Didik Didik Freud IV


Şenol Ayla 94.9 Açık Radyo’da Didik Didik Freud programında Serol Teber ile birlikte Freud’u didikliyoruz. Merhaba, Ben Şenol Ayla.
Serol Teber Merhaba ben Serol Teber.
Şenol Ayla Bugün Paris’teyiz.
Serol Teber Ne güzel, ismi bile insanı keyiflendiriyor.
Şenol Ayla Freud’un ne işi var peki Paris’te?


Serol Teber Yaşamında bir şans, bir dönüm noktası Paris’e gidebilme olanağını bulması. 13 Ekim 1885 – 28 Şubat 1886 tarihleri arasında 6 ay kadar bir dönem Freud Paris’tedir. Ünlü hekim, Psikiyatrı’nın Napolyon’u denen Martin Charcot’nun yanında misafir asistan olarak çalışmaktadır. Bu 6 aylık dönem Freud için gerçekten bir tür dönüm noktası olmuştur. Ama önce Paris’in o andaki durumuna bir göz atalım ya da anımsayalım derim. 1880’lerde Paris artık dünya başkentidir ve dünya tarihinde yeni bir dönem başlamaktadır. Liberal kapitalizmden tekelci-monopol-kapitalizme geçilmekte ve toplumda büyük bir ayrışım, polarizasyon ortaya çıkmaktadır, bir yanda “Belle Epoque” denilen, altın çağı yaşayan, büyük zenginlerin toplandığı bir yer, ışıklı, ipek çoraplı, rujlu, makyajlı ve ünlü modasıyla Paris, çılgınlar Paris’i; diğer tarafta da Foucault’nun, hapishanelerin tarihi ve psikiyatri kliniklerinin tarihi kitabında bize çok ayrıntılı bir şekilde, çok görkemli bir şekilde anlattığı sefalet içinde, yoksulluk içinde yüzen, kıvranan, aç, yoksul insanların Paris’i. Paris’in bu bölümünde, büyük suç işleyenler, çoğunlukla erkekler hapishanelere gönderilmekte, -Paris’i temiz tutmak ve temiz göstermek için-, buna mukabil sinir krizleri geçiren “psikotik”, “histerik” tanısı altında kadınlar da kliniklere yatırılmaktadır. İşte Freud’un gittiği Salpetrièr Kliniği o tarihlerde aşağı-yukarı 5.000-5.500 hastasıyla, “çılgınlar kenti” adıyla ironik bir şekilde tanımlanarak bir kent büyüklüğünde bir kliniktir. Ve burada Charcot ünlü derslerini vermektedir.
Şenol Ayla Freud da Charcot ile burada karşılaşıyor.
Serol Teber Freud Charcot ile ilk kez burada karşılaşıyor.
Şenol Ayla Tarih 20 Ekim 1885.
Serol Teber Evet. İlk kez görüyor ve gene bu şaşırtıcı mektup yazma tutkusu içinde gördüklerini Martha’ya dakikası dakikasına yazıyor. O zamanlar nişanlılar. Şöyle tanımlıyor: “Sabah saat 10.00, Charcot geldi, şişman, güler yüzlü, orta boylu bir adam. Saçlarını geriye doğru taramış, kulaklarının arkasından saçları sarkıyor, gözleri pırıl pırıl parlıyor. Dünyaya, tartışmaya açık bir insan.” İlk çektiği fotoğraf bu Freud’un. Sonra ayrı bir tanımlaması var, bunu ben kendi yazdıklarından okumak istiyorum. O kadar etkisi altında kalıyor ki Freud’u, 13 Ocak 1886’da yazdığı mektupta şöyle diyor; “Tüm bağımsızlık duygularıma karşın, bağımlı olmak zorunda kaldığımdan değil, severek bağımlı olmak istediğimden dolayı mutluyum ve buradaki derslerde, Notre Dame kilisesinde mutlak mutluluğu arayan ve onu bulduğunu sanan insanların huzuru içindeyim.” Bu cümleler, bu tanımlamalar Freud için çok şaşırtıcıdır. Yaşam boyu böyle cümleler, böyle mektuplar yazmaz ya da bu tür cümleler pek kurmaz. Buradan onun Charcot’dan ve klinik atmosferden ne denli etkilendiğini görüyoruz. Ayrıca bir vizit esnasında başka bir ünlü hekimin Charcot’ya sorduğu bir soru ve onun verdiği yanıt var ki, Freud’un yaşamında ve tamamının oluşmasında belirleyici sıçrama noktalarından birini oluşturuyor. Genç bir doktor, “sizin bulgularınız, bütün çağların en ünlü fizyologlarından, Hermann Helmholtz’un fizyoloji bulgularına, kuramına uymuyor sizin söyledikleriniz” deyince Charcot der ki; “bu sizin tespitiniz o sözünü ettiğimiz kuram için çok kötü, çok talihsiz bir tespit, kuram, kuram olarak doğru olabilir, ama gördüğümüz gibi pratik kurama uymuyor. Şimdi ne yapacağız?”
Şenol Ayla Çok güzel.
Serol Teber Ve Freud bundan sonra hep kurama uymayan yollardan, büyük, tartışılmaz kuramları eleştirmeye başlamıştır. Bunu kendine ölçü almıştır.Şenol Ayla Sizin Bilimsel Bir Peri Masalı adlı kitabınızda Charcot’nun bir fotoğrafı var, Freud’a imzalamış. Altında da sizin hoş bir yazınız var, fotoğrafı tanımlayışınız var. Onu da ben okumak istiyorum. 1886’da imzalamış bu fotoğrafı Charcot Freud’a. Sizde şöyle bir yorumda bulunmuşsunuz;

“Charcot Psikiyatri’nin Napolyon’u pozunda. Belli gerçekten de çok şey yaptı, ama pozu her zaman yaptıklarının önüne geçti.” Fotoğrafta da gerçekten, bildiğimiz Napolyon’un sağ elini ceketinin içine sokmuş, sol elini arkasına, beline yaslanmış pozuyla görüyoruz. Gerçekten bir Napolyon. Dediğiniz gibi, gerçekten pozu yaptıklarının önüne mi geçti J.M. Charcot

Serol Teber Charcot’nun bütün hareketlerinin önceden planlanmış, denenmiş, kerelerce tecrübelenmiş, kendi kendini eğitmiş, teatral jestlerle dolu olduğunu Freud söyler. Hatta o kadar ileri götürür ki, sırf konuşmalarıyla değil, beden dili dediğimiz el kol hareketleri ile de Charcot komple bir sanat yapıtı olduğunu söyler.
Şenol Ayla Kendisi bir sanat yapıtı.
Serol Teber Kendisi bizatihi bir sanat yapıtı ve Freud buna hayran olur tabii. “Hiçbir zaman ulaşamayacağım bir kapasite” diye kerelerce yazar.
Şenol Ayla Charcot da Freud’dan etkileniyor aslında, ondan eserlerini çevirmesini istiyor.
Serol Teber Evet, çok garip bir şey. Kısa bir zamanda Charcot da Freud’un kapasitesinin farkına varıyor ve hem eserlerinin, notlarının çevrilmesini istiyor hem de evindeki özel davetlere çağırıyor Freud’u. Freud o kadar büyük bir tutkuyla onun histeri üzerindeki çalışmalarını, notlarını derslerini Almanca’ya çeviriyor ki- tabii bu Alman disiplini ve Fransız estetiği arasındaki farkı da biraz bizlere gösteriyor- Freud’un çevirileri Viyana’da, Charcot’nun kitabından önce basılıyor. Yani çeviri daha ileri gidiyor. Ayrıca özel toplantılar Freud için hem bir kültürel ziyafet hem büyük bir heyecan ve işkence konusu oluyor. Gene Martha’ya yazdığı mektuplarda görüyoruz, dünyanın önde gelen bir yığın bilim insanı ile karşılıyor buralarda. Herkes birbiri ile kendi kendilerine tanışıyorlar, ön bir tanıştırma ritüeli olmadan, Freud bir yandan Fransızca’sının bunlara yetmeyeceği, bu kapasitede bir toplantıdaki konuşmalara yetmeyeceği kuşkusu içinde, bir yandan da bitip tükenmeyen o korkuları, heyecanları ile, her seferinde kokain ve içki alarak toplantılara katıldığını söylüyor.
Şenol Ayla Hatta bir toplantıdan dönüğünde hemen oturup -tabii ki tahmin edeceğimiz gibi- Martha’ya mektup yazıyor ve diyor ki; “Çok şükür bu da geçti, düşün 40-50 kadar çağrılı vardı ki ben bunların içinden ancak üç-dört tanesini tanıyordum. Ayrıca birbirimize de tanıştırılmadık. Herkes kendi çabasıyla birbirini tanımaya çalıştı” diyor ve oradan başarıyla çıktığı için de mutlu.
Serol Teber Çok mutlu ve hemen Martha’ya iletiyor bunu.
Şenol Ayla Ama bu toplantılar onu hep geriyor onu sonuçta.
Serol Teber Tabii vizitler de çok geriyor onu. Çünkü orada ilk defa erkeklerin de histeri olabileceğini Charcot’dan duyuyor ve kendi nevrastenisinin bir gün bu boyuta gelebileceği kaygısı yüreğini kaplıyor ve Freud travmatize oluyor ve zannediyorum ilerdeki yıllarda yaşayacağı 10-12 yıllık büyük melankoli nöbeti diyeyim, o nöbetlerin başlangıcını burada, Charcot şoku diyebileceğimiz şok ile başlıyor. Tabii burada sadece olumsuz tarafları görüyor, olumsuzluklar yaşıyor. Pozitif olumsuzluklar diyebiliriz bunlara, cebindeki para çok kıt, elverdiği ölçüde tiyatrolara da gitmeye çalışıyor. Ama yazık ki parası ancak en arka sıralarda bir yerlerde bir koltuk bulmaya yetiyor. Gene böyle bir tiyatro dönüşü Martha’ya yazdığından okuyoruz ki, “O kadar arka sıradaydım ki çatıdaki güvercinlerin sesi sahnedeki sesi bastırdı. Bütün gece güvercinlerin guguklarını dinledim” diyor.
Şenol Ayla Çok güzel. Fakat iyi ki de bu mektuplar var değil mi, ne çok ayrıntı öğreniyoruz.
Serol Teber Evet inanılmaz ayrıntı var. Bu koltuğa kadar, çıktığı merdivenlerin sayısını yazıyor. Çıktığı diğer kulelerin merdivenlerinin sayısını yazıyor, oturduğu bütün koltukların kaçıncı sırada, kaçıncı koltuk olduklarını yazıyor.
Şenol Ayla Gene bu Kabala’yla ilgili bir takıntıydı belki.
Serol Teber İnanılmaz bir şey. Belki… bilmiyorum ama çok büyük entelektüel kapasite. Tabii bu arada bir de Sarah Bernardt’ı seyretmenin ve dinlemenin mutluluğunu ısrarla vurguluyor.
Şenol Ayla Birden müzikle ilgilenmeye başladı ama…
Serol Teber Sadece bu boyutta galiba… daha fazlasına götüremiyor.
Şenol Ayla Paris yaşantısının Freud’un kuramına etkisi oluyor mu?
Serol Teber Paris yaşantısının onun bütün yaşamına etkisi oluyor diyelim.Sadece kuramına değil. Bir kere düşünme sistematiğinin gelişimini etkiliyor. Ayrıca, insanın evini döşemesinin, sanat yapıtlarını önemseme, onları insanın kendi bireysel ruh haline göre sistematize etmesinin önemli olduğunun, yani çoğu varsıl insanın komik şekilde modaya uygun olarak evini bir şeylerle döşemesi değil, kendi psişik durumuna göre, kültürel kapasitesine göre evini düzenlemesinin önemini de Charcot’dan öğreniyor, Charcot’nun evini gezdikten sonra öğreniyor ve giderek Paris’te Louvre Müzesi’ni kerelerce geziyor, diğer müzeleri geziyor ve burada birtakım orijinal yapıtları, özellikle Michelangelo’nun yapıtlarını gördükten sonra, bilimsel düşünme sistematiği bütünüyle değişiyor. Ve nöropsikiyatriden psikiyatriye geçmesi artık kesinleşiyor. Bunun hem acısını yaşıyor, nörofizyoloji, nöroloji gibi ayakları yere basan bir bilim dalından, psikiyatri gibi oldukça havada gezen, hatta hipnoz ve serbest çağrışım gibi, sonradan kendisinin bulacağı yöntemlere geçmek onu oldukça heyecanlandırıyor, korkutuyor. Ama öte yandan da yine Michalengelo’nun heykellerinden yola çıkar ki Louvre Müzesi’ndedir ve Zincirlerini Kıran ya da Ölmekte Olan Köle olarak bilinen iki heykel yan yana durmaktadır. Bunun spekülasyonunu Freudvari yapmaya çalışırsak, Freud gibi düşünürsek şöyle diyebiliriz: “Bu heykel neden ölmekte olan köledir?” Aslında ölmekte olan köle falan yoktur orada, haz içinde yüzen bir insan vardır, bir erkek vardır ve kendi kendine sevişmektedir. Narsist bir durumdadır. Törelere karşı çıktığı için, bir insanın kendi kendisiyle sevişmesinin yasak olduğu bir kültürel birikim içinde yaşadığı için, köle metaforu kullanılmaktadır. Aslında köle falan değildir, en azından yapıtta gördüğümüz kadarıyla. Ama büyük bir haz içinde olduğu için kendi içindeki, kendi kafasındaki zincirleri kırmakta, bağımsızlaşmakta ve özgürleşmektedir orada bir yandan. Freud bu boyutu çok ısrarla kullanır ve bireyin sağduyudan kurtulmasını, -tırnak içinde sağduyu diyebiliriz buna-, toplumsal, kültürel baskılardan, kültürün getirdiği huzursuzluklardan kurtulmasını bireyselleşmesini ve de özgürleşmesini, kışkırtıcı bir metafor olarak kullanmıştır ve de ilerde geliştireceği kuramının temel çıkış noktalarından birini oluşturmuştur. Burada Jung ile oldukça ters düşerler ilerideki yıllarda, Jung bireyin özgürleşmesinin bireye büyük belalar getireceğinin altını çizer ki, bunda çok haklıdır, özellikle 30-35 yaşından sonraki bunalımlarda hep bu görülüyor. Tanrıdan kurtulmak ve bireyselleşmek aslında bireyi çok büyük bunalımlara ve melankoliye ya da depresyona sokan durumlardır. Fakat Freud bunun tam karşısıtını kışkırtmaya devam eder. Olabildiğince, bütün zincirleri kırıp, özgürleşmeyi ve içgüdülerimizin, bilinçdışının sesini dinlemeyle çağırır bizi.
Şenol Ayla Paris’in önemi bu noktada anlaşılıyor.
Serol Teber Evet yazgı belirleyici.
Şenol Ayla Ama çok daha uzun kalamıyor Paris’ten ve ayrılmak zorunda kalıyor. 1886’nın Şubat’ında ayrılıyor ama sonraları da tekrar tekrar dönüyor Paris’e.
Serol Teber Evet üç kez daha Paris’e gezmek, ziyaret etmek olanağını buluyor.
Şenol Ayla Viyana’ya döndükten sonra neler oluyor?
Serol Teber Burada Freud’un yaşamında yeni bir bölüm başlıyor tabii ki. Daha Paris’teyken, Viyana’daki ünlü hekim Breuer’in kendisine anlattığı ünlü Anna O vakasını Charcot ile konuşuyor. Ama nedense Charcot Freud’un bu anlattıklarını pek ciddiye almıyor, üzerinde durmuyor, tartışma konusu yapmıyor. Oysa ki şimdi konuşmaya başlayacağımız Breuer ve Anna O Psikiyatri tarihinin Rosetta Taşı olarak tarihe geçiyor.
Şenol Ayla Rosetta Taşı ne demek?
Serol Teber Rosetta Taşı 1789’da sanıyorum, Mısır’da Kahire’nin 56 km. kuzeydoğusunda El-Raşit denen bir bölgede bulunmuş bir taş. 160 cm. uzunluğunda 90 cm. genişliğinde falan. Şimdi Londra’da British Museum’da görülebilir, siyah bir bazalt taşı. Bunun üzerinde bir yazı var. Bu yazı üç dilden yazılmış: Eski Mısır hiyeroglifi, yeni hiyeroglif ve Yunanca.
Şenol Ayla Büyük şans.
Serol Teber Büyük bir şans. Aynı metnin üç ayrı dilden yazılması. Bu metinleri, Grekçe’den yeni hiyerogliften izleyen hem Londralı bir İngiliz araştırmacı, hem de ünlü Fransız araştırmacı, eski Mısır hiyeroglifinin çözümünü sağlıyorlar, bu taş üzerinden. Ve Rosetta Taşı, bilinmeyen bir dünyanın anahtarı rolünün meteforu olarak kullanılıyor. Anna O da, psikanalizin, bilinçdışının Rosetta Taşı, yani çözümünde anahtar rolü oynayan biricik hasta.
Şenol Ayla Kimdir bu Anna O?
Serol Teber Anna O’nun uzun bir öyküsü var. Müsaade edersen bir-iki cümleyle bunu toparlamaya çalışalım. İlk önce Breuer. Breuer, Viyana’nın en ünlü hekimlerinden bir tanesi. Çok parlak bir klinisyen ve Freud’un bir tür yedek baba olarak kabul ettiği bir insan. Ona çok büyük yardımları dokunuyor maddi ve manevi olarak, Viyana’nın önde gelen kişileriyle Freud’u tanıştırıyor vs. ama en büyük yardımı 1882’de -18 Kasım’da zannediyorum, belleğini beni yanıltmıyorsa- ona 18 ay önce tedavi ettiği bir hastasından söz etmeye başlıyor. Aslında Freud, Anna O’yu hiçbir zaman görüp tanımıyor. Bilgileri, Breuer’in kendisine anlattıklarını dinlemek ve notlarını okumaktan öteye gitmiyor, ama çok parlak çıkarsamalar yapıyorlar ve Breuer hatta bu vakayı odaklayan bir çalışmayı, Histeri Üzerine Çalışmalar kitabını birlikte yazalım diye öneriyor ve ikisi birlikte… modern psikiyatrinin ilk büyük kitabı diyebileceğimiz kitabı ortaya çıkarıyorlar. Yalnız, kitabın şöyle bir yazgısı var, 13 yıllık zaman dilimi içinde, 622 tane satıyor. Az satan yazarlar için manevi destek olabilir.
Şenol Ayla Günümüzün kitap satış rakamlarından uzak rakamlar değil aslında ama o zaman için düşük.
Serol Teber Düşük, ama çağ açan bir kitap ve kitabı ilk fark edenler hekimler değil, sanatkârlar.
Şenol Ayla İlginç.
Serol Teber Evet Viyana Burg Tiyatrosu’nun yönetmeni bu kitap hakkında ilk yazıyı yazan kişi.
Şenol Ayla Peki Anna O’nun nesi var? Rozette taşı olmak da ağır bir yük aslında. Anna O’yu Rosetta Taşı'na benzettiğimize göre ciddi bir yük var üstünde…
Serol Teber Çok zengin bir kişilik. Aslında 21 yaşında genç bir kadın.
Şenol Ayla Esas adı değil bu arada Anna O, değil mi?
Serol Teber Bertha Pappenheim olduğunu biz sonraki yıllarda öğrendik. Uzun yıllar Anna O deniyor. ‘O’ demelerinin nedeni ise şu; o sırada Breuer de, Freud da tutkulu bir şekilde Kleist okuyorlar ve Kleist’in Marcuse de O yapıtındaki O’ya ithafen Anna O diyorlar. Bertha Pappenheim’in kişiliği biraz onu çağrıştırdığı için...
 Bir anlamda her şey birdenbire başlıyor, Orhan Veli’nin dediği gibi. Noel’den önceki bir haftada Breuer, Viyana’da çok zengin bir Yahudi ailesinin yanına çağrılıyor. Evde 21 yaşındaki genç kız hasta. Çok zengin bir rahatsızlıklar demeti sunuyor Breuer’in önüne. Örneğin bilinç bulanıklığı, kollarda bacaklarda felçler, kas kasılmaları, öksürük nöbetleri, uykusuzluk, konuşma bozuklukları, korkular, görsel sanrılar, su içme korkuları, unutkanlık, yemek yiyememe, yabancı insanlardan kaçma, onları görmek istememe, zaman zaman en yakınlarını bile tanıyamama, yataktan çıkamama falan gibi belirtiler. Ama dönemin en parlak klinisyenlerinden biri olan Breuer, görür görmez hastanın organik nedenli belirtileri olmadığının, bunların olasılıkla histeriden kaynaklandığının tanısını hemen koyabiliyor. Ve Bertha Pappenheim’e hipnoz terapisini uygulama ya da kendi adını kullandığı konuşma kürü tedavisini uygulamasına müsaade edip edemeyeceğini soruyor.
Şenol Ayla İzin alıyor.
Serol Teber İzin alıyor ve bundan sonra ünlü tedavi başlıyor. Evet burada Anna O’nun çok parlak bir kişilik ve çok zengin bir kültürü olduğunun bir kere daha altını çizmek istiyorum. Çünkü bazı belirtileri anlatırken Breuer’e Anna O, Almanca’yı kesip İngilizce’yi kesip Fransızca sürdürüyor, sonra İtalyanca, İspanyolca, birkaç dilden konuşabiliyor ve çok zengin edebiyat, sanat diğer kültürel alanlarındaki donanımını da ortaya sergileyerek kendisini anlatmaya çalışıyor. Breuer tabii Anna O’nun bu kişiliği karşısında zaman içinde hiç de ilgisiz kalmıyor ona. Hatta şöyle bir rivayet var; evde o kadar çok bahsediyor ki, eşinin kıskançlık krizine girmesine neden oluyor bu. Bir olasılık da Marie Bonapart’nın notlarından anladığımıza göre, intihar girişiminde bulunuyor. Yani kıskançlık yüzünden.
Şenol Ayla Breuer’in eşi.
Serol Teber Breuer’in eşi, Anna O’yu kıskandığı için. Yani böyle de bir gelişme çizgisini izliyor.
Şenol Ayla Peki Breuer’in hakikaten ilgisi var mı Anna’ya, yani hekimlik dışında?
Serol Teber Olmadığı sanılıyor. Kesinlikle kendisini tutuyor ve tedavi 18 ay kadar sürüyor. Ve burada hoş bir şey var. Kitaplarında, Freud’la birlikte yazdıkları kitapta, Anna O’nun bu tedavi sonucunda tümüyle sağlığına kavuştuğu söyleniyor. Oysa bugün biliyoruz ki, psikanaliz daha ilk hastasında, ilk yalanını söylüyor. Anna O kesinlikle tedavi edilemiyor, sağlığına kavuşamıyor. Ve sonra İsviçre’de başka bir klinikte morfin kürü yapılıyor, defalarca, en az üç-dört kere, İsviçre’de ünlü bir klinikte, Biswanger’in babasının kurduğu klinikte yapılıyor. Ondan sonra kısmen, yavaş yavaş sağlığına -‘sağlığı’nı mutlaka yine tırnak içinde söyleyelim- kavuşuyor, yaşamı boyunca sürecek başka çalışmalara dönebiliyor.
Şimdi burada can alıcı bir nokta var. Anna O’daki belirtilere Breuer ile Freud’un bakışı iki değişik kutbu oluşturuyor. Anna O, bu histeri krizleri içinde odasında yatarken, yandaki odada da babası bir akciğer apsesinden ciddi şekilde hastadır, acılar çekmektedir ve ölümle pençeleşmektedir. Gerçekten de birkaç ay sonra babası ölür, 5 Nisan’da. Kısa bir depresyondan sonra Anna O, yavaş yavaş düzelmeye başlar. Ama kesinlikle tam sağlığına kavuşmaz. Şimdi bu olaya Breuer’in yorumu şöyle; Breuer der ki; “Anna O’da bir benlik yarılması olmuştu, bir kişilik yarılması olmuştu. Kişiliğin bir bölümü babasıyla birlikte ölmüş, öbür bölümü yaşamaya devam etmişti. Ama ölen bölüm, yaşayan bölümü devamlı olarak suçladığı için, öbür bölüm devamlı büyük hastalık belirtileri ile, felçlerle, görme bozukluklarıyla, yutkunma bozukluklarıyla ya da yemek yememe, yataktan çıkamama gibi belirtilerle kendini cezalandırıyordu bir şekilde” diye bir yorum getirir. Bu da dahiyane bir yorumdur. Oysa Freud, kendi teorisine uygun başka bir yorum getirir ki, aralarındaki ayrılığın başlaması bu noktada belirginleşir. Freud der ki; “Gerçekte Anna O, babasıyla cinsel ilişki kurma fantezileri içindeydi ve gecelerce babasının başında nöbet tutar, bu nöbet tutma sırasında babasına dokunma, babasının çıplak tenine dokunma, babasının altını temizleme, olasılıkla cinsel organlarına dokunma gereği olur, zorunlu olur ya da isteyerek olur. Ve bu nedenlerden dolayı da tabuya dokunmanın suçluluk duygusu içinde histerik belirtileri ortaya çıkar.” Hatta burada bir-iki örnek vardır ki Freud’u destekler niteliktedir. Bir gece babasını temizlerken Anna O, parmaklarının etlerinin döküldüğünü ve sırf kemik kaldığı ve parmak uçlarının kuru kafaya dönüştüğünü görür. Böyle bir sanrı görür. Ayrıca o sırada aynaya bakar, kendi babasının kafasıyla iç içe geldiğini ve ikisinin kafalarının etlerinin döküldüğünü ve kuru kafaya dönüştüklerini görür ve bayılır. Başkalarının yardımıyla odadan çıkarılıp yatağına yatırılır. Freud bunu şöyle yorumlar: “Çünkü genç kız o sırada babasının vücuduna dokunma olanağını bulmuştu ve bu tabuya dokunmak yasağı, cinsel yasağı çiğnemek anlamına geliyordu ve bunun cezası da bütün toplumlarda ölümdü. Bu nedenledir ki o, parmaklarının kuru kafaya dönüştüğünü, etlerinin döküldüğünü ve ölüme mahkum edildiğini duyumsar.”
Şenol Ayla Evet, gerçekten de Rosetta Taşı.
Serol Teber Gerçekten Rozette Taşı, kişiliği çok zengin olduğu için şöyle diyebiliriz; Freud, yaşamı boyunca herhangi bir vakayı çözümlemeye kalkmadan önce, öncelikle Anna O’yu anımsar, onun bütün hikâyesini, biyografisini düşünür, sonra yeni bir adım atardı. O derece önemli, ama tabii Anna O’nun diğer bir kişiliği var. Bertha Pappenheim. Bir kadın hakları savunucusu, ünlü bir yazar, ünlü bir gazeteci, ünlü bir mücadeleci. Onun kişiliğinin bu boyutunu da incelediğimiz zaman aslında Freud’un burada haklı olduğunu görürüz.
Şenol Ayla Adının Bertha Pappenheim olduğu yayınlardan sonra çıkıyor ortaya değil mi?
Serol Teber Anna O adının gizliliği sürüyor, Ernest Jones’ın kitabında -1959 zannediyorum ilk basılışı- ilk defa bütün dünya Anna O’nun ünlü Bertha Pappenheim olduğunu duyuyor ki, Kadın hakları savunucusu olarak, gazeteci olarak, yayıncı olarak başlı başına ünlü bir isimdir.
Şenol Ayla Üstüne çok konuşulacak bir kadın aslında.
Serol Teber Gerçekten üstüne çok konuşulacak bir kadın.
Şenol Ayla Devam da edeceğiz sanıyorum haftaya programımızda. Şimdi programımızın sonuna geldik. Haftaya görüşmek üzere hoşçakalın diyoruz.
Serol Teber Hoşçakalın.

25 Mayıs 2004 tarihinde Açık Radyo'da yayınlanmıştır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder