"Olmak ya da olmamak: işte bütün mesele bu. Kör talihin darbelerine ve sıkıntılarına dayanmak mı daha onurlu olur ruh için, yoksa acılar ummanına karşı silahlanıp bir yaşam reddiyle onlara bir son vermek mi? Ölmek, uyumak. Hepsi bu. Bir uykuyla korkunç kalp atışlarını yatıştırabilmek sonunda, doğanın bedene miras bıraktığı bin bir acıyı sona erdirmek, canı gönülden istenecek bir son olmaz mıydı? Ölmek, uyumak; uyumak... Ve belki düş görmek. İşte bütün dert de bu! Çünkü, bu fani kalıptan sıyrıldıktan sonra, o ölüm uykusunda, kim bilir ne düşler görürüz düşüncesi bizi durmaya mecbur ediyordur! Yaşam felaketini uzatan düşünce bu işte. Yoksa bir hançerle bütün bunlara son verebilecekken kaderin sillesine, hakaretlerine, zalimin haksızlıklarına, kendini beğenmişin küstahlıklarına, karşılıksız aşkın ıstırabına, adaletin gecikmelerine, yönetimin kibrine, değerlilerin değersizlerce hor görülmesine kim tahammül ederdi? Ölümden -hiçbir yolcunun geri dönmediği o gizemli ülke- sonra olabileceklerden korkmak olmasaydı eğer, bu yükümlülükleri kim üstlenir, yaşamın ağır yükü altında inleyip ter dökmeye kim razı olurdu? İşte, bizi bilmediğimiz felaketlere doğru koşmaktansa içinde olduklarımıza tahammül ettiren muamma. Bilmek, işte hepimizi böyle korkak yapıyor; kararlılığımızın ilk yeşilliği, düşünmenin soluk gölgesinde sararıp soluyor; En büyük, en Önemli girişimlerimiz, bu düşünme yüzünden yön değiştiriyor ve eylemden vazgeçiyor.”
Dünya edebiyatının bu ünlü metni 1600 yılına aittir. Shakespeare bu birkaç satırla her şeyi söylemiştir: İnsanlık durumunun güçlükleri ve sınırları, insan yaşamını devam ettirmeye izin verir mi? Hamlet’in bu monologunun kalıcı ve evrensel bir piyes olmasında çok şeyin katkısı vardır: Yazarın, adının ötesinde çok az bilinen gizemli kişiliği; karar vermenin imkânsızlığıyla çelişkili biçimde, ikilemin basitliği; insanlık durumuna özgü umut ve düş kırıklıklarının dokusunu çok güzel ifade eden gelgitleriyle, metnin iç devinimi. Bu insanlık durumu, acı ve engellenmelerin bir karışımı (aşağılanmalar, haksızlıklar, duygusal sıkıntılar, fiziksel acılar, hak edilmemiş başarısızlıklar, büyükler, yönetimler ve kendini beğenmişler tarafından küçümsenme ve umursanmama) değil midir? Bunların üst üste gelmesi, her varlığı “devinen bir gölge, sahnede bir an coşup sonra sesi bir daha duyulmayan zavallı bir komedyen" yapar. “Bu, bir aptal tarafından anlatılmış, gürültü ve şiddet dolu, anlamsız bir hikâyedir,” der Macbeth. Böylesine anlamsız ve böylesine zahmetli bir yaşama neden hemen son verip sonsuz bir uykuya dalmıyoruz? Çünkü korkuyoruz, ölümden değil, sadece bilinmeyenden, ölümden sonra olabileceklerden korkuyoruz. Bilincimiz ve imgelemimiz bizi intihara karşı koruyor ve biz, yaşamla ölüm arasında kararsız kalıyoruz.
Temel intihar eğilimi daha önce hiç bu kadar gerçekçi bir biçimde dile getirilmemişti. Yoksa Hamlet, Shakespeare miydi? Bunun bir önemi yok, çünkü birey olarak Shakespeare’in de ötesinde, önemli olan, sonunun dile getirilmiş olması ve uyandırdığı müthiş yankının bugün de hâlâ devam ediyor olması. Hamlet bir oyuncudur: Hepimiz öyleyiz. O, delilik ve bilinçlilik arasındadır: Herkes öyledir. Onun sorusu, insanlığın sorusudur.
Her zaman ve her yerde geçerli bir metin. Başarısı bunu yeterince kanıtlıyor. Bununla birlikte, zaman ve mekândaki yeri belli: 1600, İngiltere. Bir kılıç gibi keskin olan bu cümleleri iyice anlamak, onların içe işleme gücünü, insani engellenmelere ilişkin uzun söylevini, imkânsız seçim kaygısını hissetmek için, bunları, dünyada hiçbir çevirinin anlamını tam veremeyeceği eski İngilizcenin öylesine anlamlı ses uyumuyla birlikte, kendi dillerinden okumak gerek:
"To be or not to be (...) to die, to sleep; no more (...) who would fardels bear, to grunt and sweat under a weary life, bul that dread of something after death, the undiscovered country, from whose bourn no traveller returns..."
*
İntiharın Tarihi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder