İSTEMLİ ÖLÜM

“To be, or not to be, that is the question:
Whether ’tis nobler in the mind to suffer 
The slings and arrows of outrageous fortune,
Or to take arms against a sea of troubles,
And by opposing end them? To die, to sleep,
No more; and by a sleep to say we end 
The heart-ache and the thousand natural shocks 
That flesh is heir to, ’tis a consummation 
Devoutly to be wished. To die, to sleep;
To sleep! Perchance to dream: ay, there's the rub.”

Shakespeare, Hamlet, III, I.

(Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu:
Kör talihin darbelerine ve sıkıntılarına dayanmak mı daha onurlu 
olur ruh için,
Yoksa acılar ummanına karşı silahlanıp
Bir yaşam reddiyle onlara bir son vermek mi. Ölmek, uyumak
Hepsi bu; bir uykuyla korkunç kalp atışlarını yatıştırabilmek sonunda,
Doğanın bedene miras bıraktığı bin bir acıyı sona erdirmek,
Canı gönülden istenecek bir son olmaz mıydı? Ölmek, uyumak; 
Uyumak... Ve belki düş görmek: işte bütün dert de bu.)


GİRİŞ

Michel Vovelle, François Lebrun, Pierre Chaunu, Philippe Aries, John MacManners ve daha birçoklarının, 1970’li ve 80’Ii yılların tarih yazarlığına damgasını vurmuş değerli yapıtlarında büyük bir eksik vardır: istemli ölüm. La Mon et l’Occidetıt de 1300 â nos jours [ 1300'den günümüze Batı dünyası ve Ölüm], Les Hommes et la man en Anjou aux XVII' et XVllle sütcles [XVII. ve XVIII. yüzyıl Anjousunda insanlar ve ölüm), La Mart â Paris (XVI-XVII|siicle) [Paris’te Ölüm (XVI.-XVIII. yüzyıllar)], L'Homme devant la mon [Ölüm karşısında insan),4 Death and Enlightenment [Ölüm ve Aydınlanma] gibi büyük ve değerli yapıtların neredeyse hiçbir yerinde intihara rastlanmaz.

Bu eksiklik öncelikle belgelerin yetersizliğinden kaynaklanır. İstemli ölüme ilişkin kaynaklar, doğal ölümleri anlatan kaynaklardan farklıdır. Kiliseye ait ünlü ölüm kayıtlarının bu konuda hiçbir yardımı olmaz, çünkü intihar edenlerin dini usullere uygun biçimde gömülmeye hakkı yoktur. O halde tarihçi, bir cinayet gibi görülen istemli ölüm için adli arşivlere başvurmak zorundadır. Ama bu arşivler de çok yetersiz olduğundan karışık ve pek de zengin olmayan değişik kaynaklara başvurması gerekir: anılar ve kronikler, gazeteler ve edebiyat. İstemli ölüm vakalarının sayısı az gibi de görünebilir: örneğin Fransa Krallığı’nda yılda birkaç yüz kadar; bu da, dizisel, nüfusbilimsel ve toplumbilimsel nitelikli çalışmalar için pek anlamlı değildir.

Bu yöntemsel nedenlere öze dayalı bir neden de eklenir: intiharlar, veba ya da tüberküloz ölümleri gibi incelenemez, çünkü istemli ölüm, nüfusbilimsel değil, felsefi, dini, ahlaki ve kültürel anlamı olan bir ölüm türüdür. Uzun süre boyunca etrafını sarmış olan sessizlik ve gizlilik, onun çevresinde bir rahatsızlık ortamı yaratmıştır.

Durkheim’in 1897 yılında yayımlanmış ünlü kitabı Le Suicide’den (İntihar) sonra, çağdaş istatistiklerden yararlanan doktorlar, sosyologlar, psikologlar ve psikanalistler, intiharı kendi açılarından incelemiştir. Eski Rejim'in sonuna dek uzanan tarihsel intihar araştırması, özel çalışmalara ya da birkaç ünlü örneğe adanmış yayınlara olanak vermiştir. Antikçağ için, özellikle Yolande Grisinin edebi kaynaklara dayanan çok değerli çalışmasını, Le Silicide dans la Rome antujue'i [Antik Roma’da İntihar] sayabiliriz. Ortaçağ konusunda, Jean-Claude Schmitt, “Ortaçağ’da intihar” konulu dikkate değer bir makalede yöntembilimsel sorunlara değinmiştir. Rönesans konusunda, Bemard Paulin’in Du coııteau â la plume. Le suicide dans la litterature anglaise de la Renaissance (Î580- i625) [Bıçaktan tüy kaleme. İngiliz Rönesans edebiyatında intihar (1580-1625)] konulu tezi, başlıkta belirtilen dar sınırların dışına çıkar. Modern çağın tamamı (XVI.-XVIII. yüzyıllar), İngiltere için, Michael MacDonald ve Terence Murphy’nin 1990 yılında yayımlanan, belgelere dayalı ve vardığı sonuçlarda çok derinlere inen bir yapıtında, Sleepless Souls. Suicide  in Early Modern England’da incelenir. Bugün, sadece bir yapıt Antikçağ’dan XX. yüzyılda intihar tarihinin bir sentezini
sunar: Albert Bayet’nin, şimdiden çok eski, ama hâlâ bir bilgi hâzinesi olan, 1922 yılında yayımlanmış yapıtı, Le Suicide et la morale [İntihar ve Ahlak).

Artık insana özgü hiçbir davranış araştırmacılara yabancı değildir. İnsanı insan yapan her şeyin önyargısız ve yasaksız incelenmesi gerekmez midir? Jean Baechler’in de hatırlattığı gibi, istemli ölümden daha insana özgü bir şey var mıdır? Hayvan “intiharları” birer masaldır;' sadece insan, kendi varlığı üzerinde düşünebilir ve onu sürdürme ya da sona erdirme kararını verebilir. İnsan, şu ana dek yaşamda kalmasını sağlayacak nedenler bulduğu için bugün insanlık hâlâ vardır. Ama belli bir kısmı, bu yaşamın artık yaşanmaya değer olmadığına karar vermiş ve hastalık, yaşlılık ya da savaş tarafından kovulmadan kendi isteğiyle çekip gitmeyi tercih etmiştir. Bazıları onların deli olduğunu söyleyecektir. Cato, Seneca, Montheriant, Bettelheim ve daha birçok kişi de, tam anlamıyla insana özgü bir edim olan istemli ölümün, özgürlüğün, varlığına ya da yokluğuna karar verme özgürlüğünün en büyük kanıtı olduğunu düşünmüştür. Onların tercihi karşısında, insan, Raymond Aron gibi kendine şu soruyu sormalıdır: 

“Kendini öldürmek, felaket karşısında pes etmek midir, yoksa en büyük egemenliğin, insanın kendi yaşamı üzerindeki egemenliğinin kazanılması mıdır?”

1600 yılında, Shakespeare, Hamlet’te olağanüstü yalınlığıyla temel soruyu sorar: “Olmak ya da olmamak?” Bize rehberlik edecek olan soru budur. Neden filan çağda, bazı insanlar olmamayı seçmiştir? Herkesin kendine göre nedenleri vardır ve bu nedenleri anlamaya çalışmak gerekir, çünkü bu davranış toplumun temel değerlerini ortaya koyar. Hem bireyi hem de grubu ilgilendirir. Hiç kimse bunu Albert Camus’den daha iyi açıklayamamıştır: 

"Gerçekten ciddi tek bir felsefi sorun vardır: intihar. Yaşamın yaşanmaya değer olup olmadığına karar vermek, felsefenin temel sorusunu yanıtlamak demektir. Gerisi, dünyanın üç boyutlu olup olmadığı, mizacın dokuz mu yoksa on iki kategorisi mi olduğu, bütün bunlar sonra gelir. Oyunun kuralı budur; önce yanıtlamak gerekir. ... Kurt insanın içindedir. Onu orada aramak gerekir. Varoluş karşısındaki bilinçlilikten aydınlığın dışına kaçmaya götüren bu ölümcül oyuna uymak ve onu anlamak gerekir.”

En uzak Antikçağ’dan bugüne dek, erkekler de, kadınlar da ölümü seçmiş ve bu seçime hiçbir zaman ilgisiz kalınmamıştır. Sınırlı koşullarda kahramanca bir eylem gibi alkışlanmış olsa da, intihar çoğu zaman toplumsal bir kınamanın konusu olmuştur. Çünkü intihar, hem bize hayat veren Tanrı’ya hem de üyelerinin refahını sağlayan topluma karşı bir hakaret olarak görülmüştür. Tanrı bağışını reddetmek ve yaşam şöleninde türdeşlerimizle birlikte olmayı reddetmek, tanrısal lütufların yönetimiyle ilgilenen dini sorumlularla toplumsal şöleni düzenleyen siyasal sorumluların hoş göremeyeceği iki suçtur.

Olmak ya da olmamak? Onlara göre bütün mesele bu değildir. Yaşıyorsak, Tanrı’ya şükretmek ve topluma yararlı olmak için yaşamak zorunda olduğumuz içindir. Kaçıp gidenler, hem öbür dünyada hem de ölü bedenleri içinde ağır biçimde cezalandırılır. Avrupa’da, Ortaçağ’ın sonuna dek tam olarak ve tartışmasız biçimde bu düşünce hâkimdir; birinci Rönesans'tan itibaren, XV. yüzyılın sonunda delilik yoluyla ve mizah tonuyla ilk itirazın ortaya çıkmasıyla birlikte bu tutum değişmeye başlar; sonra itiraz hızla büyür, 1600 yılında soruyu açık açık sordurur, Avrupa bilinç bunalımları sırasında daha da sert bir tartışmaya yol açar ve Aydınlanma Çağı’nda apaçık bir meydan okumaya dönüşür.

1700 yılından önce ortaya çıkan ve o zamana kadar kullanılmış “kendini öldürme" deyiminin yerine geçen “intihar” (suicide) sözcüğünün kendisi de bu evrimin bir işaretidir. Otoritelerin karşı koymaları hiçbir zaman bitmez kuşkusuz, ama XVI. ve XVIII. yüzyıllar arasında, soru artık açıkça sorulmaya başlar, hatta bazıları, herkes adına, bunu yanıtlama özgürlüğünü istemeye bile cesaret eder, bu da, iktidarları tutumlarını değiştirmeye iter. Bizim burada incelemek istediğimiz şey de, şimdiye kadar üzerinde pek az durulmuş olan, Batılı anlayışlardaki bu çok önemli değişimdir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder