir manzarayı görüyordu. Bu yüksek Alp vadisi ... tam istediğim şey. Sert rüzgarlar tertemiz havayı getiriyor, her türden tepeler ve kayalar var, ayrıca bunların hepsini karla kaplı heybetli dağlar çevreliyor. Ama en çok hoşuma giden şey uzun saatler boyunca yürüdüğüm yayla yolları ... Öğlen saati posta arabası geldiğinde yabancılarla birlikte yemek yiyorum. Konuşmak gerekmiyor, kimse beni tanımıyor ... Küçük odamda taptaze bir gayretle ... şu andaki başlıca konum olan "Öğretim Kurumlarımızın Geleceği" üzerine çalışıyorum. Artık güçlü ve taze bir faaliyette bulunurken insanlardan tümden uzak yaşayabileceğim bir köşe biliyorum dünyada. İnsanlar burada siluetlerden farksız.

Neticede Nietzsche İsviçre'nin aynı köşesindeki Engadine'de daha yüksek başka bir vadiye yerleşti. Fakat giderek daha çok öne çıkan şu temanın burada belirdiğini görüyoruz:  Nietzsche'nin düşünceleriyle baş başa kalma ihtiyacı.

"Sils Maria'nın Münzevisi"

(Cenova, Mart sonu, 1883) 


 (...)

Cenova'dan en kısa zamanda ayrılıyorum ve dağlara gidiyorum. Bu yıl kimseyle konuşmak istemiyorum.

Benim yeni adımı bilmek ister misiniz? Kilise dilinde mevcut  -Antichrist.

Nasıl güleceğimizi hiç unutmayalım!



Ah, içimde gizli kalmış, kelimeler ve formlarla ifade edilmeyi bekleyen o kadar çok şey var ki! İçimdeki sesi duymak için ihtiyacım olan sessizliğin, yüksekliğin, yalnızlığın sınırı yok.

Sils Maria, 24 Eylül 1886

Sils Maria'da son günüm, bütün kuşlar uçtu; gökyüzü sonbahara yakışır şekilde "karanlık"; gittikçe soğuyor, yani, "Sils Maria'nın Münzevisi" yoluna koyulmalı.



Nietzsche ve Doğa

Doğa efsanesi — Kırlar, Nietzsche'nin usavurmasının arka planıdır; bu arka planı bir kez gören ona bağımlı hale gelmiştir. İfadelerini sonsuz olarak değiştirerek okuyucuya seslenme­si ve farkında olmadan ona geçmesi, Nietzsche’nin özüne ait içeriğin -asaleti, saflığı, kaderi- kendini emniyetteymiş gibi hissettiği genel olarak anlaşılabilir bir dil haline gelmektedir. Nietzsche'nin büyüsüne ve anlamanın önkoşulu olan ruh haline ulaşmanın en kolay yolu budur. Nietzsche'nin dünyasında doğa ve elementler sadece göze hoş gelen resimler veya dinle­nen müzik gibi değildir, aksine gerçekliğin doğrudan kendisi olarak konuşan ve gösterilmesi mümkün olmayan türü gibidir.

Kırların ve doğanın Nietzsche'yle konuşma tarzında daha önceki betimleyici, göze hoş gelen bir biçimde gözlemci tarzı ile örneğin uet in Arcadia ego” (3, 354) ve kırlarla bir özdeşleş­me gibi görünen daha sonraki tarzı arasında bir sıçrayış var­dır. Daha önceleri başka bir şey olarak karşısında duran doğa tarafından etkilenirken, daha sonraları sanki doğa ve insanın kaderi, duyusal bedensellik ve olmak oluş gibidir. Dünya an­cak son on yılda şeffaflaşır ve doğa bir efsane gibi görünmeye başlar. Nietzsche ampirik gerçeklikten dolayı acı çekerken artık bu gerçeklikte asıl gerçekliği, hem de aynı anda önsezili ve be­deni olarak görebilmektedir. Nietzsche için sadece görünen her şeyin yükseltilmiş bir ifadesi yoktur, aksine olmanın dili doğal olanda duyulabilir hale gelmiştir.

Bu dil özellikle şiirlerde ve Zerdüşt'le duyulmaktadır. Biyografik bir anlayış onlara yakınlık sağlamaktadır: Nietzsche her gün kırlarda dolaşarak yaşamıştır. İklime ve havaya karşı hassasiyetinden dolayı, bulunduğu yerin, günün saatlerinin ve mevsimlerin tüm nüanslarını -ıstırap dolu veya canlandırıcı- ruh halinin ve varlığı­nın gücünün en derinlerine kadar hissetmesini sağlamış­tır. Kırları, derinliklerinde tecrübe etmek için “çok çaba göstermektedir:” "Doğanın güzelliği, tüm diğer güzellik­ler gibi kıskançtır ve sadece ona hizmet etmemizi ister” (Gast’a mektup, 23 Haziran 1881). Doğa ona göre tüm ha­yal kırıklıklarında ve her türlü yalnızlığında ona kalan yakın bir dünyadır. Mektuplarında ve yazılarında sürekli mevcut olan bir şey olarak dile gelmektedir. Her türlü romantizmden, teolojiden ve mitolojiden arındırılmıştır ve bu yüzden saf dili sağlamaktadır: “Ruhlara seslenmek için işaretlere sahip olmam için yaratılmamışsa, doğa ne için yaratılmış olsun ki?” (12, 257). Doğanın varoluşuyla birlikte Nietzsche memnuniyetin derin mutluluğunu dı­şarıya yansıtmaktadır: sanki doğada teselli ve tutunacak bir yer bulmuş gibidir. Bedenselliğinin tamamı, doğa ara­cılığıyla olmayı nasıl içselleştirebileceğine yönelmiştir.

Doğayla bir olmaktan duyduğu mutluluk, Nietzsche için insanlarla kaybettiği iletişimin yerine geçebilmekte­dir: yine de iletişim kurma istenci sanki bu kırlarla bir olmaya dahil edilmiş gibidir. Önceleri doğanın suskun­luğu “güzel ve tüyler ürpertici”dir. "Büyük sessizlikte" (4, 291). Ama Zerdüşt, güneş doğmadan önce saf gökyüzüyle konuştuğunda ânında değişmektedir: "Başlangıçtan beri dostuz... Fazla şey bildiğimiz için birbirimizle konuşmu­yoruz. Birbirimize susarak bakıyoruz, gülümseyerek bil­gimizi paylaşıyoruz" (6, 240). Sonunda yalnızlığının ıs­tırabı doğaya seslenmektedir, sorgulayarak, hiçbir cevap beklemeden yakınlığını hissederek, ama onu görmeden: “Ah, üzerimdeki gökyüzü... beni mi seyrediyorsun? Tu­haf ruhumu mu dinliyorsun?.. Ruhumu ne zaman tekrar içine çekeceksin?” (6. 403 vd) sorusu çok terk edilmiş gibi görünmektedir, ama yine de ruhu Venedik geceleri­nin karanlığına, "Onu dinleyen oldu mu?" (8, 360) diye biten şarkıyı söyler; buna rağmen yine de bir soru gibidir durduğu yerde beklerken...

Nietzsche büyük doğaya duyduğu sevginin kaynağını görmektedir. "Kafamızda büyük insanların eksik olmasından" (5, 161) kaynaklanmaktadır. Doğayı son bir şey olarak istememektedir; içinde gençlik yıllarındaki doğrudan doğa efsanesinden fazlası yaşamaktadır. Tüm büyük doğadan fazlasını istemektedir: “İnsanca olan şeylerle doğaya nüfuz edelim... Ondan insanın ötesinde hayal kurabilmek için gerekli olan bir şeyi alalım. Fırtınadan ve dağlardan ve denizden bile daha muhteşem bir şey oluşmalıdır" (12, 361).

Nietzsche'nin hangi doğadan, hangi temel olaylardan, hangi manzaralardan hangi anlamda etkilendiğini sorarsak, içeriklerini sistematik bir hale getirmek imkansızdır, ama birkaç örnekle en azından hariçten nelerin meydana geldiğini ve sadece metinlerin bir arada okunmasıyla an­laşılabilir olduğu şeyleri görmüş oluruz:

Neredeyse saatlerin nüanslarına kadar varan günün zamanları. Örneğin öğle vakti, zamanın harcandığı, ebediyetin tecrübe edildiği, mükemmelliğe ulaşılan an haline gelir (6, 400 vd.; 3, 358 vd). Öğle vaktine benzer bir şekilde gece yarısı, "sarhoş şarkı" zamanıdır; olmanın derinliği, ebediyet açıklığa kavuşmakladır (6, 464 vd).

Elementler. Sevilen, saf gökyüzü, nefret edilen bulutlar, kış gökyüzü, güneş doğmadan önceki gökyüzü -sa­bah güneşi, akşam güneşi,- rüzgâr, eriten rüzgâr, -fırtına, sessizlik,- ateş ve alev.

Manzaralar. Dağlar, kar, buzullar, deniz, göl, çöl; gü­ney her zaman başka, daha uzak, asla mevcut olmayan bir güney olarak;“Afrikalı olan" (Gast'a mektup, 31 Ekim 1686).

Sayısız bireysel doğa resimleri: Çam ağaçları, sahiller­de eğilen, yükseklerde dimdik duran; incir ağacı: dalga köpükleri; çayırlar, bir gölün kenarındaki kayalıklarda, yükseklerde uçan yalnız bir kelebek; at, sığır, keçi, boğa; su üzerinde bir yelken; gölde bir kayık ve akşam güneşinde altın sarısı kürekler.

DoĞa aynı zamanda Kendi bedeninin canlılığıdır, yü­rümektir, dağlara tırmanmaktır, dans etmektir ve rüyada uçmaktır (12, 222; 6, 241, 281, 282, 285), doğayı bir ker­tenkele gibi güneşte yaTarken tecrübe etmektedir (15,81; Overbeck'e mektup, 08 Ocak 1881). En önemli düşünce­leri doğada kazanmaktadır; "açık alanda yürüyerek, zıp­layarak, tırmanarak, dans ederek, en çok da yolların bile düşünmeye başladığı yalnız dağlarda veya deniz kenarında düşünmeye" (5, 318) alışıktır.

Nietzsche’nin adeta kendisine ait manzaraları ve şe­hirleri vardır. En başta Oberengadin gelir: “Benim man­zaram, yaşamdan öylesine uzak, metafiziksel" (Fuchs’a mektup, 14 Nisan 1888). “Bazı doğa bölgelerinde ken­dimizi tekrar keşfetmekteyiz, hoş bir ürpertiyle... bura­da, İtalya’nın ve Finlandiya’nın biraraya geldiği yerde... Bana çok yakın ve tanıdık, kan bağımız var, hatta daha fazlası" (3, 368). “Havası bile sevdiğim kokularla dolu" (Overbeck’e mektup, 11 Temmuz 1879). Sils-Maria “Ebe­diyen kahramanca bu idil" {Gast’a mektup, 08 Temmuz 1881) "Yumuşaklığın, olağanüstülüğün ve gizemliliğin bu tuhaf karışımı!" (Gast’a mektup 25.07.1884), felsefesi­nin aslında vatanı olan yerdir (5, 359 vd). Orada: "Dağlar ama ölü değil, gözleri (yani gölleri) olan dağlar eşliğinde” yaşamıştır (7,451).

Nietzsche'nin Rivyera’da, denizden dört yüz metre yükseklikteki eşsiz ruh hali, Gast’a yazdığı bir mektuptan (10.10.1886) anlaşılmaktadır: "Yunan Takımadalarının bir adasını düşünün, keyfi olarak ormanlar ve dağlarla bezenmiş ve günün birinde tesadüfen anakaraya yaklaş­mış ve bir daha geri gidememiş, içinde Yunan tarzında bir şeyler var hiç şüphesiz. Diğer taraftan da korsanca, ani, gizli, tehlikeli bir şey; nihayet yalnız bir yol ayrımın­da bir parça tropikal çam ormanı ki bununla Avrupa’dan uzaklaşırsınız. Dünyayı birkaç kez gezmiş olan yemek ar­kadaşımın bana söylediği gibi, Brezilya tarzında bir şey. Asla bu kadar çok tembelce yatmadım, tam bir Robinson adası tarzında ve unutulmuşluğunda; birçok kez büyük ateşler de yaktım. Titrek alevlerin beyaz-gri dumanlarıy­la bulutsuz gökyüzüne doğru yükselmesini seyretmek - etrafında otlar ve yüzlerce türde sarıdan anlayan ekim mutluluğu..."


Özellikle üç şehri çok sevmiştir: Venedik, Cenova ve Turin. Onları neredeyse birer manzara gibi görmüştür, at­mosferlerini, konumlarının eşsizliğini. Hiç sevmediği şehir ise Roma’ydı.





*
Karl Jaspers'ın
Nietzsche kitabından

Sils-Maria (Yükseklerden)






Ecce Homo: 
Yazdıklarımın havasını solumayı bilen kişi, bunun yüksek dağların havası, sert bir hava olduğunu anlar. İnsan böyle bir hava solumak için yaratılmış olmalıdır, aksi halde soğuk algınlığına yakalanma tehlikesi büyüktür. Yükseklerde buzullar yanıbaşınızdadır, yalnızlık ise korkunç -yine de her şey bu aydınlıkta nasıl da sükunetle uzanır! İnsan ne kadar da rahat soluk alır! Kendini nasıl bedeninin içinde hisseder! Felsefe gönüllü olarak buzlarla kaplı dağlarda yaşamaktır. Benim felsefeden anladığım ve şimdiye kadar yaşadığım budur.

Ahlakın Soykütüğü: 
[Benim felsefemi anlamak için] insan, bu çağda sıklıkla rastlayabileceğimiz türden bir ruha değil, bambaşka bir ruha sahip olmalıdır. ...onların yükseklerdeki o keskin havaya, zorlu tırmanışlara, kısacası buzulların ve dağların bütün özelliklerine alışmaları gerekir.

İnsanca, Pek İnsanca: 
Hakikatin dağlarına tırmanırken çabalar asla boşa gitmez: Ya bu gün daha yükseğe çıkarsın ya da yarın daha yükseğe çıkabilmek için güç toplarsın.

Çağa Aykırı Düşünceler: 
Şimdiye kadar bir filozofun tırmanamadığı kadar yükseğe, sisin erişemediği, bulanıklığın hüküm sürmediği, nesnelerin en yalın hallerinden çıkan uğultulu ve sert ama yine de anlaşılmaz olmaktan uzak sesin kaçınılmaz biçimde duyulduğu doruklara tırmanıp o saf, buz gibi Alp havasını solumak.

ALAİN DE BOTTON 
 Otuz beş yaşında Basel Üniversitesi'ndeki işinden ayrılan filozof kışlarını Akdeniz kıyısında, daha çok Cenova ve Nice'de, yazlarını ise Alplerde, İsviçre'nin güneydoğusundaki Engadine bölgesinde yer alan, deniz seviyesinden 1800 metre yüksekte kurulmuş Sils-Maria adlı küçük bir köyde geçiriyordu. St. Moritz'e birkaç kilometre uzakta olan bu köyde, İtalya'dan gelen rüzgarlar, serin kuzey rüzgarlarıyla buluşup gökyüzünü laciverte boyuyordu.

Nietzsche Engadine bölgesini ilk kez 1879 yılında ziyaret etmiş ve burayı görür görmez iklimine ve coğrafi özelliklerine hayran olmuştu. 'İşte artık Avrupa'nın en iyi, en kudretli havasını soluyabilirim; buranın doğası benim doğama çok uygun.' diye söz etmişti bu hayranlığından Paul Ree'ye. Peter Gast'a da şöyle yazmıştı: 'Burası İsviçre değil,.... bambaşka bir yer, en azından daha bir güney havası var. Ancak Meksika'nın en yüksek platosuna (örneğin, Oaxaca'ya) çıkıp Pasifik'e tepeden bakarsam belki buradakine benzer bir şeyler bulabilirim, ama tabii oradaki bitki örtüsü tropikal. Neyse, ben bu Sils-Maria'yı kendime saklamaya niyetliyim.' Filozof eski okul arkadaşı Carl von Gersdorf'a ise şunları söylemişti: 'Burası benim gerçek evimmiş, büyüdüğüm yermiş gibi geliyor bana.'




Nietzsche Sils-Maria'da, çam ormanlarına ve dağlara bakan kiralık bir odada tam yedi yaz geçirdi. Şen Bilim, Böyle Buyurdu Zerdüşt, İyinin ve Kötünün Ötesinde, Ahlakın Soykütüğü ve Putların Alacakaranlığı adlı yapıtlarından bazılarını burada tamamladı, bazılarının da büyük bir bölümünü burada kaleme aldı. Filozof her gün saat beşte kalkar, öğleye kadar çalışır, sonra köyü bir gerdanlık gibi saran yüksek tepelere, yer altında oluşan basınçtan ötürü yer kabuğunu büyük bir kükremeyle delip daha biraz önce gökyüzüne yükselmiş gibi görünen sipsivri, ıssız dağlara, Corvatsch, de la Margna ve Lagrev zirvelerine doğru uzun yürüyüşler yapardı. Akşamları odasına çekilir, bir iki dilim jambon, bir yumurta ve bir somun ekmek yiyip erkenden yatardı. 

("İnsan, günün en az üçte birini tutkulardan, insanlardan ve kitaplardan uzak geçirmezse nasıl düşünür olabilir?")




Günümüzde doğal olarak köyde bir müze bulunuyor. Birkaç frank karşılığında, kitapçıkta da belirtildiği gibi, "Nietzsche'nin burada yaşadığı zamanki odayı bire bir yansıtacak biçimde, bütün sadeliğiyle yeniden döşenen' odayı ziyaret edebilirsiniz.

Nietzsche'ye Yolculuk




Nietzsche, 1888 yazında, Sils-Maria'da aklın ucuna en yakın durduğu sayfaları yazdı. Güz geldiğinde Torino'ya inmeye, kışı orada geçirmeye karar verdi. Kasım ayında Ecce Homo'yu tamamladı. 27 Aralık günü Carl Fuchs'a yazdığı bir mektupta, Nietzsche Wagner'e Karşı'nın bir sayfasında "belki de en şaşırtıcı yazısı"nın ("Müzik") yeraldığını vurguladı. 28 Aralık günü kesintisiz on iki saat uyudu. 3 Ocak günü, bir arabacı atına vurduğu an çivi yuvasından düşecekti.


5 ocak 1889 tarihli/damgalı pusula kendisine ulaştığı gün Jacob Burckhardt, Basel'deki evinden apar topar çıkmış, gidip Overbeck'i bularak Nietzsche'nin sağlık durumu hakkındaki koyu endişesini iletmiş. Overbeck 7'sinde ayrılmış Basel'den, ertesi gün Torino'da Nietzsche'ye ulaşmış ve uçurtmanın ipinin onarılmaz biçimde koptuğunu görerek eşyaları toplamış, 9'unda, yanında külçe haline gelmiş dostu, Basel'e dönmüş.


Başkaları çoktan karşılaşmış, tanışmış olmalı, ben ilk görüyordum Hans Olde'nin 1899'da, Weimar'daki Villa Silberblick'de çektiği fotoğrafları: Sils-Maria'daki evin giriş katındaki alçakgönüllü 'müze' odalarındaki vitrinlerden birinde, üstüste, yanyana duruyorlardı, karşılarında kalakaldım. Bembeyaz giysiler içinde Nietzsche, bütünüyle kendisinden boşalmış bir melek, mürekkebini akıtmış Filozof, ondan artan dingin, masum, yitik ifade yüzünden, yukarıdan aşağıya akıyor, akmış. İki adım ötedeki bir başka vitrinde iki ölüm maskesinin asılları: On bir yıl sonrasında tam bir sarkıt halini almış yüz, gözler iyiden iyiye çukurlarına çekilmiş, bıyıklarının çenesine dek, ağzını bütünüyle kaplayacak biçimde örtmesi garip, çağrışımlara açık bir perdeleme durumu yaratmış: Söz, onların arkasında, girişi kapanmış bir mağaranın arkasında durayazmış.



İki vitrinin ortasında bir üçüncüsü, yörüngesinden hepten çıkmış elyazısıyla kağıda dokunaklı, akıldışı bir 'vasiyet' yazmış - sayfayı öncekilere, sonrakilere bağlayıp üst kata çıkıyorum. Sils-Maria'daki evde odası korunuyor: 1881'den 1888'e yazları geçirdiği, tek kişilik yataklı, iskemleli masalı, penceresi 'yol'una dönük odayı öncekilere, sonrakilere bağlayıp evden çıkıyorum.

Evin arkasından tepeye tırmanan ahşap bir merdivenle başlayan wanderweg'de ilerlerken, Klossowski'nin otuz yıldır zihnimde gücünü, tazeliğini koruyan okuma denemesini düşünüyorum. 3 Ocak 1889'da gerçekleşen kopuşun ilk belirtileri ne kadar geriye gidiyordu? Klossowski, Nietzsche'nin tanıklarına güven duymadığını dile getirir, deliliğin işaretlerini 1881'den beri vermeye başlamış olduğuna ilişkin savlarını elinin tersiyle iter, en çok da Overbeck'in, Basel'e, 1884'de, hasta yatağında "merkezini yitirmiş olma" koşuluna değinişine ve ürpertici bir fısıltıyla Bengi Dönüş felsefesini anlatışına değğin yorumlarına diklenir.



Muammayı bir cebir denklemini çözme uğraşı verircesine, hastane kayıtlarının ve son yılların yayınlanmamış binlerce sayfasının tek tek üzerinde kalarak ışığa tutmayı denemiştir Klossowski - gene de, 'çözülme'nin bir evrimi olup olmadığı, sifilisin gerçek payını, 'kopuş'un aniden sökün edişini serimleyen son mektuplara dağılan sisini sökmemize yetmez o çaba: Tıpkı, Silvaplana gölünün kıyısındaki piramidi andıran taşı gördüğü an Bengi Dönüş düşüncesinin aklında nasıl ete kemiğe büründüğünü kavrama olanağını bulamayışım, geçişim, Alpleri delip geçen tünellerden birinin iç gerçeğinin anlamı da sıvışır gider avucumun içinden.

Oysa, dağ yolu, bir noktada, sık ağaçların gölgesinden giderken, öbür yönde delinivermişti o gün, Sils-Maria'da: Karşıma bir düzlük çıktı, oradan gölün arkasındaki heybetli dağa diktim gözlerimi, kimse yoktu çevrede, insanelinden çıkma tek bir iz olsun çarpmıyordu göze: Milyonlarca yıldır buraya ayak basmış her yürüyüşçü ne görmüşse onu görüyor olmak, beni o ıssız mahşerin içinde sarhoş olmaya yetti: Burada, gerçekten de, Tanrı'lardan biri dansa kaldırılabilirdi.

Kıpırdamaktan, sallanmaktan, etrafında sema kurmaktan kaçınan sensin. Merkezine ulaşma saplantın öylesine döndürmüş ki gözünü, arkasında, merkez-kaç kuvvetin seni beklediğinin yörüngenden çıkaracağı tasasının, kaygısının beklediğini göremez olmuşsun. Körlüğün bu kadarının, buncasının körükörünelikten çıktığını anlayamıyor olamazsın. Kurtul yarıçapını ölçme tutkundan, çeperlere başını çarpmaktan çekinme, alıştığın ağrılara sığınmaktan vazgeç: Kendini salıverme yürekliliğini gösteremeyecek olduktan sonra, ürkek bir yayın oku olmanın, kalmanın ne yararı olacak sana? Sorularımı boğacaksın gene. Duvarlarında açtığım delikleri geceleri uyumamayı göze alarak bir bir tıkayacaksın. Seni gülünç bir Sisyphos tekrarına dönüştüren ben değilim ama: Bu gece uyu, düşlerini boşalt, belleğine yüklediklerinden uzak dur, pencereni ardına kadar açık bırak.

Yattım uyudum, uyuyorum şimdi; hangi gece hangi yatakta, uykularımdan hangisinin, külçe, dibinde, bir uyanış hali anımsıyorum. Sankt-Moritz'deki ikinci gecemiz olmalıydı, gün doğmadan uyandım. Yaz havası hüküm sürüyordu bir gün önce, geldiğimizde, oysa pencereyi açtığımda karın her yeri kapladığını, damlara çatılara kalın tabakalar halinde çöktüğünü gördüm, ürpertici bir şaşkınlığın pençesine düştüm. Yataktan kalkmış, ama uykumdan tamıtamına sıyrılamamıştım besbelli; bir tür uyurgezerlik hali, etrafımı bir cibinliğin içinden ya da buzlu camlı gözlüklerin arkasından seçebiliyormuşçasına tuhaf bir süzülüş biçimi kaplamıştı zihnimi. Sabah satın aldığım kartpostallardan birinin içinde miydim, Richter'in fotoğraf dizisinden bir parçaya mı iltihak etmiştim, aklıma 1887 yılının Ağustos ayında, Aktörenin Soykütüğü'nün son sayfalarını yazarken aniden bastıran kar ve bugün (dün) öğlen yemeğini yediğim oteli hızla terkeden müşteriler geliyor, herkes çekip gittiğinde inen derin, tehlikeli sessizlik.




Tam üç çeyrek yüzyıl sonra, Cocteau'nun peşpeşe birkaç yıl, Nietzsche'nin "kulübelerimizi oraya dikmeliyiz" dediği Nice'den, Sils-Maria'ya gelip evin önünde diz çöktüğünü, bir parça kar yediğini unutmuyorum, bir şiirinde (Requiem) geçer o diz izleri.

Mahler: Symphony 3, movement 4 (Nietzsche: Midnight Song)





Nietzsche Sils-Maria'da

İşte oturdum da, bekleyip durdum boşuna,
İyi ve kötüyü aşarak kendi başıma.
İşte ışık, işte gölgeler, oyun tümü de,
Bütün göl, bütün öğle, bütün zaman nafile!

Derken, birden, hanım dostum* birken oldu iki
- Sonra Zerdüşt nasıl da önüme çıkıverdi...

*1882'de karşılaştığı bu hanım dostu Lou Salome'ydi.
** Nietzsche 1881 ile 1883 ve 88 yılları arasında 
yaz aylarını Sils Maria'da geçirir.




Sils-Maria, Switzerland. 2004.
 Photograph Patrick Lakey

Yolcu ve Gölgesi



2003


Tül'le belki ayrı gezeceğiz bu öğleden sonra. Ben, buraya asıl gelme amacımın peşine takılacak, Sils- Maria'da Nietzsche'nin evine gideceğim. Sabah, aklıma Oruç geldi tabi. Sonra da Can Alkor. Bu hac seferi kaç kişiyi ilgilendirir?



18 Haziran
18.10 -

Otelde, dağa ve göle karşı, pencerenin önünde, dışarıdan gelen serin havanın dolaştığı odada Tül'ü beklerken, bir şişe Sancerre açtırttım, Nietzsche'ye, Dionysos'a kadeh kaldırıyorum.

Kimler geçmemiş ki buradan: Thomas Mann, Hesse, Kraus, Adorno, Rilke, Cocteau, Benjamin, Musil, Proust, Wagner, vb. Sankt Moritz ile Sils arası bugün dört saat yollardaydım: Bu dağlar, göller insanı ekseninden çıkarır.

Öğle vakti Sils-Maria'daydım. Nietzsche Evi'nin 15:00'de açıldığını görünce, evin arkasından yukarı tırmanan, 'bizimki'nin yürüyüş yoluna saptım: Yolcu ve Gölgesi!

Sonra evde, kaçamak üç dört kare fotoğrafını çektim odanın, özellikle delilik dönemi fotoğraflarının, iki ölüm maskesinin ve sözümona 'Vasiyet'inin önünde boğazım düğümlendi.

Sils- Maria'ya en çok yazları gelirmiş, bu mevsimde - 1879- 1888 arası. Son  yolculuğuna, Torino'ya buradan çıkmış. Daha sonra Weimar'a, Röcken'e gidecek olan gövdesiymiş, aklı özgür kalmış.

Akşam üzeri göl kenarında Tül'le buluştuk. Tavşanlara baktık, çiçek topladı bana, biraz yürüdük.

Burada hem içim açılıyor, hem de daralıyor. "İki kişiyim ben" - 


19 Haziran
11.20 - 


... Sils Maria'dan Oruç'u aramış, bulamayınca mesaj bırakmıştım. Akşama doğru telefonum çaldı; heyecanlıydı, "Selam söyledin mi?" diye sordu - evet, bir selam ondan, bir selam Can'dan bıraktım. Ama ziyaret defterine "Enis Batur, İstanbul" diye yazmakla yetindim - Paul Celan'dan 42 yıl sonra.

Sils'de beni asıl şaşırtan Cocteau'nun her yıl eve gelip önünde diz çöktüğünü ve bir avuç kar yediğini öğrenmek oldu; bir şiirini, bir mektubunu oracıkta okudum.

Sankt Moritz'de mevsim iki hafta sonra açılıyormuş. Burası, mevsim boyu (yaz ve kış) herhalde çekilmez olur: şıklıkta yarışılıyordur. Bir daha gelirsem, Sils Maria'daki Edelweiss'da kalmak isterim: Hoş bir otel, Nietzsche bazen yemeklerini orada yermiş.

Pasaport Damgaları'ndan
(Enis Batur)


*
Mekik için:


Ebedi Döngü

Zerdüşt'ün öyküsünü anlatmama geldi sıra. Yapıtın ana düşünü olan bengi - dönüş düşüncesi, erişilebilecek o en yüksek olumlama ilkesi, 1881 yılı Ağustos'una rastlar: Bir kağıt parçasına karalanmıştır, altında şu yazılıdır: " İnsan ve zamanın altı bin ayak ötesinde". O gün Silvaplana Gölü kıyısındaki ormanlarda yürüyordum; Surlei yakınlarında, piramid biçimi yükselen kocaman bir kayanın dibinde mola verdim. Bu düşünce orada geldi bana...



...

"Acının bile bir uyaran olarak çalıştığı, taşkın bir yaşam ve güç hissi olarak sefahat alemine özgü olanın psikolojisi bana trajik hisse dair bir anlayışın anahtarını verdi: Yaşamın onaylanması -en tuhaf ve zor problemlerde bile; kendi sonsuzluğundan ve en yüksek türlerinin feda edilişinden mutluluk duyan yaşam istenci - Dionysoscu dediğim budur işte, trajik şairin psikolojisine köprü olacağını düşündüğüm şey budur işte. Korku ve acımadan kurtulmak için değil, (Aristo'nun yapacağı gibi) şiddetli boşalım yoluyla kendini tehlikeli bir duygudan arındırmak için de değil, kendi olmaya yönelik o sonsuz tutkunun peşinden gitmek için -korkunun ve acımanın ötesinde- kendi içinde yıkım tutkusunu barındıran o tutkunun."


Lou Salome
"Nietzsche"
sf. 131 - 146...

Trajik olanın, onun sonucunun ve yaşama koşullanmış duygunun bu yorumu -tam da Schopenhauer’in karamsarlık ve çilecilik felsefesine bir dönüş üzerinden- Nietzsche’nin yaşamın kutlanmasını öğretmesini -her şeyin sonsuz dönüşünü öğretmesini- mümkün kıldı. Nietzsche’nin sistemi felsefi ve psikolojik olarak temel çileci özellikleri ne kadar talep ederse etsin, bunun tam tersinin -yaşamın tanrılaştırılmasının- kabulünü daha da şiddetle talep etmekteydi; çünkü metafizik bir inancın yokluğunda, acılı ve ıstıraplı hayatın kendisi yüceltilebilirdi sadece. Nietzcshe’nin sonsuz dönüş öğretisi her ne kadar bir ölçüde onun fikirlerinin temelini ve son taşını meydana getirse de, şimdiye kadar yeterince vurgulanmamış ve tanınmamıştır; bu fikir Nietzsche’nin gelecek felsefesi anlayışından ortaya çıkmıştır ve onu tamamiyle çembere almak için kullandığı bir fikirdir. Ondan bu noktada bahsedilme nedeni ancak toplam bir bağlam içinde anlaşılabilir olmasıdır; aslında, Nietzsche’nin mantığı, etiği ve estetiği sonsuz dönüş öğretisinin yapı taşları olarak görülmelidir. Sonsuz bir oluş döngüsü vasıtasıyla her şeyin olası bir geri dönüşü öğretisi Şen Bilim'de Nietzsche’nin aforizmasında (341), “En Ağır Yük”, bir varsayım olarak belirir:

Bir şeytanın bir gün ya da bir gece en yalnız yalnızlığına sokulduğunu ve sana şunu söylediğin farzet, “Bu yaşamı, onu yaşadığın ve yaşamış olduğun haliyle, bir kere ve hatta sayısız kere daha yeniden yaşamak zorunda kalacaksın. Ve yeni hiçbir şey eklenmeyecek; bunun yerine, her acı ve her haz, her düşünce ve iç çekiş, yaşamındaki ifade edilemez küçüklük ve büyüklükteki her şey sana geri dönmek zorunda, ve aynı sırada ve düzende hepsi - hatta ağaçların arasındaki şu örümcek ve ayışığı bile, ve tam bu an ve bizzat ben de aynı şekilde. Varoluşun sonsuz kum-saati bir kez daha çevrildi -onunla birlikte sen, toz zerresi olan sen de.”

Kendini yere atmaz mısın dişlerini gıcırdatıp, bu şekilde konuşan şeytana lanet ederek? Ya da, ona şu cevabı vereceğin korkunç bir an deneyimledin mi hiç: “Bir tanrısın sen ve bundan daha kutsal bir şey daha duymadım bugüne kadar!” Bu düşünce seni ele geçirirse seni sen olarak değiştirir ya da belki seni ezer.

Ağır basan soru, “Bunu bir kez ve sayılamaz kere daha ister misin?”, davranışlarındaki en ağır yük gibi duracak! Ya da kendinle ve yaşamla nasıl uzlaşman gerek, bu son, sonsuz onay ve mühürleme dışında artık hiçbir şeyi özlememek için?

Nietzsche’nin temel düşüncesi burada açıkça göze çarpar -daha sonra herhangi bir yerde olduğundan daha açık ve daha az karmaşık olarak; Nietzsche ruhunu dolduran ve kamçılayan şey hakkında daha fazla sessiz kalmaya dayanamazdı. Ama yine de, bu yeni içgörü ile o kadar heyecanlanmıştı ki, sonsuz dönüş hakkındaki düşüncesinden bahsederken, onu zararsız bir şey gibi, sessiz sedasız diğer düşüncelerinin arasına ekledi. Bunun sonucunda, yazıyı önemsemeden okuyup kapatan hiç kimse ciddi son gözlemle, ‘Incipit tragoedia' yani “öyle ketum ki tüm dünya onu bilmezlikten geliyor, tüm dünya bizi bilmezlikten geliyor” (“Önsöz,” TK, 5) ile olan bağlantıyı fark etmeyecekti. Ve bu yüzden bu düşünce diğerlerinin arasında örtülüler arasında en örtünmüşü olarak durur nerdeyse. Burada, maskelerle zekice bir alay etme sözkonusudur, çünkü hiçbir şey çok açık ve çıplak olarak ortaya konmak yoluyla olduğundan daha iyi gizlenemez. Ketumlukta zengin ve ketumlukta neşeli, Nietzsche, ruhundaki derin kargaşaya rağmen, muzipliğin keyfini sürer.

Aslında Nietzsche o zaman bile kendisini “değiştirmek ve ezmek” isteyen kaçınılmaz bir kaderi kendisiyle birlikte taşımaktaydı; yenilmez hakikatini ve kendisi ve başkaları için büyük sonuçlarını itiraf için cesaret toplamıştı. Kaçınılmaz olan hayata geçirilişini ve onaylanışını ürpererek beklediği sırrını bana itiraf ettiği o saatler benim için unutulmaz. Sessizce ve çok derin bir korkunun tüm işaretleri ile birlikte bahsetmişti bu sırdan. Yaşam aslında ona öyle acı vermekteydi ki, sonsuz bir dönüşün kesinliği onun için korkutucu olmalıydı. Sonsuz geri dönüş öğretisinin Nietzsche’nin sonradan yaşamın olağanüstü bir tanrılaştırılması olarak kurulan en mükemmel örneği kendisinin yaşamla ilgili üzücü duygularına öyle derin bir tezat oluşturmaktaydı ki, bu bize onun tekinsiz bir maske olduğunu ima eder.

Nietzsche sadece yaşama ağır basan ve sadece insan düşüncesi yaşamın bir yüceltilmesine yükseldiği noktada etkili olacak bir sevgi sayesinde katlanılabilecek öğretilerin müjdecisi olmuştur. Aslında, tüm bunlar kendisinin en derin algıları ile çatışma içinde olmuş olmalıdır— sonunda onu yok eden bir çatışma. Nietzsche’nin sonsuz geri dönüş kavramının doğuşundan sonra düşündüğü, hissettiği ve deneyimlediği her şey kendi iç bölünmesinden doğar. Her şey iki kutup arasında hareket etmektedir: “sıkılmış dişlerle, sonsuz yaşamın şeytanına lanet okumak” ve sözcüklere güç ödünç veren o “korkunç anı”, “sen [şeytan] bir tanrısın ve bundan daha tanrısal bir şey daha duymadım bugüne kadar!”ı beklemek.

Filozof olarak yaşamın tam yüceltilişine doğru ne kadar yükselirse, bir insan olarak, her biri kendi yaşamının öğretilerinin sonuçları olan, acının içine o kadar düşer. Ruhundaki çarpışma daha sonraki felsefesinin gerçek kaynağı olmuştur. Bu, kitaplarında ve açıklamalarında ancak kısmen sezilebilir, ama belki de en heyecanlandırıcı haliyle Nietzsche’nin benim şiirim “Yaşama Şarkı”ya yaptığı müzikte görülür; bu müziği benimle Domburg yakınlarında Thüringen’de kalırken besteledi. Müzik üzerine çalışmalarının ortasındayken bir hastalık nöbeti ile engellendi ve onun için “iyi” “şeytan”a ve yaşam coşkusu yaşama ıstırabına dönüştü bir kez daha. “Yatağa. Sert bir nöbet. Yaşamı hor görüyorum. F.N.” (25 Ağustos, 1882). Yatağa hapsolduğunda bana gönderdiği notlardan birindeki mesaj buydu. Bu bestenin tamamlanışından kısa bir süre sonra yazdığı [8 Eylül 1882, Naumburg’da yazılmış] bir mektubunda aynı duygu dile getirilir:

Sevgili Lou,

Sizin anlattığınız herşey bana iyi geliyor. Durum ne olursa olsun, rahatlatıcı olan herşeye ihtiyacım var!...

Venedikli sanat eleştirmenim [Peter Gast] şiiriniz için yaptığım müzik hakkında yazdı bana; mektubun içine koyuyorum. Her zamanki gibi, yaşamı kabul etmeye yönelik bir karara gelmek bana çok büyük çabalara mal olmakta. Önümde, üzerimde, ardımda çok şey var...ileriye, sevgili Lou, ve yukarıya!...

O zaman, ifade edildiği gibi, tekrar dönüş fikri Nietzsche’nin aklında henüz bir inanca dönüşmemişti, bir şüpheydi sadece. Onu bilimsel olarak bulunduğunda -ve eğer bulunabilirse- müjdeleme amacındaydı. Bu konu üzerine birbirimize bir dizi mektup yazdık ve Nietzsche ona fizik deneyleri ile tartışılmaz bir temel kazandırmanın mümkün olacağına dair yanlış fikri ifade etti sürekli. Burada karşımızdaki, o sıralarda Viyana ya da Paris Üniversitesinde sadece doğal bilimlere on yıllık bir çalışma adamaya karar vermiş olan Nietzsche’dir. Sonra, on yıllık mutlak sessizliğin ardından -kendi tahmininin, korktuğu gibi, kanıtlanması durumunda- sonsuz geri dönüş öğretisinin öğretmeni olarak insanların arasına yeniden adım atacaktı.

Bilindiği gibi, şeyler farklı bir hal aldı. İçsel ve dışsal koşullar planladığı çalışmayı imkânsız kıldı ve onu yeniden Güneye ve yalnızlığa itti. Sessizliğe ayrılmış on senesi bunun yerine tüm yaşamının en belagatli ve verimli dönemine dönüştü. Problemin üstünkörü bir çalışması bile çok geçmeden Nietzsche’ye geri dönüş öğretisi için, atomistik teoriye dayalı bilimsel bir temelin kanıtlanabilir olmadığını gösterdi. Tüm bunlarla birlikte, peygamberlik misyonundan ve korku ile beklediği bir kaderden kurtulmuş görünmekteydi. Ne var ki, bunun ardından, resmin içine karakteristik olarak tuhaf bir şey girdi: Nietzsche, kendisini bu kazanılmış içgörü sayesinde kurtulmuş hissetmeyi başarmaktan çok uzakta, ona karşı bütünüyle karşıt bir pozisyon aldı. Korkutucu tahmininin kanıtlanamaz ve savunulamaz olduğu andan itibaren, bu tahmin onun için -sanki büyülü bir reçete tarafından-sertleşerek çürütülemez bir inanca dönüştü. Bilimsel olarak ispatlanmış bir hakikat olması gereken şey, bunun yerine mistik bir vahiy karakteri kazandı ve bunun yanısıra Nietzsche’nin felsefesine son ve temel ilkelerini verdi. Nietzsche’nin felsefesi bilimsel bir temel bulmak yerine içsel bir esin buldu -kendi kişisel esinini.

Bir yanda direnen bu korkuya ve öte yanda yetersiz bir kanıta rağmen böylesi bir değişim gösteren bu şeyin sonucu neydi? Ancak bu bilmecenin bir çözümü Nietzsche’nin gizli ruhsal ve zihinsel yaşamına ve teorilerinin çıkış kaynağına dair bir içgörüye ulaşmamıza izin verecektir. Şeylerin yeni ve daha derin bir anlamı, nihai ve en yüksek problemleri hedefleyen yeni bir araştırma ve sorgulama, Nietzsche’nin bir metafizikçi gibi takip ettiği ama bir deneyci gibi bir çok eksik bulduğu tüm bunlar, onu tekrar geri dönüş öğretisinin mistisizmine çekti. Bu öğreti yeni ruh işkencelerine ne kadar destek olmuş, hatta onu yok etmekle tehdit etmiş olursa olsun, ısrar edip, ruhsallaştırılmış, tanrılarından olmuş bir dünyada kalmak yerine yaşamın acılarını omuzlamayı tercih etti. Bunun dışında diğer tüm acılarla anlaşabilirdi; onlara sadece katlanmıyordu, aslında bu araçlar vasıtasıyla zihnini nasıl alevlendirip iğneleyeceğini de biliyordu. Aynı zamanda, bunlar acımasızca yaşamın anlamını ve en derin sırlarını araştırıp keşfetmeyi öğretti ona: İnsan yaşamın nedeninin bir anlamına sahip olduğunda, her nasıl ile anlaşmak mümkün olur” [haz için gayret etmeksizin] (“Özdeyişler ve Oklar,” PA, 12). Ama Nietzsche’nin nedeni, yaşamındaki temel bir arzu olarak, kapsamlı bir cevap için de uğraşıyor ve hiçbir kendini yadsımayı hoş görmüyordu.

Nietzcshe’nin içindeki filozof, bu noktada bile, korktuğu bir öğretinin acısından kurtulmayı değil onun vasıtasıyla verimli olmayı istiyordu, ondan öğrenmeyi ve onun yalvacı olmayı: Ve bunu öylesine hararetli bir şekilde istiyordu ki -bilimsel kanıt rafa kalktığı zaman bile- içsel kaynakları tereddütlü tahminlerini coşkulu inançlara taşıyacak yeterli güce sahipti.

Bu nedenle, tekrar geri dönüş düşüncesinin teorik çerçevesi asla açık hatlarla çizilmez; soluk ve belirsiz kalır ve Nietzsche’nin görünüşe göre onlardan çıkardığı ama aslında içsel bir önkoşul olarak kendisine hizmet eden pratik kararların -etik ve dini sonuçların- ardına geri çekilir tamamen.

İlk eserlerinden birinde, Zamansız Düşüncelerin ikinci cildinde (Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Yararsızlığı Üzerine, 1874) Nietzsche geçerken Pisagor’un “sonsuz dönüş” felsefesinden (ruhların bu sayede yeni bir bedene girdiği ruh göçü zinciri) “her gerçeği yapısal özelliği ve benzersizliği içinde tam olarak betimlemeye (Bölüm 2) benzersiz şekilde uygun bir araç olarak bahseder ve onu kalıcı bir anlama yükseltir, ama böyle bir öğretinin düşüncelerimizde bir yerinin olmadığı, ya da belki de en azından, astronomi yeniden astrolojiye dönüşene dek olmayacağı yorumunu ekler. Şüphesiz, sonraki yıllarında bu eski düşüncenin modern bir dirilişindeki teorik zorluklar Schopenhauer metafiziğini takip ettiği daha önceki günlerde olduğundan daha az görünmemiştir. Gerçi o zamanlarda Schopenhauer metafiziği Nietzsche için bu dünyanın şeylerini herhangi bir mistik düşünceyi gereksiz kılacak kadar mağrur ifadelerle yorumlamıştı. Yanılsama dünyasını meydana getiren ve her bir tezahürünün içindeki daha yüksek bir anlam üzerinden kendini nesnelleştiren, büyük oluş sürecinin ardındaki sonsuz varoluş Nietzsche’de, oluşun periyodik bir tekrarı üzerinden oluş sürecine geçici bir anlam vermekten daha öte bir özlem uyandırmamıştı. Nietzsche dünyanın metafiziksel bir açıklamasını bir yana koydu ama istemdışı olarak onun için bir ikame de arzuladı. Ancak daha sonraları, sonsuz tekrar düşüncesi kendisini Nietzsche’ye yeniden dayattı. Görünüşte, bu düşünce pozitivist yaşam algısının karamsarlığını zayıflatmaktansa keskinleştirmektedir...

Ex-libris para F. Suter de Soder (1907)

"İnsan ve Zamanın Altı Bin Ayak Ötesinde"




Şu hayat -ebedi hayatınız

Hayattan en iyi biçimde yararlanmak ile en kötü biçimde yararlanmak arasındaki farktır bu, böylece başka bir zamanda ve mekânda daha iyi bir hayat elde edeceksiniz. Acaba, bundan da en iyi biçimde yararlanmak bir günah mı olacak diye merak ediyorum; ve şu anda olduğu kadar gelecekteki bir durumda da bize rüşvet verilmesi mi gerekecek?  Henry James, “The Author of Beltraffio"

Nietzsche’nin fikirleri hakkında başka ne söylemeye kalkışırsak kalkışalım, fikirlerinin çoğunun sağduyulu olduğunu söyleme olasılığımız düşüktür. Nietzsche, sağduyunun dokusunun, sıradan dilin kavrayışının, makul düşüncenin dilinin üstüne tekrar tekrar çullanır. Direttiği ve gurur duyduğu yazma biçiminin ayırt edici özelliğidir bu. “Kendimi daha bugünden işitilecek kulaklar bulanlarla nasıl karıştırabilirim ki?” diye sorar, “Ancak öbür gündür benim olan. Kimileri öldükten sonra doğar” (A, Önsöz). Cari von Gersdorff’a yazdığı bir mektupta kibirli bir yalınlıkla şöyle der: “Bugün Zerdüşt'e, benzer herhangi bir şey kaleme alabilecek yaşayan biri yok."

Nietzsche, düşünce tarihindeki benzersiz konumunda, projesi açısından temel olabileceği üzere, böylesine şiddetli bir biçimde direterek, aslında kendisine büyük bir zarar vermiş olabilir, çünkü böyle yaparak, kabul edilmeleri genellikle imkânsız olan ve dolayısıyla, hem henüz zamanı gelmemiş görüşler olarak haklı bir gerekçe olmaksızın savunulmaları zor hem de öğretici olmaktan çok insanları afallatmakla ilgilenen birinin düşünceleri olarak doğru dürüst ele alınmadıkça göz ardı edilmeleri zor görüşlerin kendisine yakıştırılmasını kolaylaştırmıştır. Ama insanları afallatmaya kesinlikle can atıyor olmasına rağmen, aynı ölçüde istekli olduğu öğretici olmakla bağdaşmayan bir afallatmayı asla aklından geçirmemiştir. Yine de, görüşlerinin hiçbiri bunu, hem Zerdüşt'ün (Z. III, 13) hem de kendisinin (TI, X, 5) birer öğreticisi olduğunu söylediği bir görüşten inanılması daha zor kılmaz: Bu ise, birçok özgün fikri arasında en özgün olanı, ebedi tekerrür görüşüdür.

Ebedi tekerrür, çoğunlukla kozmolojik bir hipotez olarak yorumlanır. Kozmolojik bir görüş olma sıfatıyla da, evrende zaten olup bitmiş olan her şeyin ve tam da şu anda gerçekleşmekte olan her şeyin ve gelecekte gerçekleşecek her şeyin, çoktan gerçekleşmiş olduğunu ve tamamen aynı düzende ve sonsuz kereler, tamamen aynı olaylarca öncelenerek ve izlenerek tekrar gerçekleşeceğini savunur. Bu döngülerin her biri diğer döngülerin her biriyle tamamen aynıdır; aslında yalnızca, sonsuzluğa uzanarak üst üste tekrarlanan tek bir döngü oluştuğunu söylemek daha doğru olurdu (tabii eğer bu bağlamda herhangi bir şey doğru olabilirse. Bu durumda, biri çıkıp “dünyadan kendisini zaten sonsuz biçimde sık sık tekrarlamakta olan ve oyununu in infinitum'da. oynayan döngüsel bir hareket olarak” söz edebilir pekala (WP, 1066). Bu tekrarlamalar arasında hiçbir çeşitleme, dolayısıyla hiçbir etkileşim yoktur. Şu an yapmakta olduğumuz her şeyi, hatırlaması imkânsız olsa da. geçmişte zaten yapmışızdır, bunun hatırlanması olanaklı değildir, çünkü bu, döngünün tekrarlarının ikisi arasında bir etkileşim oluştururdu. Ve her şeyi, tam da şu an yapmakta olduğumuz haliyle, sonsuz kereler yapacağız gelecekte de.

Bazı yorumcular, Nietzsche’nin bu mahiyette bir teoriyi gerçekten de benimsemiş olabileceğine kolay kolay inanamasa da, Nietzsche’nin metinlerinde bu tür bir okumayı destekleyecek şeyler bulunması imkânsız değildir. Ama elde edilecek kanıtlar aydınlatıcı olmaktan uzaktır. Bir kere, Nietzsche’nin tekerrürü tartıştığı birtakım pasajlarda bu kozmolojik öğretiye rastlanmaz. İkincisi, Nietzsche’nin aslında tekerrür ve tekerrürün psikolojik etkisi hakkında yazdıklarının çoğu, kendisini bu kozmolojik hipoteze adamasını gerektirmez. Nietzsche’nin ebedi tekerrürü böylesine özel bir şekilde yerleştirdiği psikolojik kullanım, herhangi bir fiziksel evren teorisinden tümüyle bağımsız daha zayıf bir görüşü önvarsayar. Bu daha zayıf görüşse, Nietzsche yorumcularının, hatta belki de bazen kendisinin ebedi tekerrürü özdeşleştirdiği kozmolojik teoriden çok daha ciddi bir dikkat gerektirir.

Nietzsche zaman zaman, bu kozmolojinin kendisi için yararsız olduğundan kuşkulanmış olabilir. Şayet bu doğruysa, kozmolojik olarak yorumlanması durumunda teorinin bazı ispatlardan yoksun olamayacağı gerçeğine rağmen, Nietzsche’nin tekerrürün “ispatlarını” asla yayımlamamış olmasının nedeni açıklanmaktadır.

Muhtemelen hiçbir ampirik desteğe sahip olamayacak bir teori olması nedeniyle tekerrür temelde, bir tür a priori ispattan bağımsız olarak pek de inandırıcı bir görünüm arz etmez. Bu öyle önemsiz bir mesele de değildir, çünkü Nietzsche ünlü bir pasajda tekerrürü Böyle Buyurdu Zerdüşt'ün “temel anlayışı” olarak tanımlar (EH. III, Z üstüne, 1) ve tam da belirttiğimiz gibi, Zerdüşt’ü tekerrürün öğreticisi addeder. Ama bir evren teorisini öğretmek en azından bu teorinin doğru olduğunu göstermeye bir ölçüde çaba harcanmasını gerektirir ve Nietzsche yayımlanan yapıtlarında bu tür bir çabaya asla girmemiştir. Zerdüşt'ün yazıldığı üslubun, teorinin bilimsel bir ispatına yönelik bir girişime izin vermediği iddia edilebilir. Zerdüşt’ün birazdan ayrıntılı bir şekilde tartışacağım “Görü ve Bulmaca Üstüne” (Z, III, 2) başlıklı bölümcesinin, çalışmanın lirik üslubuyla bağdaşabilecek ölçüde bu tür bir ispat sunmaya yaklaştığı öne sürülebilir. Ama Nietzsche’nin Putların Alacakaranlığı'nda kendisini ebedi tekerrürün öğreticisi olarak tanımladığını da zaten görmüştük. Bu çalışmanın üslubu ve gücü, Zerdüşt'ün tonundan kesin bir biçimde farklılık gösterir ve kozmolojik öğretinin titiz ve kesin bir ispatına kolaylıkla olanak tanıyabilir, ama yine de, Nietzsche bu metinde de bu tür ispata yer vermemeyi tercih etmiştir.

Nietzsche notlarında kozmolojinin ispatına ilişkin bazı taslaklar bırakmıştı ve Elizabeth Förster-Nietzsche bunlardan bazılarına Güç istemi' nde yer vermiş, bu taslakları kitabın sonuna ekleyerek büyük bir ağırlık kazanmalarını da sağlamıştı (M’P, 1053-1067). Ama bu taslakların amacının ne olduğunu saptamak çok zordur. Yayımlanmamış olma statüleri değil de sırf bu durum, söz konusu ispat taslaklarının Nietzsche’nin görüşünün merkezinde yer aldıklarını düşünmeyi zorlaştırmaktadır. Acaba Nietzsche asla yazamamış olduğu bir çalışmada bunlara yer vermeyi mi planlamıştı? Bulduğu bu ispattan pek hoşnut olmamıştı da, tatmin oluncaya dek yayımlamamaya mı karar vermişti? Yoksa, tekerrürün düşüncesi açısından taşıdığı öneme karşın öğretinin bir ispatının sonuçta hiç gerekli olmadığını mı düşünüyordu?

Bu sorulara verilecek yanıtlar ne olursa olsun, Nietzsche tamamlanmamış ve geçersiz olan “ispatı”ndan son derece hoşnutsuz olsa gerektir. Bu soruna iyiden iyiye ayrıntılı bir şekilde eğilmeksizin, evren tarihinin kendisini ebediyen tekrarlamakta olduğu sonucuna ulaşabilmek için en azından iki önermenin gerekli olduğunu görebiliriz:

(1) Evrendeki enerji toplamı sonludur
(2) Evrendeki enerji hallerinin toplam sayısı sonludur

Bu önermeleri açık bir biçimde tartışan Nietzsche, birinci önermenin İkincisini gerektirdiğini düşünüyor gibidir (KGW, V2, 421). Ama bu doğru değil. Bir sistem ancak sınırlı miktarda enerjiye sahip olabilir, ama yine de, bu toplam sonsuz sayıda farklı şekilde dağıtılabilir; öyleyse, bu da, Nietzsche’nin düşündüğü tekrarlanmayı engelleyecektir. İkinci önerme bağımsız bir şekilde haklı çıkarılmalıdır, ama bu tür bir haklı çıkarmanın ne olacağı sonuçta açık değildir. Ne olursa olsun, bu ve benzeri değerlendirmelerin arkasında, George Simmel'in 2. önermenin doğru olduğunu ve sistemde yalnızca sınırlı sayıda hal (kesin bir dille, üç hal) bulunduğunu kabul eden; ama yine de bu hallerin belirli bir kombinasyonunun asla tekerrür etmeyeceğini gösteren klasik çürütmesi yatmaktadır.

Tekerrürün kozmolojik yorumunu desteklemek üzere yaygın olarak kullanılan pasajlara ilişkin dikkatli bir okuma, her ne kadar bu pasajlar tekerrüre dair bir ispat önermese de, bu teoriyi öne sürdüklerinin bile kesin olmadığını gösterir. Örneğin, aslında Nietzsche’nin ebedi tekerrürü “tüm muhtemel hipotezlerin en bilimsel olanı” diye tanımladığı farklı notlarından derlenen pasajlardan oluşan Güç İstemi'nin 55. notu bu tür pasajlardan biridir. Nietzsche’nin “bilimsel” sıfatıyla “nesnelliği” kastetmesi gerektiği ve bununla da “fizikseli” ifade ediyor olması gerektiği varsayılarak, dolayısıyla söz konusu hipotezi kozmolojik olarak değerlendirdiği öne sürülmektedir (cf. Kaufmann, s. 326). Ama bu varsayım yersizdir. Öncelikle, wissenschaftlich'ın yan anlamlarının İngilizce scientifıc (bilimsel) sözcüğünün yan anlamlarından çok daha geniş olduğu klişesini bir yana bırakıp, Nietzsche’nin doğa bilimlerine duyduğu şüpheyi anımsayalım: “Fiziğin de dünyanın bir açıklaması değil, yalnızca (af buyurursanız, bize göre!) bir yorumu ve tefsiri olduğu, beş altı kafaya dank ediyor belki de” (BGE, 14); “bugün kendisini ‘nesnellik’ diye, ‘bilimsel olmak’ diye, ... ‘istemden bağımsız saf bilgi’ diye gösteren şeyin çoğu sadece ve sadece kuşkuculuk ve istemin felce uğraması görünümüne bürünmüştür” (BGE, 208). Bu yüzden, ebedi tekerrürün Nietzsche’nin fiziği yine fiziğin oyununda; her halükârda geleneksel değişkesiyle kabul etmediği oyununda alt etme çabasını yansıttığını elde kanıt olmadan varsayamayız. Keza, Nietzsche’nin bu açıklamasını yorumlayacaksak, içerisinde hasıl olduğu bağlama da dikkat etmemiz gerekir. Bu sözün geçtiği pasaj şöyle başlar: “Gelin bu düşünceyi en korkunç biçimiyle düşünelim: Olduğu haliyle, hiçbir anlamı veya amacı olmayan varoluş, yine de kaçınılmaz olarak, herhangi bir hiçlik finali olmaksızın tekerrür eden bu varoluş: ‘Ebedi tekerrür.’ Nihilizmin en uç biçimidir bu: Ebedi hiçlik! (‘anlamsızlık’!)" (WP, 55). Burada söz konusu olan kesinlikle, evrenin herhangi bir şekilde ilerlemediği, yöneldiği özgül hiçbir şey bulunmadığı ve sonsuz biçimde şimdi olduğu haliyle devam edeceği düşüncesidir yalnızca -tam da kendisinde gerçekleşen aynı olay teklerinin ebediyen tekrarlanacağı görüşü değil. Nietzsche Hıristiyanlığın ve bütün dünyanın olduğu kadar her bireysel hayatın da kendisine ait bir amacı olduğu fikrinin çöküşünü tartışmaktadır. Bu çöküş artık, “sanki varoluşun sonuçta hiçbir anlamı olmadığını, her şeyin boşuna olduğunu ... Hiçbir hedefi veya ereği olmayan ‘sonuçsuz’ zaman diliminin en kötürümleştirici fikir olduğunu" gösteriyor gibidir (WP, 55).

Nietzsche bu pasajın tümünde, tekerrürün genellikle bir tutulduğu özgül kozmolojik görüşü bir kerecik olsun dile getirmez. Dünyanın var olduğu sürece bu ya da şu şekilde hep olduğu gibi olmaya devam edeceği, hiçbir nihai halin, daha önce göçüp gidenleri kurtarmayacağı kavrayışıyla ilgilenir yalnızca. Bu pasajın bizi ilgilendiren terime ilişkin kendi yorumunu sunduğunu fark ettiğimizdeyse, bu daha da açıklık kazanır. Nietzsche, yukarıda tanımlandığı şekliyle tekerrürün “tüm muhtemel hipotezlerin en bilimsel olanı” olduğunu yazdıktan sonra, hiç ara vermeden “Nihai amaçları yadsıyoruz; varoluşun böyle bir amacı olsaydı, çoktan ulaşılırdı” (\VP, 55) der. Bu ise, nesnel olmak veya olgulara tekabül ediyor olmak yerine (Nietzsche’nin ne olursa olsun tutarsız bulduğu nosyonlardır bunlar), ebedi tekerrürün, tam anlamıyla teleolojik olmaması anlamında “bilimsel” olduğunu gösterir; sonuçta bu nokta, bu notun ilişkili olduğu ana temadır. Bu bölümde sunulan tekerrür yorumu kesinlikle terimin bu anlamıyla “bi-limsel”dir.

Aslında, Nietzsche’nin yayımlanmış tekerrür tartışmalarında kozmolojiye belirgin bir gönderme yapıldığına rastlamak çok zordur. Bir yerde, “en yüksek-tine sahip, canlı ve dünyayı onaylayan insan ideali, olmuş olan ve olmakta olanla uyum içinde olmayı kabul etmeye ve öğrenmeye yanaşmakla kalmayıp, doymak bilmeksizin da capo diye haykırarak, olmuş olan ve olmakta olanın sonsuza dek tekrarlanmasını isteyen insan ideali”ne (BGE, 56) övgüler yağdırır. Ama burada ima edilen, “olmuş olan ve olmakta olan”ın ebediyen tekerrür etmesi arzusudur. Pasaj, tekrarlanacak şeyin ne olduğu konusunda, ebedi tekerrürle ilişkilendirilen kozmolojinin doğru olup olmadığı konusunda ve hatta sonuçta tutarlı olup olmadığı konusunda oldukça muğlaktır. Bu hipotezin doğruluğu şu pasajda hiçbir şekilde önvarsayılmamaktadır: “Bir insan için büyüklük formülüm: amor fati; kişinin ne ileride ne geçmişte ne de ebediyette, hiçbir şeyin farklı olmasını istememesi. Zorunlu olana katlanmak yetmez sadece, hele hele onu gizlemek hiç yetmez -her tür idealizm zorunlu olan karşısında bir aldatmacadır- mesele onu sevmekte" (EH. II, 10).

Bütünüyle aydınlatıcı görünen şu metin bile, dikkatli bir okuru şüphe içinde bırakır:

Ölüp gitmenin ve yok etmenin onaylanması. Dionysosça bir felsefenin ayırıcı özelliğidir bu; muhalefet ve savaşa bile Evet demek; varlık kavramının ta kendisinin kökten yadsınmasıyla birlikte, oluş -tüm bunlar kesinlikle, bugüne dek düşünülen başka her şeyden çok daha yakından ilgili benimle. “Ebedi tekerrür" öğretisi, tüm şeylerin koşulsuzca ve sonsuzca tekrarlanan döngüsel akışının öğretisi yani (alle Dinge] -Zerdüşt’ün bu öğretisi sonuçta zaten Herakleitos tarafından öğretilmiş olmalıydı. (EH, III. AT üstüne, 3)

Sanırım, alle Dinge ifadesinin dünya tarihinde tüm tekil meydana gelişlerin her birine gönderme yaptığını sorgusuz sualsiz varsaysaydık hata yapmış olurduk; çünkü Nietzsche tekerrürü, dünya tarihini oluşturan tekil olaylarla değil, doğanın döngülerinin sonsuz tekrarlanışını vurgulayan bir din olan Dionysosçulukla ilişkilendirir. Nietzsche’nin kendisinin burada altını çizdiği nokta, Dionysosçuluğun bu döngülerin her boyutunu, hatta yozlaşma ve bozulmaya dayanan evreleri bile yücelttiği gerçeğidir. Nietzsche’nin görüşünün Herakleitos’un görüşüyle bağlantısı ise, kozmoloji aracılığıyla değil, Herakleitos’un savaş ve ölümün, barış ve hayatın diğer yakaları olduğunu, bunların hiçbirinin bir diğeri olmaksızın var olamayacağını yazmasıyla sağlanır. Aslında, Nietzsche bazen kendisine bu kadar sık atfedilen kozmolojiyi tümüyle yadsıyor görünür: “Yakınımızdaki yıldızların döngüsel hareketleri kadar zarif bir şeyi genel bir şekilde ve her yerde koyutlamaktan kaçınalım" (GS, 109).

Böyle Buyurdu Zerdüşt'te bir kozmoloji sunmaya iyice yaklaşan iki pasaj yer alır. “İyileşen Kişi” (Z, III, 13) başlıklı bölümcede Zerdüşt sonunda, “en berbat düşünce”si (tekerrürle olan bağlantısı ilerledikçe açıklık kazanması gereken bir fikir) olarak tanımlanan şeyle hesaplaşmayı başarır. Bu düşünce öylesine korkunçtur ki, karşılaştığında tam tamına yedi yıl duygularını belli etmeden sakin görünmeye çalışarak yalan söyler. Bu dönemin sonunda, kendisini bekleyip korumakta olan hayvanları ona seslenip şöyle derler:

Her şey gider, her şey geri gelir, sonsuzca döner varlık çarkı. Her şey ölür, her şey yine çiçeklenir; sonsuzca sürer varlık yılı. Her şey parçalanır, her şey yeniden birleşir; sonsuzca inşa edilir aynı ev. Her şey ayrılır, her şey diğer her şeyle esenleşir yine; sonsuzca sadık kalır kendine varlık halkası. Her Şimdide yeniden başlar varlık; Orası denen halka Burası denen her yerin etrafında döner. Merkez ise her yerdir. Eğridir ebediyetin yolu. (Z, III, 13)

Ama bu bir kez daha, önceden tartışmış olduğum Dionysosça doğa görüşünden başka bir şey değildir. Yine de, hayvanlar Zerdüşt’ü “ebedi tekerrürün öğreticisi” olarak tanımaya devam eder ve ona “bu öğretiyi öğretecek ilk” kişi olduğunu söyler. Ardından, şu iddiada bulunurlar: “Senin öğrettiğin şeyi biliyoruz: Her şeyin sonsuz olarak döndüğünü ve her şeyle birlikte bizim de; önceden sonsuz kez var olduk ve bizimle birlikte her şey de” (Z, III, 13). Hayvanların Zerdüşt’ün bir öğretiyi (eğer doğruysa) zaten sonsuz kereler öğretilmiş olan bir öğretiyi öğretecek ilk kişi olması gerektiğini iddia etmeleri gerçeğinde bir ironi yatmaktadır. Bu öğretiyi ilk sunacak olanın onlar (hayvanlar) değil de Zerdüşt olmasında ise daha da güçlü bir ironi bulunmaktadır. Ama daha da önemlisi, sevgiyle ama yine de tepeden bakarak hayvanlarını “soytarılar ve laternalar” diye çağıran ve onları düşüncelerini “bir laterna türküsüne” dönüştürmekle suçlayan Zerdüşt'ün kendisinin tümüyle sessiz kalması ve hayvanlarının kendisine yakıştırdığı düşünceyi hiç mi hiç kabul etmemesidir. Hatta bu fikrin bile, bir kozmoloji olarak ebedi tekerrürün katı bir değişkesi olması da gerekmez. Hayvanların Dionysosçuluğuyla tutarlı biçimde, bizi oluşturan şeyin zaten tüm farklı kombinasyonlarda sonsuz kere var olmuş olduğu ve tekrar tekerrür edeceği fikri olabilir bu. Nietzsche şunları yazarken kafasında böyle bir fikir bulunuyor olabilir “Dünya var olan bir şey, yitip giden bir şey değil. Ya da bunun yerine: Oluyor, yitip gidiyor, ama yitip gitmeye asla son vermiyor -dışkıları onun besini” (WP, 1066). Gerçekten de, Nietzsche Eğitimci Olarak Schopenhauer'da, aynı insanın bir kozmik orantılar tesadüfü aracılığıyla bile iki kez var olamayacağını öne sürer kesin bir şekilde: “Yüreklerimizde hepimiz de çok iyi biliyoruz, bizim benzersiz olarak dünyada yalnızca bir kez olacağımızı ve tahayyül edilebilir hiçbir tesadüfün, bizim (olduğumuz) gibi böylesine tuhaf biçimde renk renk, alacalı bulacalı bir karışımdan oluşan bir bütünlüğü oluşturmak üzere ikinci kez bir araya gelmeyeceğini" (UM, III, 1).

Ebedi Döngü - Nietzsche


Ya günün ya da gecenin birinde bir şeytan en yalnız anında gelip, şöyle derse sana : "Şu an Yaşıyor olduğun ve şu ana kadar yaşadığın hayatı bir kez daha ve sayısız kez daha yaşamak zorunda kalacaksın; yeni hiçbir şey olmayacak onda, hayatındaki her acı ve her sevinç, her düşünce ve iç çekiş ve söze dökülemeyecek kadar küçük ve büyük her şey geri dönecek sana, aynı sıra ve düzenle - bu örümcek ve bu ayışığı da ağaçlar arasındaki, bu an ve ben de. Varoluşun ebedi kum saati tersyüz edilip hep yeniden, onunla birlikte sen de toz zerresi."

Üzerine atılıp diş bilemez miydin, lanetlemez miydin böyle şeytanı? Belki de ona şöyle diyeceğin olağanüstü bir an yaşamışsındır: "Bir tanrısın sen, bundan daha tanrısal bir şey duymadım." Bu düşünce aklında yer etse, seni olduğun gibi bırakmaz değiştirir, belki de ezerdi. Her şeydeki şu "Bir daha arzular mısın bunu ve sayısız kez daha?" en ağır yük olarak çökerdi eylemlerinin üzerine. Belki de kendine ve hayata karşı hazır olurdun bu nihai ebedi onaylama ve tutkudan başka hiçbir şeyi tutkuyla istememeye?   


Ey ebedi her yer, Ey ebedi hiçbir yer, Ey ebedi boşuna!

Böyle Söyledi Zerdüşt