Yazmak - Marguerite Duras



İnsan, ancak evin içinde yalnız. Ve kendinin dışında değil, içinde. Parkta kuşlar var, kediler. Ama bir kez de bir sincap, bir gelincik. İnsan, parkta yalnız değil. Ama evin içinde öyle yalnız, öyle yalnız ki ara sıra kayboluyor. On yıldır eve kapanıp kaldığımı yeni algılıyorum. Yalnız. Ve bunu, kendime ve başkalarına bugün olduğum yazar olduğumu belleten kitaplar yazmak için yaptığımı. Nasıl oldu bu? Ve nasıl anlatılabilir? Söyleyebileceğim, Neauphle yalnızlığını benim yaratmış olduğum. Kendim için. Ve yalnızca o evin içinde yalnız olabildiğim için. Şimdiye kadar yazmadığım biçimde yazabilmek için. Ama henüz benim de bilmediğim, daha hiç kararlaştırmadığım, kimsenin hiç kararlaştırmadığı kitaplar yazmak için. Le Ravissement de Lol V. Stein'i ve Konsolos Yardımcısı'nı orada yazdım. Ve daha başkalarını, onlardan sonra. Yazı'mla baş başa kalmış, yalnız biri olduğumu, her şeyden çok uzak olduğumu anladım. Bu belki de on yıl sürdü, artık bilemiyorum, yazmakla geçirdiğim zamanı, kısaca zamanı ender olarak hesapladığım oldu.

Kitap yazan birinin,çevresindeki öteki insanlarla arasına her zaman bir mesafe koyması gerekir.Yalnızlıktır bu. Yazarın,yazılı şeyin yalnızlığıdır. İşe başlamak için, insan kendi kendine, çevresindeki o yalnızlığın ne olduğunu sorar. Ve bunun aslında evin içinde attığı her adımda, günün her saatinde, ister dışarıdan gelsin, ister gün ortasında yakılan lambaların ışığından gelsin, her türlü ışık altında kendine sorar. Bedenin bu gerçek yalnızlığı, yazının dokunulamaz yalnızlığı haline gelir. Bundan kimseye söz etmiyordum. İlk yalnızlığımın o döneminde, yapmam gereken şeyin yazmak olduğunu bulgulamıştım bile. Raymond Queneau daha o zaman doğrulamıştı beni. Bunu doğrulayan, onun şu tek cümlesindeki yargıydı: "Başka hiçbir şey yapmayın, yazın."

Yazmak; yaşamımı dolduran, beni büyüleyen tek şey buydu. Ben de öyle yaptım. Yazma edimi hiç ayrılmadı benden.

Yalnızlık hazır bulunmaz, oluşturulur. Yalnızlık, yalnız başına oluşturulur. Ben öyle yaptım. Çünkü orada yalnız olmam, kitap yazmak için yalnız kalmam gerektiğine karar vermiştim. İşte böyle oldu. Bu evde yalnızdım. Bu eve kapandım - tabii korkuyordum da, buna kuşku yok. Sonra da sevdim yalnızlığı. Bu ev, yazı evi haline geldi. Kitaplarım bu evden çıkıyor. Ayrıca bu ışıktan da, bu bahçeden. Küçük gölden yansıyan bu ışıktan. Şu söylediğim şeyi yazabilmek için yirmi yıl beklemem gerekti bana. 

İstediğimi istediğim kadar söyleyeyim, insanın neden yazdığını ve nasıl olup da yazmadığını hiç bulamayacağım.

Bir deliğin içinde, o deliğin dibinde neredeyse tam bir yalnızlık içinde olmak ve sizi bundan yalnızca yazının kurtarabileceğini bulgulamak. Kafanızda hiçbir kitap konusu, kitap düşüncesi yoksa bu, önünüzde bir kitap var, yeni bir kitapla karşı karşıyasınız demektir. Bir sonsuz büyüklük, bomboş. Olası bir kitap. Hiçliğin karşısında. Canlı ve çıplak bir yazının karşısındaymışsınız gibi, korkunç, aşılması korkunç bir şey. Yazan kişinin kafasında kitap düşüncesi yoktur, sanırım, elleri boştur, kafasının içi boştur ve bu kitap macerası onun için yalnızca kuru ve çıplak yazıdır, geleceksiz, yankısız, uzak, altın kurallarıyla, temel kurallarıyla: yazım, anlam.

Ben evde yazarken, benimle birlikte her şey yazıyordu. Yazı her yerdeydi. Ve dostlarımla karşılaştığımda, onları hemen tanıyamadığım oluyordu. Böyle bir çok yıl geçti, zor, benim için, evet, belki on yıl, sürdü bu. Ve dostlar, en yakın dostlarım bile beni görmeye geldiğinde, bir felaket oluyordu. Benimle ilgili hiçbir şeyden haberleri yoktu dostların: Bana iyilik yapmak istiyorlardı ve ince düşünceli olduklarından beni dolaşmaya geliyorlardı, iyi yaptıklarını düşünerek. Ve işin en garip yanı, ben hiç de böyle düşünmüyordum.

Yazı, yabanıl kılıyor insanı. Yaşam öncesi bir yabanıllığa ulaşıyorsunuz. Ve bu size her seferinde aşina geliyor; ormanların yabanıllığı bu, zaman kadar eski. Her şeyden korkmanın yabanıllığı, farklı ve yaşamın özünden koparılamaz bir yabanıllık. Bütün varlığınızla sarılıyorsunuz. Beden gücü olmadan yazılamaz. yazının başına oturabilmek için, kendinizden daha güçlü olmanız gerekir, yazdığınız şeyden daha güçlü olmanız gerekir. Tuhaf mı tuhaf bir şey bu, evet. Yalnızca yazma edimi değil, yazılan şey de gece ortaya çıkan hayvanların çığlıklarıdır; hepimizin, sizin ve benim, köpeklerin. Toplumun kitlesel, umut kırıcı sıradanlığı. Çekilen acıdır, İsa'dır ve de Musa ve firavunlar ve bütün yahudiler ve aynı zamanda mutluluğun en şiddetli sancısıdır. Böyle olduğuna hep inandım.

Tuhaf kişidir yazar. Bir çelişkidir, aynı zamanda da bir anlamsızlık. Yazmak konuşmamaktır da. Susmaktır. Sessiz çığlıklar atmaktır. Huzur veren biridir yazar, çoğu kez; çok dinler. Çok konuşmaz, çünkü insanın yazmış olduğu bir kitaptan birine söz etmesi olanaksızdır, özellikle de yazmakta olduğu bir kitaptan. Olanaksızdır bu. Kitap sinemanın karşıtıdır, tiyatronun ve öteki gösterilerin karşıtıdır. Bütün okumaların karşıtıdır. Hepsinden zordur. En berbat olandır. Çünkü kitap, bilinmez olandır, gecedir, kapalıdır, evet, öyledir. İlerleyen kitaptır, büyüyen, bildiğinizi sandığınız yönlerde ilerleyen, kendi yazgısına doğru, bu arada yazarının yazgısına doğru ilerleyen, yayımlandığında yok olan yazarın: ondan ayrılmak, düşlenen kitaptan, son doğan çocuk gibi, hep en çok sevilen. 






Açık bir kitap gecedir de. 
Nedendir bilmem, söylediğim bu söz beni ağlatıyor.

Umutsuzluğa karşın yine de yazmak. Hayır: umutsuzluk içinde yazmak.

Bir yazarın yalnızlığında, canına kıyma vardır. İnsan, kendi özündeki yalnızlığa varıncaya kadar yalnızdır. Her zaman akıl almaz bir şeydir bu. Her zaman tehlikeli. Evet. Kendinizin dışına çıkmaya ve çığlık atmaya yeltenmenin bedelini ödersiniz.

Yaşamımın büyük okumaları, bana ait, yalnızca benim olan okumalar, erkek yazarlar tarafından yazılan metinler oldu. Michelet. Michelet ve yine Michelet, insanın gözünden yaşlar gelinceye kadar. Politik metinler de, ama daha az. Saint Just, Stendhal ve garip ama Balzac değil. Metinlerin metni, Eski Ahit'tir.

Kriz denebilecek şeyden, hani sinir krizi ya da yavaşlık ve alçalma krizi denen şeyden ya da yalancı uykuyu andıran o durumdan kendimi nasıl kurtardım bilemiyorum. Yalnızlık, o krizdi biraz da. Bir tür yazı. Ve okumak, yazmaktı.

Böyle yaşayınca, yani benim yaptığım gibi, size anlattığım gibi yaşayınca, o yalnızlık içinde insan uzun vadede bazı tehlikelerle karşı karşıya kalıyor. Bu kaçınılmaz. İnsan denen yaratık yalnız kalır kalmaz, mantıksızlığa doğru inişe geçiyor. Bunun böyle olduğuna inanıyorum: kendini yalnızca kendine teslim eden insanın deliliğe adım attığını düşünüyorum, çünkü o durumda önünde, kendini kişisel bir sayıklamaya, coşkuya kaptırmasını engelleyecek hiçbir şey kalmıyor.

Hiçbir zaman yalnız değilsiniz. Fiziksel olarak hiçbir zaman yalnız kalamıyorsunuz. Nerede olursanız olun. Her zaman bir yerdesiniz. Mutfaktaki sesleri duyuyorsunuz, televizyonun ya da radyonun sesini, komşu dairelerdeki sesleri ve tüm evin içindeki sesleri. Özellikle de benim her zaman yaptığım gibi, sessizliği benim istediğim ölçüde istediğinizde.

Yalnızlığa her zaman delilik eşlik eder. Bunu biliyorum. Deliliği görmezsiniz. Kimi zaman onun varlığını önceden sezinlersiniz ancak. Bunun başka türlü olabileceğini sanmıyorum. İnsan, içinde ne var ne yok ortaya dökmüşse, bir kitabı dolduracak kadar şeyi yani; kimseyle paylaşılamayacak belirli bir yalnızlık içinde demektir.

Kentlerde, kasabalarda, her yerde, yazarlar yalnız kişilerdir. Her yerde ve her zaman, öyle olmuşlardır.

İnsan içinde bir yabancıyı barındırır: yazmak, işte o yabancıya ulaşmaktır. Budur ya da hiçbir şey değildir.

Yazma hastalığı denen bir hastalıktan söz edilebilir.

İnsanın özünde bir yazma çılgınlığı öfkeli bir yazmak çılgınlığı vardır, ama deliliği bu yüzden yaşamaz insan. Tam tersine.

Yazı, bilinmeyendir. İnsan, yazmaya başlamadan önce ne yazacağı hakkında hiçbir şey bilmez. Kafasının içi dupduru olsa da.

Yazı, içindeki bilinmeyendir onun, kafasının içindeki, bedeninin içindeki bilinmeyen. Bir düşünce bile değildir yazmak, insanın kendi kişiliğinin yanında sahip olduğu bir tür yetidir, kendine koşut bir başka kişinin yetisi, ortaya çıkıp ilerleyen, gözle görülmez, düşünceyle, öfkeyle donanmış ve kimi zaman, kendi edimi yüzünden yaşamını yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalan.  

İnsan, ne yazacağını bilebilseydi, o işi yapmadan, yazmadan önce; hiçbir şey yazmazdı. O zahmete değecek bir şey olmazdı bu.

Yazı, yel gibi gelir, çıplaktır, mürekkeptir, yazıdır ve yaşamda başka hiçbir şeyin geçmediği gibi geçip gider, başka hiçbir şey değil, yalnızca o, yaşam.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder