Antik Miras: Zamanında Çekip Gitmeyi Bilmek

Jacques Louis David'in tablosundan detay

XV. yüzyılda, toplumsal, ekonomik, siyasi, askeri, dini ve kültürel sarsıntıların ortasında, modernliğin ilk belirtileri görünmeye başladığında, ilk hümanistlerin kaygılı merakı, coşkuyla, pagan Antikçağ’ın sınırsız mirasını çözmeye koyulur. XIV. yüzyıldan itibaren, adcı düşünce akımıyla, John Wyclifte ve Jean Hus’un sapkın dinsel itirazlarıyla, Kilisedeki bölünmelerle, Kardinal von Kues ve Nicolas Oresme'in bilimsel cesaretleriyle, can çekişen feodal düzenin son çırpınışlarıyla, demografik bunalımlar ve savaş yıkıntılarıyla gelişen Ockhamcı devrimle birlikte düşünsel ve ahlaki kesinliklerin yeniden tartışma konusu edilmesi, Avrupalı aydınları, antik bilgeliğin uzun zamandır ihmal edilmiş hazinesini araştırmaya iter.

Hıristiyan öğretisinin kuşkusuz her şeye bir yanıtı vardır: Kilise Babaları, konsiller, Ortaçağ tanrıbilimcileri gitgide daha kesin görgü kuralları ve davranış normları getirir. Ahlak alanı, en sağlam bütünü oluşturun On emir, otoriteler tarafından dayatılmış ve inananlar tarafından içselleştirilmiş zorunluluk ve yasakların dokunulmaz temelini oluşturur. Toplu bir kınamanın nesnesi olan sapkın davranışlar, toplumun tam onayıyla birlikte sivil ve dini güçlerin el birliğiyle bastırılır. Bununla birlikte, bu iyiyle kötünün alanında bile, Antikçağ insanlarının saygınlığı, Hıristiyan ahlakıyla açıkça bir anlaşmazlık söz konusu olduğunda hümanist düşünürleri sorgulamaya iter; tanrıbilimciler, Tanrı'nın inanan ya da inanmayan her insanın içine evrensel davranış kuralları yerleştirdiğini söylemez mi? Bu kurallar arasında, insan yaşamına saygı en açık kural gibi görünür. Öldürmek kesinlikle yasaktır ve bu yasak, titizlikle belirlenmiş birkaç durum dışında, insanın kendi varlığını da kapsar. Oysa Antikçağ, Hıristiyan düşünürlere kahramanca intiharın ünlü örneklerini ve bu eylemi haklı kılan yüce felsefi düşünceleri sunar. Rönesans’ın kendini öldürme hakkı konusunda soracağı soruların temelinde, Antikçağ uygulaması üzerinde düşünme yatar. İnsanlar Yunan-Roma geçmişini ve dönemin büyük adamlarını hayranlıkla yeniden keşfeder, sonra da Aristodemos’un, Kleomenes’in, Themistokles’in, İsokrates’in Demosthenes’in, Pythagoras’m, Empedokles’in, Deraokritos’un, Diogenes’in, Hegesias’ın, Zenon’un, Kleanıhes’in, Sokrates’in, Lucrecia’nın, Appius Claudius’un, Crassus’un, Caius Gracchus'un, Marius’un, Cato'nun, şair Lucretius’un, Antonius’un, Kleopatra'nın, Brutus’un, Cassius’un, Varus’un, Pison'un, Cocccius Nerva’nın, Silanus'un, Seneca’nın, Calpumius Pison’un, Otho’nun ve diğerlerinin intiharı hakkında sorular sorar. Bu denli saygın bunca kişinin istemli ölümünü, ayrım gözetmeden, cehenneme götüren utanç verici bir korkaklık olarak nitelemek mümkün müdür?

YUNANLILARDA FİKİR ÇOKLUĞU

Antikçağ’ın istemli ölüm karşısındaki tutumunu Ortaçağ tutumundan esas olarak ayıran şey, Hıristiyanlığın ilke tekliğine karşı Antikçağ’ın fikir çokluğudur. Pagan Antikçağ, kendini öldürmeyi oybirliğiyle desteklemekten çok uzaktır. Yunan toplumunda, her büyük felsefe okulunun kendine özgü bir tavrı vardır ve Pythagorasçıların kesin karşıtçılığından Epikurosçu ve Stoacıların hoşgörülü onayına dek bütün yelpaze temsil edilir.

Bu çeşitlilik hukuk alanında da geçerlidir, Atina, Sparta, Thebai gibi bazı kentler intihar edenlerin cesedi için cezalar öngörürken, diğerlerinde bu söz konusu değildir. Ama her yerde uygulama çok hoşgörülü görünür ve Yunan tarihi, nedenleri çok çeşitli, gerçek ya da yarı efsanevi, büyük yankılar uyandırmış intiharlarla doludur. Menoikeos, Themistokles, İsokrates ve Demosthenes’in yurtseverce intiharları; Aristodemos’un vicdan azabı yüzünden intiharı; Kleomenes’m onur nedenli intiharı; Pythagoras'ın dini bir düşünceye bağlılığı yüzünden intiharı; Demokritos ve Speusippos’un yaşlılığın düşkünlüğünden kurtulmak için intiharı; Panthea, Hero ve Sappho’nun aşk yüzünden intiharı; Hippo’nun namus yüzünden intiharı; Charondas’uı yurtseverce intiharı; yaşamı hor gören Zenon, Kleanthes, Hegesias, Diogenes ve Epikuros’un felsefi intiharları. Sokrates’in ölümü daha tartışmalıdır, ama yine de, duruşması sırasında verdiği kışkırtıcı yanıtlar ve kaçmayı reddetmesi nedeniyle bir intihara benzetilebilir.

En eski çağlardan beri, Yunan öğretisi, felsefi intiharın temel sorusunu sorar. Kyreneciler, Kynikler, Epikurosçular ve Stoacılar, hepsi, özgürlüğü, kendi yaşamı ve ölümüne karar verebilme hakkında yatan bireyin üstün değerini kabul eder. Onlara göre, yaşam iyiyse, yani akla, insan onuruna uygunsa ve üzüntülerden çok sevinçler getiriyorsa, ancak o zaman sürdürülmeyi hak eder. Aksi durumda, onu sürdürmek deliliktir.

Bu genel şema içinde, her öğreti şu ya da bu görüşü vurgular. Çok bireyci olan Kyreneciler karamsardır ve hocalarından biri olan Hegesias, çok sayıda intihara yol açtığı için İskenderiye'den kovulacaktır. Kynikler, makul bir yaşam sürülemiyorsa ondan tümüyle vazgeçmeyi öğretir: 

Antisthenes'e göre, yeterince zeki olmayanlar kendilerini assalar daha iyi ederler. Öğrencisi Diogenes bu kuralı sonuna kadar götürür. Ona göre, ölümden, buradayken hissedilmeyen ölümden korkmamak gerekir. O halde, iyi bir yaşam süremiyorsa, insan kendini öldürmekten çekinmemelidir. Çok yaşamak için iyi bir nedenin, eğer bu yoksa bir ipin olmalı, der. Diogenes Laerrios ona aynı doğrultuda devam eden sayısız söz yükler: “iyi yaşamaya çalışmıyorsan, neden yaşıyorsun?” “Biri ona şöyle demişti: ‘Yaşamak bir kötülük. - Hayır, dedi o da, ama kötü yaşamak evet’”; “Sağlıklı bir kafayla yaşamak gerek ya da kendini asmak, diye tekrarlayıp duruyordu”; “Antisthenes sonunda haykırdı: ‘Of! O halde kim kurtaracak beni acılarımdan? - Bu, dedi Diogenes, bıçağını göstererek.’ 

Epikurosçulara göre, bilgelik, yaşam dayanılmaz hale geldiğinde usulca intihar etmemizi öğütler. Enikonu düşündükten sonra, acele etmeden, sessizce çekip gidebiliriz, “duman içinde kalmış bir odadan çıkar gibi". Stoacıların yücelttiği şey de iyice düşünülüp taşınılmış bir intihar' dır, akıl doğanın düzenine uymamız için en onurlu çözüm yolunun intihar olduğunu gösterdiğinde ya da biz, kendimiz için belirlediğimiz yolu artık takip edemediğimizde. Yaşam ve ölüm birbirinden farksızdır, çünkü tümtanrıcı evrende her şey beraberinde götürülür. “Bilge, vatanı ve arkadaşları için canını verebilir, dahası kendisi dayanılmaz acılar içindeyse, bir uzvunu kaybetmişse ya da iyileşmez bir hastalığa yakalanmışsa kendini öldürebilir”: Diogenes Laertios, Stoacıların, Zenon’un intiharıyla açıklanan istemli ölüm düşüncesini şöyle Özetler: “Doksan sekiz yaşında, okulundan çıkarken düştü ve bir parmağı kırıldı, ama o, eliyle yere vurarak Niobe’nin dizesini söyledi: ‘Geliyorum. Beni neden çağırıyorsun?’ Ve hemen kendini boğarak öldürdü.”

Bunun tersine Pythagorasçılar, iki temel nedenle intihara karşıdırlar: Bir ilk günahın ardından bir bedene düşen ruh, onun kefaretini sonuna kadar ödemelidir; ruhla bedenin birliği, sayısal oranlarla yönetilir ve intihar bunların uyumunu bozabilir, bu da, Herakleitos’a göre, Pythagoras’ın yaşamdan bıkkınlıkla yemek yemeyip kendini ölüme terk etmesini engellemez. Hermippos’a göre ise, o, kaçarken Siracusalılar tarafından öldürülmüş olacaktır: Kutsal bir sebze olan bakla tarlasından geçmek istemediği için yakalanacaktır, bu da bir tür intihar olacaktır.

PLATONUN AYRIMLARI VE ARİSTOTELES’İN REDDİ

Geriye kalıyor Yunan öğretisinin iki dehası: Platon ve Aristoteles. Çoğu zaman zıt yönlerde, Batı öğretisine en çok damga vurmuş iki dev. Daha önceki akımların tersine, onlar insanı her şeyden önce bir topluluğun içinde yer alan toplumsal bir varlık olarak görürler. Dolayısıyla birey, kendi çıkarına göre düşünmemeli, onu oraya yerleştiren Tanrı’ya (Platon) ve ona yerine getirmesi gereken bir rol veren Site’ye karşı (Aristoteles) görevlerini de hesaba katmalıdır.

Platon’un tavrı daha yumuşak ve daha belirsizdir, tereddüt ediyor gibidir. İstemli ölümle ilgili öğretisi, ondan yararlanmak isteyen Hıristiyan düşünürler tarafından ele alınırken değiştirilmiştir, ama çok nüanslı bir öğreti olduğu söylenebilir. Yasaiar’ın (Nomoi), intihar karşıtları tarafından kırpılmış bir pasajında, “kendini öldürecek ve Geleceği kendi payından yoksun bırakacak olan kişinin...” genel mezarlığa gömülmemesi gerektiğini söyler. Bu kişi, ıssız bir yere, adı belirtilmeden ve taşsız gömülmelidir. Bununla birlikte, Platon, “Site’den gelen bir kararla ya da saldırısından kaçamadığı beklenmedik bir hastalığın şiddetli acıları yüzünden ya da kendisine sunulan yaşam, çaresiz ve dayanılamayacak kadar iğrenç olduğu için" kendini öldürenlere bunun uygulanmayacağını belirtir. O halde üç önemli istisna vardır: mahkûmiyet (Sokrates'in durumu), çok ağrılı ve onulmaz bir hastalık ve sefil bir yaşam, bu da yoksulluktan utanca dek birçok durumu kapsayabilir. Aynı diyalogda, Platon, tapınak yağmacıları konusunda da şöyle der: “Eğer kötü eğilimlerinden kurtulmayı başaramıyorsan, ölümü en iyi çare olarak düşündüğün anda, yaşamdan kurtul.”

Platon intihar sorununu ikinci bir diyalogda, Sokrates'in, baldıran zehrini içmeden önce arkadaşlarıyla konuştuğu Phaidon'da ele alır. Öğretisinin burada son derece karmaşık olduğu söylenebilir; ifadeler, usandırıcı bir kapalılığa sahiptir ve Sokrates’in muhataplarını şaşkın bırakır: “Zeus kendine gelsin!" der bir ara Kebes. Kendini zehirlemek üzere olan Sokrates, gerçekte onlara, intiharın Site'de belki istenilen bir şey olmadığını, ama ölümün çok arzu edilen bir şey olduğunu, öyle ki filozofun onu dilemekten başka bir şey yapamadığını anlatmaya çalışır. İlk önce, isteksizce resmi düşünceden yana konuşur: Bizim sahibimiz tanrılardır, biz onlara aidiz, o halde onları yüzüstü bırakmaya hakkımız yoktur. Sokrates’in intihar “karşıtçılığı", onun inanç düzeyi hakkında çok şey anlatan bir dolaylamayla dile getirilir. Tanrılar bize, bugün bana verilen emir gibi bir emir göndermeden kendimizi öldürmeye hakkımız olmadığını söylemek belki de saçma olmaz.” İşte intihar konusunda çok tereddütlü bir kınama. Bunun ardından, coşkulu bir biçimde, ölümün ve ondan sonra gelen şeylerin yararları da hatırlatılır üstelik!

Cato intihar etmeden önce Phaidon’u iki kez okumuş olacaktır, bu da anlamın ona çok açık gelmediğini, ama aynı zamanda istemli Ölüm aleyhindeki kanıtların da çok ikna edici olmadığını gösterir. Eğer ölüm o kadar arzu edilen bir şeyse ve eğer onca mutluluğun önünü açıyorsa, insanın kendini öldürmemesi için çok güçlü bir nedeni olması gerekir. Dinsel bağlamda, Platonculuk, gizemci intihar diyebileceğimiz şeyi doğuracaktır: bu yaşamdan başlayarak öbür dünyanın sonsuz mutluluğuna erişmek için kendinden ve dünyadan vazgeçme. Fiziksel intihar yokluğundan gizemciler tinsel intiharı uygulayacaktır.

Belirsizliklerle dolu Platoncu öğretiyle karşılaştırıldığında, Aristoteles’in öğretisi kesin bir sertliğin izlerini taşır: İntihar kesinlikle kınanmalıdır, çünkü o, kendine ve Site’ye karşı yapılmış bir haksızlıktır, çünkü o, sorumluluklarından kaçan korkakların işidir, çünkü o erdeme aykırıdır. Biz bulunduğumuz yerde kalmalı ve yaşamın felaketlerini soğukkanlılıkla karşılamalıyız. Bununla birlikte Aristoteles, Ethika'da, yüce gönüllülük “yaşamını korumak demek değildir, çünkü yüce gönüllü, yaşamın, ne pahasına olursa olsun korunmaya değmediğini düşünür" de der.

ARKAİK ROMALILARIN KAYGILARI


Bütün Batı uygarlıkları arasında, Roma uygarlığı, intiharı en çok desteklemiş uygarlık olarak görülür. Seçkinler sınıfında Stoacılığın önemi ve kendini öldüren ünlü kişilerin sayısı bu ünün haklılığını ortaya koymuştur. Le Suicide dans la Rome antiejue [Antik Roma’da İntihar] konulu büyük yapıtında Yolande Gris, İÖ V. yüzyıl-İS 11. yüzyıl arasında, 314 ünlü kişinin istemli ölüm olayıyla (yani Avrupa’da, .1300 yılından günümüze dek görülebilecek olandan çok daha fazla) ilgili referansları gösteren yirmi sayfalık bir tablo sunar.

Roma toplumu da, Yunanlılar gibi bu sorun karşısında bir görüş birliğine varmaktan çok uzaktır. Çağlara, toplumsal sınıflara, toplumsal-siyasi ortamlara uygun olarak pek çok ayrım ortaya çıkar. Roma toplumu, başından beri, toplum karşıtı bir eyleme karşı düşmanlıkla, bireyin, daha güçlülerin suiistimallerinden ve zorba iktidardan kurtulmasına izin veren bu özgürlük ifadesine karşı hayranlık arasında gidip gelir.

Kaderin ve doğanın iradesini hiçe sayıyor gibi görünen bu ölüm türünün özellikle trajik niteliği, kötü ruhlar tarafından ele geçirilmiş ve geri dönüp yaşayanları rahatsız edebilecek olan ceset konusunda bir kaygıya da yol açar. Şöyle ki bütün ilkel toplumlarda, ölüyü etkisiz kılmak için, bedenini sakatlamaya ve kıpırdayamaz hale getirmeye yönelik törenlerin uygulandığı gözlenir. John Frazer ve Louis-Victor Thomas, Afrika'daki törenlerle ilgili pek çok örnek verir: Orta Afrika’daki Bağanda kabilesi, kendini asan kişinin cesedini, kullandığı ağaçla birlikte bir yol kavşağında yakar ve buradan geçen kadınlar, ölenin ruhu onların içine girip yeniden doğmasın diye küllerin üstünü örterler, Togo’daki Ewe kabilesinde, kendini asan kişi, ağacın dalına bağlanıp dikenli çalıların içinde sürüklenir ve parçalanan bedeni ayrı bir yere gömülür; kimi zaman, cesedin göğsüne kazık çakılır; başka bir yerde, ceset sakatlanır: bacakları kırılır, kulağı kopartılır, eli kesilir, güçsüz ve utanılacak hale gelen ölünün, böylece yaşayanları bir daha rahatsız edemeyeceğine inanılır; yine başka bir yerde, ceset bir yola, bir yol kavşağına gömülür. Arkaik Yunan’da da bu törenlerin bazıları uygulanırdı: Atina’da, intihar edenin sağ eli suç işleyemesin diye kesilirdi, ama bu, daha önce de gördüğümüz gibi, eylemin kendisiyle ilgili çok çeşidi düşüncelere sahip olunmasına engel değildi. Arındırıcı ayinlerin uygulanması, sakatlanan cesedin topluluk dışına atılması, geri dönmesini engellemek için yoldaki izlerin silinmesi: Ortaçağ’da görülen bütün bu uygulamaları, olağandışı, dolayısıyla da doğaüstü bir eylem karşısında duyulan, batıl inançlara dayalı, genel bir korku temeline dayandırmak gerekir.

Roma’da, hiçbir belge ilk zamanlardaki bu uygulamalardan söz etmese de -On İki Levha Kanunu bu konuda sessiz kalır örneğin-, Yaşlı Plinius’un anlattığı kadarıyla, kraliyet döneminde Tarquinius tarafından alınmış önlemler, buna benzer inanışların olduğunu gösterir. Örneğin Tarquinius, onun zorba yönetimini protesto etmek için intihar edenlerin cesetlerinin çarmıha gerilmesini emreder. Burada amaç, ölülerin ondan intikam almasını engellemektir: sapa bir yerde, bir tahtaya çivilenmiş, yerle temas etmeyen kötü ruhlar kıpırdayamaz hale gelir ve kötü ruh, kadavrayı parçalayan kuşların üstüne çevrilir.

Bu özel durum dışında, kaynaklar, hiçbir yasal intihar yasağından söz etmez. Bazı yorumların aksine, Yolande Grise, Oniki Levha Kanunu’nun istemli ölümü yasaklamadığını ve intihar edenlerin normal biçimde gömülmeye devam ettiğini belirtir. Bununla birlikte, kullanılan araçlar arasında, kendini asmak özellikle uğursuz olarak bilinir. Bunun nedenleri belirsizdir: Yuvalarından fırlamış gözleri, sarkmış dili, sabit bakışı, bükülmüş uzuvlarıyla, kadavranın iğrenç görünümü yüzünden olabilir mi? Bu ölümün uğursuz niteliği, belki de daha çok, arkaik Roma inancında, yer tanrılarına kan akıtmadan, boğularak öldürülmüş kurbanların sunuluyor olmasıyla açıklanır. Kendini asmak, “soylu" diye nitelenen kılıçla intiharın yanında, tartışmasız pejoratif bir yananlamı modern çağa kadar koruyacaktır.

Bununla birlikte, Roma'da, ekonomik ve vatani çıkarlar gibi çok açık nedenlerle, iki toplumsal sınıfa intihar yasaktır: köleler ve askerler. İlk durumda, intihar özel mülkiyete karşı bir suç olarak görülür ve bu bakış. Ortaçağ köleliğinin temelini oluşturacaktır; ikinci durumda ise, ordu içinde intihara teşebbüs edip ölmeyenler için cezalar öngörülür.

YURTTAŞIN İNTİHAR KARŞISINDAKİ ÖZGÜRLÜĞÜ

Özgür insanlar için, intihar konusunda kanuni ya da dini hiçbir yasaklama yoktur. Yaşam ne tanrıların bir armağanı ne kutsal bir güç ne de insani bir haktır, bu yüzden de Romalı onu dilediği gibi kullanabilir. Cicero'ya göre, intihar özünde ne iyidir ne de kötü, bu, değeri öncelikle nedenlere bağlı olan “sıradan” bir davranıştır. Örneğin Cato’nun intiharı, mutlak özgürlüğün simgesidir, çünkü o, yaşamı tehlikede olmadığı halde kendini öldürerek, kadere meydan okumuştur. Bununla birlikte, Cicero, Platonculuk hakkındaki tartışmalı yorumu gereği diğer intiharları kınar: Phaidon’dan alıntılar yapıp, Platon’un, tanrılar zorunlu kılmadıkça kendini öldürmeyi yasakladığını söyler, De Republica’da da, tanrıların verdiği görevden kaçmaya hakkımız olmadığını açıklar. Bazı intiharları kınayıp, kocasının ölümünden ya da bir tecavüzden sonra yaşamak istemeyen kadınların ve alçaltıcı bir mahkûmiyetten, düşmandan, yaşlılığın düşkünlüğünden, onur lekesinden kurtulmak isteyen adamlarınki gibi bazı intiharları öven Romalı tarihçilerin çoğunda aynı ayrımlar gözlenir.

Vergilius, intihar edenleri, eylemlerinin nedenlerine göre, Cennet Tarlaları (Champs Elys£es) ve cehennem arasında paylaştırır: Birinde (Champs Elyss), yurt sevgisiyle, cesaretle ve özgürlük iddiasıyla intihar edenler bulunur; diğerindeyse, yaşamdan bıkkınlıkla intihar edenler, dolayısıyla sefil yaşamlarına geri dönmek isteyecek olanlar. Ama yine de bunlar, ölü doğmuş bebekler, haksız suçlamalarla idama mahkûm edilmiş kişiler, aşklarının kurbanı olmuş kadınlar, savaşta öldürülmüş savaşçılar, suçlulardan çok bahtsızlardan ve kurbanlardan oluşan toplulukla birlikte cehennemin nötr bölgesinde bulunurlar.

Roma tarihi pek çok intihar örneği sunar. Ünlü vakalar dışında, adsız intiharların sayısı da az değildir kuşkusuz. Lucilius'a yazan Seneca, ona “her sınıftan, her mevkiden, her yaştan insanın ölümle acılarına son verdiğinden” bahseder. Bununla birlikte, intihar ortalaması, diğer uygarlıklarınkinden daha yüksek gibi görünmüyor, Roma’da intihar akımı ya da bir “intihar salgını” gibi düşüncelerse efsaneden doğar. Ünlü İntiharla'rın sıklığı, İO100-İS 100 yıllarının çalkantıları sırasında kuşkusuz “rekor” düzeye ulaşır, ama bu, nedenlerini -öncelikle “siyasi”- çok iyi bildiğimiz ve sınırları belli bir olaydır, daha sonra buna tekrar döneceğiz.

Oerisine gelince, Yolande Grise, tarihsel kaynaklara dayanarak intiharın nedenlerine ilişkin bir liste hazırlar: arkaik dönemde, bir suçlu, ölümcül bir sınavdan geçirilerek tanrıların yargısına sunulduğunda, ordali yoluyla intiharlar; gönüllü gladyatörlerde oyun amaçlı intiharlar; bir başkasını öldürmüş kişiler tarafından gerçekleştirilen "cinai” intiharlar, intikam ve şantaj amaçlı intiharlar; diğer insanları kurtarmak adına özgeci intiharlar; yas intiharları; kendini cezalandırma intiharları; fiziksel acı, askeri yenilgi, adli kovuşturma tehlikesi gibi dayanılmaz bir durumdan kurtulma amaçlı kaçış intiharları; korku, bıkkınlık, utanç, menfaat nedenli siyasi intiharlar; arketipi Lucretia’nın intiharı olan, bir tecavüzün utancı yüzünden intiharlar. Titus Livius, Collatinus'un karısı Lucretia'nın, Tarquinius’un saldırısına uğradıktan sonra kendini nasıl hançerlediğini anlatır. İntihar konulu tartışmalarda olay çok kez hatırlatılacak ve Lucas Cranach’tan Joos van Cleve ve Tiziano’ya, Cagnacci’den Rembrandt’a ve daha pek çok ressama sanatsal bir tema sağlayacaktır.

TAEDIUM VITAE

Dikkatler, özgünlüğü nedeniyle bir başka intihar tipine yönelir: Ortaçağ'da bilinmeyen, Rönesans’ta keşfedilecek olan “yaşamdan bıkkınlık” nedeniyle intihar... Bu tür intiharlardan biri hümanistler tarafından sık sık yorumlanacaktır: Bu, Kleombrotos’un intiharıdır; genç ve yakışıklı, zengin ve sevilen bir adam olan Kleombrotos, Phaidon'u okuduktan sonra, daha iyi bir dünyada yaşamak ister ve kendini öldürür: Bu da, Platon'un bu diyalogunun intihar karşın bir diyalog gibi anlaşılmadığının bir başka kanıtıdır.

İç savaşlar sırasında ve İmparatorluğun başlangıç döneminde ortaya Çıkan istemli ölümün bu türü, gerçekte, uygarlaşma bunalımlarına, ortak anlayışların altüst olduğu, geleneksel değerlerin, ahlaki kesinliklerin ve dini, bilimsel, düşünsel alanlarda ortaya konmuş gerçekliklerin yeniden tartışma konusu edildiği dönemlere denk düşer gibi görünür. Uygarlıkların büyük denge evreleri arasındaki geçiş dönemlerinde, insan zihninin değişim dönemlerinde, Rönesans, 1580-1620 ve 1680-1720 yıllarındaki birinci ve ikinci Avrupa bilinç bunalımları, devrimler çağı ve XX. yüzyılın sonu gibi bir bakıma "kültürel devrim” dönemlerinde görülen bir intihar türü...

Bu intihar, insanlığın yazgısı üzerinde düşündükçe insan doğası konusunda tam bir karamsarlığa düşen entelektüel bir azınlığı ilgilendirir. İÖ 1. yüzyılın Roma’sında, bu kaygının sonu taedium vitaeye, yani yaşamdan bıkkınlığa varır: “Roma'nın yıkıntıları ve en seçkin yurttaşlarının katliamı arasında yok olup gidecek gibi görünen bir dünyanın korkunç manzarası karşısında, en aydın zihinleri ve ruhları sınırsız bir yılgınlık kapladı. ilk iç savaşların korkunçluğuyla umutları sarsılmış, cesaretleri kırılmış ve daha da korkunçlarının yaklaşmasıyla korkuya kapılmış olan, kaçmak, unutmak ve acı uyanışlarla korkunç yarınlar olmadan dinlenmek isteyen yurttaşların içini, böylece kaygı dolu ve hastalıklı bir tür sıkıntı kaplıyordu.”

Şair Lucretius, adı henüz konmamış bir varoluş kaygısının içten içe kemirdiği şu bıkkın aydınlar kuşağının kuşkusuz en iyi temsilcisidir. Bu yalnız ve sakin bir biçimde karamsar adamın, korkuların -ölüm korkusu, tanrı korkusu, ceza korkusu, hastalık, acı ve vicdan azabı korkusu— yiyip bitirdiği bir insanlığa karşı acıma duygusuyla dolu olduğu görülür: 

“Herkes kendinden kaçmaya çalışıyor, kuşkusuz başaramıyor, kendine rağmen kendine bağlı kalıp kendinden nefret ediyor.” 

Böyle bir kaygı, ancak bizimle birlikte yok olabilir. Lucretius, İÖ 55 yılında, yaklaşık kırk beş yaşında intihar eder.


Yüz yirmi yıl sonra, mütevekkil bir karamsarlığın izini taşıyan bir başka ünlü intiharı daha olur: Seneca’nın intiharı. Seneca, kendini gerçekleştirme arzularının ve tutkularının tatminini ne kamu yaşamında ne yalnız çalışmada bulabilen ve sürekli bir belirsizlik içinde, boş bir çabayla kendilerinden kaçmaya çalışanların çektiği varoluş bıkkınlığını çözümler:

“Bu yüzdendir kendini bir şeye veremeyen ruhun bu sıkıntısı, kendinden bıkkınlığı, bu kasırgası, eylemsizliğimizin yol açtığı şu karamsar sabırsızlığımız, özellikle de bunun nedenlerini itiraf etmeye utandığımız ve el ne der kaygısıyla korkumuzu içimize attığımızda: çıkışı olmayan bir zindanın içine hapsedilmiş; tutkularımız havasızlıktan boğulur orada.

“Bu yüzdendir amaçsızca girişilen bu yolculuklar, kıyı boyunca dolaşmalar ve mevcut duruma her zaman düşman, bir karayı, bir denizi deneyen şu hareketlilik [...] Yolculuklar yolculukları izler, bir görüntü diğerinin yerine geçer. Lucretius’un dediği gibi: 'Bu yüzden herkes sürekli kendinden kaçar.' Ama kendinden kaçılamıyorsa bu neye yarar? İnsan kendini takip eder, bu dayanılmaz birliktelikten kurtulamaz. O zaman da, çektiğimiz acının tanrılardan değil, hiçbir şeye dayanacak gücü olmayan bizlerden geldiğine inanırız: İş, eğlence, kendimiz, dünyadaki her şey bize ağır gelir. Bu durumun intihara sürüklediği insanlar vardır: Sürekli değişimleri onları durmadan aynı çemberin içinde döndürdüğü için ve her yeniliği kendilerine olanaksız kıldıkları için, yaşamdan ve evrenden tiksinirler ve içlerinde, zevkin çürüttüğü yüreklerin çığlığını yükseldiğini duyarlar: Of be! Yine mi aynı şey?”


Görelilik ve genelleşmiş kuşkuculuk dönemlerinin, anlayış ve değerlerinin bulanıklaştığı zamanların ayırt edici niteliği olan, henüz adı konmamış bu iç sıkıntısı, klasik Ortaçağ’a yabancı olacak, Ortaçağ onu, daha önce gördüğümüz gibi, delilik kategorisi içine sokacaktır. Kendinden, geleceğinden ve dünyanın anlamından emin bir kuşak için, hastalıklı melankoli anlaşılır bir şey değildir, bu sadece karışık bir zihinde varolabilir.

Yaşamdan bıkkınlık çok fazla Romalıyı intihara sürüklemiş gibi görünmüyor. Bu, aydınların içinde olmaktan hoşlandığı, ama sürecinin sonuna nadiren varan bir ruh halidir, çünkü enerji ve kararlılık ruhu yoktur. Kişinin normal hali, tam olarak yaşam ile ölüm arasında, sürekli bir belirsizlik içinde yüzmekten ibarettir. Seneca’nın kendisi, yaşamdan bıkkınlık nedeniyle değil, Neron’un emri üzerine intihar eder. Yapıtında, okuru ölüme hazırlamaya çalışsa da, onu hiçbir zaman ölüme itmez; aksine, ona bu ölüm arzusundan uzak durmayı öğütler. Kendi yaşamından da anlaşılacağı gibi, ölümden korkmamayı, ama hiçbir neden yokken de onun ardından koşmamayı öğütler. Çağının ünlü intiharlarında, taedium vitaeye bağlı olanına pek rastlanmaz. Bunların, “yaşamdan bıkkınlık” ile birleşen, “belli" bir nedeni vardır her zaman.

YAŞLILIK VE İNTİHAR

Bedenimiz ve ruhumuz bütün olanaklarından yararlandığı ve bizim onurlu bir yaşam sürmemize izin verdiği sürece kendimizi öldürmemiz için hiçbir neden yoktur der Seneca. Buna karşılık, kurtulmak sadece bize bağlıyken, ilerlemiş bir yaşlılığın düşkünlüğü ve acıları içinde yaşamaya devam etmek de aptallığın daniskasıdır:

 “Korkakça ölmeyi bekleyen birinin ölümden korkan kişiden pek farkı yoktur; şarabı içtikten sonra tortusunu da içmek alkolik olmak demektir. Ama sorun, yaşamın bu son bölümünün, tortu mu yoksa, özellikle beden hiç çökmemişse ve akıl ve duyular, ruhun işlevlerine olağan yardımlarını sürdürüyorsa, en saf kısmı mı olduğunu bilmektir [...). Eğer beden hiçbir işe yaramaz hale geldiyse, onunla birlikte acı çeken ruhu neden özgür bırakmayalım?

“Bedenlerinde hiçbir bozulma ve kayıp olmadan uzun bir yaşlılığın ardından ölüme ulaşanların sayısı çok azdır. Ama yaşamı kullanamadan yaşayanlar çoktur. O halde, bir gün mutlaka sona ereceğini bildiğiniz halde, onun bir bölümünü kesip atmanın neden bir acımasızlık olacağını düşünüyorsunuz? Bana gelince, yaşlılığı bırakıp gitmeyeceğim, yeter ki o beni, demek istediğim en iyi bölümümü olduğu gibi bıraksın. Ama eğer zihnimi sarsacak, işlevlerini bozacak olursa ve bana akıldan yoksun bir ruhtan başka bir şey kalmazsa, viraneye dönmüş ve yıkılmak üzere olduğunu gördüğüm anda hu evden ayrılacağım (...].

“Sürekli acı çekmek zorunda olacağımı bilsem, kendimi yaşamdan kurtarırdım, acı yüzünden değil, hayır, sadece bunun yaşamsal etkinliklerde bana vereceği sıkıntı yüzünden. Gerçekte ben, acı çekme korkusuyla öleni korkak, acı çekmek için yaşayanıysa aptal olarak görüyorum.”


I. yüzyılın sonuyla II. yüzyılın başında, Roma’nın Stoacı felsefe içinde yetişmiş pek çok yaşlı yurttaşı dersi alacaktır. Genç Plinius, mektuplarında, bu yaşamdan onurlu bir biçimde ayrılmaya karar veren birçok yaşlı hasta örneğini hayranlıkla anlatır: Altmış yedi yaşında, damla hastalığı yüzünden kötürüm olmuş, “en inanılmaz ve en haksız acıları" çeken bir arkadaşı kendini öldürür, bu da, diye yazar Plinius, “bende onun ruh yüceliğine karşı bir hayranlık uyandırıyor”. Bir başka mektupta, “yaşama ve ölme nedenlerini iyice ölçüp biçen”, sonra da kendini öldüren Titus Aristo’yu hatırlatır. Başka bir yerde, söz konusu olan, onulmaz bir hastalığa yakalanmış, yetmiş beş yaşında bir adamdır:

“Yaşamdan usanmıştı ve ona son verdi.” Yaşlı ve hasta kocasını cesaretlendirmek için, onun önünde intihar ederek ona yol gösteren Romalı bir kadının, Arria’nın olayını da hatırlatır; ya da mütevazı birer yurttaş olan yaşlı bir çiftin dokunaklı hikâyesini: iyileşmez bir ülserden acı çeken yaşlı adama, karısı intihar etmesini tavsiye etti ve ona eşlik ederek kendi örneğiyle yol gösterdi, onun ölüm aracı oldu; çünkü kocasına sarılıp göle atladı”.

sf. 55 - 67
İntiharın Tarihi



*
About Schmith (Alexander Payne, 2002)

Giderek bozulan sağlığı nedeniyle sürekli intihar etmeyi düşünen Nietzsche İstemli ya da gönüllü ölüm konusuna çoğu kitabında değinir: İnsanca Pek İnsanca, Putların Batışı, Gezgin ve Gölgesi'yle birlikte Böyle Söyledi Zerdüşt'te de Kendi  Rızasıyla Ölmek Üzerine başlıklı bir bölüm yer alıyor. Daha önce yaptığım bu okumalara bağlantıdan ulaşmak mümkün:  

"Yaşam sevgisinden ötürü, başka türlü istemeli ölümü, özgürce,
 bilinçli, rastlantıya yer bırakmadan, bir baskın gibi ani değil...

...güçlerinin azaldığını hisseden yaşlı bir adamın, tamamen aklı başındayken kendine bir hedef koymak yerine yavaş yavaş tükenişini ve çözülüşünü beklemesi neden daha övgüye değer olsun ki? Bu durumda intihar son derece doğal ve akla yatkın bir eylemdir: aklın bir zaferi olarak haklılıkla bir saygı uyandıracaktır: ve eski zamanlarda Yunan Felsefesi'nin önde gelenleri ve en yiğit Roma vatanseverleri intihar ederek ölmeyi seçtiklerinde, uyandırmıştır da. Buna karşılık, hekimlerden endişeli tavsiyeler alarak ve en zavallı tarzda yaşayarak yaşamın asıl hedefine daha da yakınlaşma gücüne sahip olmadan, günbegün ömrünü uzatmak çok daha az saygıdeğerdir...

http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/02/
 Ölme Hakkı Ya da Gönüllü ölüm - Nietzsche

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder