Rimbaud etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Rimbaud etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Patti Smith / Rimbaud



*
Patti Smith Rimbaud'nun mezartaşı üzerinde gezinirken.
*


RİMBAUD / Thomas Bernhard


Fransa’nın şairi gerçek bir temeldi, mısraları kanlı canlıydı. Bu söz üstadı için, çevrilmesi imkânsız Rimbaud için yüz yıl dediğiniz hiçbir şeydir. O konvansiyonel olmayan bir usulle hayatı köküyle birlikte pençelerine taktı, aynı zamanda da onu saygı ve ölüme düşkünlüğüyle kavradı. Rimbaud’nun şiiri tamamlanmıştır, o yirmi üç yaşındayken kitabını kapattı, “Sarhoş Gemi”sini, “Esinlenişler'i, “Cehennemde Bir Mevsimini. Bir daha asla şiir yazmak için kalemine dokunmadı, içini edebiyattan tiksinme almıştı. Ama işini tamamlamıştı, bu kadarı yeterdi. “Absürde! Ridicule! Degoûtant! - mısralarından hayranlıkla bahsettiklerinde ve onu Fransa’daki edebiyat âlemine geri kazanmaya çalıştıklarında Rimbaud lafı işte böyle geçiştiriyordu.

Rimbaud 20 Ekim 1854’te Charleville’de doğdu. Babası subay, annesi başka her kadın gibiydi, oğlunun iyiliğini düşünüyordu ama hamuru mayalanmaya başladığında, dokuz yaşındayken ilk mısralarını, ilk “denemeler”ini, hayallerini, Fransa’nın en iyilerinden sayılan ilk şiirlerini okuldan eve getirince annesini bir şüphe ve çekingenlik aldı. Rimbaud, 1870 Temmuzunda “Sancho Pansa’nın Eşeğine Hitabesi”ni anlattığı mükemmel Latince mısraları için ilk ödülünü alır. Daha üniversitedeyken Ardenler’deki bir gazete için yazılar yazar ve hem Napolyon’a hem Bismarck’a aynı şiddette saldırır. insanların fakirliğini görmek ve derdini çekmek için Paris’e yayan gider, insanların ıssızlığının ve insanlardan korkusunun içine dalar ve her bir bulvarın arasındaki canından bezmişlerin ve beşparasızların koynuna atılır. Anlatıldığına göre o sıralarda saçları at yelesi kadar uzundur, yanından geçen biri berbere gitsin diye ona dört sou sunar, “Charlevilleli Şair” de tutar parayı tütüne yatırır. Sonra Babylon Kışlasında, ırkların ve sınıfların bu yoğun karışımında, ihtilale tanık olur ve hararetle haykırır: “Ben işçi olmak istiyorum! Mücadeleci olmak!” - Sekiz günlük bir mücadeleden sonra hükümetin birlikleri başkente hücum eder, esir alınan ihtilalcilerinin, yani Rimbaud’nun dostları ve yoldaşlarının kanı akar. Hayatının ilk büyük sarsıntısını atlatmış olan kendisiyse mucize eseri oradan kurtulur. Ama Charleville artık yuvası olmaktan çıkmıştır.

Rimbaud bir şehitti, “sosyal” birisiydi ama asla politikacı değildi. Politikayla da, sanatın yabancılaşmasıyla da ne ilişkisi ne ortak noktası vardı. Bir insandı, ne eksik ne fazla ve insan olarak zihnin uğradığı tecavüz onu asabileştiriyordu. Charleville’de bir köşeye oturup hararetli şiirleri “Sarhoş Gemi”yi -halbuki henüz denizi tanımıyordu- ve bir cümbüş, nefret uruna karşı bir itham ve Paris insanının günahlarının şiiri olan “Paris Tekrar Nüfuslanıyor” şiirini yazdı; içini öfke sarmıştı, nehir boyu yürürken “manen sükuna ermesi saatler sürüyordu.” O muhteşem “Kilisedeki Zavallılar” isimli manzum yapıtını “kalbi güm güm atarak, tahtadan meleklere durmadan bakıp arkalarında tanımın olduğunu sanan pasaklı çocukların yanında...” yazdığında Rimbaud on yedi yaşındaydı, Rimbaud komünistti, evet ama Champs-Elysees’de sarayları ateşe vermek isteyen değil, bir zihin komünistiydi, şiirinin ve sembolik düzyazısının komünistiydi.

Fransa’da saygı duyduğu yaşayan tek şair olan Verlaine’e mısralarını gönderdiğinde Verlaine ona, “Venez, chere grande âme! ” gibi klasikleşmiş bir cümleyle cevap verir. Sarhoşluğa doymuş salonlara bir tanrı gibi girip çıkan “Paris’in şairi” evinin kapısında “vakur” bir adam yerine on yedisindeki üstü başı perişan jean’ı bulunca nasıl da hayrete kapılır. İşte bu adam “Sansasyon’ü, o büyük ve yakıcı şiiri ardında bırakmıştır. Heyhat, ne devirlerdi onlar!

RİMBAUD


15 Temmuz (hava yine çok sıcak, öğleyin otuz-otuz beş derece, gece yirmi beş-otuz derece arası, oysa Harar geceleri on-on beş dereceyi geçmez) her şey yaşanır olmaktan çıkmış ve pahalı, hastane "doktor dahil" on frank.

 "Tek bacağıma pabucumu ancak giyebiliyorum... Gecemi gündüzümü, dolaşma olanaklarını düşünerek geçiriyorum: Gerçek bir işkence! Şunu bunu yapmak, oraya buraya gitmek, görmek, yaşamak, gitmek istiyorum: Olanaksız, en azından uzun bir süre için ya da sonsuza dek olanaksız."

Rimbaud'nun isteği; görmek, yaşamak, gitmek.

"İnanın, diye yazıyor günün birinde Rimbaud, inanın davranışlarım kusursuz. Yaptığım her şeyde, beni istismar eden daha çok başkaları."


İnanılıyor.


"Çalışmak ve hayatını kazanmak için bir yerde kalmak zorunda olmaksızın" (hayatını kazanmak!) yolculuk etme olanağı olsa, onu iki ay aynı yerde bulamayacaklarını söylerken de inanılıyordu Rimbaud'ya.


 "Dünya çok büyük ve gezmek için bin ömrün yetmeyeceği olağanüstü diyarlarla dolu."

Dizinden ve bacağından dolayı zorunlu olarak yerinden kıpırdayamazken, askerî makamlar onun nereye gittiğini merak ediyorlar: Bundan daha tuhaf veya daha kötü bir yazgı düşünülemez. Marsilya'daki Conception hastanesinden yazdığı Temmuz 1891 tarihli mektuplar bunu doğruluyor.

10 Temmuz:

"Koltuk değneklerini kullanmaya başladım. Ne sıkıntı, ne yorgunluk, eski yolculuklarımı düşününce ne hazin bir durum bu, daha beş ay önce ne kadar hareketliydim! Tepeleri aşarak yapılan koşular; at gezintileri, dolaşmalar, çöller, nehirler ve denizler nerede? Şimdi kötürüm yaşıyorum (...), ömür geçti, bense hareketsiz bir kütükten başka bir şey değilim"


Philippe Sollers

Rimbaud Efsanesi


Erginlik çağında Rimbaud kime benziyordu acaba? Otuz yaşındaki serüvenci, yazdığı şeylerden, dolayısiyle de kendi kişiliğinden, kendisi olduğunu sandığı kişiden nefret ediyordu. Bizi büyüleyen delikanlı, olgunluk çağına gelince, eski Rimbaud’dan iğrendi; bizler çocukluğumuza sevgiyle eğildiğimiz halde, o, çocukluğuna bakmak bile istemiyordu. Charleville’den, annesi Rımb’den, annesinin güçlü bileğinden kaçan düşçü Parmak Çocuk’u geçmiş günler duygulandırmıyordu ; çocuk ayaklarının kanadığı yolları ansımıyordu.

iste böyle, bir zaman gelir, şiirin yalnızlığını yaşıyan, onu ta içinde duyan, sözcüklerle bu yalnızlığı dile getiren kişi, sonra küçümser onu, yadsır. Ondan kaçmıştır, onu fırlatıp atmıştır çünkü; geriye sadece bir biçim olarak kalan, bir böcek düşüncesi olarak kalan saydam koza kurtları, yazılı sayfalarda bizler buluruz şairin yalnızlığını. Olgunluk çağındaki Rimbaud, on sekiz yaşındaki varlığını kuran şeyleri bile ansımıyordu artık. Bizden de çok, onu seven bizlerden de çok daha yabancıydı o eski varlığına. Daha ileri gideyim: belki de iğrenç, kirli imgesinden hayatı boyunca kaçmak istemişti, içinde, bakışları altında tuttuğu, bizim ona verdiğimiz o melek yüz değil de; bitlerle kemirilmiş sert, kaba bir baş, pirelerle dolu koltuk altları, gün ağarır ağarmaz onu pençeliyen pelinli içkiyle çürümüş bir ağızdı. Kaç kez yolumuz üstünde rastladık bu Rimbaud’ya da, öbür kaldırıma geçtik! Gerçek Rimbaud mu? Campagne-Premire caddesinde onunla birlikte oturmuş olan yaşlı Forain : «iri bir köpek diye tanımlıyor onu bize.

Asıl bizim Rimbaud'muz, kendisi değil, biziz; işte gerçek Rimbaud, düşünüp gerçekleştiremediğimiz başıboş kişidir, doğduğumuz, yaşadığımız, öldüğümüz burjuva odasından hiçbir zaman kaçamıyacak olan bizleriz : Rimbaud efsanesi budur. -

jim dine 1973, rimbaud

VERLAİNE & RİMBAUD


Gerek erkekler arası, gerek kadınlar arası eşcinsel ilişkilere değgin en çok şiir yazan Fransız şairi Paul Verlaine’dir. Belçika’da yayınladığı ve Fransa’da yasaklanan Dostlar (Les Amies) adlı kitabı iki bölümden oluşur. Kadınlar (Femmes) başlığını taşıyan birinci bölüm sevici kadınlarla (lezbiyen), Hombres adını taşıyan ikinci bölüm ise eşcinsel erkeklerle ilgilidir.

Paul Verlaine biseksüeldi, kadınlarla olduğu kadar erkeklerle de sevişmekten zevk alıyordu. Erkeklerle ilişkisinde edilgen (pasif homoseksüeldi).

Zevk dizelerini yazan lise öğrencisi Paul Verlaine kendisinden sekiz yaş büyük ve annesiyle aynı adı taşıyan teyze : kızı Elisa Moncomble’a âşıktı. Evli ve hamile Elisa’nın gebelik sancılarını dindirmek için doktoru afyon hapları veriyordu. Elisa ölçüyü kaçırıp genç yaşta ölünce romantik lise öğrencisi kendini içkiye ve serseriliğe verdi. Erkeklerle eşcinsel ilişkileri de bu yaşlarda başladı.

Verlaine liseyi bitirince Paris belediyesinde memur oldu. Mathilde Maute ile evlendiğinde Lucien Viotti adlı bir gençle de eşcinsel ilişkilerini sürdürüyordu. Verlaine evlenince Lucien ruhsal bunalıma düşüp gönüllü askere yazıldı ve savaşta öldü. Vicdan azabı çeken Verliane kendini içkiye verdi, öcünü karısından almaya kalktı. Henüz on sekiz yaşındaki toy ye hamile karısını kıyasıya dövüyordu.

1871 Eylül’ünde Charleville’den, kaynatası ve kaynanasıyla birlikte oturan Verlaine’lerin evine, 17 yaşında, Arthur Rimbaud adlı bir şair konuk geldi. Garip, şaşkın, kuşkucu, gözleri sevi çiçeğinin rengini, tavrı ve davranışı cezaevi kaçkınlarını andıran bu çocuğa baktıkça Mathilde ve annesi kötü bir geleceği sezinler gibi ürküyor, telaşlanıyordu. Nitekim, Lucien Viotti’den boşalan yeri bu hırçın "köylü" doldurdu, iki şair artık tüm zamanı meyhanelerde ve Paris sanatçılarının içkili toplantılarında geçiriyor, eve sabaha karşı dönüyorlardı. Verlaine’in kaynatası zengin bir zeytin yağı tüccarıydı ve evin bütün giderlerini o karşılıyordu. Verlaine kaynatasının parasıyla, Rimbaud ile birlikte Paris’in tadını çıkarıp burjuva hayatı yaşarken, karısı zavallı Mathilde'in payına da dayak ve sövgü düşüyordu.

Rimbaud kendini anlattığı bir düzyazılmış şiirinde "enerjiyle dolu olmasına rağmen kadınları sevmezdi" diyor. On yedi yaşındaki delikanlıyı ilk eşcinsel ilişkiye ondan on yaş büyük, Parisli burjuva Verlaine mi alıştırdı? Yoksa Rimbaud’nun daha önce böyle bir uygulaması var mıydı? Kimi araştırmacılara göre, Rimbaud, Komün ayaklanması sırasında Paris’e gelip bir kışlada kalıyor. O sıralarda kent en çetin günlerini yaşamakta, insanlar ölümle hayat arasında bir gidip bir geliyor. Bu keşmekeş içinde yiğitliklerin yanı sıra bireysel davranış ve alışkanlıklar da kendine ortam bulabiliyor. Kışlada askerler, işçiler, ulusal korucular, denizciler, karacılar balık istifi gibi üst üste. Ağızlarında sövgüler, salyalarını akıta akıta tütün çiğneyen bazı eşcinseller, düşler ve devrim aşkıyla dolu delikanlı Rimbaud’ya çetin anlar yaşatıyorlar. Sonunda bir onbaşı zorla üstüne çekiyor Rimbaud’yu Araştırmacılar, şairin Çalınmış Yürek şiirini bu olay üzerine yazdığını ileri sürerler:

"Üzgün yüreğim akıyor gemiye/ Bir gevişlik tütün salyası gibi (...)
Ya bu kaba saba sözler ne diye/ Adamların bu zevzek gülüşleri (,..)
Hep belden aşağı edepsiz laflar/ Onu nasıl baştan çıkardı bakın!/ 
Dümende de o biçim resimler var/ Sevişmeler, kalkmış cinsel organlar".

 Şiirdeki yürek, penisin; salya ise meni’nin simgesidir.

Kaldığımız yere dönelim. Rimbaud Verlaine’lerin evinde konuk. İki şair gece sabaha dek içip gündüz uyuyorlar. Verlaine genellikle, Rimbaud’dan önce kalkıp, delikanlının odasına giriyor usulca. O uyurken özlem dolu gözlerle seyrediyor: 

"Geldim bu akşam, yatağına eğildim /Seyrettim o tapılası bedenini/
Baktım dua eden bir derviş gibi /Oy, güneş altında her şey boşmuş, dedim (:..)
/Ne zor seni sevmek, aşkım, ince gülüm!/
Kapatacak mı gözlerimizi ölüm /Tükenecek mi soluk uyurken böyle? (..)" 

Tutkun Verlaine, Rimbaud uyurken uyanmasın diye karısı Mathilde’in bile koridorlarda dolaşmasını istemez:

 "Bak, öğlen oldu bayan. Uyuyor çocuk ruhum/ Dolaşma, adımlardan uyanır, korkuyorum (...)/ Öğlen oldu suladım her yanını odanın / Umut parlak bir çakıl zamanın kuytusunda/ Ah, ne vakit açacak gülleri sonbaharın"

Verlaine'in kaynatası Bay Maute Paris’e, eve dönünce Rimbaud'nun saltanatı da sona erer. Banville'in yardımıyla delikanlıya çatı katında bir oda bulunur. Verlaine’in şair arkadaşları çocuk şairin geçimini sağlamak için aralarında bir fon kurarlar. Verlaine artık Rimbaud ile çatı katında buluşur. Bir şiirinde kendini "uysal mürit" olarak tanımlayarak kasabalı delikanlıya şöyle seslenir:

 "Ey dehşet, buyruğundayım, al beni (...) 
Tırmanıyorum sana, çık kalçalarıma, tepin!”

 Rimbaud’ya "dehşet (terreur)" adını takmış Verlaine. Çünkü bu vahşi kasabalı, "Şairler Prensi" dediği Paul Verlaine’in bedenine karşı çok acımasız, sadik; sevişirken bıçakladığı da oluyor. Bir gün, kıskançlık nedeniyle kendisiyle kavga eden karısı Mathilde’e gömleğinin düğmelerini çıkarıp yara izleriyle dolu göğsünü gösterir Verlaine ve "Kaplanlar gibi sevişiyoruz!" der. Rimbaud davranışlarında ve insanlarla toplumsal ilişkilerinde ne kadar azgınsa Verlaine de cinsel ilişkilerde o kadar azgındır, ateşi hiç sönmez. Yalnız Rimbaud’yla değil, "Gavroche" adıyla bilinen ressam Forain ile de eşcinsel ilişki içindedir. Mathilde anılarında şunları yazar: 

"Verlaine bir gün bana, ‘esmer küçük kediyle birlikte olduğumda iyiyim, çünkü esmer küçük kedi çok uysal, sarışın küçük kediyle birlikteyken kötüyüm, çünkü sarışın küçük kedi çok yırtıcı ’ demişti, o zamanlar bu sözlerin gerçek anlamını sökememiştim. Meğer esmer küçük kedisi Forain, sarışın küçük kedisi Rimbaud’ymuş."


İki şair arasındaki eşcinsel ilişki Paris sanatçılarının alay konusu olur. Odeon Tiyatrosu’ndaki bir galadan sonra bir gazetenin sanat haberleri sütununda yayıncı Lepelletier’nin imzasıyla şu satırlar çıkar: "Bu galaya Verlaine de genç bir hanımla, kolunda matmazel Rimbaud’yla geldi." Verlaine evli, çoluk çocuk sahibi, kart ve çirkin. Rimbaud bekâr, genç, bakışları vahşi ve sert ama yüzü bir genç kız yüzü gibi, güzel. Bu nedenle Paris sanat çevresi Verlaine’i etken, Rimbaud’yu edilgen 'sanıyor. Oysa tam tersi.

ÖZGÜRLÜK


Yaşam başka yerde, diye yazmıştı öğrenciler Sorbonne'un
duvarına.

Çünkü gerçek yaşam başka yerde. Öğrenciler kaldırım taşlarını söküyorlar, arabaları deviriyorlar, barikatlar kuruyorlar. Dünyaya zorla girişleri güzel ve gürültülü; alevlerle aydınlatılıyor ve gözyaşartıcı bombaların patlamalarıyla selâmlanıyor. Paris komününün barikatlarını düşleyen ve Charleville'den oraya gitmeyi asla başaramayan Rimbaud'nun kaderi ne kadar da acıklıydı. Ama 1968'de, binlerce Rimbaud'nun, ardında dikildikleri ve dünyanın eski efendileriyle her tür uzlaşmayı reddettikleri kendi barikatları vardı. İnsanın özgürleşmesi ya tam olacak ya da olmayacaktır.

Ve Rimbaud soluk almaksızın koşuyordu, Stuttgart'a, Milano'ya, Marsilya'ya, Aden'e, sonra Harrar'a ve dönüşte tekrar Marsilya'ya. Ama artık tek bacağı kalmıştı ve tek bacakla koşmak güçtür.

Rimbaud'nun tabutunun üzerindeki taş yerine kondu bile, ama anlatılanlara bakılırsa annesi Charleville'deki aile mezarlığını açtırmış. Şu siyah giysili soğuk kadını görüyor musunuz? Karanlık ve rutubetli deliği inceliyor ve tabutun yerine konduğuna ve kapadığına kanaat getiriyor. Evet, her şey yerli yerinde. Arthur dinleniyor ve kaçmayacak. Arthur artık hiç kaçmayacak. Her şey yerli yerinde.




Annesi babası olmamak özgürlüğün ilk koşuludur. Ama dikkat edin, ana babasını kaybetmek değil sözkonusu olan. Gerard de Nerval'ın annesi, o daha kundaktayken öldü, buna karşılık o, tüm yaşamı boyunca annesinin güzel gözlerinin hipnotize edici bakışları altında yaşadı.

Özgürlük ana babaların reddedildiği ya da gömüldüğü yerde değil,  olmadıkları yerde başlar:

İnsanın, kimden olduğunu bilmeden dünyaya geldiği yerde.

İnsanın ormana atılmış bir yumurtadan dünyaya geldiği
yerde.

İnsanın, gökyüzü tarafından yere tükürüldüğü ve hiçbir
minnet duygusu olmaksızın ayağını yere bastığı yerde.


*
Yaşam Başka Yerde'den

Rimbaud'nun Eşcinselliği



Rimbaud’nun, kendi sözüyle düşkünlüğünü (eşcinselliğini) Verlaine’le ta 1872 ilkbaharından beri paylaştığı kesinse bile, bu bağlanmada Cehennemde Bir Mevsim’in en ünlü bölümünde gönderme yapılan ve Rimbaud’nun yaşamöyküsü üstünde çalışanların kafasını karıştıran aşk çalkantılarının kısa süre içinde yaşandığını sanmıyorum. Bu ilk ayların Rimbaud’su için eşcinsellik, bilinçli altüst edişinin bileşenlerinden biri olsa gerekti, o kadar. Dediği gibi, bir düşkünlük niteliği taşıyordu yalnızca; her türlü arayışta karanlık tarafa -nesnedeki donukluğa, kişideki şeye, saflığı ve duruluğu kuşkuculuk ve alayla reddeden her şeye- bir razı oluş olarak anlamalıyız düşkünlük sözcüğünü. Yoksun bırakılan, başkaldıran Rimbaud’nun gözünde sorun bir cinselliğe bir başka cinsellikle karşı koymaktan Çok, normlara sapkınlıkla karşı koymaktır. Her tür zevke karşı bir soğukluk -bazen belki bir iğrenti- göstermek. Onun sürgünden doğan eşcinselliği uzun süre bir sürgün biçimi olarak kalır -Ve hep içtenliğini koruyan bir yapıtta bu yüzden hem böylesine derinde hem böylesine güçlükle görülür. Eşcinselliği eğer bir mutluluk olarak yaşasaydı, yapıtının en soyut noktasında Rimbaud’ya saplantılarını ve seçimlerini benimsetirdi. Bir başkaldırı olarak yaşandığı için de onu evrenseli düşünmeye götürür. Bu altüst oluş aylarındaki eşcinselliği, Rimbaud’nun hayran olduğu forsanın “azizliğine” benzetiyorum, Çünkü estirmeyi amaçladıkları duygusal kıyıma karşın, Müstehcenlikler'deki ses bile üzüntülü bir saflığın sesidir.

Hem Rimbaud’nun kendisinin bize söylediğini neden duymazlıktan gelelim? Ama eşcinselliği gerçekse ve onu Rimbaud’nun hiçbir biçimde ahlaksal bir hata olarak görmediği kesinse de, onu öteki sevginin felaketi olarak tanımlamıştır, hem de buna üzülerek. Öteki sevgiyi hep arzulamış, denemiştir. Öteki sevgi, Anı’da hareketsiz sandalın yanında anneyi simgeleyen sarı çiçeğin karşısındaki mavi çiçektir. Merhamet Rahibeleri’nin söz ettiği bir an için taşınan kadın’dır. Bir akşam, yazacaktır çok sonraları, Dizlerimin üstüne oturtttum Güzelliği. -Ve acı buldum onu. Gizemli bir yasak bulmuş olmalı karşısında; bu yasak onu tuhaf ve üzücü hatalara itmişti; Kötü Kan’da da söz edecektir bundan: erginlik çağımdan beri ıstırap dolu köklerini böğrüme batıran - göğe yükselen, beni döven, deviren, sürükleyen düşkünlük.

Eşcinsellik onun gözünde olumsuz bir sevgi, bir yoksunluk, bir başarısızlık olarak kalır.


Yves Bonnefoy

YA ŞİİR YA HAYAT

"Şiirin içine edeyim"
 demişti Rimbaud ömrünün sonunda.
 "Şiir önemli değil"
 der bir dizesi Eliot'ın.
Ve Larkin: "Neden yazamıyorsun?
 Sen de benim gibi 
edebiyatın ne kadar önemsiz
 olduğunu mu kavradın yoksa?"


"Yazmadan yaşayamam" diyor
 karıştırdığım bir dergide
 gözlüklü, şişman bir budala:
"Ya şiir ya ölüm "

Marketten getirdiğim torbaları
 boşaltıyorum mutfakta 
Dışarıda tanıdık boz sincap 
bahçeye gömüyor fındıklarını,
daha kaç ay yaşayacağını 
merak etmeden hiç; 
çiçekler saksılarında duruyor.
Kuzey Denizi'ne doğru 
kayıyor yavaşça bulutlar.
Her şey tam, kararlı, dingin
ve ötesinde sözcüklerimizin.

*

Yol notları kitabından
Şavkar Altınel

Yedi Yaşındaki Şairler (Sait Faik / Rimbaud)


Arthur Rimbaud'nun bu şiirini bana hatırlatan yedi yaşında bir mahluk oldu. 23 Nisandaydık... Millet sokaktaydı. Bir aralık ortalık karardı ve tenhalaştı. Herkes sinemalara girmişti. Sinemadan çıktığım zaman kapıda elinde bir "Son Dakika" gazetesiyle, "Bir tane kaldı!" diye bağıran bir çocuk gördüm. Birbirinden küçük bir sürü yavru bağırıyorlardı:

- Son Dakika, Son Dakika!..

Taksim'den Harbiye'ye çıkan -hadi söyleyelim kelimesini- bulvarda Rimbaud’nun "Les Poetes de sept ans" ismindeki şiirini hatırladım.

Bana bu şiiri hatırlatan o "Bir tane kaldı!" diye bağıran çamurlu elli, sarı kalem bacaklı, kıvırcık saçlı çocuktu.

Üzerinde oldukça temiz bir esvabı, üstleri yamalı olmakla beraber sabahleyin boyanmış ve hatta tabanının etrafına kuvvetli bir vernik sürülmüş ayakkabıları bile vardı.

Çorabının bir tanesi düşmüştü. Ötekisi; çok fakir, fakat muntazam bir ananın sabahleyin çektiği ve yerleştirdiği şekilde duruyordu.

ileride ve etrafımızda birçok çocuklar daha bağrışıyorlar. Yüzlerinden işi çok ciddiye aldıkları anlaşılıyor: Halbuki bu küçük, bir şairden başka bir şey değildi. Anası pekâlâ çamaşır yıkıyor, küçüğünü mektebe gönderebiliyordu. Nazik, iyi bir hatundu... Elinden iş gelirdi. Mahallede ise oldukça itibarı vardı.

Hele çocuğunun gazete satmasını hiç istemiyordu.


Tore Down a la Rimbaud

Bütün küçümsemelerimde haklı çıktım: Çünkü kaçıyorum!
                                                                 Kaçıyorum!

Rimbaud

Rimbaud & Verlaine

"Aynı cinsten iki şairin ilişkisi, fiziksel bir temeli de olsa, yoğunluklu bir entelektüel yoldaşlığı ve heyecanı sağlayabilir. Eşcinsellik, en esaslı anlamıyla, entelektüellik üzerine kurulabilir. Esasen aşkın estetik bir kavrayışını temsil eder; genç bir erkeğin güzelliğinin daha yaşlı bir erkekteki bilgeliği aradığı, bilgeliğin de güzelliği tefekkür ettiği bir kavrayış." (Wallace Fowlie)



Rimbaud vakasındaki tek mesele, genç adamın (Rimbaud’nun) kendinden yaşça büyük şair Verlaine üzerinde baskın oluşuydu.  Rimbaud dominanttı (aktif), “Şeytani Damat”tı; ama ondan on yaş büyük ve evli olan Verlaine edilgen (pasif) olandı, "Aptal Bakire"ydi. Belli bir süre bu kitabın adını “Rimbaud: Üstün Ergen” diye andım. Aslında, Rimbaud kendinden büyük heteroseksüel arkadaşlarına tam tersini söyleyip onları afallatmaktan hoşlanırdı. Bir keresinde, maço romancı Alphonse Daudet’nin de bulunduğu bir ortamda Verlaine hakkında, 

“Benimle istediği kadar kendini tatmin edebilir. Ama o benim onun üzerinde çalışmamı istiyor. Hayatta olmaz! Aşırı derecede iğrenç biri o! Teni de berbat!”

SARHOŞ GEMİ

Rimbaud,  Paris'e geldiğinde, yanında, sonradan en büyük şiiri olacak olan 200 dizelik, denizi hiç görmemiş biri olarak deniz için yazdığı “Sarhoş Gemi” vardı. “Sarhoş Gemi” besbelli ki, Baudelaire’in eşit uzunluktaki “Le Voyage” şiirinin egzotikliğinden, yoğunluğundan, acayip renklerin düşsel görüntülerinden etkilenmişti. Çünkü o da, sık sık ihmal edilmiş, ya da terk edilmiş çocukların hülyalarına geri dönmektedir. Çünkü o da, okuru, güzel, bitip tükenmeyen ses uyumlarına, incelikli ama ısrarlı uyaklara sürüklemektedir.

Etkilendiklerinden biri Baudelaire ise, bir diğeri de, zamanının resimli macera dergileriydi (Le Magazine Pittorasque, sözgelimi). Çöllerin, balta girmemiş ormanların, Kutupların ve kükreyen aslanların, panterlerin hüküm sürdüğü, yüzen adaların keşif resimlerini ve hikayelerini barındıran dergilerdi bunlar. Rimbaud ayrıca, oğlan çocuklarının maceralarını anlatan Jules Verne kitaplarını okumuştu, özellikle, güneş ışıklarının derinlerde ayrışıp gökkuşağına dönüştüğü Denizler Altında Yirmi Bin Fersah’ı ve James Fenimore Cooper’ı (belki de şiirin başındaki "Kızılderililerdin kaynağı oydu). Edgar Allan Poe şiirlerinde, Arthur Gordon Pym'in Öyküsündeki, Kuzey Buz Denizi tasvirlerinden etkilemişti. Eleştirmenler sıklıkla, edebiyat türlerinde, izlekler ve teknikler yüksek sanat konumuna yükseldiğinde, yaratıcı kıvılcımların belirdiğini iddia ederler — ve Rimbaud, modern çağın bu düsturunu kavramış ilk şairlerinden biridir. 

Rimbaud, Charleville'deki aylaklık aylarında, sistematik olmasa da dağınık bir biçimde çok geniş yelpazede kitaplar okumuştu. Sarhoş Gemi Monitordan tutun da (o sırada daha yeni sona ermiş olan Amenkan İç Savaşı'nda, Kuzeylilerin zırhlı savaş gemisi), Eski Ahit Eyüp Kitabında geçen dev bir canavar olan Behemoth'a varıncaya kadar her şeye göndermede bulunan, geniş kapsamlı bir şiirdir. Dahası, Rimbaud sözde bilimlerin (manyetik ya da hipnozla tedavi gibi, frenoloji gibi, ya da kafatası yapısına bakıp karakter okuma gibi) kuvvetli bir karışımı olan “illüminizm’den, Asya dinlerinden ve ruhun bedenden bedene göçmesi inancından, elektrik ve uçmak ve ispritizma gibi büyük teorilerden de etkilenmişti. Bretagne sayesinde, simya, (ya da sonsuz hayatın sırları ve adi metalleri altına dönüştürme sanatı) için yazılmış eski kitapları, hatmetmişti.

Bütün bu şatafatlı şeylere, bu bilgi kırıntılarına ve efsanelere ek olarak, Rimbaud’nun dilsel yetenekleri de göze çarpıyordu. “Sarhoş Gemi”deki en az yarım düzine sözcük, kendi türettikleriydi, bir o kadar da anlamı belirsiz, Arden'ler yöresindeki kendi diyalektinden ödünç aldığı sözcükler kullanmıştır.

Eşit derecede göze çarpan da, bu şiirin ne olmadığıydı. Bu şiirle birlikte bütün eski çocuksuluklarından sıyrılmış oluyordu artık. Artık, ne başka şairlerin parodilerini yapıyor, ne kutsal şeylere abartılı bir şekilde dil uzatarak kiliseye saldırıyor, ne de cinsel kinayelerle kadınlara çamur atıyordu. Müstehcen ve tiksindirici olana (kaka, pislik, bit pire, ishal vs.) ilgisi azalmıştı. Bütün bu ergenlik ahmaklıkları, yerini aynı zamanda hem gerçek bir seyrüsefer (odise), hem de ruhsal bir yolculuk destanı tasvirine bırakmıştı. 

Edmund White / Bir Asinin Çifte Yaşamı


***

***







RİMBAUD




On altı yaşımdayken, 1956’da, Rimbaud’yu keşfettim. Detroit dışında bir erkek lisesi olan Cranbrook’ta yatılı bir öğrenciydim, ışıklar malum gece onda kapanırdı. Ama ben odamdan sıvışır, loş ışıklı tuvalete gider, oradaki sandalyede bacaklarım hissizleşene kadar uzun bir süre otururdum. Dışarıda, rüzgâr karı sürükleyip yüksek, beyaz, sessiz yığınlara dönüştürürken; içeride, yatakhanenin ürkütücü sessizliği... İşte orada, Rimbaud’nun şiirlerini tekrar tekrar okurdum. Fransızca’dan bölgesel bir ödül kazanmış olmama rağmen Rimbaud’nun sözcük dağarcığı ve grameri bana çok zor gelirdi, ben de sol sayfadaki Fransızca orijinalinden sağ sayfadaki (1952’de Louis Varese tarafından İngilizce’ye) çevirisine gözümü kaydıra kaydıra okurdum. O uzun şiiri “Sarhoş Gemi’nin verdiği duygusal coşkunlukla zevkten dört köşe, egzotik diyarların hayallerine dalar giderdim.


Mutsuz bir gey ergen olarak, can sıkıntısı ve cinsel gerginlikle boğuştuğumdan, kendimden nefretle paralize olmuş olduğumdan New York'a kaçıp gitmeyi ve yazar olmayı arzulardım, Rimbaud’nun özgür olmak, yayımlanmak, Paris’e gitmek arzuları ile tamamen özdeşlik kurmuştum. Bende eksik olan onun cesaretiydi. Ve dehası. Bütün ödevlerimi, öğleden sonraya sıkıştırırdım, diğer çocukların top oynadığı saatlere. Böylelikle akşamları iki saatlik zorunlu etüt zamanlarımı romanıma
çalışmaya ayırabilecektim. Bir roman yazdım, sonra İkincisini. Hep anlayışlı bir kadın olmuş olan annem, sekreterinden benim düzgün el yazımla yazdığım sayfaları daktiloya çekmesini rica etti. Kafamdaki şuydu; onları bir New York yayıncısına gönderecektim, onlar kabul edecekti, bir servet kazanacaktım - sonra da buralardan topuklayacaktım. Hem aile efradımdan (annem babam boşanmıştı) hem de onların parasına muhtaç olmaktan kurtulacak, okulu bırakacak ve New York'a gidecektim. Yaşça benden büyük bir erkeğin bana âşık olup benim için her şeyi yapması hayalleri kuruyordum...

Edmund White

Ben bir başkasıdır


 “Bir okullu Rimbaud vardı, kendini soyutlamış ve ağzı sıkı, ama o zaman bile, yani kendini yöneten demir yumruğun altında bile sakin görünürdü. Bir de ondan taban tabana zıt, tartışmalarımız sırasında beliren, içsel benindeki özgür iradeyi bir tür entelektüel taşkınlıkta ortaya çıkaran bir Rimbaud vardı. Rimbaud, kendindeki bu çift kişilikliliği, daha sonra mektubunda, bana şunu yazdığında, kendisi de anlamıştı:

 ‘Ben bir başkasıdır.’


Georges İzambard (Rimbaud'nun öğretmeni)

Sade & Rimbaud



1873. Rimbaud, Londra'da kaldığı bir dönem British Library'den Sade'ın kitaplarını ister.

Rimbaud da, (bir nebze daha erken tarihte olmak üzere, Marx dâhil) zamanın birçok yazarı gibi, British Museum’dan bir “okuyucu kartı” çıkarttı. George Gissing’in 1891’de yazdığı, yoksul yazar-çizer takımı hakkındaki romanı New Grub Street’te tasvir ettiği piyasa yazar-çizerleri gibi, Rimbaud da günlerini, ısınmanın ve ışığın bedava olduğu halk kütüphanesinde geçiriyordu - bir bakıma da, Paris’teyken bir kahve fiyatına rahatsız edilmeden oturulan kahveler gibi. Üstüne üstlük, Rimbaud, British Museum’un geniş kitap koleksiyonuna gömülebiliyordu - Komüncülerin yazdığı, Fransa’da bulunamayan kitaplar dâhil.  Marquis de Sade’ın Fransızca pornografik kitaplarına da bakma girişiminde bulundu, ama izin verilmedi - bu kitaplar birkaç “uzman” dışında herkese yasaklıydı.

Edmund White

RİMBAUD



Pek yaşadın denemez, oysa her şey çoktan söylendi, çoktan bitti. Topu topu yirmi beş yaşındasın, ama yolun çizilmiş bile. Roller hazır, etiketler de: Bebekliğindeki oturaktan yaşlılığındaki tekerlekli sandalyeye varana kadar oturulacak tüm yerler orada durmuş sıralarını bekliyorlar. Serüvenlerin öyle iyi betimlenmiş ki, en şiddetli isyan bile kimsenin kılını kıpırdatmayacaktır. Sen istediğin kadar sokağa çıkıp insanların şapkalarını başlarından uçur, başına iğrenç şeyler tak, çıplak ayakla yürü, bildiriler yayınla, önüne çıkan bir kapkaççıyı geçerken kurşunla, boşuna, bir işe yaramayacak: Düşkünler yurdunun yatakhanesinde yatağın çoktan yapılmış, lânetli şairler sofrasında yerin ayrılmış. Sarhoş Gemi, sefil mucize: Harrar bir panayır eğlencesi, turistik bir gezidir. Her şey öngörüldü, her şey en ufak ayrıntısına kadar hazırlandı: büyük aşklar, soğuk alaycılık, ıstırap, bolluk, egzotizm, büyük serüven, umutsuzluk. Sen ruhunu şeytana satmayacak, ayaklarında sandaletlerle gidip kendini Etna'ya atmayacak, dünyanın yedinci harikasını yıkmayacaksın. Ölümün için her şey çoktan hazır: Seni öldürecek top güllesi çok uzun zaman önceden eritilip döküldü, tabutunun peşinden ağlayacak olan kadınlar çoktan tutuldu.





En yüksek tepelerin doruğuna ne diye tırmanasın ki, sonradan inmek zorunda kalacak olduktan sonra; inince de, yaşamını oraya nasıl çıktığını anlatarak geçirmemen mümkün mü? Ne diye yaşar gibi görünesin ki? Neden sürdüresin? Başına gelecekleri şimdiden bilmiyor musun sanki? Olman gereken her şeyi daha önce olmadın mı: anasına babasına lâyık bir oğul, küçük cesur izci, daha iyisini yapabilecek iyi bir öğrenci, çocukluk arkadaşı, uzak kuzen, yakışıklı asker, yoksul genç adam? Biraz daha gayret etsen, hatta buna bile gerek yok, birkaç yıl daha geçse, orta sınıftan, değerli bir meslektaş olacaksın. İyi koca, iyi baba, iyi yurttaş. Eski tüfek. Tıpkı kurbağalar gibi, toplumsal başarının küçük basamaklarını bir bir tırmanacaksın. Geniş ve çeşitlilik gösteren bir yelpaze içinden, arzularına en uygun düşen kişiliği seçebileceksin, tam senin ölçülerine göre titizlikle biçilmiş olacak. Nişan verilecek mi sana? Kültürlü mü olacaksın? Ağzının tadını iyi bilen biri mi? Böbrek ve kalp uzmanı mı? Hayvan dostu mu? Boş saatlerini akortsuz piyanonda, sana hiçbir zarar vermemiş olan sonatları katletmekle mi geçireceksin? Yoksa, sallanan bir koltukta, kendi kendine yaşamın iyi yanları da olduğunu tekrar ederek pipo mu içeceksin?







Hayır. Sen, yap-boz oyununun eksik parçası olmayı yeğliyorsun. Tasını tarağını topluyorsun. Şansını hiç denemiyor, hiçbir işe hiçbir umut bağlamıyorsun. Sabanı öküzün önüne koşuyorsun, her şeyden sıtkın sıyrılıyor, dereyi görmeden paçayı sıvıyorsun, elindekini avcundakini yiyip bitiriyorsun, sermayeyi kediye yüklüyor, palamarı koparıyor, ardına bakmadan çekip gidiyorsun.

Yararlı öğütleri dinlemeyeceksin artık. Çare nedir diye sormayacaksın. Kendi yolunda yürüyüp gidecek, ağaçlara, taşlara, suya, göğe, çehrene, bulutlara, tavanlara, boşluğa bakacaksın.

ABDO RİNBO

ABDO RİNBO, BEKLER ULAK HARAR HABEŞELİ

Djian'ın Rimbaud, Harar Romanı başlıklı belgeseli (55 dakika 2014), bir defa daha büyücü-şaire döndürüyor izleyicisini. Benim açımdan, belgesel boyunca sözalanlar arasında Alain Borer'in yeralmasının ayrı önemi vardı; ona döneceğim.

Rimbaud "vâkâ"sını cümle âlem tanıyor artık. Didik didik edilmiş bir yapıt, bir yaşam serüveni. Modern çağ edebiyatının açık ara en güçlü efsanesi. Doğru okunmasını güçleştiren ağır bir gölge yaratıyor üzerinde, bu durum: Şiirlerle okurun arasına handiyse duvar çekerek. Yorumlar ve aşırıyorumlar biribirileriyle çekişiyorlar. 21 yaşında şiiri bırakan, 27'sinde silah ticareti yapmak için Habeşeline giden ve 37'sinde ucu ucuna yetiştiği Fransa'sında, bir hastane odasında can çekişerek ölen o "çocuk" bugün bütün dünyaya yayılmış etki gücünü öngörebilir miydi?

Belgesel beni iki konuya taşıdı yeniden, ilki, Özdemir İnce'ye yapılan kolektif haksızlık: Ben Bir Başkasıdır başlığıyla, soluklu ve eksiksiz bir girişin yanısıra yetkin bir notlamayla yayımladığı Rimbaud'nun Bütün Düzyazı Şiirleri benim gözümde dörtdörtlük bir emek ürünüdür ve bırakalım taçlandırılmasını, kimilerince burun bükülmüştür. Şüphesiz Türkçede Rimbaud bağlamında, Can Alkor'un güzelim şiir çevirilerinin ve Tahsin Saraç'ın özenli Rimbaud'nun Mektupları'nın da özel yeri vardır; ama, Özdemir İnce'nin girişimi başka: "Saha"yı bütünlüğünde yerine oturtan bir iş.

İkincisi, Alain Borer. Ne kendi çevirdiği Enid Starkie'nin biyografisi, ne başta Etiemble öteki yorumcuların kitapları, bana kalırsa (bis!), kimse Borer ölçüsünde "vâkâ"ya ve "vâhâ"ya nüfuz edememiştir. Borer, çeyrek yüzyıl süren kazıları sırasında pek çok belgeye, fotoğrafa ulaştı; Harar'a giderek izleri kovaladı, film çekti, sergi açtı, albüm yayımladı, bir dolu kitap çıkardı Rimbaud konusunda, bir de başyapıt verdi: Rimbaud Habeşistanda (1984).

Bir yapıt ile bir yaşam, üstelik önemli bir kesiti kalın sis altında kalmış bir yaşam arasında bunca derinlemesine yolalan başka bir kitap okumadım bugüne dek. Olağanüstü bir yeniden oluş-turum örneği. Borer tüm bağlantı noktaları arasında, bir örümcek gibi, ağını çatmış: Metinler, mektuplar, kayıtlar, anılar. Sahaya inmiş ve şairin karmaşık güzergâhını adım adım katetmiş. Silinip gitmeye yüz tutmuş figürlerin peşine takılmış. Serüvene yaraşır bir serüven kitabı —dilimizde gözüpek yayıncısını bekleyen benzersiz bir iş. Özdemir İnce ayarında çevirmenini de.

*

Rimbaud'nun kâhinliği, şiirlerinin bir tür vahiy boyutu taşıdığı savı, kendi mektuplarının da desteğiyle "efsane"nin merkezine XX. yüzyılda oturtuldu ve bu konum dilinin, ülkesinin giderek Avrupa'nın sınırlarını aşmakta gecikmedi, öte yandan söylen bir aşamada diklenmeler doğurmakta gecikmedi: Etiemble polemiklere yolaçacak Rimbaud Söyleni'nde, kimi yorumları, yorumcuları topa tutarken belki büsbütün haksız sayılmazdı; gelgelelim, dersini yeterince çalışmamış, bazı yanlış verileri sınamaksızın benimseme yanlışına düşerek çıkışını zedelemişti. — Borer bu çürük sanıları, kanıları bir tür serimleyerek, gerekli onarımları yapmıştır.

Rimbaud Habeşistan'a, uzun bir aradan sonra, belgesel vesilesiyle döndüğümde, aradan geçen zaman nedeniyle unutayazdığım biriki canalıcı ayrıntı üzerinde yeniden harekete geçti imgelemim. Borer, şairin Harar yıllarında yaşamında yer tutmuş yerlilerle ilgili epey ipucu toplamış. Bunlardan biri, yaklaşık sekiz yıl boyunca yardımcılığını yapan Cami Vaday. Aralarında eşcinsel bir ilişki olup olmadığı konusu belirsizlik taşıyor anlaşılan; ama dostlukları her durumda önemli: Rimbaud, vasiyetinde ona yüklüce bir meblağ ödeme yapılmasını istemiş, vasiyeti geç yerine getirilebilmiş (Cami'nin izi zor bulunmuş), ne yazık ki genç yaşta ölmüş Cami, para eşine ve çocuğuna teslim edilmiş. Bir başka güçlü figür, adı belirlenemeyen, "ince, uzun boylu, güzel yerli kadın" — tütün meraklısı, ola ki melez bu kadınla biriki yıl birlikte yaşadığı Rimbaud'nun kesin — "çocukları olmadı" bilgisi de.

*

Borer'in çalışmasının ilgi çekici sayfaları arasında, Rimbaud'nun "Müslüman"lığı rivayetine ilişkin somut noktaların izlendiği bölüm üzerinde ayrıca durulmalı. İslam dünyasının entelektüel cephesinde gözde izleklerden biri de, Dante'den Garaudy'ye giden çizgide yeralan ilgi yoğunlaşması sorunudur. Habeşistan'daki, Aden'deki, Mısır'daki Rimbaud çok sayıda müslümanın bulunduğu çevrelerle ilişkideydi. Rimbaud'nun "Tanrı" düşüncesiyle çekişmesi enine boyuna işlenmiş konu. Onu tanrıtanımazlıktan Marsilya'daki hastane odasında imana gelişe taşıyan süreçte oldukça karmaşık, inişli çıkışlı bir seyrüsefer dinamiği içinde görüyoruz. îslâm bağlamında, şiirlerindeki kimi göndermeler bir yana, kültürel bir etkilenmeden sanırım sözedilebilir. Şair, tıpkı babası gibi, Kuran'la hayli haşır neşir olmuş, yakınındaki cahil Müslümanlara âyetleri yorumlayarak okurmuş, bir defasında bu nedenle köktenci bir grup tarafından bayağı ıslatılmış! Borer, "Müslüman oldu" yolundaki söylentileri kanıtlarla bertaraf eder, buna karşılık İslâm kültüründen ve inancından üzerinde bazı kalıcı izler oluştuğunu gösterir. Rimbaud alınyazısına inanırmış, "kaderde ne yazılıysa" şiarına bağlıymış. Ölmeden az önce "Allah kerim" dediğini doğruluyor Borer, ama kızkardeşinden ölüm döşeğine papaz çağırmasını dilediğini de ekliyor. Ölüme doğru uzun ve yıpratıcı yolculuğu anlaşılan iman eğrisini hayli yukarı çekmişti.

Sesliler

A kara, E ak, İ al, U yeşil, O mavi: sesliler,
Diyeceğim bir gün gizli doğumlarınızı da:
Karanlık koylara, kara sineklere benzer A,
O amansız pis kokular üstünde fır dönerler.

Kır çiçeği, buhar, çadır beyazlığında E'ler,
Benzer dik buzullar mızrağına, ak krallara;
Gülüşüne İ, güzelim kızıl dudakların, kana,
O pişman sarhoşluklar içindeki, o öfkeler.

Çevreler U, yeşil denizlerin çalkantısı,
Sessizliği onca otların, yüz kırışıklarının
Bastığı simyanın geniş alınlara damgasını;

Kutsal Borazan O, yaban çığlıklar, gürültüler,
Meleklerden, acunlardan geçmiş sessizlikler
- Sen ey Omega, ey o mor ışığı Gözlerinin!
(çeviri: İlhan Berk)


Rimbaud'nun ölümünden sonra Rene Ghil, 1866'da yazdığı "Söz'ün Betiği" adlı yapıtında, sesli, sessiz, tüm harfleri incelemeye kalkar, işe Rimbaud'yu eleştirmekle başlar, A kara, E beyaz, ama I kırmızı değil, mavi; O, mavi değil, kırmızı; U yeşil değil, sarı der. Sonra harflere kendince renkler verir. Ghil'in yaptıklarına dayanamaz Paul Verlaine, bir yazı yazar: 

"Dostum Ghil, sana saygım var, ama lütfen tereciye tere satma. A'nın kara, E’nin beyaz, I’nın kırmızı olması Rimbaud'nun umurunda mıydı sanki. Yaşayıp şu yazdıklarını okusaydı —zaten dili keskindir- az gırgıra almazdı seni. Önemli olan harflerin rengi değil, o şiirdeki güzel dizeler."


Sesliler şiiri üzerine çeşitli yorumlar yapıldı. 
Bunlar arasında en ilginci Robert Faurisson'nın cinsel yorumu:

"Rimbaud Sesliler şiirinde erotik, cinsel duyguları dile getirir. A harfini yatık düşünün, ayrık bacaklar, apış arası, sevişmede kalkış noktası. E'yi yatırın, göğüsler çıkar ortaya. Yatık U dudak çizgileri. U'yu ters çevirin insan yüzü çıkar ortaya, alnı ve saçlarıyla. Yatık O, gözlerdeki H mahzunluk, boşalım.”

Rimbaud'nun ölümünden seksen yedi yıl sonra İlhan Berk, 1978 tarihli Kül kitabındaki "Harfler” şiirinde alfabeye eğiliyor, harflerin cinsel yorumunu yapıp bazen onları yatık halde düşünüyor ve şunları söylüyor:

 "Her harf benim yaşamımda, çeşitli kılıklara, renklere, kokulara girip çıktı. Bir zamanlar büyük A'yı severdim (...) Büyük bir aşk duymuşumdur U'ya. Bir esriklik ; imgesidir U: Dölyataklarında barınır. Bir zamanlar Y de benim için böyleydi: Yarıklığını, ayrıklığını severdim. Büyük, güzel kokular bağışlamıştır bana. Sarı bir renk de bulmuşumdur onda. Baygın kızgın bir koku da (...) Oysa bir yazıyı ne güzel uzatır! Durukluğu sevmez. Küçük r de sevgi doludur benim için (...) Harflerin biçimleri, renkleri, daha da başka alanlara götürmüştür beni (...) Beyazla en güzel ilgiyi 'O’nun kurduğuna inanırım. T renkler taşır, pat diye bir kırmızıdır, ya da bir mor. Yatık bir ‘S'yi ise korkunç resimsel bulurum..."

diyor ve şiir böyle sürüp gidiyor.

*
Erdoğan Alkan
(1935 - 2014)

ARTHUR RIMBAUD

Saçma! Gülünç! Berbat! -O zamanlar yirmi üç yaşında olan Arthur Rimbaud, çevresindekiler dizelerinden hayranlıkla sözettiklerinde ve onu yeniden edebiyata döndürmek için çekingen girişimlerde bulunduklarında, bu sözcüklerle karşı koyuyordu. Bu, bütün ilginin gelecekteki yaratısı üzerinde yoğunlaşmasını sağlamak için, gençliğinde kaleme aldığı yapıtları şiddetle yadsıyan bir edebiyatçının sözde bir bıkkınlığını dile getirmesi değildir; burada bir hesabın acımasızca kapatılması söz konusuydu. Rimbaud, o zamanlar —yani henüz yirmi üç yaşındayken- sanata çoktan sırt çevirmişti. Afrika’dan yeni dönmüştü; bütün dünyayı dolaşmıştı; Almanya, Belçika ve Ingiltere’de serserilik etmiş, Paris bulvarlarında yatmış, en aşağı görülen işlerde çalışmıştı; hapisanelerin saman şilteleriyle balta girmemiş ormanların dehşetini tanıyordu, Hollanda kolonileri için askere alındıktan sonra, Sumatra’da kaçmış, Malaya köylerinde saklanarak açlık çekmiş ya da ormana saklanarak maymunlar ve vahşi hayvanlarla birlikte yaşamıştı. Mısır’ı, Kıbrıs’ı, Zenzibar’ı, Aden’i tanıyordu; kısacası, henüz yirmi üç yaşındaki bu delikanlı her yerde yaşamıştı; Avrupa ise bir hapisane ya da pis bir su birikintisi gibi, çok dar gelmişti. Bunun üzerine adlarını ilk kez kendisinin andığı ülkelere gitmiş, Somali Zencilerinin dillerini öğrenmiş, el değmedik topraklara sahip olmuş, Kral Menelik’in savaş hazırlıklarına yardım etmişti; ama ömrü, Adua’yı görmesine yetmemişti. Otuz yedi yaşındayken doğunun parlak kapısı sayılan, beyaz kent Marsilya'da, yumrukları sıkılı ve bir bacağı kesik olarak ölmüştü.


VERLAİNE & RİMBAUD


Bir yazar alışıldık olamayana ulaşmaya ya da izan ve biçimle karmaşık şekilleri yoluna koymaya ne kadar çabalarsa çabalasın, yazarın kurgusu hayatın geliştirdiği kurgunun derinliklerine ulaşamaz ve onun kadar trajik olamaz. Başlangıç basittir ve coşkunlukla yükselen zirve öyle göz alıcıdır ki son, saf bir trajedi olamaz. İnsanların küçücük elleriyle çoktan onların kontrollerinden çıkmış canavar yüzlü bir gücün üstesinden gelmeye çabalamasına rağmen, kaderin insanlardan bağımsız ilerleyip insanların üstünde yükseldiğinde hissettiğimiz o garip duyguya, trajikomik bir duruma dönüşür son.

Başlangıç, klasikti. Bir gün Verlaine, kırsaldaki bir tanıdığından ilişiğinde on beş yaşında bir çocuğun şiirlerinin bulunduğu bir mektup alır. Verlaine’e şiirler hakkında ne düşündüğü sorulur. Şiirler şunlardır: Şaşkınlar, Oturmuşlar, Yedi Yıllık Şairler, İlk İnanç. Herkes bu şiirlerin Arthur Rimbaud’ya ait olduğunu bilir çünkü bu çocuğun şiirleri Fransız edebiyatının en değerli şiirleri arasındadır. Rimbaud, en iyilerin durduğu bir yerde başladı ve yirmi yaşına geldiğinde edebiyatı bezdirici ve önemsiz bularak bir kenara attı. Verlaine şiirleri okuyunca büyük bir heyecan duydu. Parlayan bir hayranlıkla çocuğa cevap yazdı. Bu sırada şiirler elden ele dolaşmaktaydı Tipik olarak Fransızca vurgulu kelimeler hızla kullanılmaya başlanmıştı. Victor Hugo, soylu iyi niyetiyle bu şairin “Çocuk Shakespeare” olduğunu vurgulamıştır.

Charleville’in taşra ilişkileri Rimbaud’yu iğrendirmekte ve ona huzursuzluk vermektedir. Verlaine, duyduğu heyecanın etkisiyle Rimbaud’ya yazarak, 

“Sevgili yüce ruh, gel. Seni bekliyoruz ve gelmeni istiyoruz” der.

Verlaine’in kendisi de o sıralar işsizdir ve Paris’teki hayatını hem kaos ve belirsizlik hem de bir yabancıyı darbe almış kaderine misafir olarak davet eden itaatkâr ve duygusal doğasının hayret verici aptallığının tehlikeleri beklemektedir.

Rimbaud gelmiştir. Balzac’ın Vautrin karakterinde canlandırdığı gibi şeytani bir fiziksel güçle dolu, iri yarı dinç bir delikanlıdır. Büyük kırmızı yumrukları ve hayatının erken yaşlarında yozlaşmış meraklı bir çocuk suratıyla bir köylü, bir sokak çocuğu ama bir dâhidir. Rimbaud’nun içindeki her şey, amacı olmayan ve sonsuzluğa dönmüş bir güç, aşırı, vahşi ve müstesna bir erkekliktir.

Rimbaud, önce edebiyatta yolunu kaybetmiş istilacı tipli biridir. Edebiyatın içine her şeyi koyar. Ateş, doygunluk, güç ve çok daha fazlasını. Büyük yazarların koyduğundan daha fazlasını koyar. Kendisinden önce Dante’nin yaptığı gibi delice rüyalarını ve hayat görüşünü bir yanardağ misali dışarı püskürtür. Sanki sonsuzluğu parçalayacakmış gibi her şeyi sonsuzluğun suratına çarpar. Bu yaratılış; yıkım, güce susamış bir kuvvet, her şeyi kavrayıp ezen bir el ile doludur.