Şu hayat -ebedi
hayatınız
Hayattan en iyi
biçimde yararlanmak ile en kötü biçimde yararlanmak arasındaki farktır bu,
böylece başka bir zamanda ve mekânda daha iyi bir hayat elde edeceksiniz.
Acaba, bundan da en iyi biçimde yararlanmak bir günah mı olacak diye merak
ediyorum; ve şu anda olduğu kadar gelecekteki bir durumda da bize rüşvet
verilmesi mi gerekecek? Henry James, “The
Author of Beltraffio"
Nietzsche’nin
fikirleri hakkında başka ne söylemeye kalkışırsak kalkışalım, fikirlerinin
çoğunun sağduyulu olduğunu söyleme olasılığımız düşüktür. Nietzsche, sağduyunun
dokusunun, sıradan dilin kavrayışının, makul düşüncenin dilinin üstüne tekrar
tekrar çullanır. Direttiği ve gurur duyduğu yazma biçiminin ayırt edici
özelliğidir bu. “Kendimi daha bugünden işitilecek kulaklar bulanlarla nasıl
karıştırabilirim ki?” diye sorar, “Ancak öbür gündür benim olan. Kimileri
öldükten sonra doğar” (A, Önsöz). Cari von Gersdorff’a yazdığı bir mektupta
kibirli bir yalınlıkla şöyle der: “Bugün Zerdüşt'e, benzer herhangi bir şey
kaleme alabilecek yaşayan biri yok."
Nietzsche, düşünce
tarihindeki benzersiz konumunda, projesi açısından temel olabileceği üzere,
böylesine şiddetli bir biçimde direterek, aslında kendisine büyük bir zarar
vermiş olabilir, çünkü böyle yaparak, kabul edilmeleri genellikle imkânsız olan
ve dolayısıyla, hem henüz zamanı gelmemiş görüşler olarak haklı bir gerekçe
olmaksızın savunulmaları zor hem de öğretici olmaktan çok insanları
afallatmakla ilgilenen birinin düşünceleri olarak doğru dürüst ele alınmadıkça
göz ardı edilmeleri zor görüşlerin kendisine yakıştırılmasını
kolaylaştırmıştır. Ama insanları afallatmaya kesinlikle can atıyor olmasına
rağmen, aynı ölçüde istekli olduğu öğretici olmakla bağdaşmayan bir afallatmayı
asla aklından geçirmemiştir. Yine de, görüşlerinin hiçbiri bunu, hem Zerdüşt'ün
(Z. III, 13) hem de kendisinin (TI, X, 5) birer öğreticisi olduğunu söylediği
bir görüşten inanılması daha zor kılmaz: Bu ise, birçok özgün fikri arasında en
özgün olanı, ebedi tekerrür görüşüdür.
Ebedi tekerrür,
çoğunlukla kozmolojik bir hipotez olarak yorumlanır. Kozmolojik bir görüş olma
sıfatıyla da, evrende zaten olup bitmiş olan her şeyin ve tam da şu anda
gerçekleşmekte olan her şeyin ve gelecekte gerçekleşecek her şeyin, çoktan
gerçekleşmiş olduğunu ve tamamen aynı düzende ve sonsuz kereler, tamamen aynı
olaylarca öncelenerek ve izlenerek tekrar gerçekleşeceğini savunur. Bu
döngülerin her biri diğer döngülerin her biriyle tamamen aynıdır; aslında
yalnızca, sonsuzluğa uzanarak üst üste tekrarlanan tek bir döngü oluştuğunu
söylemek daha doğru olurdu (tabii eğer bu bağlamda herhangi bir şey doğru
olabilirse. Bu durumda, biri çıkıp “dünyadan kendisini zaten sonsuz biçimde sık
sık tekrarlamakta olan ve oyununu in infinitum'da. oynayan döngüsel bir hareket
olarak” söz edebilir pekala (WP, 1066). Bu tekrarlamalar arasında hiçbir
çeşitleme, dolayısıyla hiçbir etkileşim yoktur. Şu an yapmakta olduğumuz her
şeyi, hatırlaması imkânsız olsa da. geçmişte zaten yapmışızdır, bunun
hatırlanması olanaklı değildir, çünkü bu, döngünün tekrarlarının ikisi arasında
bir etkileşim oluştururdu. Ve her şeyi, tam da şu an yapmakta olduğumuz
haliyle, sonsuz kereler yapacağız gelecekte de.
Bazı yorumcular,
Nietzsche’nin bu mahiyette bir teoriyi gerçekten de benimsemiş olabileceğine
kolay kolay inanamasa da, Nietzsche’nin metinlerinde bu tür bir okumayı
destekleyecek şeyler bulunması imkânsız değildir. Ama elde edilecek kanıtlar
aydınlatıcı olmaktan uzaktır. Bir kere, Nietzsche’nin tekerrürü tartıştığı
birtakım pasajlarda bu kozmolojik öğretiye rastlanmaz. İkincisi, Nietzsche’nin
aslında tekerrür ve tekerrürün psikolojik etkisi hakkında yazdıklarının çoğu,
kendisini bu kozmolojik hipoteze adamasını gerektirmez. Nietzsche’nin ebedi
tekerrürü böylesine özel bir şekilde yerleştirdiği psikolojik kullanım,
herhangi bir fiziksel evren teorisinden tümüyle bağımsız daha zayıf bir görüşü
önvarsayar. Bu daha zayıf görüşse, Nietzsche yorumcularının, hatta belki de
bazen kendisinin ebedi tekerrürü özdeşleştirdiği kozmolojik teoriden çok daha
ciddi bir dikkat gerektirir.
Nietzsche zaman
zaman, bu kozmolojinin kendisi için yararsız olduğundan kuşkulanmış olabilir.
Şayet bu doğruysa, kozmolojik olarak yorumlanması durumunda teorinin bazı
ispatlardan yoksun olamayacağı gerçeğine rağmen, Nietzsche’nin tekerrürün
“ispatlarını” asla yayımlamamış olmasının nedeni açıklanmaktadır.
Muhtemelen hiçbir
ampirik desteğe sahip olamayacak bir teori olması nedeniyle tekerrür temelde,
bir tür a priori ispattan bağımsız olarak pek de inandırıcı bir görünüm arz
etmez. Bu öyle önemsiz bir mesele de değildir, çünkü Nietzsche ünlü bir pasajda
tekerrürü Böyle Buyurdu Zerdüşt'ün “temel anlayışı” olarak tanımlar (EH. III, Z
üstüne, 1) ve tam da belirttiğimiz gibi, Zerdüşt’ü tekerrürün öğreticisi
addeder. Ama bir evren teorisini öğretmek en azından bu teorinin doğru olduğunu
göstermeye bir ölçüde çaba harcanmasını gerektirir ve Nietzsche yayımlanan
yapıtlarında bu tür bir çabaya asla girmemiştir. Zerdüşt'ün yazıldığı üslubun,
teorinin bilimsel bir ispatına yönelik bir girişime izin vermediği iddia edilebilir.
Zerdüşt’ün birazdan ayrıntılı bir şekilde tartışacağım “Görü ve Bulmaca Üstüne”
(Z, III, 2) başlıklı bölümcesinin, çalışmanın lirik üslubuyla bağdaşabilecek ölçüde bu tür bir ispat sunmaya yaklaştığı öne sürülebilir. Ama Nietzsche’nin
Putların Alacakaranlığı'nda kendisini ebedi tekerrürün öğreticisi olarak
tanımladığını da zaten görmüştük. Bu çalışmanın üslubu ve gücü, Zerdüşt'ün
tonundan kesin bir biçimde farklılık gösterir ve kozmolojik öğretinin titiz ve
kesin bir ispatına kolaylıkla olanak tanıyabilir, ama yine de, Nietzsche bu
metinde de bu tür ispata yer vermemeyi tercih etmiştir.
Nietzsche notlarında
kozmolojinin ispatına ilişkin bazı taslaklar bırakmıştı ve Elizabeth
Förster-Nietzsche bunlardan bazılarına Güç istemi' nde yer vermiş, bu taslakları
kitabın sonuna ekleyerek büyük bir ağırlık kazanmalarını da sağlamıştı (M’P,
1053-1067). Ama bu taslakların amacının ne olduğunu saptamak çok zordur.
Yayımlanmamış olma statüleri değil de sırf bu durum, söz konusu ispat
taslaklarının Nietzsche’nin görüşünün merkezinde yer aldıklarını düşünmeyi
zorlaştırmaktadır. Acaba Nietzsche asla yazamamış olduğu bir çalışmada bunlara
yer vermeyi mi planlamıştı? Bulduğu bu ispattan pek hoşnut olmamıştı da, tatmin
oluncaya dek yayımlamamaya mı karar vermişti? Yoksa, tekerrürün düşüncesi
açısından taşıdığı öneme karşın öğretinin bir ispatının sonuçta hiç gerekli
olmadığını mı düşünüyordu?
Bu sorulara verilecek
yanıtlar ne olursa olsun, Nietzsche tamamlanmamış ve geçersiz olan “ispatı”ndan
son derece hoşnutsuz olsa gerektir. Bu soruna iyiden iyiye ayrıntılı bir
şekilde eğilmeksizin, evren tarihinin kendisini ebediyen tekrarlamakta olduğu
sonucuna ulaşabilmek için en azından iki önermenin gerekli olduğunu
görebiliriz:
(1) Evrendeki enerji
toplamı sonludur
(2) Evrendeki enerji
hallerinin toplam sayısı sonludur
Bu önermeleri açık
bir biçimde tartışan Nietzsche, birinci önermenin İkincisini gerektirdiğini
düşünüyor gibidir (KGW, V2, 421). Ama bu doğru değil. Bir sistem ancak sınırlı
miktarda enerjiye sahip olabilir, ama yine de, bu toplam sonsuz sayıda farklı
şekilde dağıtılabilir; öyleyse, bu da, Nietzsche’nin düşündüğü tekrarlanmayı
engelleyecektir. İkinci önerme bağımsız bir şekilde haklı çıkarılmalıdır, ama
bu tür bir haklı çıkarmanın ne olacağı sonuçta açık değildir. Ne olursa olsun,
bu ve benzeri değerlendirmelerin arkasında, George Simmel'in 2. önermenin doğru
olduğunu ve sistemde yalnızca sınırlı sayıda hal (kesin bir dille, üç hal)
bulunduğunu kabul eden; ama yine de bu hallerin belirli bir kombinasyonunun
asla tekerrür etmeyeceğini gösteren klasik çürütmesi yatmaktadır.
Tekerrürün kozmolojik
yorumunu desteklemek üzere yaygın olarak kullanılan pasajlara ilişkin dikkatli
bir okuma, her ne kadar bu pasajlar tekerrüre dair bir ispat önermese de, bu
teoriyi öne sürdüklerinin bile kesin olmadığını gösterir. Örneğin, aslında Nietzsche’nin
ebedi tekerrürü “tüm muhtemel hipotezlerin en bilimsel olanı” diye tanımladığı
farklı notlarından derlenen pasajlardan oluşan Güç İstemi'nin 55. notu bu tür
pasajlardan biridir. Nietzsche’nin “bilimsel” sıfatıyla “nesnelliği” kastetmesi
gerektiği ve bununla da “fizikseli” ifade ediyor olması gerektiği varsayılarak,
dolayısıyla söz konusu hipotezi kozmolojik olarak değerlendirdiği öne
sürülmektedir (cf. Kaufmann, s. 326). Ama bu varsayım yersizdir. Öncelikle,
wissenschaftlich'ın yan anlamlarının İngilizce scientifıc (bilimsel) sözcüğünün
yan anlamlarından çok daha geniş olduğu klişesini bir yana bırakıp,
Nietzsche’nin doğa bilimlerine duyduğu şüpheyi anımsayalım: “Fiziğin de
dünyanın bir açıklaması değil, yalnızca (af buyurursanız, bize göre!) bir yorumu
ve tefsiri olduğu, beş altı kafaya dank ediyor belki de” (BGE, 14); “bugün
kendisini ‘nesnellik’ diye, ‘bilimsel olmak’ diye, ... ‘istemden bağımsız saf
bilgi’ diye gösteren şeyin çoğu sadece ve sadece kuşkuculuk ve istemin felce
uğraması görünümüne bürünmüştür” (BGE, 208). Bu yüzden, ebedi tekerrürün
Nietzsche’nin fiziği yine fiziğin oyununda; her halükârda geleneksel
değişkesiyle kabul etmediği oyununda alt etme çabasını yansıttığını elde kanıt
olmadan varsayamayız. Keza, Nietzsche’nin bu açıklamasını yorumlayacaksak,
içerisinde hasıl olduğu bağlama da dikkat etmemiz gerekir. Bu sözün geçtiği
pasaj şöyle başlar: “Gelin bu düşünceyi
en korkunç biçimiyle düşünelim: Olduğu haliyle, hiçbir anlamı veya amacı
olmayan varoluş, yine de kaçınılmaz olarak, herhangi bir hiçlik finali
olmaksızın tekerrür eden bu varoluş: ‘Ebedi tekerrür.’ Nihilizmin en uç
biçimidir bu: Ebedi hiçlik! (‘anlamsızlık’!)" (WP, 55). Burada söz
konusu olan kesinlikle, evrenin herhangi bir şekilde ilerlemediği, yöneldiği
özgül hiçbir şey bulunmadığı ve sonsuz biçimde şimdi olduğu haliyle devam
edeceği düşüncesidir yalnızca -tam da kendisinde gerçekleşen aynı olay
teklerinin ebediyen tekrarlanacağı görüşü değil. Nietzsche Hıristiyanlığın ve
bütün dünyanın olduğu kadar her bireysel hayatın da kendisine ait bir amacı
olduğu fikrinin çöküşünü tartışmaktadır. Bu çöküş artık, “sanki varoluşun
sonuçta hiçbir anlamı olmadığını, her şeyin boşuna olduğunu ... Hiçbir hedefi
veya ereği olmayan ‘sonuçsuz’ zaman diliminin en kötürümleştirici fikir olduğunu"
gösteriyor gibidir (WP, 55).
Nietzsche bu pasajın
tümünde, tekerrürün genellikle bir tutulduğu özgül kozmolojik görüşü bir
kerecik olsun dile getirmez. Dünyanın var olduğu sürece bu ya da şu şekilde hep
olduğu gibi olmaya devam edeceği, hiçbir nihai halin, daha önce göçüp gidenleri
kurtarmayacağı kavrayışıyla ilgilenir yalnızca. Bu pasajın bizi ilgilendiren
terime ilişkin kendi yorumunu sunduğunu fark ettiğimizdeyse, bu daha da açıklık
kazanır. Nietzsche, yukarıda tanımlandığı şekliyle tekerrürün “tüm muhtemel
hipotezlerin en bilimsel olanı” olduğunu yazdıktan sonra, hiç ara vermeden
“Nihai amaçları yadsıyoruz; varoluşun böyle bir amacı olsaydı, çoktan
ulaşılırdı” (\VP, 55) der. Bu ise, nesnel olmak veya olgulara tekabül ediyor
olmak yerine (Nietzsche’nin ne olursa olsun tutarsız bulduğu nosyonlardır
bunlar), ebedi tekerrürün, tam anlamıyla teleolojik olmaması anlamında
“bilimsel” olduğunu gösterir; sonuçta bu nokta, bu notun ilişkili olduğu ana
temadır. Bu bölümde sunulan tekerrür yorumu kesinlikle terimin bu anlamıyla
“bi-limsel”dir.
Aslında,
Nietzsche’nin yayımlanmış tekerrür tartışmalarında kozmolojiye belirgin bir
gönderme yapıldığına rastlamak çok zordur. Bir yerde, “en yüksek-tine sahip,
canlı ve dünyayı onaylayan insan ideali, olmuş olan ve olmakta olanla uyum
içinde olmayı kabul etmeye ve öğrenmeye yanaşmakla kalmayıp, doymak bilmeksizin
da capo diye haykırarak, olmuş olan ve olmakta olanın sonsuza dek
tekrarlanmasını isteyen insan ideali”ne (BGE, 56) övgüler yağdırır. Ama burada
ima edilen, “olmuş olan ve olmakta olan”ın ebediyen tekerrür etmesi arzusudur.
Pasaj, tekrarlanacak şeyin ne olduğu konusunda, ebedi tekerrürle
ilişkilendirilen kozmolojinin doğru olup olmadığı konusunda ve hatta sonuçta
tutarlı olup olmadığı konusunda oldukça muğlaktır. Bu hipotezin doğruluğu şu
pasajda hiçbir şekilde önvarsayılmamaktadır: “Bir insan için büyüklük formülüm: amor fati; kişinin ne ileride ne
geçmişte ne de ebediyette, hiçbir şeyin farklı olmasını istememesi. Zorunlu
olana katlanmak yetmez sadece, hele hele onu gizlemek hiç yetmez -her tür
idealizm zorunlu olan karşısında bir aldatmacadır- mesele onu sevmekte"
(EH. II, 10).
Bütünüyle aydınlatıcı
görünen şu metin bile, dikkatli bir okuru şüphe içinde bırakır:
Ölüp gitmenin ve yok etmenin onaylanması. Dionysosça bir felsefenin
ayırıcı özelliğidir bu; muhalefet ve savaşa bile Evet demek; varlık kavramının
ta kendisinin kökten yadsınmasıyla birlikte, oluş -tüm bunlar kesinlikle,
bugüne dek düşünülen başka her şeyden çok daha yakından ilgili benimle. “Ebedi
tekerrür" öğretisi, tüm şeylerin koşulsuzca ve sonsuzca tekrarlanan döngüsel
akışının öğretisi yani (alle Dinge] -Zerdüşt’ün bu öğretisi sonuçta zaten
Herakleitos tarafından öğretilmiş olmalıydı. (EH, III. AT üstüne, 3)
Sanırım, alle Dinge
ifadesinin dünya tarihinde tüm tekil meydana gelişlerin her birine gönderme
yaptığını sorgusuz sualsiz varsaysaydık hata yapmış olurduk; çünkü Nietzsche
tekerrürü, dünya tarihini oluşturan tekil olaylarla değil, doğanın döngülerinin
sonsuz tekrarlanışını vurgulayan bir din olan Dionysosçulukla ilişkilendirir.
Nietzsche’nin kendisinin burada altını çizdiği nokta, Dionysosçuluğun bu
döngülerin her boyutunu, hatta yozlaşma ve bozulmaya dayanan evreleri bile
yücelttiği gerçeğidir. Nietzsche’nin görüşünün Herakleitos’un görüşüyle
bağlantısı ise, kozmoloji aracılığıyla değil, Herakleitos’un savaş ve ölümün,
barış ve hayatın diğer yakaları olduğunu, bunların hiçbirinin bir diğeri
olmaksızın var olamayacağını yazmasıyla sağlanır. Aslında, Nietzsche bazen
kendisine bu kadar sık atfedilen kozmolojiyi tümüyle yadsıyor görünür:
“Yakınımızdaki yıldızların döngüsel hareketleri kadar zarif bir şeyi genel bir
şekilde ve her yerde koyutlamaktan kaçınalım" (GS, 109).
Böyle Buyurdu
Zerdüşt'te bir kozmoloji sunmaya iyice yaklaşan iki pasaj yer alır. “İyileşen Kişi”
(Z, III, 13) başlıklı bölümcede Zerdüşt sonunda, “en berbat düşünce”si
(tekerrürle olan bağlantısı ilerledikçe açıklık kazanması gereken bir fikir) olarak
tanımlanan şeyle hesaplaşmayı başarır. Bu düşünce öylesine korkunçtur ki,
karşılaştığında tam tamına yedi yıl duygularını belli etmeden sakin görünmeye
çalışarak yalan söyler. Bu dönemin sonunda, kendisini bekleyip korumakta olan
hayvanları ona seslenip şöyle derler:
Her şey gider, her şey geri gelir, sonsuzca döner varlık çarkı. Her şey
ölür, her şey yine çiçeklenir; sonsuzca sürer varlık yılı. Her şey parçalanır,
her şey yeniden birleşir; sonsuzca inşa edilir aynı ev. Her şey ayrılır, her
şey diğer her şeyle esenleşir yine; sonsuzca sadık kalır kendine varlık
halkası. Her Şimdide yeniden başlar varlık; Orası denen halka Burası denen her
yerin etrafında döner. Merkez ise her yerdir. Eğridir ebediyetin yolu. (Z,
III, 13)
Ama bu bir kez daha,
önceden tartışmış olduğum Dionysosça doğa görüşünden başka bir şey değildir.
Yine de, hayvanlar Zerdüşt’ü “ebedi tekerrürün öğreticisi” olarak tanımaya
devam eder ve ona “bu öğretiyi öğretecek ilk” kişi olduğunu söyler. Ardından,
şu iddiada bulunurlar: “Senin öğrettiğin
şeyi biliyoruz: Her şeyin sonsuz olarak döndüğünü ve her şeyle birlikte bizim
de; önceden sonsuz kez var olduk ve bizimle birlikte her şey de” (Z, III,
13). Hayvanların Zerdüşt’ün bir öğretiyi (eğer doğruysa) zaten sonsuz kereler
öğretilmiş olan bir öğretiyi öğretecek ilk kişi olması gerektiğini iddia
etmeleri gerçeğinde bir ironi yatmaktadır. Bu öğretiyi ilk sunacak olanın onlar
(hayvanlar) değil de Zerdüşt olmasında ise daha da güçlü bir ironi
bulunmaktadır. Ama daha da önemlisi, sevgiyle ama yine de tepeden bakarak
hayvanlarını “soytarılar ve laternalar” diye çağıran ve onları düşüncelerini
“bir laterna türküsüne” dönüştürmekle suçlayan Zerdüşt'ün kendisinin tümüyle
sessiz kalması ve hayvanlarının kendisine yakıştırdığı düşünceyi hiç mi hiç
kabul etmemesidir. Hatta bu fikrin bile, bir kozmoloji olarak ebedi tekerrürün
katı bir değişkesi olması da gerekmez. Hayvanların Dionysosçuluğuyla tutarlı
biçimde, bizi oluşturan şeyin zaten tüm farklı kombinasyonlarda sonsuz kere var
olmuş olduğu ve tekrar tekerrür edeceği fikri olabilir bu. Nietzsche şunları
yazarken kafasında böyle bir fikir bulunuyor olabilir “Dünya var olan bir şey, yitip giden bir şey değil. Ya da bunun yerine:
Oluyor, yitip gidiyor, ama yitip gitmeye asla son vermiyor -dışkıları onun
besini” (WP, 1066). Gerçekten de, Nietzsche Eğitimci Olarak
Schopenhauer'da, aynı insanın bir kozmik orantılar tesadüfü aracılığıyla bile
iki kez var olamayacağını öne sürer kesin bir şekilde: “Yüreklerimizde hepimiz de çok iyi biliyoruz, bizim benzersiz olarak
dünyada yalnızca bir kez olacağımızı ve tahayyül edilebilir hiçbir tesadüfün,
bizim (olduğumuz) gibi böylesine tuhaf biçimde renk renk, alacalı bulacalı bir
karışımdan oluşan bir bütünlüğü oluşturmak üzere ikinci kez bir araya
gelmeyeceğini" (UM, III, 1).
Yoksa, Zerdüşt’ün “en
berbat düşüncesi” ebedi tekerrür kozmolojisi midir? Genellikle böyle olduğu
iddia edilse de, gerçekte metin böyle olmadığını ileri sürer: “İnsana duyulan büyük tiksinti -işte bu
boğdu beni, bu tıkadı boğazımı ... Gece gündüz hırıldayan, konuşmama engel
olan, iç kemiren, inleyen iç çekişim ve sorgulamam: ‘Heyhat, insan ebediyen
tekerrür ediyor! Küçük insan da ebediyen tekerrür ediyor!’” (Z, III, 13).
Bu öneri başka bir pasaj tarafından da desteklenmektedir. Bu pasajda Nietzsche
şöyle yazar: “Zerdüşt... gerçekliğe dair
en katı, en korkunç içgörüye sahip, ‘en berbat düşünceyi’ düşünmüş olan ama
yine de, bunu varoluşa, hatta varoluşun ebedi tekerrürüne bir karşı çıkış
nedeni olarak kabul etmeyen -ama bunun yerine, tek bir nedenle, kendisi olması
nedeniyle, her şeye ezeli ve ebedi olarak Evet diyebilen biridir” (EH, III.
Z üstüne, 6; italikler bana ait). Eğer “en berbat düşünce”yi evrenin ebedi ve
ezeli olarak tekerrür ettiği düşüncesi olarak kabul edecek olsaydık,
Nietzsche’nin bu söylediklerini yorumlamak imkânsız olurdu; çünkü bu fikir varoluşa
ve varoluşun ebedi ve ezeli tekerrürüne olası bir itiraz olarak tasvir
edildiğinden, Nietzsche bu durumda, ebedi tekerrürün kendisine karşı bir itiraz
oluşturduğunu yazardı. Ama bu en berbat düşünceyi “küçük insan” tarafından
temsil edilen kişi tipinin tekerrürüyle ilişkilendirirsek bu pasajı hiç zorluk
çekmeden kolaylıkla okuyabiliriz. Zerdüşt, Önsözde bahsi geçen ve ‘“Nedir
sevgi? Nedir yaratma? Nedir özlem çekme? Nedir bir yıldız?”’ diye soran ve göz
kırpan son insan”la ilişkili bu aşağılık tipin yok edilememesi ve var olmaya
asla son vermeyecek olması düşüncesinden nefret eder (Z, Önsöz, 5). Zerdüşt’ün
nefretini açıklamak için dünyanın sonsuzca kendisini tekrarlayacağını varsaymamız
gerekmez ille de. Zerdüşt’ün düşünmesi gereken tek şey, eğer tekrar var
olsaydı, bu durumda küçük insan da dahil olmak üzere, dünyaya dair iyi ve kötü
her şeyin de tekrar var olması gerekeceğidir. Yine de daha korkutucu olanı,
hayatını bir kez daha yaşamayı isteyecekse, ki bu kendisinin kılmaya çalıştığı
arzudur, bu durumda küçük insan da dahil olmak üzere tüm kötü şeylerin de
tekrar var olmasını istemek zorunda olduğudur. Zerdüşt’ün en berbat düşüncesi
işte budur ve tekerrürün sık sık özdeşleştirildiği muğlak kozmolojiyi
önvarsayması gerekmez.
“Görü ve Bulmaca
Üstüne”de (Z, III, 2) Zerdüşt, “yerçekimi tini”yle, bir tepeye tırmanırken
omuzları üstünde taşımakta olduğu topal cüceyle (cf. Z, IV, 12) yüzleşir. Ama
aynen bir falcının daha önce “Hepsi boş, hepsi aynı, hepsi geçmiş!” (Z, II, 19)
diye haykırması gibi, “Her hakikat eğridir, zamanın kendisiyse bir döngü” diye
iddia eden de bu cücedir, Zerdüşt değil. Kendisini cüceden kurtarmak için
Zerdüşt, bir geçidin yanına vardıklarında, cüceye şöyle der:
Bak ... şu ana bak! Bu geçitten, Andan, geriye doğru uzun, sonsuz bir
yol uzanıyor: Bir sonsuzluk bulunuyor arkamızda. Yürüyebilen her şey, bu yolu
önceden yürümüş olmalı değil mi? Olabilen her şey, daha önce olmuş, daha önce
yapılmış, daha önce geçip gitmiş olmalı değil mi? Peki her şey daha önce de
vardıysa -bu ana ne dersin cüce? Bu geçit de önceden olmuş değil mi? Peki ya.
her şey. bu anın gelecekteki tüm şeyleri kendi ardından sürükleyeceği şekilde,
hızla birbirine bağlanmıyor mu? Hatta anın kendisini de sürükleyeceği şekilde?
Çünkü -bu uzun yolda oraya doğru- her ne yürüyebiliyorsa. bir kez daha
yürümelidir ileri doğru.
Peki ya ay ışığında sürünen şu ağır aksak örümcek, ya ay ışığının
kendisi ve geçitte fısıldaşan, sonsuz şeyler fısıldaşan ben ve sen -hepimiz de
daha önce orada olmuş olmalı değil miyiz? Dönüp orada, önümüzde duran diğer
yolda, şu korkunç yolda yürümeli -sonsuzca dönmeli değil miyiz? (Z, III. 2)
Bu pasaj,
Nietzsche’nin yayımlanmış metinleri arasında tekerrürün kozmolojik değişkesinin
en açık dile getirilişini içermesine rağmen, yine de tekerrürle ilgili bazı
tuhaflıklar söz konusudur. Zerdüşt cüceyi başından savmak için ona tüm bunları
söyler, anlatısının sonunda, cüce gerçekten de aniden ortadan kaybolur. Daha
sonra Zerdüşt’ün hayvanları bu fikirden sorgusuz sualsiz memnun olurken, cüce
bu fikirden mutlak biçimde korkmuştur. Öyleyse, Zerdüşt’ün bu öyküyü anlatmada
açıkça özel bir amacı bulunmaktadır. Zerdüşt’ün kendisi bu öyküye inanıyor
mudur? Eğer inanıyorsa, Nietzsche kitabın epeyce sonlarında yer alan “İyileşen
Kişi Üstüne” başlıklı bölümcede niçin Zerdüşt’ün henüz tekerrürü öğretmemiş
olduğunu yazar? Nietzsche’nin öyküden çıkarmak istediği psikolojik içerimler
ancak daha zayıf bir hipotezi öngerektirirken, Zerdüşt bu öyküyü yalnızca
cüceyi korkutmak için anlatmış olabilir mi?
Bu tür bir hipotez,
geçmişte gerçekleşmiş her şeyin ve gelecekte gerçekleşecek her şeyin bu anda ve
her an örtük olarak bulunduğu olurdu. Güç istemini tartışırken, Nietzsche’nin
dünyadaki her olayın ayrılmaz şekilde birbiriyle bağlantılı olduğuna inandığını
göstermiştim. Nietzsche’ye göre, eğer herhangi bir şey farklı biçimde
gerçekleşmiş olsaydı, her şeyin farklı biçimde gerçekleşmiş olması gerekirdi;
eğer herhangi bir şey tekrar gerçekleşseydi, her şeyin tekrar gerçekleşecek
olması gerekirdi. Nietzsche, tüm dünya tarihinin veya daha dar anlamda, her
kişinin tarihinin her uğrakta tümüyle içerildiğini düşünür: “Bilmiyor musunuz
bunu? Yerine getirdiğiniz her eylemde, her olayın tarihi tekrarlanıyor ve
özetleniyor” (Grossoktav, XII, 726; cf. WP, 373). Bu anlamda, başımıza gelen
hiçbir şey, en olmayacak talihsizliğin ve en mantıksız rastlantının sonucu olsa
bile, olumsal değildir -daha önce gerçekleşmiştir. Tekrar başvurmak zorunda
olacağımız şu pasajın da gösterdiği gibi, gelişiminin seyrinde Zerdüşt’ün
giderek farkına vardığı bir noktadır bu: “Başıma sırf rastlantıların
gelebileceği çağ geçti artık; bundan böyle zaten benim olmayan ne gelebilir ki
bana hâlâ? Dönen, sonunda yuvasına, bana gelen, benim kendi benliğim ve uzun
zamandır yabancı topraklarda olan ve tüm şeyler ile rastlantılar arasında
saçılan benliğimin parçalarıdır” (Z, İÜ. 1). Dünyanın geçici evreleri
arasındaki böylesine temel bir bağlantı, eğer bunlardan herhangi biri herhangi
bir zamanda tekerrür ederse, tüm diğerlerinin de tekerrür etmek zorunda
olduğunu içerimlemektedir. Bu nedenle, eğer sonuçta herhangi bir şey tekerrür
edecekse, dünyanın kendisi olması açısından dünyanın en iyi yönleri ve
uğrakları kadar gerekli olan her önemsiz ve iğrenç parçası da tekerrür
edecektir. Tam da öne sürdüğüm gibi bu, Zerdüşt’ün “İyileşen Kişi Üstüne”
başlıklı bölümcede kabul etmek zorunda kaldığı en berbat düşüncedir. Ama “Görü
ve Bulmaca Üstüne” başlıklı bölümcenin yer aldığı, anlatının daha önceki bir aşamasında
bu düşünce, Zerdüşt’ü bir görüye sahip olmaya yöneltir. Ağzına giren bir yılan
kendisini sokmakta olduğu için boğulmak üzere olan bir çobanla karşılaşır
Zerdüşt. Çobana, yılanın kafasını ısırıp kopar diye bağırır ve Zerdüşt’ün
öğüdüne uyan çoban değişir, “artık bir çoban değildir, bir insan değildir artık
-değişmiş biri, ışıklar saçan, gülen biri olmuştur!” (Z, III, 2). Sonra Zerdüşt
bir bulmaca sorar, kimdir bu çoban, diye. Nietzsche “İyileşen Kişi Üstüne”
başlıklı bölümcede aynı mecaz yardımıyla bulmacayı yanıtlar (“İnsana duyulan
büyük tiksinti- işte bu boğdu beni, bu tıkadı boğazımı” Z, III, 13): Sonunda
dünyada önemsiz ve iğrenç olan her şeyi, önemsiz ve iğrenç olmayan şeyler
uğruna tekrar başından geçirmeyi istemeyi başardığı andan itibaren çoban Zerdüşt’ün
kendisi olmuştur.
Nietzsche belki de,
genellikle ebedi tekerrür olarak adlandırdığı bu “düşünce”nin (Gedanke) bazen
üzerinde kafa yorduğu kozmolojiden bağımsız olduğunu kavramıştır; bu, söz
konusu hipotezi ispatlama çabası üzerinde niçin hiçbir zaman ayrıntılı olarak
çalışmadığını açıklayacaktır. Ama belki de böyle bir kavrayışa asla ulaşmamıştır.
Eldeki kanıtlar her ne kadar böyle bir kavrayışa ulaştığını gösterse bile, yine
de kesin bir biçimde aydınlatıcı değildir. Ama felsefi açıdan, Nictzsche’nin
ebedi tekerrürden yararlanma şekli bu son derece şüpheli kozmolojinin doğru,
hatta tutarlı olmasını bile gerektirmemektedir. Bununla birlikte, bu teorinin
aksayan yönleri ne yazık ki, Nietzsche’nin yapıtlarının bu konular hakkındaki
en ciddi ve en değerli yönlerini bulanıklaştırmaktadır: tekerrür düşüncesinden
çıkarsadığı psikolojik sonuçlar ve bu sonuçları kendi hayatına uygulaması.
Kısacası, ebedi tekerrür dünyaya dair bir teori değil, benliğe ilişkin bir
görüştür. (Nietzsche’nin aşina olduğu yazarların, örneğin Heine'ın ve Schopenhauer'ın
(istem ve Tasavvur Olarak Dünya) bu tür bir görüş öne sürmüş olması gerçeği,
Nietzsche'nin tekerrürü bir kozmoloji olarak düşünmüş olma olasılığını akla
getirmektedir. Nietzsche'nin kendisi, önceki notta da gördüğümüz üzere,
öğretiyi Herakleitos'ta, Pythagorasçılarda ve Stoacılarda bulmaya hevesliydi.
Ama orada söz edilen nitelemelerin dışında, tekerrürün radikal yeniliği
konusundaki dile düşmüş ısrarını yine de açıklamak zorundayız. Belki de,
Nietzsche'nin yeni addettiği, kendisinin bu kozmolojik fikri yerleştirdiği
psikolojik kullanımdır.)
Bu görüşün bir değişkesine, Nietzsche’nin Şen Bilim'in dördüncü kitabı kadar eski çalışmalarında rastlarız; bu çalışma. Nietzsche’nin ebedi tekerrür düşüncesiyle bağlantılı sorunları ilk sürekli ele alışını içerir:
En büyük ağırlık. -Bir gün veya bir gece bir iblis arkandan
sinsice en yalnız yalnızlığına sızıp sana şöyle dese ne olurdu: “Şu an
yaşadığın ve yaşamış olduğun ve bir kez daha sonsuz kereler yaşamak zorunda
olacağın bu hayat; onun içinde yeni hiçbir şey olmayacak, ama hayatındaki her
acı, her zevk, her düşünce, her iç çekiş, sözle anlatılamayacak kadar küçük
veya büyük her şey, aynı sıra ve aynı sahnelerle sana geri dönmek zorunda
olacak -hatta bu örümcek ve ağaçlar arasındaki ay ışığı da, hatta bu an ve ben
kendim de. Varoluşun sonsuz kum saati aşağı ve yukarı çevrilir tekrar tekrar ve
onunla birlikte sen de, toz zerreciği!”
Kendini yerden yere atıp, dişlerini gıcırdatıp, sana böyle diyen iblise
lanet yağdırmaz miydin? Yoksa, ona “Sen bir tanrısın ve daha kutsal başka
hiçbir şey duymadım asla” diye karşılık verip, muazzam bir anı mı yaşantılamış
olurdun? Eğer bu düşünce seni ele geçirseydi. olduğun halinle seni değiştirir,
belki de paramparça ederdi. Her şey ve her bir şeyde rastlanan şu soru “Bunu
bir kez daha ve sayısız defalar arzular mısın?", en büyük ağırlık olarak
saklanırdı eylemlerinde. Yoksa, bu nihai onaylama ve taahhütten başka daha
şiddetli bir şekilde hiçbir şey dilememek için kendine ve hayata karşı ne kadar
olumlu olman gerekirdi? (GS. 341; cf. KGW, V2 394).
Zerdüşt’ün “Görü ve
Bulmaca Üstüne” başlıklı bölümcede oynadığı rolü iblisin üstlendiği bu pasajın,
dünyanın, hatta kişinin kendi hayatının ebediyen kendisini yinelediği görüşünün
doğruluğunu önvarsaymadığı açıktır; hatta bu pasaj, bu fikrin sonuçta inanılır
olduğunu bile önvarsaymaz. Nietzsche basitçe bu sorunla ilgilenmez. Onun
ilgilendiği, iblisin sunduğu olasılığa, kişinin hayatının tüm sonsuzluğa rağmen
her bir ayrıntısına dek tekrar tekrar gene aynı şekilde gerçekleşeceği
düşüncesine umutsuzluk ve çaresizlikle değil, neşeyle karşılık verebilmesi için
kişinin kendisine karşı benimsemesi gereken tutumdur.
Bu pasaj okunurken,
Nietzsche’nin iblisin sorusuna, bir noktaya kadar çobanın birbirini izleyen
boğulması ve dans etmesiyle uyumlu yalnızca iki yanıt verilebileceğini
düşündüğüne dikkat edilmesi kesinlikle çok önemlidir. Nietzsche, kişinin çok
makul bir şekilde bu düşünceye karşı kayıtsız kalabileceğini düşünmez
özellikle. Bu tür bir kayıtsızlıksa, iki tür olabilirdi. Birincisi, gerçek
tekerrür olgusuna karşı kayıtsızlıktır ve tekerrürü tam anlamıyla kozmolojik
bir teori olarak yorumlayan Arthur Danto tarafından çok iyi tanımlanmaktadır: “Yok olup gitmemiz ve dönmemiz ve tekrar yok
olmamız önemli değil. Asıl mesele, ebediyen ne yaptığımız, görevimiz ne olursa
olsun alt edişten alınan zevk ve hayatlarımıza kattığımız anlam. İşte bütün
bunlar da şeyin kendisi uğruna, herhangi bir sonuç için değil yoksa; çünkü yol
açmış olana yol açıyor ve daima açacak da” (s. 212). Nikos Kazantzakis de
tamamen aynı tutumu tahayyül eder: “En
son, en büyük ayartıya boyun eğdiriyorum: Umut. Bizden istediği için
savaşıyoruz; bizi işitecek kulaklar olmamasına rağmen söylüyoruz türkümüzü.
Nereye gidiyoruz? Galip gelecek miyiz ki? Tüm bu savaş ne adına? Soru sorma!
Savaş!” Bu tepki bir onaylama gerektirir ama bu, Kazantzakis’in metninde
açıkça yankısını bulan bir pasajda “Unutun
şu ‘için’i, ey yaratıcılar! Tam da kendi erdeminiz, ‘için’ ile ‘ötürü’ ile
‘çünkü’ ile ilginiz olmasın ister” (Z, IV, 13) diye yazmış olmasına rağmen,
Nietzsche’nin metnindeki "nihai onay ve taahhüt” olamaz. Danto ve
Kazantzakis’in tanımladığı onaylama, şu an yapmakta olduğumuzu zaten yapmış
olduğumuz ve kaçınılmaz olarak gene yapacağımız gerçeği karşısındaki öncel bir
kayıtsızlık üzerinde temellenir. Yine de. Nietzsche böylesi tüm
kayıtsızlıklardan sakınmak istiyor gibidir. Gerçekten de, Zerdüşt kendini-alt
etme nosyonu aracılığıyla, ardıllarından tamamen denetimlerinin dışında görünen
tüm geçmişi bile içtenlikle kabul etmelerini ister: “Yeni bir istem öğreteceğim insanlara: İnsanlığın körü körüne
yürüdüğü bu yolu istemeyi ve onu onaylamayı” (Z, I, 3).
ikinci tür
kayıtsızlık ise, kişinin hayatının tekerrürünün fiiliyatıyla değil,
olanaklılığının psikolojik sorunlarıyla ilgilenen Ivan Soll tarafından
tartışılmaktadır. Tekerrürün tarih-üstü özelliği göz önünde bulundurulacak
olursa, muhtemelen gelecek tekerrürlerde şu anki yaşantılarımı öngöremem veya
bu durumda şu an başımdan geçirmekte olduklarımı hatırlayamam. Ve bu tür bir
psikolojik süreklilik de, en azından benliğimin geleceğiyle ilgili varlığım
için zorunlu bir koşul olduğundan, Soll tamamen zaten yaşamış olduğum şekilde
yine yaşayabilmem olanağının “aslında eksiksiz bir kayıtsızlık meselesi olması
gerektiği” sonucuna ulaşır. Ama, şimdiki hayatımla tamamen bağlantısız olan
gelecek yaşantılara sahip olsaydım bunların muhtemelen şu an benimle ilgisiz
olmayacakları her ne kadar bana doğru görünse de, Nietzsche’nin bu alternatifi
tümüyle değerlendirmede başarısız olduğu gerçeği saklı kalır.
Peki ama bundan,
tekerrürün hayati dolaysızlığına ve bu hayatın en büyük onaylanması veya
yadsınmasını üretme kapasitesine kani olan Nietzsche’nin, kendi en temel
fikirlerinden birinin içerimlerini yanlış anlamış olduğu sonucunu mu çıkarmamız
gerekir? Kuşkusuz bu kesinlikle imkânsız olmasa da, Nietzsche’nin kayıtsızlığı
tekerrüre verilebilecek muhtemel bir tepki addetmemesinin nedeninin,
Nictzsche’nin kendisinin tekerrürü hiçbir şekilde kozmolojik bir teori olarak
kabul etmediğini gösteriyor olması bana çok daha olası görünüyor; çünkü az önce
tartıştığım her iki yanıt da, kişinin tekerrüre kozmolojik boyutunda kayıtsız
kalmasını gerektirir: Birinci kayıtsızlık fiili bir olgu olarak tekerrüre,
İkincisi ise tekerrürün olanaklılığına yöneliktir. Ama, dünyanın
fiziksel yapısına hiç mi hiç göndermede bulunmayan ve Nietzsche’nin münhasıran
tahayyül ettiği iki yanıtın kusursuz biçimde uyumlu olduğu bir tekerrür yorumu
bulunmaktadır. Aslında, bu tekerrür anlayışında tekerrüre yönelik başka hiçbir
tepki olanaklı değildir. Tartışmamızı basitleştirmek için bireysel bir hayat
tekinin tekrarlanmasını ele alarak işe başlayalım; daha sonra bu örneği, dünya tarihinin
sonsuz çokluktaki tekrarlanışına genellememiz mümkün olabilir.
En yaygın ebedi
tekerrür görüşü, tekerrürü bir kozmolojinin koşulsuz öne sürülmesi olarak
kavrar:
(A) Hayatım tamamen
aynı şekilde tekerrür edecektir.
Bu tarz bir yorum, ya
tümüyle yazgıcı bir boyun eğme ile ya da kötü bir sona, yok oluşa mahkûm olduğu
bilinen çabadan tümüyle kayıtsız, umursamaz bir sevinç duymayla sonuçlanır.
İkinci görüş ebedi
tekerrürü bir kozmolojinin koşullu öne sürülmesi olarak kabul eder:
(B) Hayatım tamamen
aynı şekilde tekerrür edebilir.
Ne var ki, bu yorumun
psikolojik sonucu da, kayıtsız şartsız, kesin bir kayıtsızlık olacakmış gibi
görünüyor. Her iki değişke de, Nietzsche’nin GS, 341'de böylesine güçlü bir
şekilde betimlediği yanıtları kavramada başarısız olur.
Şimdi önereceğim
görüş ise ebedi tekerrürü bir koşullu önermenin ortaya atılması olarak alır:
(C) Eğer hayatım
tekerrür edecek olsaydı, ancak benzer bir şekilde tekerrür edebilirdi.
Bu yorum fizikten
tümüyle bağımsızdır. Tartışmakta olduğum kozmolojinin doğruluğunu ya da aslında
tutarlılığını önvarsaymaz. çünkü hayatımın sonuçta kayıtsız şartsız tekerrür
edebileceğini öne sürmez. Dayandığı şey daha ziyade, Nietzsche’nin şeylerin nasıl
tesis edildiğine dair genel anlayışıdır (bu görüşü 3. bölümde tartışmıştık).
Bir öznenin deneyimleri ve eylemleriyle olan ilişkisi ile ya da daha genel bir
şekilde, bir nesnenin özellikleriyle olan ilişkisi ile ilgilidir. Psikolojik
sonuçları dolaysız, ciddi ve bir kayıtsızlık meselesinden başka bir şey
değildir.
Gelgelelim, bu
sonuçların ne olduğunu sormadan önce, ilk olarak koşullu önermenin nasıl haklı
çıkarılacağım tespit etmemiz gerekiyor. Tekrar yaşama olanağının, ama yanı sıra
en azından bazı şeyleri bu yeni hayatta farklı biçimde yapma seçeneğinin bize
niçin sunulmadığı merak edilebilir. Sözgelimi, hayatımızın ancak sonraki bir
sayfasında sahip olduğumuz türde bilgiye daha erken bir yaşta sahip olmuş
olmayı ve böylece şimdiye uzanan farklı bir yolu -yani, farklı bir şimdiye
uzanan bir yolu- izlemiş olmayı istediğimiz birçok an vardır. Hepimiz de bazen,
yaptığımız gibi edimde bulunmamış olmayı veya yapmadığımız gibi edimde bulunmuş
olmayı istemişizdir. Hepimiz de, haklı bir nedenle, geçmişimizin, şimdimizin
veya geleceğimiz olarak öngördüğümüz şeyin bir bölümünü değiştirmeyi
isteyebiliriz.
Öyleyse Nietzsche'nin
iblisi niçin görünüşte makul olan bu seçeneği bize sunmaz? Niçin yalnızca, her
ayrıntısına kadar tamamen aynı hayatın tekrarlanmasından söz eder de, zaten
yaşamakta olduğumuza benzer olsa bile aynısı olmayan bir hayatın tekerrüründen
bahsetmez? Bu sorulara verilecek yanıtın, Nietzsche’nin fiziğinde veya zaman
teorisinde bulunamayacağı konusunda (her ne kadar kendisi zaman zaman böyle
düşünmüş olabilse de) ısrar ediyorum. Ancak bu yanıta, Nietzsche’nin tözsel
özne fikrini reddetmesinde, bir kişinin deneyimlerinin ve eylemlerinin
toplamından daha fazla bir şey olduğu görüşünü reddetmesinde rastlanacaktır.
Sonuçta bu, ayırt edici niteliklerinin ve özelliklerinin toplam kümesini
temellendiren bir nesne olarak kavradığı kendinde-şey fikrini reddetmesine
neden olan özel durumdur. Dolayısıyla, Nietzsche’nin, eğer hayatım tekerrür
edecek olsaydı, zaten yaşamakta olduğum hayatın her açıdan tıpatıp aynısı olmak
zorunda olurdu diye düşünmesinin temel nedeni, kendinde-şeyin reddedilmesinin
de bir boyutunu oluşturduğu güç istemi görüşüdür.
Bu görüşe Nietzsche’nin görüşlerinde zaten rastlamıştık: “Eylemenin, etkilemenin, oluşun arkasında bir ‘varlık’ yok: ‘Amil’ amele [veya eylemeye: Thun] eklenmiş bir kurmaca sadece -amel her şeydir ... Tüm bilimimiz, tüm soğukluğu, tüm duygusallıktan arınmışlığına rağmen, dilin ayartıcı etkisi altında, doğumundan sonra değiştirilip yerine başka bir çocuğun konduğu piçkurusu ‘özne’den (sözgelimi, Kantçı ‘kendinde-şey’in olduğu gibi bu tür bir piçkurusudur atom) bir türlü kurtulamıyor” (GM, I, 13). Nietzsche bu fikri genellikle, başka yerlerde olduğu kadar şu pasajda da başvurduğu şimşek imgesiyle örneklendirir: “‘Şimşek çakıyor’ dersem, çakmayı önce bir etkinlik, ikinci kez de bir özne olarak olarak öne sürmüş olurum ve böylece olaya, olayla bir olmayan, daha çok sabit olan, ‘olmuş’ olan, ama olmayan bir varlık eklerim” (WP, 531). “Sonunda bir neden olarak bir kendilik olmak için, örneğin ‘çakan’ şimşekten söz etmek için, anımsatıcı, belleğe yardımcı, kısaltıcı bir formüle -Ya da şu önemsiz ‘Ben’ sözcüğüne-sarılma biçimindeki kötü alışkanlığımız”a (H//>, 548) saldırdığında da bu aynı imgeye başvurur. Nietzsche’nin şu pasajda şimşeğe yaptığı başvuru, güç istemi ve ebedi tekerrür ile bir bağlantı tesis ediyor ve dolayısıyla geliştirmekte olduğum yorumu destekliyor “Yalnızca dünyanın bir anı tekerrür etseydi -dedi şimşek- her şey tekerrür etmek zorunda kalırdı” (KGW, VII, 1,503).
Nietzsche, her bir
nesneyle ilişkilendirilen nitelikler ve özelliklerin toplamının dışında hiçbir
şeyin ertelenmediğine ve deneyimleri ile eylemlerinin toplamı dışında hiçbir
kişinin baki kalmadığına inanır. Bunların herhangi biri farklı olsaydı, bu
durumda, sadece bunların toplamı olan özneleri de farklı olmak zorunda kalırdı.
Doğrusunu söylemek gerekirse, tüm özellikler özneleri açısından eşit ölçüde
elzemdir, diye düşünür gibidir Nietzsche ve dolayısıyla, temel ve tesadüfi
özellikler arasında gözetilebilecek hiçbir ayrım bulunmadığına inanmaktadır:
Eğer sahip olunan herhangi bir özellik farklı olsaydı, bu özelliğe sahip olan
özne de, basitçe farklı bir özne olurdu. Ama Nietzsche bunun yanı sıra, eğer
dünyadaki herhangi bir nesne sonuçta farklı olsaydı, bu durumda her nesne de
farklı olurdu şeklindeki daha güçlü görüşü de benimsemektedir. Daha önce gördüğümüz
üzere bunun nedeni, Nietzsche’nin her bir şeyin sahip olduğu özelliklerin,
diğer şeyler üzerindeki etkilerinden başka bir şey olmadığını ve bu diğer
şeylerin özelliklerinin de dönüşümlü olarak bu tür başka etkilerden başka bir
şey olmadığını düşünüyor olmasıdır. Bu nedenle, bir şeyin sahip olduğu bir
özellik ve dolayısıyla, bu şeyin kendisi farklı olsaydı, başka bazı şeyler de,
zorunlu olarak bundan farklı biçimde etkilenirdi. Böylece, onlar da farklı olur
ve bu nedenle, yine başka şeyleri farklı şekilde etkilerlerdi; bu zincir
hipotetik ilk üyesine dek geri döner ve tekrar başlardı. “Başka şeyler olmadan
hiçbir şey olmaz” görüşü (WP, 557) Zerdüşt’ün ünlü açıklamasına temel teşkil
etmektedir: “Tek bir sevince Evet dediniz
mi hiç? Ey dostlarım, öyleyse Evet demiş oldunuz tüm kederlere de. Her şey
birbirine bağlı, kenetli, tutkundur; tek bir şeyi ikinci kez mi istediniz,
‘Beni sevindir, mutluluk! Olduğun yerde dur, an!’ mı dediniz, her şeyi geri
istediniz. Her şey yeni, her şey sonsuz, her şey birbirine bağlı, kenetli,
tutkun” (Z, İV, 19). Bu aynı görüş, Nietzsche’nin “Eğer tek bir anı onaylarsak, böylece yalnızca kendimizi onaylamakla
kalmayız, varoluşun tümünü de onaylarız” (WP, 1032) diyerek karşı çıktığı
art alanı da oluşturmakta ve Nietzsche’nin şu görüşünü açıklamaktadır:
‘‘‘suçlanabilir eylem’ kavramı önümüze zorluklar çıkarır. Sonuçta olmuş olan
hiçbir şey tek başına suçlanamaz: kişinin bunu ortadan kaldırmayı istememesi
gerektiğinden: her şey başka her şeyle, bir şeyi dışlamak istemenin her şeyi
dışlamak anlamına geleceği biçimde bağlı olduğundan. Suçlanabilir bir eylem
neyi mi ifade eder: suçlanmış bir dünyayı” (WP, 293).
Dolayısıyla, iblisin
bize yalnızca, ya tümüyle kabul edebileceğimiz ya da tümüyle reddedebileceğimiz
aynı hayatı sunmasının nedenini açıklayan da güç istemidir (herhangi bir
şekilde farklı olan bir hayat basitçe bizim hayatımız olmazdı; farklı bir
kişinin hayatı olurdu). Bir şekilde farklı olmayı istemek Nietzsche’ye göre,
her açıdan farklı olmayı istemek anlamına gelir; bu da, gerçekte imkânsız olan
bir şeyi istemek, başka birisi olmayı istemek demektir. Bu tam da,
Nietzsche’nin Soy kütüğü'nün (III, 14) üçüncü denemesinde tanımladığı çileci
tutumdur: Kişinin kendisiyle ilgili herhangi bir şeyin değişmesini istemesi,
kişi açısından kendisi olmaya son vermek istemesi demektir.
Nietzsche dünyadaki
her şeyin bağlantılı olduğunu düşündüğünden, kişinin kendisinin farklı olmayı
istemesinin aynı zamanda tüm dünyanın farklı olmasını istemesi anlamına gelir.
Bu gerçek şimdi', Nietzsche’nin iblisin teklifine niçin yalnızca iki karşılık
verilebileceğini ortaya koyduğunu da açıklıyor. Eğer kendimin veya hayatımın
bir parçasını kabul edersem, bu durumda onunla ilgili her şeyi ve yanı sıra tüm
dünyayla ilgili her şeyi de kabul ederim; ama ne kadar küçük veya önemsiz
olursa olsun, herhangi bir parçayı reddedersem, bu durumda tüm hayatımı ve onunla
birlikte tüm dünyayı reddederim. Bunun arası yoktur.
Şimdi ebedi
tekerrürün bu değişkesi genelleştirilip dünyadaki her şeye uygulanabilir,
önceki görüşümüz (C) şimdi şu hali alır:
(C) Eğer bir hayat teki, hatta bu hayatın
içindeki tek bir an da dahil olmak üzere dünyadaki herhangi bir şey tekerrür
edecek olsaydı, bu durumda dünyadaki her şey tam da aynı şekilde tekerrür
ederdi.
Nietzsche Şen
Bilim'de kendi görüşünü muhtemelen tam da bu şekilde düşünmemişti henüz ve
Kaufmann’ın da gösterdiği gibi (s.188-189), o sırada geliştirme aşamasında
bulunduğu güç istemi görüşüyle açıkça ilişkilendirmemişti. Bu çalışmada
üzerinde durduğu soru, kişinin hayatını tekrar tekrar yaşama olanağına nasıl
tepki vereceğiydi yalnızca. Ama temel atılmıştı. Daha sonra, 1881 ağustosunda
anlamaya başladığı şey, “İnsan ve zamanın 6000 fit ötesinde” {EH, III, Z
üstüne, 1), hiç kuşkusuz Zerdüşt'ün temel anlayışını oluşturan şey, içerimleri
bu metnin başından sonuna dek çarpıcı bir biçimde mevcut olan şu fikirdir: Eğer
başka bir hayata sahip olmuş olsaydık, sonuçta bu bizim hayatımız olacaksa,
kaçınılmaz olarak zaten yaşamakta olduğumuz hayat olmak zorundadır.
Dolayısıyla, zaten yaşamakta olduğumuz olan ve bu nedenle tam da, dakikası
dakikasına, en iğrenç ve en korkunç ayrıntılarına kadar zaten olmuş olduğu gibi
tekerrür etmek zorunda olacak olan dünyanın tamamen aynısının parçası olmadan
tamamen aynı hayat olamaz.
Dinleyicilerine
“yeryüzüne bağlı kalmayı ve ... dünya ötesi umutlardan ... söz edenlere
inanmamayı” buyuran (Z, Önsöz, 3) “tanrısız” Zerdüşt, ebedi tekerrürde bu
hayatın ve bu dünyanın mevcut olan tek hayat ve tek dünya olduğunu keşfeder:
“Şu hayat — ebedi hayatınız!” (KGW, VI, 513). Tekrar yaşayacak olsaydık bile,
bu olanak sonsuz kereler bize verilseydi bile, zaten yaşamakta olduğumuz
hayatın aynısı verilirdi bize yalnızca. Öyleyse, hayatımız kurtarılacaksa,
şimdi kurtarılacaktır, farklı bir sonraki-hayatta değil. “Öbür” dünya,
Nietzsche’ye göre aldatıcı bir yalan olduğu kadar kavramsal bir imkânsızlık da
teşkil etmektedir.
Nietzsche,
eylemlerimin tek tek her birinin benim ne olduğum açısından eşit ölçüde temel
olduğunu düşündüğünden, ikinci, farklı bir hayatın imkânsız olduğuna inanır.
Peki ama niçin bu görüşü kabul etmek zorunda olalım? Önemsiz ölçüde farklı olan
eylemler -örneğin, önemsiz bir rastlantı sonucu biraz farklı giysiler giymiş
olmam- kişiliğim açısından yalnızca önemsiz farklılıklar oluşturmak
durumundadır. Nietzsche’nin bu tür farklılıklara ağırlık vererek, önem
atfederek onları hesaba katması gerekmez mi?
Doğrusunu söylemek
gerekirse, Nietzsche’nin konumu, bir kişinin eylemlerinin her birinin kayıtsız
şartsız kişinin kimliğinin eşit ölçüde bir parçası olduğu görüşüne
dayanmaktadır: Olası hiçbir değişiklik yoktur. Ama psikolojik bir düzeyde,
ebedi tekerrür bu soruya daha komplike bir yanıt verebilir; çünkü bir eylemin
gerçekleşmesi bir anlamda verili ve değiştirilemez olsa da, bu eylemin önemi ve
dolayısıyla, nihayette Nietzsche’ye göre, tam da mahiyeti değişken
olabilmektedir. Bu bağlamda dikkat
edilmesi gereken ilk şey, hayatımın, önemsiz görmeye başladığım bir şeyin
yegâne istisnailiğiyle birlikte -örneğin, bir kez uyumsuz bir kravat takmış
oluşum- zaten gerçekleşmiş olduğu şekliyle tekrarlanmasını istememin benim
münasebetsizliğim olacağıdır. Niçin bu olayın farklı olmasını istemem gerekir
ki; öncelikle gerçekleşmiş olması benim için önemli değilse, niçin bunu fark
edeyim, diğerleri arasından seçip çıkarayım ve umursayayım ki? Önemsiz olaylar
tam da bizimle birlikte kalmayı sürdürmeyen olaylardır; hayatımıza ilişkin
kendi imgemizin bir bölümünü bile oluşturmazlar. Nietzsche hayatımızın bizim
kendimizin umursadığımız yönlerini umursamaktadır: bizim için önemli olan,
hayatımıza karakterini veren ve bizim gözümüzde olduğumuz kişiyi belirleyen
yönleri. Bazı insanlar giyim kuşamı gerçekten de oldukça önemsiz bulur. Uyumsuz
bir kravat takmanın kendileri için fazla bir önemi olmayan kişiler ise, bunu
tekrar yaşama olasılığı -yani çoktan böyle yapmış olmaları düşüncesi (tabii bu
sonuçta akıllarına gelirse)- yüzünden umutsuzluğa kapılıp, tiksinti duyup
kendilerini yiyip bitirmeyeceklerdir. Aynısı, herhangi birinin önemsiz bulduğu
herhangi bir şey için de geçerlidir. Hayatımızın yalnızca önemsiz ölçüde farklı
özelliklerinin farklı olmasını istemek, öncelikle bunların farkında olmamız
koşuluyla, önemli ölçüde kendimiz gibi olmayı istemek anlamına gelir. Ama tam
da, belirli bir özelliğin farkında olmamız gerçeği, bunun bizim için, itiraf
etmeye yanaşacağımızdan daha önemli olduğunu akla getirebilir.
Öyleyse, genelde kendimizi görüş şeklimiz açısından önemli olan nedir? Nietzsche’ye göre -iki nedenden ötürü- bu soruya verilebilecek bir yanıt yoktur. Birincisi, farklı bireyler açısından tamamen aynı şekilde geçerli olan bir yanıt yoktur. Nietzsche’nin perspektivizmi şu yaklaşımı ileri sürer: ‘“Bu benim iyim benim kötüm’ diyenler kendilerini keşfetmişlerdir; ‘Herkes için iyi, herkes için kötü’ diyenlerse bununla köstebeğin ve cücenin susmasına yol açmış olur ... ‘Bu benim yolum; sizinki nerede?’ -böyle yanıtladım bana ‘yolu’ soranları. Çünkü yol -yoktur da ondan” (Z, III, 11; cf. KGW, VI, 493). İkinci nedense, zamanın akışında tikel her bir birey açısından neyin önemli olduğu sorusuna verilecek sabit bir yanıtın olmamasıdır. Yaşantılarımız ve eylemlerimizin göreli önemi temelli olarak belirlenemez; daha çok, üzerinde hafife alınamayacak ölçüde denetim sahibi olduğumuz bir özelliktir. Nietzsche her ne kadar tüm eylemlerimizin kendi doğamız açısından eşit ölçüde önem taşıdığına inansa da, bunun yanı sıra, bu eylemlerimizin doğamızla nasıl bağlantılı olduğunun, aslında nasıl bir doğa oluşturduklarının her zaman için açık uçlu bir soru olduğunu da düşünmektedir: Eylemlerimiz arasındaki ilişkileri nasıl algıladığımız, davranışlarımız açısından hangi örüntüleri tipik ve belirleyici kabul ettiğimiz, bu örüntülere hangi eylemlerin dahil olduğu ve bu örüntüler açısından kalıcı içerimlere sahip olduğu ve hangilerinin dahil olmadığı ve kalıcı içerimlere sahip olmadığı, bunların yalnızca istisnalar ve tesadüfler mi olduğu; Nietzsche tüm bunları, sürekli farklı yanıtlar doğuran sorular olarak kabul etmektedir. Nietzsche’nin bazen Übeımensch (Üstinsan) olarak adlandırdığı karakter, temelde kişiliğin akışkanlığının farkındadır. Nietzsche’nin Zerdüşt'ün Öndeyiş’inde ve başlangıç bölümcelerinde Ubermensch'i tanıttığında rastlanan sürekli “kendini-alt etme" üzerindeki vurgusunu açıklayan da işte bu akışkanlıktır.
Karakterin
akışkanlığı da, ebedi tekerrürün “sonuçta ulaşılabilecek en yüksek onaylama
formülü” (EH, III, Z üstüne, 1) işlevini taşıyabilmesinin nedenini
açıklamaktadır. “Kurtuluş Üstüne” (Z, II, 20) başlıklı bölümcedeki tartışma,
bir hayatın ancak bütünüyle kabul edilmesi koşuluyla haklı çıkarılabileceğini
öne sürer. Bunun belirtisi de, tamamen bu hayatın ve dolayısıyla dünyadaki her
şeyin bütünüyle tekrarlanması arzusudur. Bu ise, bu hayatta ve bu dünyada
hiçbir şeyin herhangi bir şekilde farklı olmasını istemememiz gerektiği
anlamına gelir. Diyelim ki, birisi Zerdüşt’ün düşüncesini kabul etmeye
yanaşıyor, tekrar olmayı isteyeceği gibi olmayı denemeye kalkışıyor, Ubermensch
gibi olmaya çalışıyor (cf. Z, I, 1, 6). Bu başarılabilecek bir proje midir?
Böylesi bir çabanın
karşısına iki ciddi zorluk çıkardı. Birincisi, geleceği denetleme gücümüz
Zerdüşt’ün bazen öne sürdüğü kadar mutlakmış gibi görünmüyor; çünkü herhangi
verili bir zamanda mümkün olan şey, daima zaten olmakta olanlar tarafından,
geçmişimiz ve şimdimiz tarafından sınırlandırılmaktadır. Nietzsche’nin “kendi
kendine dönen çark” imgesi bu bağlamda çok fazla basit görünür. İkincisi, naif
ama kolay saldırılamayan bir bakış açısından geçmişimiz şu an bizim için
belirli görünecektir. Çoktan olup bitmiş ve üzerlerinde bundan böyle kontrol
sahibi olamadığımız olaylardan oluşur. Bunlar arasında, haklı olarak bir daha
tekrarlanmasını asla istemeyeceğimiz, pişmanlık duymaktan kendimizi
alamayacağımız deneyimler ve eylemler, karakter özellikleri ve hatta kişiliğimizin
tüm evreleri ve hayatlarımızın parçaları olmaya yükümlü olanları bulunmaktadır.
Bunlar sabittir. Peki şimdi geçmişimizin bu kabul edilemez parçalarını nasıl
kabul edebiliriz?
Zerdüşt'te Nietzsche’yi bu tür sorular meşgul eder:
Geçmişte yaşayanları kurtarmak ve tüm “böyle idi’yi “böyle istedim"e
çevirecek biçimde yeniden yaratmak -bir tek buna kurtarma derim ben ... İsteme
özgürleştirir peki nedir bu kurtarıcıyı bile zincire vuran? “Böyle idi”
-istemin diş gıcırtısının ve en gizli melankolisinin adıdır bu. Yapılmış olana
karşı güçsüz olan, geçmiş olan her şeyin öfkeli bir seyircisidir. İstem geçmişe
doğru isteyemez; zamanı ve zamanın açgözlülüğünü kıramaması. budur istemin
yalnızlıklar içinde gark olduğu en derin melankoli. (Z, II, 20)15
İnanılmaz bir şans
eseri, pişmanlık duyacağımız herhangi bir şey yapmış olmadığımız veya kendi
kendimizi kandırarak böyle bir şey yapmadığımıza kendimizi inandırmadığımız
sürece, Nietzsche’nin tahayyül ettiği onaylama imkânsızmış gibi görünüyor.
Geçmiş bizi yönelttiği gelecek ne olursa olsun bu geleceği yadsımaya zorlar.
Nictzsche’nin görüşüne göre, kişiliğin her boyutu kişilik açısından eşit ölçüde
temel olduğundan, hayatımızın (veya bu açıdan dünyanın tümünün) kabul
edemediğimiz tek bir parçası bile varsa, bu durumda başka herhangi bir
parçasını da kabul edemeyiz gibidir. Kişinin kendisini kısmen kabullenmesi,
benliği en azından bazı özelliklerinden ayırabilmemizi öngerektirir. Bunlar,
benliklerimizi yadsımaksızın yadsıyabileceğimiz özelliklerdir ve bu nedenle bu
özellikler yalnızca tesadüfi olabilir. Yine de, tesadüfi olan hiçbir özellik
yoktur.
Gelgelelim, Nietzcshe, kurtarmanın yine de olanaklı olduğuna inanmış gibidir, ama kuşkusuz kurtarmayı kendine özgü alışılmadık biçimiyle kavrar: “Kişi tüm diğer davranışlarında kendisini ‘cennetteymiş gibi’ hissetmese de, kendisini ‘cennette' hissedebilmesi, ‘ebedi’ hissedebilmesi için nasıl yaşaması gerektiğine dair köklü içgüdü -‘kurtuluş’un psikolojik gerçekliğidir bu kendi içinde. Yeni bir hayat biçimi, yeni bir inanç değil yoksa” 04, 33). Nietzsche, yeni bir hayat biçimi sayesinde geçmişin bile değiştirilebileceğine inanır. Bu yeni hayat biçiminde geçmişin kendisi de yenilenir: “Bir yaratıcıdır istem. Her ‘böyle idi’ bir kırıntıdır, bir bilmecedir, korkunç bir tesadüftür -ta ki yaratıcı istem ona ‘Ama ben böyle olmasını istedim’ diyene dek. Yaratıcı istem ona ‘Ama ben böyle olmasını istiyorum; ben böyle olmasını isteyeceğim’ diyene kadar” (Z, II, 20). “Geçmişe doğru” bu tür bir isteme, geçmişi gerçekten etkisiz kılamaz. Yine de, öncelikle geçmişin ne olduğunu tam olarak söylemek kolay değildir. Geçmişin olayları kaçınılmaz olarak bir anlatı aracılığıyla ve bir anlatının içine yerleştirilir ve farklı anlatılar da tümüyle farklı olaylar üretebilirler. Nietzsche’nin altını çizdiği nokta tam da budur. Bir kez daha, geçmiş eylemlerimin her biri, bugün neysem o olmamın zorunlu koşuludur şeklindeki görüşü üzerinde düşünmektedir. Şimdiki benliğimi nasıl gördüğüm, tam da geçmişimin doğasını belirleyici biçimde etkiler. Bir anlığına bile olsa, tekrar olmayı isteyeceğim gibi olsam, bu durumda tekrarlamak istediğim benlik açısından temel ve kurucu olan ve şimdi yeni bir şekilde tekrar tanımlanan tüm geçmiş eylemlerimi de kabullenirdim. Geçmiş temelinde kabul edilebilir bir gelecek yaratarak bu geleceği olanaklı kılan her şeyi haklı çıkarır ve kurtarırız; ve bu da her şeydir: “Öğrettim onlara ... insanlarda kırıntı olan, bulmaca ve korkunç tesadüf olan ne varsa, hepsini birleştirip tek bir bütün yaratmasını; yaratıcı olarak, bilmece çözücü olarak ve tesadüflerin kurtarıcısı olarak, onlara geleceği yapmaya çalışmayı ve yarattıklarıyla olmuş olan her şeyi kurtarmayı öğrettim” (Z, III, 12).16 Öyleyse, şimdiyi kabul etmek, şimdiye yol açmış olan her şeyi kabul etmek demektir. İşte bu anlamda, kişi artık çoktan olmuş olandan “Böyle olmasını istedim” diye söz edebilir. Geçmişin önemi ve mahiyeti, Nietzsche’ye göre tıpkı başka her şeyin önemi ve mahiyeti gibi, ilişkilerinde yatmaktadır. Geçmişin önemi özellikle, gelecekle olan ilişkisinde yatar. Gelecek henüz gelmediği için de, ne geçmişin önemi ne de mahiyeti henüz çözülmüştür.
Öyleyse, geçmiş bir anlamda değiştirilemez. Bu, Nietzsche’nin eğer tekrar yaşayacak olsaydık, tümüyle aynı hayatı yaşardık şeklindeki görüşünde içerilmektedir. Nietzsche, geçmişimizin olaylarının meydana gelişini verili kabul ederek benliğimizin tümünü kabullenmeyi istettiren bir şeye, geçmişimizin olayları temelinde ulaşmaya çalışmamız gerektiğini düşünür. Bu noktada, yapmış olduğumuz her şeyi kabulleniriz; çünkü geçmişin her parçası kendi başına gereklidir ve bir arada, bizim ne isek o olmamız (kendimiz olmamız) açısından bizim için yeterlidir. Ancak bu şekilde geçmiş değiştirilir. Geçmişi şimdiye bağlayan anlatı değiştirilir ve hatta geçmişimizdeki tesadüfler bile eylemlere, sorumluluğunu kabullenmeyi istediğimiz (“Böyle olmasını istedim”) ve dolayısıyla, tekrarlanmasını istediğimiz olaylara çevrilebilir.
İdeal durumda,
geçmişteki her şey tümüyle bu şekilde kurtarılır. Kişi zamanla barışıp dost
olabilir: “Karşıma sırf tesadüflerin çıkabileceği zaman geçti” (Z, III, 1). Bu
barışma, geçmişin öneminin, geçmişin gelecek açısından taşıdığı öneme dayandığı
fark edilmeksizin sağlanamaz. Bunu görme yetersizliği, “sonucunun sorumluluğunu
üstleneceği hiçbir şeyi olmayan, uğruna mücadele edeceği hiçbir şeyi olmayan ve
geçmişte veya gelecekteki herhangi bir şeye şimdiden daha yüksek değer biçmeyen
kölenin mutluluğu”nu üretir (BT, 11). Kısıtlayıcı durumda ise, insanları “dün
veya bugünle ne denmek istendiğinden bihaber olan” hayvanlardan, yaratıklardan
ayırır (UM, II, 1). Ama yanı sıra, bu tür bir mutluluğun tam tersini de
üretebilir -kişinin önemini tamamen verili kabul ettiği bir geçmişi kara kara
düşünmek boyuna. Zerdüşt’ün “beti benzi atmış suçlusu”nun yaptığı şeydir bu.
“Bunu yaptığında amelinin dengiydi; ama bu yapıldıktan sonra bunun imgesine
katlanamadı. Artık kendisini hep bir amelin amili olarak görüyordu ... Dışta
tutulma onun özü oldu çıktı” (Z, I, 6). Yalnızca başkalarına değil, kişinin
kendi kendisine de yöneltmiş olduğu hınçtan (GM, III, 15), şimdiki mutsuzluğu
“bir nebze suçluluk, bir parça geçmişin içine” katarak {GM, III, 20) açıklayan
hınçtan da bu tür bir kara kara düşünme sorumludur. Nietzsche Zerdüşt'le,
(1,18), yapılan bir kötülük için kin gütmek yerine bir düşmanın bir tür iyilik
yaptığını göstermek daha iyidir diye yazar. Yapılan bir kötülüğe, verilen bir
zarara hınç beslemek yerine, bunu başka bir gelişme için malzeme olarak kullanmak
ve böylece sonuçta bir zarar oluşturmasını engellemek daha iyidir. Soy
kütüğü’nde tablo daha da karmaşık bir hale bürünür: “Kişinin düşmanlarım, talihsizliklerini, hatta yaptığı yanlışları,
kötülükleri ciddiye almada uzun süre beceriksiz olmak -kendilerinde biçim
verme, şekillendirme, sağlığına yeniden kavuşma ve unutma gücünün aşırılığı
bulunan güçlü, eksiksiz doğaların göstergesidir bu” (GM, I, 10).
Nietzsche'nin
yapıtlarında bu çarpıcı temaya sık sık rastlanır. Nietzsche WP, 233'te şöyle
yazar: “Bir deneyime katlanamamak zaten bir dekadans göstergesidir."
Geçmiş bir olayı
ciddiye alabilir ve bunu, temel bir parçası olabileceği karmaşık, ahenkli ve
bütünlüklü bir örüntüyle birleştirmeye çalışabiliriz. Ya da, bunu ciddiye
almayı reddedip, başka bir eylemle bir istisna barındırmayan hiçbir önemi ve
hayatımız ve karakterimiz açısından hiçbir kalıcı etkisi olmayan bir olaya
dönüştürebiliriz. Olay önemsizse hınçtan eser yoktur. Eğer önemsiz değilse ve
eğer, Henry James’in de ortaya koymuş olabileceği gibi, bu olayı kişiliğimizle
bağdaştırmada başarılı olduysak, bu olay ve geçmişe ait tüm diğer şeylerin bir
araya gelip kendilerini değiştirdiklerini, melankoli ve mutsuzluğu, tutkuyu,
acıyı ve çabayı deneyim ve bilgiye, geleceğin malzemesine dönüştüren bu
havaleden geçmekte olduklarını görmeyi başarıyorsak, hınç gene ortalıkta
görünmez; çünkü geçmişin benlik üzerindeki etkilerinin ve dolayısıyla bu
benliğin de değişmeden kalması gerektiğini düşünmek için bir neden kalmaz
ortada. Herhangi bir eylemin veya herhangi bir rastlantının tek başına zararlı
veya yararlı olduğunu düşünmek için bir neden kalmaz. Her olayın karakteri,
kişinin sürekli değişen benliği açısından barındırdığı nihai içerimlere
dayanır.
Öyleyse, bir hayatın haklı çıkarılması, Nietzsche’ye göre, kişinin şimdiyi kabul ederken, yanı sıra geçmiş olan her şeyi de kabul ettiği anlarda yatmaktadır; çünkü kişi belki de geçmişte bir şeyi istememiş olsa da, artık buna başka bir şekilde sahip olamayacaktır. Bu ideal örnekte kişi hakkındaki her şey eşit ölçüde kendisinin parçası olacak ve parçası olarak görülecektir ve her eylemde tezahürünü bulacaktır: “Ah dostlarım, bir ananın çocuğunda olması gibi benliğiniz de yaptığınız işte olsun -sizin erdemle ilgili ilkeniz bu olsun” (2, II, 5). Bu bana, kişinin herhangi bir açıdan farklı olsaydı her açıdan farklı olacağı ve eğer bir hayatın içindeki herhangi bir şey değişseydi, içindeki her şeyin paramparça olacak şekilde örgütlenmiş olacağı kısıtlayıcı bir örnek gibi görünüyor.
Bu durumda, ebedi tekerrür gerçekten de “en yüksek onaylama formülü”nü oluştururdu; çünkü bu tür bir kişi, eğer sonuçta meydana geldiyse herhangi bir koşulda da meydana gelecek şeyi etkin bir biçimde isterdi: Hayatının her tekil parçasının, diğer her parça tarafından da zorunlu olarak izlenecek olan, ebedi tekrarlanışını, yani. Genelleyecek olursak, bu tür bir kişi aynı zamanda, herhangi budununda gerçekleşecek olanı da isteyecektir: Dünyadaki her şeyin, geçmişe veya şimdiye ait, rastlantısal veya kasıtlı, iyi veya kötü her şeyin ebedi tekrarlanışı.
Kendini kandırma
aracılığıyla bu proje açısından özellikle ciddi bir sorun yaratılır; bizi,
aslında yapmadığımız halde bu ilişkiyi yaşama ve dünyaya yakınlaştırdığımıza
inandırabilecek bir kendini aldatma aracılığıyla. Sözgelimi, yalnızca kendimin,
hayatımın ne uğruna olduğunu, ne anlamı olduğunu görmesini engellemek için,
kendimin hayatımın büyük ve tatsız parçalarını gerçekte olduğu gibi görmesini,
hatta sonuçta sadece görmesini önlemek için hayatımı tekrarlamak istiyor
olabilirim. Bu çok ciddi bir zorluktur, çünkü Nietzsche, gerçekle bir hayatın
parçasını neyin oluşturduğu ve neyin oluşturmadığının saptanmasına büyük bir
özgürlük tanır. Öyleyse, hayatımın tekrarlanması umudu, kendim olmam
beklentisi, tam da hayatımın çok küçük bir parçasıyla ilgilenmekte olduğum ve
benliğimi tüm yönleriyle görmeyi reddettiğim için beni heyecanlandırabilir.
Nietzsche sonuçta bu
zorlukların farkındaydı kuşkusuz. Örneğin, iblisin sorusunu sorduğu an kişinin “en
yalnız yalnızlığı” olarak tanımlamasının nedeni budur: Kişinin büyük bir
olasılıkla kendisine karşı en dürüst olduğu andır bu. Nietzsche’nin, Zerdüşt’ün
sonunda tekerrür düşüncesini kabul ederken çektiği büyük zorluğu vurgulamasının
nedeni de budur. Nietzsche her iki durumda da, kişinin iblisin sorusunu
onaylayıcı biçimde yanıtlamaya başlamadan önce ne denli yoğun ve acılı bir iç
hesaplaşmanın gerekli olduğunu öne sürmeye çalışmaktadır. Ama hiçbir şeyin
farklı olmaması arzusunun, her şeyle hesaplaşılmasını ve bunun yapılmış
olduğunu saptamanın dahi bağımsız bir yolu bulunmadığını öngerektirmesi, yine
de üzerinde durulması gereken bir noktadır. Bu daha da vahim bir sorun; çünkü
eylemlerimizin toplamıyla, bütünlüğüyle hesaplaşılabilecek hiçbir kesin anlam yokmuş
gibidir: Hatta bir kişinin eylemlerinin "toplamı’’ndan söz etmek mümkün
olabilir mi? Bir sonraki bölümde ayrıntılı bir şekilde göreceğimiz üzere,
içhesaplaşma sürecinin sonu bile olmayabilir.
Ama ne var ki,
Nietzsche bu hesaplaşmanın (veya yeniden yorumlamanın) sonsuzluğunu, kendi
görüşünün tamamen kabul edilebilir bir sonucu addediyor olabilir pekâlâ. Şu an
öne sürmek istediğim gibi, Nietzsche herhangi bir şey farklıysa her şey
farklıdır şeklindeki ideal örneğine bir kez daha kusursuz anlatı, kusursuz öykü
anlayışını model alıyorsa, bu özellikle doğru olurdu. Bu tür bir öyküde hiçbir
ayrıntı önemsiz değildir, hiçbir şey yersiz, değişken, gelişigüzel veya
rastlantısal değildir. Her “Niçin?”in -sonuçta asla bir yanıt olmayan- “Niçin
olmasın?"dan daha iyi bir yanıtı vardır. William Labov’un yazdığı gibi:
“Saçma öyküler, susturucu ‘Ne olmuş yani?’ yanıtıyla karşı karşıya kalır. Her
iyi anlatıcı sürekli olarak bu soruyu geçiştirir; anlatısı sona erdiğinde, ‘Ne
olmuş yani?’ demek, dinleyicisi için olanaksız olmalıdır.” Bir öykü kendinden
bağımsız olarak dile getirilebilecek bir ahlâk dersinden yoksun olduğunda ille
de saçma olmaz. Bir anlatı ana fikrinin sorusuna bu tür kısa bir yanıt
verilmesine olanak tanıdığı için başarısız olur. Başarılı bir anlatıysa,
sonuçta sorunun ortaya atılmasına bile olanak tanımaz. Anlatı daha soru
sorulmadan yanıtını zaten almıştır. Anlatının kendisidir yanıt. Benzer şekilde,
kusursuz bir hayat da kendi haklı çıkarılmasını sunar ve zaten kendi kendisinin
haklı çıkarılması olur. Nietzsche’nin kendisi bu fikirlerden bazılarını öne
sürer ve en iyi uğraklarını kendi yapıtlarında bulan yazarlara ilişkin bir
tartışmada aşağıdaki gibi bir sonuca ulaştığında da edebiyat ve hayat
arasındaki bağlantıya dair ipuçları verir:
Her insan eyleminin, yoksa sadece bir kitabın değil, bu ya da şu şekilde başka eylemlerin, kararların ve düşüncelerin nedeni olduğunu dikkate alırsak; olan her şeyin olacak her şeyle ayrılmaz biçimde, sıkı sıkıya bağlantılı olduğunu düşünürsek, asıl ahlâka-aykırılığı kavrarız, yani deviniminkini -bir kez hareket ettiğinde, tıpkı bir kehribar parçasının içindeki böcek gibi, tüm varoluşların genel bütünlüğünde kıstırılıp ahlâka-aykırı kılınır (HH. I, 208).
Bu model, ebedi
tekerrürü Nietzsche’nin dünyayı yorumlanmayı bekleyen bir metin olarak sunan
kapsamlı eğretilemeyle bağlantılandırır. Ve yorumlama da sonsuz bir süreç
olduğundan, tek bir metnin bile eksiksiz veya kesin bir yorumu olamayacağından,
bu model, bir hayatın tümünün doğru perspektife yerleştirilmesi amacıyla
incelenmesinin (bu tür bir perspektifin var olabileceğini varsaysak bile)
sonsuza dek sürmek zorunda olduğu gerçeğini açıklar ancak. Ama daha da önemlisi,
bu analoji Nietzsche’nin görüşünün ciddi güçlüklerinden ikisinin altını
çizerken, görüşünün iki temel özelliğini de ön plana çıkarır. Nietzsche’nin
işin mantıksal doğruluğu açısından, bir kişinin hayatının herhangi bir şekilde
farklı olamayacağına ve yine ancak aynı kişinin hayatı olabileceğine inandığını
öğrendik. Nietzsche’nin, sahip olunan her özellik öznesi açısından aynı ölçüde
temeldir, bir özne sahip olduğu özelliklerden başka bir şey değildir ve sahip
olunan bu özellikler de bir şeyin diğer şeyler üzerindeki etkilerinden başka
bir şey değildir şeklindeki görüşünü tartışmış bulunuyorum. Bu görüş, “Eğer ...
yerine ... yapmış olsaydım, bu durumda ... yerine ... olmuş olacaktım”
biçiminde karşı-olgusal hiçbir doğru önermenin olamayacağını içerimler. Sahip
olduğum özelliklerdeki herhangi bir değişiklik, daha önce tanımlanan zincirleme
reaksiyon aracılığıyla, yaşamakta olduğum dünya kadar olmakta olduğum kişiyi de
tümüyle ortadan kaldıracaktır. Bundan dolayı, ideal hayat, kişinin kendisini bu
şekilde tahayyül etmesinin imkânsız olduğunun kavranmasına ve yukarıdaki gibi
herhangi bir karşı-olgusal önermenin doğru olmasını hiç istemeyecek türden bir
kişi haline gelmeye dayanır.
Bu edebi model,
gerçek bireyler yerine edebi karakterler üzerinde yoğunlaşarak, Nietzsche’nin
kendine özgü görüşüne ilişkin sezgisel bir açıklama sunar. Edebi karakterler,
ortaya çıktıkları, meydana geldikleri anlatılarda kendileriyle ilgili ifadeler
tarafından kullanılırlar: Aslında, kendileri hakkında söylenenlerden ne daha
fazla ne de daha az bir şeydirler. Bu karakterlerle ilgili her ayrıntı en azından
prensipte, bir ana fikir barındırır; bu ölçüde de karakter açısından temeldir.
İdeal duruma göre, bir karakter açısından tek bir eylemi bile değiştirmek hem
bu karakterin hem de karakterin ait olduğu öykünün bozulmasına neden olur.
Öykünün tutarlılığının sağlanabilmesi için (ve bu fikrin kendisinin tutarlı
olduğu varsayılarak) başından sonuna örtüşen değişiklikler yapmamız
gerekecektir ve böylece tümüyle farklı bir öykü yaratmış oluruz; eğer herhangi
bir şey farklı olsaydı, gerçekten de her şey farklı olmak zorunda olurdu.
Örneğin, Anna
Karenina, Vronsky’ye âşık olmayabilir miydi? Kocasını terk etmeyebilir miydi?
Oğlunu daha az sevebilir miydi? Aslında olduğundan daha az uzlaşımsal olabilir
miydi? Oblonsky’nin kız kardeşi olmayabilir miydi? Edebi karakterler hakkında
bu tür soruların yanıtlanması olanaksız değilse dc en azından çok zordur. Edebi
durumun tam da bu özelliği, Nietzsche’nin ideal kişi ve kusursuz hayat görüşüne
temel teşkil etmekte ve harekete geçirmektedir.
Ama aynı zamanda, tam da bu olgu, Nietzsche’nin tutumuyla ilişkili ciddi sorunlardan birini de oluşturur, çünkü edebiyat, tartışmakta olduğum türden karşı-olgusal önermeleri desteklemese bile, Nietzsche’nin edebi örnekten bizzat hayata genelleme yapmasının haklı bir tarafı olmaması söz konusu olabilir yine de. Nietzsche’nin kendisinin, herhangi basit bir ayrımı kabul etme konusundaki isteksizliği dile düşmüştür. Ama bunlar arasındaki temel farklılığın, tam da gerçekliğin, Nietzsche’nin edebiyat üzerinde çok fazla yoğunlaşarak evrensel olarak yanlış addettiği türde karşı-olgusal önermeleri destekleyebilmesine dayandığı öne sürülerek buna karşı çıkılabilir.
Öyleyse, ideal kişiyi ideal bir edebi karaktere ve ideal hayatı da ideal bir öyküye benzetmesi, Nietzsche’nin görüşünün birinci temel özelliğidir. Tam da bunun, aynı zamanda. Nietzsche'nin görüşünün ilk ciddi zayıflığı olduğu da öne sürülebilir. Ama bir sonraki bölümde de göreceğimiz gibi, Nietzsche’nin insanların hayatları ve karakterlerinin estetik, örgütsel özelliklerini vurgulaması, kendi görüşüne daha önemli bir itiraz oluşturmuyor olabilir. Kitabın son bölümünde de, Nietzsche’nin bu görüşü yerleştirdiği özgün kullanımın, bu itirazı tamamen etkisiz kılabileceğini göreceğiz.
Bu estetik model,
Nietzsche’nin yaklaşımının ikinci bir özelliğini ve belki de yanı sıra,
yaklaşımına eşlik eden başka bir zorluğu açığa çıkarmaktadır. Bu zorluk, ahlâki
bir boyutu düşünmeye mecbur bırakıldığında kişinin ne hissedebileceğine
ilişkindir. Bir sonraki bölümde göreceğimiz üzere, edebi bir karakter kusursuz
bir karakter olabilir ama aynı zamanda bu kusursuz karakter ürkütücü bir kişiyi
temsil edebilir. Nietzsche’nin insanlara sanki edebi karakterlermiş gibi,
hayata da sanki edebi bir yapıtmış gibi baktığını varsayarsak, önerdiği ideal
hayatın içeriğini belirsiz, tanımsız bırakmaya niçin bu kadar istekli olduğunu,
halta buna niçin can altığını anlayabiliriz pekâlâ. Açıktır ki, Nietzsche
kişinin eylemlerinin tutarlı, kendini ayakta tutan, çok iyi güdülenmiş bir
bütüne dönüşecek biçimde nasıl bir araya getirildiği sorusuyla, bu eylemlerin
kendileriyle ilgilendiğinden çok daha fazla ilgilenmektedir. Bütünün,
aralarından seçilecek tek bir eylemin diğerleriyle uygun biçimde ilişkili
olduğu eylemlerden oluşması koşulu sağlandığında, karakteri ne olursa olsun,
herhangi belirli bir eylem bu bütüne pekâlâ yerleştirilebilir. Edebi
karakterlerin anlaşılması ve bu karakterlere değer biçilmesi açısından merkez
teşkil eden, edebi karakterlerin eylemlerinin niteliği değil, bu
değerlendirmedir. Nietzsche’nin eylem tekleri ve tüm olaylar genelde kendilerinde
bir karakter barındırmazlar şeklindeki görüşü bile, bu modelle açıklanabilir.
Nietzsche’nin bir eylemin önem ve anlamının tüketilemeyeceğine ve bu eylemin
kişinin hayatının bütünüyle olan ilişkisine dayandığına inandığını görmüştük.
Edebi bir karakterin bir özelliği veya bir eylemi bu şekilde haklı
çıkarılabilir ve önemi de, bu karakterin ve karakterin ait olduğu anlatının
diğer özellikleriyle olan ilişkisinde kavranabilir.
Artık, Nietzsche’nin,
birisinin yaptığı hataları kişinin uzun süre ciddiye almaması gerektiği,
erdemin kişinin yaptığı şeye değil, yaptığı şeyin kişinin tüm benliğinin,
kişinin “kendi istemi”nin (Z. I. 1) dışavurumu olup olmadığına bağlı olduğu
görüşünü açıklayabiliriz. Bunlar bir kez daha tümüyle edebi karakterlerin
değerlendirilmesiyle ilişkili olan fikir yürütmelerdir. Karakter olarak
erdemleri, Nietzsche’nin gerçek insanlar için de temel olduğunda direttiği bu
tutarlılığa dayanır tam da. Karakterler ait oldukları anlatıyı oluşturan
olayların geri kalanı açısından inandırıcı ve temel nitelikte olduğu sürece,
yazarlar, ahlaken tiksindirici karakterler yaratmalarından ötürü suçlanmazlar.
Nictzsche'nin kendisinin büyük bir hayranlık beslediği bir yazardan (cf. 77,
IX, 45; A, 31) alınan, konuyu aydınlaın anlatıcısıdır. Zaman zaman edebi
simalara doğrudan doğruya ahlâki görünen bir tarzda yaklaştığımız doğru olsa
da, yaklaşımımıza temel teşkil eden değerlendirmeler bir kez daha estetik
değerlendirmelerdir. Ahlâka-aykırı bir karakter saçma olduğunda, kötü
örgütlendiğinde veya öyküde temel bir işlev üstlenmediği için zalimliği
nedensiz olduğunda bir kusur oluşturur: yani, olduğu haliyle varlığı için
ortada bir neden bulunmadığında ve “Niçin?” sorusuna verilebilecek tek yanıt
“Niçin olmasın?” olduğunda.
Ama tam da bu olgu,
şimdi, Nietzsche’nin yaklaşımıyla ilgili ikinci bir sorun olarak görünmektedir.
Nietzsche’nin böylesine hayran olduğu tümüyle bütünlüklü kişi ahlaken itici
olabilir pekâlâ. Daha sonra göreceğimiz gibi, Nietzsche’nin “ahlâka-aykırılığı
’, sık sık birbiriyle karıştırılan bencillik ve zalimliğe kabaca düzülen bir
övgü değildir (cf. D, 103). Bununla birlikte, birisinin Nietzsche’nin ideal
hayatına pekâlâ ulaşabileceği ama yine de tiksindirici olmaktan aşağı
kalmayabileceği yollu rahatsız edici düşünce varlığını korumaktadır hâlâ. Bizi
doğrudan etkileyemeyen edebi karakterler açısından bu pek de önemli
olmayabilir, ama bizi doğrudan etkileyebilen insanlar için önemli olduğu
düşünülebilir. Belki de, Nietzsche’nin görüşü konusunda doğru bir yaklaşım, onun
ideal hayatını, Übermensch'ın hayatını, her biri bizzat Nietzsche’nin böylesine
önemli bulduğu bütünlüğü ve tutarlılığı sergileyen pek çok tikel hayatın içine
yerleştirilebileceği bir çerçeve olarak düşünmekten geçer. Öyleyse, bu
hayatlardan bazılarını, özellikle de başka bir açıdan zalimce veya sakıncalı olanları
uygunsuz bularak dışlamak için bağımsız nedenler geliştirilmesi denenebilirdi.
Bunun nasıl başarılabileceğini bilmiyorum ve Nietzsche’nin kendisinin de
sonuçta gerekli kuralları sunmakla pek ilgilendiğini sanmıyorum. Sanırım
Nietzsche, sunduğu çerçevenin, kendisinin övmeyi isteyeceğinden daha fazla
hayat tipiyle bağdaştığının farkındadır. Bu, onun “ahlâka-aykırılığı”na içkin
bir risktir ve kendisinin de girmeyi istediği bir risktir. Ama aynı zamanda,
ebedi tekerrürde barınan sınavın hiç de kolay geçilebilecek bir sınav olmadığını
da aklımızdan çıkarmamalıyız. Gereklerini yerine getiren bir benliğin veya bir
hayatın inşa edilmesi son derece zor bir görevdir: Sanki her zalim kişi bunu
karşılayacakmış veya sanki Nietzsche bu tür birçok hayatı kınayamazmış gibi bir
durum söz konusu değildir. Ama ne var ki, Nietzsche dikkatini belirli tipleri
kendi kusursuz çerçevesinden dışlamak üzerinde yoğunlaştırmamıştır. Bundan
sonraki iki bölümde de göreceğimiz gibi, Nietzsche bu çerçeveye giren, uyan tek
bir tipin yaratılması gibi zorlu bir görevin üstesinden gelmeye çalışmaktadır.
Bu nedenle, ebedi
tekerrür modeline, Nietzsche’nin termodinamiğe dair yüzeysel düşünümlerinde
değil, yazıya böylesine derin bir şekilde gömülmesinde rastlanacaktır.
Nietzsche’nin ideal hayatını bir öykü modeli temelinde düşünürken, Proust’un
Remembrance of Things Past'ınca (Geçmiş Şeylerin Anımsanması) sunulan özel
biçimde düşünsek iyi olur. Bu kurmaca özyaşam öyküsünde anlatıcı, yazar olmak
için sarf ettiği abuk sabuk çabalarında yaptığı tüm aptalca, önemsiz, anlamsız,
tesadüfi, bazen de ürkütücü şeyleri en ince ayrıntısıyla aktarır. Tükettiği
zaman, tanıştığı insanlar, farklı dönemlerde benimsediği görüşler ve değerler,
ailesine karşı takındığı tutum, sevgilileri ve hizmetkârları, topluma girme
çabaları, davranışlarını biçimlendiren tutarsız ve genellikle de aşağılık
dürtüleri ve yanı sıra daha pek çok şey hakkında yazar. Yine de, sonunda bir
şekilde kendisinin yazar olmasını, tüm bu bağlantısız, tesadüfi olayları, en
sonunda ilk kitabına başlama kararını almasına yol açan bütünlüklü bir
örüntünün parçası olarak görmesini sağlayan da işte bu kopuk ve tesadüfi
olaylardır. Anlatıcı bu kitabın, yazar olmak için girdiği abuk sabuk çabalarda
yaptığı tüm aptalca, önemsiz, değersiz, anlamsız, amaçsız, tesadüfi,
gelişigüzel, bazen de korkutucu şeyleri tüm ayrıntısıyla anlatacağını söyler
bize. Kitap, tükettiği zaman, tanıştığı insanlar, farklı dönemlerde benimsediği
görüşler ve değerler, ailesine karşı takındığı tutum, sevgilileri ve
hizmetkârları, topluma girme çabaları, davranışlarını biçimlendiren tutarsız ve
genellikle de aşağılık dürtüleri ve yanı sıra daha pek çok şey üstüne
olacaktır. Ayrıca, bu bağlantısız, tesadüfi olayların sonunda bir şekilde
kendisinin yazar olmasını, eninde sonunda bunları, tüm anlamsız, tesadüfi ...
şeyleri anlatacağı ilk kitabına (henüz yazmaya başlamamış olduğu ama okuyucularının
tam o an bitirmiş olduğu bir kitap) başlama kararı almasına yol açan bütünlüklü
bir örüntünün parçası olarak görmesini nasıl olanaklı kıldığını da
gösterecektir.
Proust’un
anlatıcısının hayatının ille de Nietzsche’nin kendi özgün ideali olması gerekmediği
gibi, asla olmamıştır da. Ama kusurlarına rağmen ve hatta tam da kusurları
aracılığıyla, kusursuz bir hayat olan ve kusursuz bir hayat olarak görülen şeyi
anlatan ve sonsuz biçimde kendi üstüne kapanmayı sürdüren bu kusursuz roman
tarafından sunulan, üretilen çerçeve, ebedi tekerrür için olası en iyi
modeldir.
Bu tür kusursuz bir
hayata ulaşmak veya böylesi bir hayat yaratmak, bir anlamda zaten ortada olan
şeyin sürekli yeniden-yorumlanması kadar eylem de gerektirir; çünkü benliğin
tümü her eylemde örtük olarak bulunmaktadır. Nietzsche, kusursuz bir hayat
yaşamanın zaten ortada olan, benliğin ne olduğunu kavramak ve bu bilgiye göre
yaşamak olduğunu düşünüyor gibidir. Ama bu bilgiye göre yaşamak, kaçınılmaz
olarak, zaten olmuş olanla bütünleştirilmesi gereken ve yeniden-yorumlanması
zaten ortada olmayan bir benliğin yaratılması veya keşfedilmesiyle sonuçlanacak
olan yeni eylemler içerecektir. Yaratma ve keşfetme, bilgi ve eylem, edebiyat
ve hayat arasındaki bu karşılıklı etkileşim, Nietzsche’nin benlik anlayışının
merkezinde yatmaktadır. Bu gerilim önümüze şimdi de, Zerdüşt’ün en kafa
karıştırıcı öz-betimlemelerinden birini anlama görevini çıkarıyor:
“Tepeden tırnağa böyleyimdir oldum olası:
Çekerim, yukarı çekerim, kendime çekerim, kaldırırım; çeken, eğiten,
yetiştiren, bir zamanlar kendi kendine şöyle öğüt veren biri, hem boş yere
değil ha: Kendin ol! Neysen o ol!”
(Z, IV, 1).
Nietzsche’nin kendisi
Zerdüşt’ün öğüdüne kulak verir. Kendine özgü biçimde, bu öğüdü hayatının amacı
olduğu kadar yapıtının konusu kılarak izler; tutarlı bir biçimde, temelde başka
hiç kimsenin değil; kendi yolu kılan ve kendi yolu olarak gösteren bir tarzda
bu öğüde uymaya çalışır.
*
Edebiyat Olarak Hayat
"Nietzsche Açısından"
Alexander Nehamas
sf. 193 - 230
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder