Didik Didik Freud VIII: Musa


Şenol Ayla Merhaba, ben Ben Şenol Ayla. 94.9 Açık Radyoda Didik Didik Freud programındayız. Serol Teber Ben Serol Teber merhaba.
Şenol Ayla Geçen hafta bir mektupta kalmıştık. Freud’un babası ölmüştü, bundan sonra 15 Ekim 1897’de arkadaşına yazdığı bir mektuptan söz etmiştik. .
Serol Teber Evet, Freud mektubu yazdığı günlerde, Kışkırtma Teorisi’nden Oidipus Kompleksi teorisine geçmek üzereydi. Bu mektubun önemi çok büyük, kişisel bir mektup. Freud’un başı sıkıştığı zaman arkasını dayayacak bilimsel kitaplar ya da felsefe kitapları okumaktan çok, sanat kitapları okuduğunu daha önce birkaç kere söylemiştik. Bu mektup bunları doğrulayan bir nitelikte. Freud babasını yitirdikten sonra, kendi analizinden elde ettiği bilgilerin sonuçlarını ortaya koymadan önce, edebiyattan destek aramıştır ve bu konuda güvenebileceği en güçlü kaynak Shakespeare olmuştur. Ayrıca Shakespeare’in, Hamlet’i, babasının ölümünden çok kısa bir süre sonra yazdığını anımsadığında, onda psikanaliz ile edebiyatın ve sanatın yakın işbirliği fikri daha da yoğunlaşmış, Freud kendini daha güçlü hissetmiştir, bir aşama sıçrayabilmiştir. Freud’un 15 Ekim 1897 tarihinde, Fliess’e yazdığı mektup şöyledir. Burada ünlü “Hamlet kararsızlığı”, adını verdiği, bu şekilde betimlediği duygu ve düşüncelerini anlatmaya başlar; “Kendi kendine dürüst olmak iyi bir yöntemdir. Aklıma, genel değeri olan tek bir düşünce geldi. Anneye âşık olmayı ve babayı kıskandırmayı kendimde de buldum. Bunu erken çocukluk için genel bir olay olarak kabul ediyorum. Aklın yazgı koşuluna yönelttiği tüm eleştirilere karşın, Kral Oidipus’un etkileyici gücü anlaşılıyor. Aynı şeyin Hamlet’in hikâyesinin temelinde de olup olmayacağı öylesine aklımdan geçti. Shakespeare’in bilinçli bir niyeti olduğunu düşünmüyorum. Tersine içinde bilinçdışının, onun kahramanının bilinçdışını anlatıp dramı yazmaya teşvik ettiğine inanmayı tercih ediyorum. Hamlet, ‘Vicdan hepimizi korkak yapıyor’ sözünü nasıl gerçekleştiriyor? Sarayındaki insanları hiç düşünmeden ölüme gönderen ve Leartes’i hiç çekinmeden aceleyle öldüren kendisi, amcasının babasını öldürmesinin intikamını almaktaki kararsızlığını nasıl açıklıyor? Annesine olan tutkusu yüzünden, babasına karşı aynı eylemi yapmak istemiş olmasının karanlık anısının ona çektirdiği eziyetle, daha iyi nasıl yapılabilir, ‘ve hepimize hakkıyla davranılacak olsa kırbaç yemekten hangimiz kurtuluruz.”


Şenol Ayla Hepimiz dayaklığız diyor.
Serol Teber Evet, “Hamlet’in bilinci, onun bilinçdışındaki suçluluk bilincidir.” Yazdığı mektup burada noktalanıyor.
Şenol Ayla Freud, Hamlet’i ve Shakespeare’i irdelerken ve Goethe’yi, Sofokles’i de yanına alırken, aslında kendisine bir sürü önemli yandaş buluyor, değil mi? “Bu düşünceler sadece bana özgü değil, bakın onlarda da var” diye söylüyor aslında.
Serol Teber Evet, ama beni çok heyecanlandıran bir konu olduğu için vurguluyorum, bu yandaşları seçerken, nereden seçtiği çok önemli. Yani o sırada bir yığın klasik psikiyatri kitabı var, felsefe kitabı var. Oralardan bir şeyler aramaya, bulmaya çalışabilirdi.
Şenol Ayla Felsefeden olabilirdi.
Serol Teber Felsefeden olabilirdi, o da yok. Sofokles, Goethe ve Shakespeare. İşte Freud’un ya da psikanalizin yüzlerce yıl sonra hâlâ gündemde olmasının gizemi burada yatıyor. Ne zamandır ki Sofokles, Shakespeare, Goethe okunmaz bu dünyada, psikanaliz de, Freud da kendiliğinden gündemden kalkar. Ama okundukları sürece, psikanaliz de kanımca, bir şekilde eleştirilerek ve övülerek gündemde kalacaktır gibi geliyor bana. Burada acaba Oidipus kompleksi ile ilgili mitolojiden bir iki cümle söylememize zaman var mı?
Şenol Ayla Söyleyelim iyi olur. Oidipus kimdi, ne yaptı? Biz bunu kompleks olarak tanıyoruz ama, önce kendisini bir görelim.
Serol Teber Burada Antik Yunan mitolojisine dair çok küçük bir anımsatma yapacağız. Thebai Kralı Laios, Peleponnes Sarayı’nda misafir kalırken, evin erkek çocuğu Chrysippos’a sarkıntılık eder. Tanrılar bunu görür ve Laios’u kendi oğlu tarafından öldürülmeye mahkum ederler. Laios bunu duyduktan sonra, zaten uzun zamandan beri çocuğu olmamıştır, erkek çocuğu yoktur, durumu karısı İokaste’ye anlatır. Fakat aksilik bu ya kısa bir süre sonra İokaste’nin bir oğlu olur. Laios’un oğluna Oidipus adı konur. Fakat çocuk doğar doğmaz onun kendisini öldüreceği kuşkusu, korkusu, kanısı ile çocuğu çobanlara verir, elini ayağını bağlar, bununla da kalmayarak ayaklarını birbirine çivileyerek -yani burada sadist, pervert bir baba vurgulanmaktadır mitolojide de- dağa bırakılmasını ister. Oysa çobanlar bütün bu tür mitolojik öykülerde olduğu gibi, çocuğu öldürmeye kıyamazlar, o çocuğu alıp Korint Kralı Polypos’a teslim ederler.
Şenol Ayla Ama adını da koymuş bu arada Laios. Öldüreceği çocuğa Oidipus demiş bizi düşünerek sanki.
Serol Teber Evet biraz paytak yürüyen çocuk anlamına da galiba geliyor. Korint Kralı Polypos buna kendi çocuğu gibi bakar. Ama günlerden bir gün Oidipus Defli Kahini’ne gidip konuşurken, akıl danışırken, Defli Tapınağı Kahini ona ileride büyüyüp babasını öldüreceğini ve annesiyle evleneceğini söyler. Oidipus gerçek memleketini Korint olarak bilmektedir ve baba olarak da Polypos’u bilmektedir. Buradan hızla kaçıp, daha ilerdeki bir kente Thebai’ye gitmek ister ve orada yeni bir yaşam kurmayı amaçlar. Kaderin cilvesine bakın ki o sırada esas gerçek babası Laios da Defli tapınağına gelip Thebai kentinin başına bela olmuş Sfenks canavarından kurtulmak için öğüt almaya gitmektedir, yolda dar bir geçitte Oidipus ile Laios karşılaşırlar. Laios çok sert bir şekilde yoldan çekilmesini ister. Mitolojiyi tam olarak anlatmaya çalışırsak, karşılıklı kavga olur ve Oidipus bu kez gerçek babasını sahiden bu geçitte öldürür, ama bilmez tabii gerçek babası olup olmadığını, haberi yoktur böyle bir şeyden. Thebai şehrine gider, yolda Thebaililer kendisine yakarırlar ki ünlü Sfenks’ten kurtarsın. Sfenks bir bilmece sormaktadır, bilmeyenleri de yemekte ya da kenti açlıkla tehdit etmektedir. Bilmeceyi, belki merak edilir diye anımsatmak istiyorum, Sfenks şöyle bir şey sorar, “Öyle bir canlı söyleyeceksin ki bana, çocukluğunda dört ayak üzerinde, erişkinliğinde iki ayak üzerinde, yaşlılığından üç ayak üzerinde yürüsün.” Oidipus hiç çekinmeden “Bu insandır…” der, “çocukluğunda dört ayak üzerinde emeklemektedir, ergenlik çağında ayağa kalkar, iki ayağı üzerinde yürümektedir, yaşlılıkta da bastonla üç ayakla yürür. Sfenks bu bilmecenin bilinmesine dayanamayıp kendini dağdan aşağı atar ve Thebai şehri bu beladan kurtulur ve ödül olarak da kraliçe İokaste ile Oidipus’u evlendirirler. Dolayısıyla çok çok dolaylı yollardan da olsa Oidipus annesiyle evlendirilmiş olur.
Şenol Ayla Oidipus’un trajedisi de burada başlıyor herhalde.
Serol Teber Oidipus’un trajedisi ve Sofokles’in Kral Oidipus Trajedisi kitabında esas trajedi böyle başlar. Kent bir süre mutlu ve görkemli bir yaşam sürdükten sonra, bu sefer başka bir boyutta açlıkla, vebayla karşı karşıya kalır ve bu kez trajedinin gerçek yüzü ortaya çıkar. Bütün felaketin sebebi Oidipus’un annesiyle evlenip, ondan çocukları olmasıdır. Bundan sonraki kısım daha çok biliniyor herhalde.
Şenol Ayla Sofokles’in trajedisinde Oidipus’un annesine aşkından söz edilmiyor. Sevgi, aşk gibi sözcükler de geçmiyor. Bu bir kader gibi sunuluyor değil mi?
Serol Teber Evet evet..
Şenol Ayla Bilmeden bir tuzağa düşüyor Oidipus.
Serol Teber Oidipus bilmeden bir tuzağa düşüyor. Sofokles’in trajedisinde gerçekten dahiyane bir nokta var; Oidipus, kahin “babanı öldürüp annenle evlenmişsin” dediği zaman, itiraz etmiyor. Bunu sanki bilinçdışında bir yerden biliyormuş gibi. Sofokles bize bunu sezinletiyor.
Oidipus, erkek çocuğun ömür boyu annesiyle birlikte kalıp, buna karşılık bu birlikteliği tehdit eden en büyük güç olarak gördüğü babayı öldürme, dışlama düşüncelerinin bir özeti olarak psikanalizin merkezi konumuna girer. Freud bu noktaya geldikten sonra, artık, 12 yıldır çalışmakta olduğu Düş Yorumu kitabını tamamlamak üzere olduğunu duyumsar. 1899 yılının Ağustos ayında bunun bir kopyasını arkadaşı Fliess’e son bir kez daha okuması için gönderir, öbür kopyasını da yayıncısına verir ve kitap Kasım ayında 1899’da basılır, ama Freud’un ricası üzerine 1900 tarihi konur. Bu, yeni bir yüzyılda yeni bir çağ açacağını düşündüğü, modern psikiyatrinin en büyük kitaplarından biridir ve Freud, kitabın 12 yıl sonra yapılacak 2. baskısına yazdığı önsözde, “Bir insan yaşamında ancak bir kere böyle bir kitap yazma şansını bulabilir” diye kitaba verdiği önemi bize anlatır.
Şenol Ayla Narsizmini her seferinde bir parça görüyoruz.
Serol Teber Evet, bu konu üzerinde çok şeyler söyleyip yazmıştır Freud, bu narsizmi gösterecek şekilde. Kendi bilinçdışında, resmî bilincin dışındaki bölgede yeni bir ülke, yeni bir kıta, anakara keşfettiğini ve bu yüzden de psikolojinin bir tür Kristof Kolomb’u olduğunu düşünmüştür, yani kendi konumunu oldukça ‘mütevazı’ tanımlamalarla ortaya koyuyor. Ayrıca içinde öteden beri kımıldamakta olan, çocukluk yaşlarında, 12 yaşında öğrendiği, babasından duyduğu, babasına hakaret edildiği anısı vardır. 12 yaşlarında birlikte gezerlerken, babası eski bir anısını anlatır; yolda bir Hıristiyan’la karşılaştığını, Hıristiyan’ın kendisinin kafasındaki şapkayı alıp çamura attığını ve onun da sessizce yerden o şapkayı alıp giyip gittiğini anlatmıştır ve Freud’un kafasında o günden bu güne kahramanlara özgü, bir yanıt alamadığı ve Roma’yı kuşatan Hıristiyanlardan bunun öcünü alacak Hanibal gibi, Roma’yı kuşatmak düşüncesi vardır. Bu düşünce, Düş Yorumu’ndan sonra bir kez daha, çok bariz bir şekilde ortaya çıkar. Şöyle ki, o zamana kadar Freud’un kafasındaki gizemli kent Roma’dır. Birkaç kez İtalya’ya gider, ama Roma başkadır. Tıpkı Hanibal gibi, Roma’nın kuzeyindeki bir köyde, Hanibal’in konakladığı köyde kalır, Roma’ya gitmez, gidemez. Ne zaman ki Düş Yorumu yayınlanır, hiç olmazsa bilim çevrelerinde gereken ilgiyi görür, o zaman Freud yeni bir Roma gezisine çıkar ve bu kez Roma’ya gider ve Pantheon tapınağının karşısında, eşine, Martha’ya yazdığı mektupta “Yaşamımın doruk noktasını yaşıyorum, Roma’dayım” der. Yani bir anlamda kitabıyla Roma’yı keşfetmiştir, ya da Roma’nın yıkılmasına neden olacak birtakım şeyleri, kültür bazında ortaya koymuştur. Artık Katolik Kilisesi eski Katolik Kilisesi olmayacaktır onun kanısına göre. Çünkü insanın, insanların psikolojilerini değiştirmeye başlamıştır Freud. Düş Yorumu’nu yazarken, Freud’un masasının üstünde, bir tarafında, Roma kentinin topografik haritaları vardır. Ortada küçük not defteri, öbür tarafta da Truva’nın arkeolojik kazıların gösteren haritalar vardır. Freud psişenin katmanlarına inmek için bir yandan Schliemann’ın getirdiği Truva kazılarının notlarını okurken, öbür taraftan da Roma’nın kazılarına bakmaktadır. Yani Truva’daki bulgulardan esinlenerek Roma’yı katman katman kazmakta, en dipteki Roma Dörtgeni’ne kadar inmektedir, “Ben bu Katolik Kilisesi’nin dibini oyacağım” demektedir sanki.
Şenol Ayla Şimdi kişisel romanın, ailevi romanının ortasında ya da sonundayız ama yeni bir sayfan açıyoruz Freud’un hayatında, tarihsel romanı açıyoruz. Arkeoloji ile bağlantılı bir yerdeyiz. Roma’ya geleceğiz, Truva’ya geleceğiz. Kendisi zaten Kristof Kolomb’dan başka Schliemann’dan bahsetmişti. Bütün bu tarih, keşif ve arkeoloji seyahatine biz de onunla beraber çıkacağız. Şimdi Freud 47 yaşında Roma’da.
Serol Teber Evet.
Şenol Ayla Bu arkeolojik gezilerinin de başlangıcı oldu değil mi? Roma’da neler oldu, neler yaptı Freud?
Serol Teber Zaten Roma gezisi ya da genel olarak geziler Freud’un puro dışında ikinci büyük tutkusudur. Yaşamının sonuna kadar sık sık söylediği bir şey vardır: “İki şey beni terk etmedi. Ben de onları terk etmedim. Bir puro, iki gezi tutkusu.” En parasız kaldığı zamanlarda, en zamansız kaldığı zamanlarda bile geziye çıkmak, bir şeyler görmek, yeni ülkeler tanımak aşkı onda hep canlı kalmıştı. Bu geziye çıkmak Freud’da iki boyutta belki tartışılabilir. Birincisi geziye çıkmak, evden kaçmak, Viyana’dan -hiç sevmediğini söylediği Viyana’dan kaçmak bir tür evdeki çoluk çocuktan kaçmak, hatta karısıyla birlikte olduğu zaman yapmak mecburiyetinde olduğu seksüel ilişkiden kaçmak olanağını ona sağlamaktadır. Öbür yanıyla da geziye çıkmak, kaçmak, bir tür anasından, eşinden, çoluğundan çocuğundan uzaklaşmak korkularını doğurmaktadır. Freud bu ikilem arasında her zaman, her seferinde çaresiz kalmıştır ve belki de bu nedenlerden dolayı Freud tek başına geziye çıkamaz. Her zaman -bilebildiğimiz kadar- her zaman geziye çıkarken yanında birinin olmasını özellikle istemektedir.
Şenol Ayla Ama bu kişi asla karısı olmadı değil mi?
Serol Teber Evet bildiğimiz kadarıyla Martha, gerek çocuklarının çokluğundan, ev işlerinden, gerekse geziye çıkmak pek istemediğinden. Yanında gelen arkadaşı çoğu zaman Martha’nın kız kardeşi Minna’dır. Çok kez onunla birlikte İtalya’ya gitmişlerdir ya da erkek kardeşi Aleksander olmuştur. Yaşamının son dönemlerinde de Anna ona arkadaşlık etmiştir. Freud, bilebildiğimiz kadarıyla 20 kere İtalya’ya gitmiştir ve pek çok kez Roma’ya gitmiştir; sırf Roma gezilerini anlatan bir çalışmaya göre de toplam 57 gece Roma’da kalmıştır. Yine çok öğreticidir ki, Roma’da kaldığı hemen hemen her gün San Pietro in Vincoli kilisesinde bulunan Michelangelo’nun ünlü Musa heykelini ziyaret etmiştir, onun önünde dakikalarca, bazen saatlerce kalmış, adeta Musa ile, Michelangelo’nun Musa’sı ile -kendi tabiriyle- konuşmuştur. Sonra bu konuşma ilerde Freud’un tarihsel romanının yazılmasının başlangıcını oluşturmuştur.
Şenol Ayla Sen de gördün Musa heykelini değil mi?
Serol Teber Gördüm, muhteşem bir yapıt, inanılmaz derecede güzel ve Musa’nın bu kadar güzel yapılmasına, bu kadar görkemli yapılmasına neredeyse Hıristiyan kültürü bile tahammül edememiştir diyebilirim, küçük bir kilisenin görünmez bir köşesine konmuştur. Bugün bile, yani olası bir kazaya her an açıktır, korunmasız bir durumdadır, ama muhteşem bir heykeldir ve Freud’un oraya her gün, her fırsatta o kiliseciğe gidip Musa’nın önünde durması bile ayrı bir anlatı konusudur. Sanki yaptığı işten suçluluk duyuyormuşçasına, duvara sürünerek, kenardan, merdivenlerden çocuk gibi kimseye görünmeden, yavaş yavaş kapıdan içeri girer, Musa’nın önüne gider, Musa’nın önünde lambaların yanması için para atar, dakikalarca onu seyreder ve bu arada gene Martha’ya yazdığı mektuplarda birkaç kere önünde depresyon, mini depresyon dediği türden ruhsal rahatsızlıklar geçirmiştir.
Şenol Ayla Melankolik bir yalnızlık ve anlatılması olanaksız duygular içinde olduğunu yazmış.
Serol Teber Tabii Roma’da olsun, Floransa’da olsun, genel olarak İtalya’da bu duyguyu yaşayan tek Freud değildir. Pek çok kişi, Freud’dan önce pek çok düşünür, yazar benzer duygulara kapılmışlardır. Bunların en ünlülerinden biri Stendhal’dir ve bugün Floransa’da yaşanan bir yığın psişik bozukluklar için, Stendhal Sendromu denmektedir. Stendhal Sendromu literatüre girmiş, başlı başına bir davranış bozukluğu halinde tartışılmıştır.
Şenol Ayla Nasıl bir şey bu?
Serol Teber Stendhal Sendromu’nu şöyle tanımlayabiliriz; Standal, Floransa’ya gittiği zaman o kadar küçük bir mekân içinde, o kadar çok fazla sanat eseri görmüştür ki, sonunda bir katedralin içinde ciddi bir baygınlık geçirmiştir ve kendisini zorlukla dışarıya, çimenlerin üzerine atıp yatmak zorunda kalmış, dakikalarca yattıktan sonra kendini toparlayıp, oteline dönecek duruma gelmiştir. Birkaç yıl önce, Floransalı bir psikiyatr, pek çok turistte bayılmalar, halusinasyonlar, hezeyanlarla, taşikardilerle, kalp çarpıntılarıyla, tansiyon düşmeleri veya yükselmeleriyle birlikte bu tür oryantasyon bozukluğu içeren ve klinik tedaviye gereksinim gösteren bir belirtiler kompleksi tespit etmiştir ve buna Stendhal Sendromu adını koymuştur ve hakikaten Floransa’nın merkezinde, Roma’nın merkezinde birkaç tane ambulans olası bir Stendhal Sendromu’na karşı hazır beklemektedir.
Şenol Ayla İlginç bir durum, tıp literatürüne edebiyattan bir aktarma.
Serol Teber Freud da bunu Musa heykeli karşısında yaşamıştır, Goethe yaşamıştır, benzer duyguları, pek çok kişi yaşamıştır.
Şenol Ayla Freud 48 yaşındayken bir de Akropol seyahati var Yunanistan’a.
Serol Teber Evet demin anımsattığımız Stendhal Sendromu’nu aslında Freud belki de Roma’dan çok Akropol’de yaşamıştır. Çok maceralı bir gezidir. Akropol’e gittiği zaman Freud birdenbire kendisini gerçek bir psikoz içinde duyumsamıştır. Tam bir derealizasyon durumu yaşamıştır, yani gerçeklerle ilgisinin koptuğunu ve ‘depersonalizasyon’ denen kendisinin kim olduğunu, kimliğini, ne yaptığını, ne iş yaptığını hepsini birden yitirdiği, yabancılaşma sendromu adını verdiği bir ruhsal durumla karşılaşmıştır. Bu durumdan zaman zaman korkuya da kapılmıştır, hiçbir zaman geçmeyecek diye. Freud’un ileri yaşlarda, Romain Rolland’ın 45. doğum günü için yazdığı, 10-15 kadar sayfa tutan, bir küçük monografi niteliğindeki mektupta, yabancılaşma sendromunun en iyi tanımlamasını okumaktayız. Ayrıca da bir arkadaşa gönderilebilecek herhalde en büyük hediyelerden biri olduğu kanısındayım. Çünkü başına hiç giriş, selam sabah olmadan direk Akropolis’te yaşadıklarını anlatmaya başlar Freud; “çocukluğumdan beri Akropol üzerine o kadar çok şey okudum, o kadar çok şeyle doluyum ki oraya girdiğim zaman agorada sanki ben yüzlerce yıldır ya da binlerce yıldır orada yaşıyormuşum hissine kapıldım ve bu bir anda benim bütün psişik mekanizmamı çözdü ve beni tam bir delirium haline, oryantasyon bozukluğu haline getirdi.”
Şenol Ayla Değerli bir mektup herkes açısından hakikaten, Romain Rolland dışında psikanaliz tarihi için de.
Serol Teber Hemen hemen klasikleşmiştir bu mektup. Yani modern-klasik diyebileceğimiz tanımlamayla, yabancılaşma konusu ne yazık ki psikiyatride bu boyutta çok fazla irdelenmemiştir. Ama bu mektup, Freud’un en çok klasikleşen, en çok alıntı yapılan yazılarından biridir.
Şenol Ayla Mektuplardan sık sık bahsediyoruz, uzun mektuplardan. Ama sadece Freud değil mektupı yazan o dönemde. Mektup yazmak, senin tabirinle, o dönem entelektüel olmanın bir göstergesi, değil mi?
Serol Teber Evet o yüzyılda, yani geçen yüzyılda, 19. yüzyılda mesela Gustav Mahler’in de en az 10 bin mektubu olduğu söylenir ya da Richard Strauss’un da 10 binin, 15 binin üzerinde mektubu olduğu söylenir. Hatta şöyle bir espri yapılır, 10 binden az mektup yazan biri iyi bir entelektüel olarak kabul edilmez o dönemde. Mutlaka bu düzeyde yazılması lazım. Ve özellikle ben Strauss’un mektuplarının bir kısmını dinlemek mutluluğuna eriştim. O da Freud gibi inanılmaz bir ayrıntıyla mektup yazıyordu. Örneğin, sanıyorum eşiyle Brüksel’de buluşmak üzere randevulaşıyorlar. Eşine, gara girdikten sonra kaç basamak merdiven yürüyeceğini, sonra gene sağa dönüp kaç adım gittikten sonra gişeye varacağını, gişeden bileti aldıktan sonra ne kadar yürüyüp, sola dönüp, hangi vagonun önünde duracağını, santimi santimine anlatan mektuplardı.
Şenol Ayla Tarih kaydı açısından da çok önemli.
Serol Teber İnanılmayacak kadar güzel ayrıntılardı.
Şenol Ayla Freud’un arkeolojisine devam edeceğiz, çünkü bu çok önemli. Freud’un tarihsel romanını açtık artık. Kendi bilinçaltımızın katmanlarına indikçe, Freud’la beraber Truva’ya gideceğiz, Pompei’ye gideceğiz. Bir sürü yerde dolaşacağız. Tekrar Michelangelo’yla karşılaşacağız. Ama bu haftalık bu kadar. Hoşça kalın.

21 Haziran 2004 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder