ARTHUR RIMBAUD

Saçma! Gülünç! Berbat! -O zamanlar yirmi üç yaşında olan Arthur Rimbaud, çevresindekiler dizelerinden hayranlıkla sözettiklerinde ve onu yeniden edebiyata döndürmek için çekingen girişimlerde bulunduklarında, bu sözcüklerle karşı koyuyordu. Bu, bütün ilginin gelecekteki yaratısı üzerinde yoğunlaşmasını sağlamak için, gençliğinde kaleme aldığı yapıtları şiddetle yadsıyan bir edebiyatçının sözde bir bıkkınlığını dile getirmesi değildir; burada bir hesabın acımasızca kapatılması söz konusuydu. Rimbaud, o zamanlar —yani henüz yirmi üç yaşındayken- sanata çoktan sırt çevirmişti. Afrika’dan yeni dönmüştü; bütün dünyayı dolaşmıştı; Almanya, Belçika ve Ingiltere’de serserilik etmiş, Paris bulvarlarında yatmış, en aşağı görülen işlerde çalışmıştı; hapisanelerin saman şilteleriyle balta girmemiş ormanların dehşetini tanıyordu, Hollanda kolonileri için askere alındıktan sonra, Sumatra’da kaçmış, Malaya köylerinde saklanarak açlık çekmiş ya da ormana saklanarak maymunlar ve vahşi hayvanlarla birlikte yaşamıştı. Mısır’ı, Kıbrıs’ı, Zenzibar’ı, Aden’i tanıyordu; kısacası, henüz yirmi üç yaşındaki bu delikanlı her yerde yaşamıştı; Avrupa ise bir hapisane ya da pis bir su birikintisi gibi, çok dar gelmişti. Bunun üzerine adlarını ilk kez kendisinin andığı ülkelere gitmiş, Somali Zencilerinin dillerini öğrenmiş, el değmedik topraklara sahip olmuş, Kral Menelik’in savaş hazırlıklarına yardım etmişti; ama ömrü, Adua’yı görmesine yetmemişti. Otuz yedi yaşındayken doğunun parlak kapısı sayılan, beyaz kent Marsilya'da, yumrukları sıkılı ve bir bacağı kesik olarak ölmüştü.




Ve bu genç adam, daha on yedi yaşındayken üne erişmiş, neredeyse kutsanan bir şair olup çıkmıştı. Tumturaklı sözlerin ustası olan Victor Hugo, ona "Çocuk Shakespeare" adını takmıştı. Rimbaud, on beş yaşındayken, örneğin Fransız dilinin en güzel şiiri olan "Sensation" gibi şiirler yazmış, on altı ve on yedi yaşlarında ise -Varolan bütün şiirden mutlak anlamda midesi bulandığı için’- ‘Effarees’nin kendini estetiğin bütün zincirlerinden kurtarmış, vahşi dizeler ve hepsi de birer patlamayı andıran başka şiirler aracılığıyla yeni olanaklardan oluşma, yakamozlarla örülü bir ülkeyi gözler önüne sermiştir. Ve sonunda henüz gençlik dönemine ayak attığı bile söylenemeyecek olan Rimbaud, o ölümsüz ‘Sarhoş Gemi’yi, bu ancak devlere yaraşır düşü, renklerin ihtilalinden ve ateşler içerisinde yanan sözcüklerin senfonisinden oluşma, bana ve daha pek çoklarına göre Fransız edebiyatının en önemli şiiri olan yapıtını yaratmıştır. Bunların yanı sıra, bir ara ciddi olmaktan çok alay edercesine, sesli harflerin renk değerleri üzerine kaleme aldığı bir sone, bugüne kadar Fransa’da sanatçılar bakımından neredeyse bir kutsal kitap olma niteliğini korumuştur. Fakat Rimbaud bütün bu sanatı hiç önemsemeksizin, neredeyse istemeden yaratmıştır. Dizeleri dostları tarafından toplanmış, yine dostları tarafından bastırılmıştır. Yalnızca tek bir yapıtını, ‘Cehennemde Bir Mevsim’i' incecik bir fasikül halinde Brüksel’de kendisi bastırmış, ama nüshaları hemen ertesi gün yok etmiştir; bu paket kâğıdına basılma, ele yağlı gibi gelen incecik kitaplardan ancak birkaçı rastlantı sonucu kurtarılabilmiştir. Şiir, Rimbaud için herhangi bir özgürleşme girişiminden, içinde kaynayan cehennem için bir süpaptan, çeşitli deneylerinden birinden başkaca bir şey değildir; ama yaptığı ilk deneydir. Daha sonra sıra erotizme gelir, fakat Rimbaud, onu da hemen bir yana atar -"Fuhuş, pek sıkıcı bir şey."- Bilim de ona göre değildir -"Bilim, temposu çok ağır olan bir alan."-. Oysa Rimbaud’nun enerjisi ancak bir şimşek çakması gibi boşalabilir; bu enerjinin tekdüze bir ısıya dönüştürülüp buharlaşmasını beklemek olanaksızdır. Öte yandan Rimbaud bütün bu enerjisine karşın tembeldir de. Bir defasında; "Ne kadar da aceleci bir çağ!" diye yakınır. Net bilgilere ulaşmak için adım adım ilerlemek, Rimbaud için iticidir, çünkü böylesi çok emek gerektirir. Onun istediği, sırları neredeyse bir büyünün yardımıyla, sezginin itici gücüyle aydınlatabilmektir, Rimbaud’yu ateleşlendiren, Goethe’nin sanatsal düzeyde bilgi edinmenin ilk koşulu saydığı hayranlık değil, fakat her şeyi uç noktada yaşamaktır. Güç, Rimbaud’dan bir ilenç gibi fışkırır. Onun istediği, önce kendinde kaynayan fazlalıktan şiirler aracılığıyla, kadınlar ve eylem aracılığıyla kurtulmaktır. Bunu başaramaz. Bunun üzerine içindeki uç noktaların üzerine çıkmayı dener, barsakları sancılar içerisindeki bir hastanın koşup tırmanması, sendeleyip dans eder gibi yapması, saçma davranışlar sergilemesi gibi, Rimbaud da kendini ülkeden ülkeye atar. Aslında planlı yolculuklar değildir yaptıkları; hep hapisten kaçar gibidir; hep uzaklara, özgürlüğe gitmeyi amaçlayan On dört yaşındayken Paris’e kaçtığı gibi, yirmi ve otuz yaşlarındayken de Ekvator bölgelerine kaçar. Bir fatihtir; bomboş elleri, alev alev yanan yüreğiyle, gözünün gördüğü yere giden güçlü bir insandır. Eylemler ona başarıdan ötürü değil, fakat eylemin kendisinden, verdiği esriklikten ötürü çekici gelir. "Eylem, yaşamın kendisi değildir, fakat herhangi bir güç elde etmenin yoludur, bir öfkedir." Rimbaud’nun gereksindiği, sanat yoluyla oyalanmak değil, ama doğrudan eylemde bulunmaktır. Gelgelelim gemiler donatan bir Cortez’in, ordu toplayan bir Wallenstein’ın, genç generalleri gereksinen bir cumhuriyetin varlığı söz konusu değildir. Rimbaud 1793 yılında değil, fakat gittikçe yoksullaşan bir yüzyılın can çekişme evresinde yaşamaktadır. Bunun üzerine gücünü anarşik bir tutumla kendine karşı kullanmaya başlar. Yalnızca bir kez daha iktidarı, Balzac’ın da düşlemiş olduğu şeyi düşler: Zengin, ölçüsüz zengin olmak ve fethedemediği dünyayı satın alarak ele geçirmek. Erken kehanet, kitabından bir alev gibi fışkırır: "Demirden uzuvlarla geri döneceğim, derim koyu olacak, taşıdığım maskeye bakıp, benim güçlü bir ırktan geldiğime karar verecekler. Altınım olacak; kadınlar, uzak ülkelerden dönen korkunç sakatlara iyi bakarlar; politikaya karışacağım, kurtulmuş olacağım!" Ama kimi açılardan başarısızlığa uğrar; eline geçen, hep yalnızca belirli miktarlardır, hiçbir zaman bir servet değildir. Yalnızlıkla geçen bir yaşamın verdiği sıkıntı, harcanamamış gücün direnişi, Rimbaud’yu ağır ağır eritir-kendi gücü tarafından boğulmaya başlanır. Eylemde bulunma isteği, bedeninde şaha kalkmıştır; ruhunu ateşler kemirir. Can çekişirken kendini Fransa’ya atmak ister; ama tam sınıra varmışken ölümün pençesine düşer. Dostlarının çabaları ve sadakati olmasa, Marsilya hastanelerinden birinde bir bacağı kesilmiş olarak ölen bu Afrikalı tacirin bir şair olduğunu, Fransa’nın en büyük şairlerinden biri olduğunu kimse bilmeyecektir.


Rimbaud’nun yaşamının ayrıntıları mektuplardan ve başkaca kaynaklardan okunduğunda, hiç görülmedik kentlerin barbarca adları duyulduğunda, böyle bir kadere ilişkin olarak insanın zihninde canlandırdıkları ağırdan sislerle kaplı bir uzaklığa, neredeyse bir düşler evrenine kayar. Sanki bütün bu olup bitenler, zamanımızın çok dışındadır. Oysa Rimbaud bugün yaşasaydı ancak orta yaşlarda bir adam olacaktı. Paris te Rimbaud’nun Charleville’deki öğretmeni ve Rimbaud’yu şairliğinden önceki döneminden tanıyan, daha sonra on altı ve on yedi yaşlarındaki şair Rimbaud’ya ilişkin anıları da bulunan tek insan olan Mösyö Izambart’la tanışmıştım. Öğretmeninin anlattıklarına göre o dönemlerin Rimbaud’su erken olgunlaşmış, ani öfkelenen, acımasız, son derece erkek tavırlı, iri adaleli ve iri yumruklu bir gençti; okulda şaşırtıcı, ama zikzaklar çizen enerjisiyle dikkat çekmişti. Fantin-Latour’un çizdiği portre de bu anlatılanlara uymaktadır: Rimbaud oturuşuyla bir şairden çok işçiye benzer, tek dikkati çeken yanı, geniş alnıdır; öfkelendiğinde bu alında beliren mavi damarlar birer yılanı andırır. Görünüşü acımasızdır; ayrıca gerçekten de acımasız bir insandır. Bunun için Stuttgart’da, Neckar nehrinin kıyılarında Verlaine’le aralarında din konusunda geçen o umarsız tartışmayı anımsamak yeterlidir; tartışma, Rimbaud’un Verlaine’i kanlar içerisinde ve baygın yere seren sopa darbesiyle noktalanmıştır. Bir irade insanı olan Rimbaud’nun, bu tuhaf ilişkide fiilen erkek, iblis koca niteliğiyle ve hep düşler peşinde olan Verlaine nin de, boyunduruk altına girmek bakımından, kadın konumunda yer aldıkları düşünülürse, Rimbaud’nun bütün iç dünyasını dolduran ateşin kıvılcımlarını algılamak da kolaylaşır. Rimbaud'nun uzuvları, bütün sıkıntı ve yoksulluklara karşı bir  işçinin gücüyle bilenmiştir. Decadence -neredeyse hastalık derecesinde duyarlık, sanrılarla örülü bir görme biçimi, taşıdığı "Galyalı kanının aksaklıkları"- salt ruhsal düzeyde kalmış, şairin dış yaşamına kadar hiçbir zaman uzanmamıştır, bu dış yaşamı açısından Rimbaud, kendini gittikçe artan ölçüde zamanına özgü bütün kültürden koparır; bütün göçebeler gibi bir kozmopolit, çingeneler gibi bir toplumsal olgu kimliğiyle, hiçbir yerde tutunamaksızın, göçebe kuşlar örneği ülkelerden geçer, tıpkı nereden geldiğini unutmuş, artık kimseye ait olmayan ve ait olmak da istemeyen Kaspar Hauser gibi, Rimbaud da kültür evrenine yalnız bir meteor gibi düşer. Yalnızca kendi yaşamı, her türlü kültürden radikal bir tutumla nefret edişi, her türlü Avrupalılığı aşması, ahlak düzlemlerinin ortasında salt içgüdüsel bir yaşamı sürdürmesi, engel tanımayan bireyciliği bile Arthur Rimbaud’yu yeterince ilginç kılabilir. Zamanımız açısından Rimbaud, bir bireysel özgürlük kahramanı, içgüdüler evreninin bir serüvencisidir.

Rimbaud’nun şair yanını onca büyüklüğe eriştiren ise, biri olumsuz, biri de olumlu olmak üzere iki öğedir, bir koşul ve bir yetenektir. Önce olumsuz öğeyi ele alırsak, bunu Rimbaud’nun iç dünyasında yükümlülüklerin eksikliği diye tanımlayabiliriz. Rimbaud, hiçbir engel tanımayan bir insandı. Elini kolunu bağlayan, kutsal saydığı hiçbir şey yoktu. Büyük bir gururla, şöyle derdi: "Galyalı atalarımdan putperestliği ve günaha duyulan aşkı aldım. Ey bütün günahlar, şiddetler, şehvetleri muhteşem şehvet; -özellikle de yalan ve tembellik!" Çünkü onu tutabilen hiçbir şey yoktu. Aile bağlarını delilik sayar, bu bağlılığın bir boyunduruktan başka bir şey olmadığına inanırdı. Mektupları hep bir bankere yazılır gibi kaleme alınmıştır; sürekli yinelenen, hep para konularıdır. Vatanseverlik ve kendi kültürüyle gurur duyma gibi şeyleri, çürük yemiş gibi fırlatıp atmıştır; Avrupalılarla birlikte yaşamaktansa, ilkel Zencilerin arasında yaşamayı yeğlemiştir. Dinin önünde hiçbir zaman boyun eğmemiştir; Hazreti Isa, Rimbaud’nun gözünde ‘enerjilerin sonrasız değeri’ olmaktan başkaca bir şey değildir. Dostluğu hiçbir zaman bir bağ saymamış, gelip geçici serüven yoldaşlıkları yeğlemiştir. Ahlak, Rimbaud’ya göre gülünç bir şeydir, "insanın bir zaafıdır"; sanata gelince, o da bütün öteki işler gibi bir iştir. "Kalem tutan el, saban tutan el ile eşdeğerdir" Rimbaud için sağlam, destek sayılacak bir dünya görüsün merkezi olabilecek hiçbir şey yoktur; bilginin uçurumları üzerinde dans edercesine, boşlukta gezinir. Rimbaud’nun kişiliğinden bize esen, saydam, soğuk, insanı hafiften titreten bir atmosferdir. En genç dönemlerindeki şair bile özgürdür; estetikten, herhangi bir sanat anlayışından bağımsızdır; geleneksel bağlardan bağımsızdır. Şiire acımasızca sarılır; ona sevecen tavırlarla değil, ama sertlikle, tecavüz ederek boyun eğdirir. Rimbaud’nun şiirleri acımasızdır ve sinirleri zayıf olanlara uygun düşmez; bu şiirlerin kimilerinden yoksulluğun, kirli giysilerin, terli pabuçların, tuvaletlerin kokuları yükselir; bu şiirler, en gerçekçi gerçeklik ten ve dizgin tanımayan imgelemden oluşma, dahiyane bir yumaktır. Eşsizdir. Rimbaud, sanki dünyanın ilk şairiymiş, sanki kendisinden önce gelmiş binlercenin oluşturdukları estetik, iskambil kâğıtlarından yapılma bir bina örneği çökmüş gibi şiir yazmaya başlar. Şiiri, bu gözü kara içgüdüsel özgürlük ortamında, kendine özgü bir gelişme çizgisini izler; Avrupalı ve gelenek doğrultusunda sayılması olanaksız olan bu şiir, son derece özgün ve büyüktür; bu şiir, kavimler göçü sırasında kuzeyin güçlü kavimlerinin Roma ya da Bizans’a saldırmaları gibi, bütün Cermenliği ve barbarlığıyla Galya’nın doruk noktasındaki kültürüne saldırır.

Bu iç özgürlük, yaşamda ve şiirde engelleyici olabilecek bütün kavramlardan kendini içgüdüsel olarak bağımsız kılış, Rimbaud’nun büyüklüğünün en derinde yatan koşuludur. Buna şairin eşsiz denebilecek bir yetisi, bakışlarının sanrısal gücü, ya da daha iyi bir deyişle duyumsaması da eklenir. Çünkü Rimbaud, dış dünyanın nesnelerini yalnızca bütün boyutlarıyla kavramakla yetinmeyip onları bütün nitelikleriyle birlikte kendi iç dünyasına da akıtır; onları görmesinin yanı sıra, aynı zamanda duyar, tadlarına bakar, kokularını alır, onlara dokunur ve en derin noktalarına kadar iner. Kavrama yetisi, nesneleri bir akıntının anaforu gibi, neredeyse açgözlülükle yutuverir; Rimbaud, bütün bu nesneleri sanatsal anlamda da iç dünyasına dahil eder, onların özünü emer, en küçük ayrıntılarının bile tadına varır ve bu ayrıntılar damla damla kanına geçer. Bütün duyusal izlenimleri öylesine derinliğine ve şiddetle emer ki, bu izlenimler  paramparça olup varolan niteliklerini yitirirler: Koku, ses ve renkler birbirine karışır; bunlar, artık hiçbir bilginin bulunmadığı, yalnızca dıştan gelen bir dokunmaya ilişkin bulanık bir duyumsamanın, kışkırtılmış bir içgüdünün varlığının söz konusu olduğu o en derin noktada birbirlerine değerler. Birbirinden farklı duyusal izlenimlerin şiirsel düzeyde dışlaştırılan ve daha önce Baudelaire in ünlü ‘La nature est un temple’ adlı sonesinde bulanık bir biçimde sezmiş olduğu ortak tınıları, kaynağını, duyumsama yeteneğinin sözü edilen derinliklerinde ve şiddetinde bulur. Birbirinden farklı duyusal alanlara ait değerlerin birbirini karşılaması diye açıklanabilecek bu olgu, ruhbilim alanında anestesi-benzeri diye adlandırılan, ancak sanatsal düzeyde duyumsayan insan bakımından, günlük bir olay niteliğini taşıması nedeniyle, farklılık göstermeyen olgudur. Bu karşılıklı birbirinin yerini tutma olgusu hiçbir şairde Rimbaud’da olduğu kadar yüksek bir gelişme düzeyine varmamıştır. Rimbaud, kendisine ulaşan bir tona, aynı duyum değerindeki bir renkle yanıt verir. Fakat buradaki eşitleme, mantıktan kaynaklanma olmayıp, kökenlerini duyguda bulur. Bu duygu, her zaman şaire ait olan bir duygudur; çoğu kez de aynı zamanda, anlatımın çağrıştırma gücü ya da şairin sihirli ezgisi nedeniyle, bir başkasında bulunan bir duygudur. Rimbaud’nun iç dünyasında bu bağlamların kesinliğinin ne ölçüde canlı olduğunu, bir izlek niteliğindeki ‘Sonette des voyelles’ gösterir; bu sonede fantastik olaylar, neredeyse dogmatik bir düzeyde kristalize olur, A siyahla, E beyazla, I kırmızıyla, O maviyle ve U yeşille eşitlenir, ‘gizli kaynaklar’, vahşi görüntülerle çerçevelenmiş olarak, bir bütün içerisinde bir araya gelir. Burada kısmen şaka niteliğindeki bu olgu, aslında bilinçaltının o karanlık alanına pek az kişinin başarabildiği bir girişi simgeler. Burada kavramsallıklardan uzak bir şiir sanatı, aklın desteğini gereksinmeyen bir simgeler sanatı, içgüdü ve bir tür sihir söz konusudur. Rimbaud’nun deyişiyle, ‘sözcüğün simyası’ vardır; bütünüyle ancak ustanın bildiği, çok az sayıda ‘haberlinin’ anlayabildiği bir tür büyü sanatı vardır, Ve sonra Rimbaud’nun yaşamında yeniden o sabırsız haykırış yinelenir: "Bilimin temposu çok ağır." Bilim, çok yavaştır, şiirde tanımlamalara gitmek, çok zaman alır. Mozaik, çok çaba gerektirir; bu nedenle en iyisi, dahiyane taslaklar çizmektir. Rimbaud, simgeyi hafif ocak ateşinde buharlaştırmayı değil, fakat şimşek çakması kadar sürede, sezgisel olarak kapmayı amaçlar; belki bu, simgenin anlaşılmazlığı pahasına da gerçekleştirilebilir. Gelgelelim duygu, her şeydir. Dizelerini dergiler ve kitaplar için kaleme almayan, dizeler aracılığıyla yalnızca iç dünyasındaki gerilimden kurtulmak isteyen Rimbaud gibi biri için anlaşılabilirlikten feragat etmek, kolaydır. Elektrik akımının boşalması ise önceden planlanarak değil, ama ansızın, şimşek aracılığıyla gerçekleşir.

Böylesine bir iç dünya doluzdizginliğinin, renklerdeki bu şiddetin ve anlatımdaki bu coşkunluğun içinde bulunduğu kabı, yani geleneksel Fransız dize yapısını kısa zamanda parçalamış olması, çok doğaldır. Rimbaud, eski kalıplara ancak on dört yaşındayken uymuştur. Fakat satırların bir sonraki dizeye el uzatması, dörtlüklerin buruk bir tadla dağılması, kaynayan duyguların boşluktaki satırları zorlamaya başlaması uzun sürmez; Rimbaud, kısa bir süre sonra parçalanmış kalıbı fırlatıp atar. Başlangıçta tutumu, devrimci niteliktedir; yarım uyaklar kullanılır, uyaklarda özgürleşme eğilimi belirginleşir - ama bütün bunlar kısa sürer; Rimbaud, her türlü biçim kaygısını bir yana atıp anarşik bir tutum takınır ve ‘Illuminations’daki o vahşi bir akışı izleyen düzyazı şiirlerini, kendi vahşi ezgileri doğrultusunda olmak üzere kaleme alır; buradaki düzyazı, bir sanat yapıtı olarak şiirin doruğudur, Walt Whitman’ın satırlarından yansıyan çağlayanlar, Nietzsche’nin diyonizyak esriklikleri kadar görkemlidir. İç dünyasında kendini kültürün bütün bağlarından özgür kılan Rimbaud, sanki yeniden insanoğlunun çıkardığı ilk seslere döner, daha derin bir anlamda dindarlığa kayar, rapsodik ve vaaz verenleri çağrıştırır olur; her ikisi de kendilerini dünyadan özgür kılmış, yalnızlığı seçmişlerin elinden çıkma ‘Cehennemde Bir Mevsim' ve ‘Zerdüşt' kadar hemen hemen aynı dönemde kaleme alınmış, bir rastlantı sonucu üslup bakımından birbirlerine bu denli benzeyen iki kitap daha hemen hemen yoktur. Rimbaud'nun sözcüklerinin gücü zamanla başlı başına bir olaya dönüşür, elinin altında sözcüklerin boyutları giderek genişler; kavramların o kurşuni renkli jelatini bir vampir gibi kan emerek, renklerle tıka basa dolu, o zamana kadar görülmemiş bir ışığın yakamozlarını saçmaya başlar. En eskimiş sözcükler bile yepyeni olur, elektrik akımıyla çıtırdamaya başlar ve ansızın kıvılcımlar saçar. Bunlar hiç beklenmedik bir anda şahlanırlar ve mantık düzeyinde kavranmalarına olanak tanımadan, bir şaşırtmacayla herkesi kendilerine boyun eğdirirler. Bunlar, hep soylu türden sözcükler olmayıp, kimi zaman sokağın argosundan alınma, bilimden zorla koparılma, çoğu zaman da yeni temeli atılmış sözcüklerdir. Bu bağlamda sayısız örnekler verilebilir. Birkaçıyla yetinelim. "La reine aux fosses cascadantes." Görkemin ta kendisi! Ya da ‘le coeur fou robinsonne’ -bu, Akademinin sözlüğünde henüz yoktur. ‘Les insultes ithyphalliques et pioupiesques’, ‘perealiser sa peau’- hemen her kıtada olmak üzere, bu türden binlerce örnek verilebilir. Böyle sözcüklerle son karanlıkların kapısı da kırılır ve Rimbaud, büyük bir gururla şöyle der: "Ben sessizlikleri, karanlıkları, sözcüklerle anlatılamayanları kaleme alıyorum." Çünkü üç yıl gibi bir sürede, başkalarının henüz o tatlı çocukluk günlerinin uzantılarından oluşma bir çağda, küçük budalalıklarla zaman harcadıkları bir yaşta Rimbaud, akıl almaz ürünler vermiştir. On beş yaşında ‘Sensation’u, on altı yaşında da ‘Les chercheuses de Poux’yu, insanın sanki sırtında ansızın serin bir el gezinmişçesine, şehvetten ürpertiler geçirerek duyumsadığı o şeytani güzellikteki ve özünde alabildiğine sapkın şiiri yazmıştır. Ondan sonra satırlar gittikçe daha çok kanla dolar, ritimler daha bir dolu dizginleşir, hiç duyulmadık imgeler belirginleşir; bu imgeler bir noktadan sonra yaşamın bilinen sınırlarını aşıp, artık yalnızca bilinmeyen dünyaların yüzeylerine doğru kayar. Sanrılar, Rimbaud’yu ansızın bütün olanakların ötesine sürükler. Yaşamının panoramasına sadık kalarak anlatmak istersek, Rimbaud sanatçı olarak on beş yaşında Fransa’yı, on altı yaşında da Avrupa’yı terk etmiş, doğunun uçsuz bucaksız görkemine, başka yıldız sistemlerinin boşluktaki gecelerine, tropik dünyaların boğucu şehvetine yelken açmıştır. Ebedi şiiri ‘Sarhoş Gemi’ ise renklerin görkemli başkaldırısı, zincirlerinden boşanmış duyuların zaferi niteliğiyle Fransız şiirinin üzerinde, anarşinin kırmızı bayrağı gibi dalgalanır. Bu şiir, birbirine geçen görüntülerden oluşma bir çağlayandır, cehennemin göklerinden dökülme saptamaların dibinde toplandığı, kaynayan bir uçurumdur; sergilenen görüntünün anlamını insan, ancak sonradan kavrayabilir; ama bundan önce görüntülerin darbeleri altında bir sendeleme dönemi vardır. Bu tür ateşli görüntülere ancak William Blake’in betimlemelerinde rastlanılabilir. Şarkı söyleyen balıkların gezdiği ülkeler, kanayan yıldızlarla kaplı gökyüzü, tahtakuruları tarafından kemirilmiş dev yılanlar, panter gözlü çiçekler, gümüş rengi güneşler ~ denizin şiirinde dile gelen bu düş, hangi afyonlardan ve hangi yakıcı ateşten kaynaklanmadır? Ve bütün bunlara karşın sözü edilen düş, en gizli köklerinde yine de yaşamla bağıntılıdır; çığlık, her şeyi yakıp kavuran lav akıntısında alev alev bir doruk gibi, ansızın yükselir "Je regrette Europe aux anciens par, pets." Bu düşün en derinde yatan çekirdeğini, sonradan gerçekleşecek yazgıya ilişkin sezgi oluşturur. Rimbaud, bir falcı olabilmeye, gizli büyülerin yardımıyla geleceğin düşlerini bulabilmeye yönelik son özlemini bu şiirde yaşar. Hepsini bilmiştir. Gelecekteki yaşamı, uzak denizlere yapılan yolculuklar, bir daha Avrupa'ya dönmeyiş, bütün bunlar gerçekleşmezden yirmi yıl önce hem bu şiirde, hem de öteki şiirlerde mat renkli camların ardından parlarcasına yer almıştır. Henüz oluşmakta olanı sanat yapıtında gerçekleşmiş olarak sergilemek, iç dünyadaki misyonun işitilmedik zaferidir. ‘Sarhoş Gemi’, aynı zamanda Rimbaud’nun son şiirlerinden biridir. Şairin soluğu o denli sıcaktır ki, parmaklarının arasındaki balmumu bir kalıba uyacak yerde erimiştir. Edebiyat, sanat, dile getirilemez olanı bütünüyle söyleyebilmekte aciz kalmıştır. Ve bu nedenle Rimbaud, henüz on sekiz yaşındayken sanatı fırlatıp atar.

Kimileri, Rimbaud’nun hemen o zamanlar ölmeyişinde bir tür ‘üslupsuzluk’ bulurlar; edebiyatla geçen dönemi, bir asalak gibi bütün bir yaşamın izlemesini uygunsuz sayarlar. Fakat böyle yapmakla ne kadar sınırlı, ne kadar salt edebiyat düzeyinde kalarak duyumsadıklarının ayırdına varamazlar. On sekiz yaşında ölüp ardında böyle şiirler bırakmak, eşsiz bir yaşam değil, yalnızca bir rekor olabilirdi; çünkü Keats, yirmi dört yaşında ölmüştür. Oysa burada asıl eşsiz olan, böyle bir sanatçının sanata duyduğu nefrettir; kendini sanata adayacak yerde onu kendine çekmesi, ona tecavüz etmesi ve artık verebilecek bir şeyi kalmadığında, onu bir yana atıp, bir daha asla ona elini değdirmemesidir; başkalarının henüz düşünmeye bile cesaret edemedikleri son yanılsamaları da ardında bırakıp, tıpkı canalıcı anda Faust’un yaptığı gibi, "Başlangıçta kelâm vardı" cümlesinin üstünü çizmek cesaretini göstermesi ve hayatın kitabına -kararlı bir hamleyle ve silinmesi olanaksız renklerle- şunu yazmış olmasıdır: "Başlangıçta eylem vardı."

Stefan Zweig

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder