A Terrible Beauty "FRANCİS BACON"

 Kişinin, yani figürün oturduğu yer çoğu zaman bir yuvarlakla sınırlanmaktadır. Figür oturmuş, uzanmış, kıvrılmış ya da başka şekilde durmaktadır. Bu yuvarlak, veya bu oval bölgenin kapladığı yer az ya da çok olabilir: Tablonun kenarlarından taşabilir, bir triptiğin ortasında olabilir, vs. Çoğu zaman, kişinin üzerinde oturduğu sandalyenin yuvarlağı, uzandığı yatağın ovalliği tarafından tekrarlanır, bazen de bunlar, yuvarlağın yerini alır. Kişinin bedeninin bir parçasını çevreleyen dairemsi şekillerde, ya da bedenleri çevreleyen döngüsel çemberlerde yayılır. Yine de iki köylü dahi, ancak bir saksı ovali içine sıkıca yerleştirilmiş bir toprak parçasına bağlı olarak bir figür oluşturur. Kısacası tablo, yer olarak bir pist, bir tür sirk sahnesi barındırır. Bu, figürü tecrit etmek için yapılmış basit bir işlemdir. Başka türlü tecrit etme işlemleri de vardır: Figürü küp içine, daha ziyade, cam ya da buzdan bir parelelyüz içine yerleştirmek; onu bir rayın üzerine, sonsuz bir çemberin manyetik yayı içersindeymiş gibi gergin bir çubuğun üzerine koymak; ya da tüm bu yolları, yuvarlağı, kübü ve çubuğu, Bacon'ın o tuhaf, geniş ağızlı, yay biçimi koltuklarında olduğu gibi birarada kullanmak. Bunların hepsi birer yerdir. Önemli olan figürü hareketsizliğe mahkum etmiyor olmalarıdır; aksine, Figürün bulunduğu yer içinde ya da kendi üzerinde bir tür yol alışını, bir şeyler keşfetmesini duyulur kılmakla yükümlüdürler. Bu bir çalışma sahasıdır. Figürle onu tecrit eden yer arasındaki ilişki bir olguyu tanımlar: Olan şey şu..., yer alan şey şu.. Bu şekilde tecrit edilmiş olan figür bir imgeye, bir ikona dönüşür.
 
Duyumsamanın Mantığı
Sf. 13
 Gilles Deleuze




Figure Writing Reflected in a Mirror (1976, Francis Bacon)

Kağıda eğilip bakan Yazar'ın; resme eğilip aynaya, aynanın içindeki aynaya yansıdığını bilen, bilse bile görmeyen, göremeyen Yazar'ın yazısı aynaya yansımıyor.
Bu tarafta, resmin karşısında duran aynayı göremiyoruz çünkü. Burada, şimdi, daha doğrusu orada, bundan böyle Okur duruyor: Önünde ters yansımış bir yazı, çevirip bakıyor.

Enis Batur

Bulantı (son sayfa)

 Some of these days
You'll miss me honey!


Deneyemez miyim ben?... Bir müzik parçası söz konusu değil tabii... Ama başka bir türü deneyemez miyim? Bir kitap olması gerekiyor bunun; başka şey ortaya koyamam ki. Ama bir tarih kitabı değil, çünkü tarih, var olmuş olan bir şeyden söz eder; oysa bir varolan başka bir varolanın varoluşunu haklı çıkaramaz. ... Ne çeşit olacağını pek bilmiyorum, ama bu kitapta, basılmış sözcüklerin ardında, sayfaların ardında varoluşmayan, varoluşun üstünde bulunan bir şeyin bulunduğu sezilmeli. Gerçekleşmeyecek bir hikaye olabilir ya da bir serüven. Bu kitabın çelik gibi sert ve güzel olması; insanları varoluşları yüzünden utanç duyurması gerek.

Gidiyorum, içimde bir belirsizlik duyuyorum. Karar verecek cesaretim yok. Yeteneğimden kuşku duymasaydım... Ama evet hiçbir zaman bu çeşit bir şey yazmadım. Tarih yazıları yazdım, doğru, hem de yığınla. Bir kitap. Bir roman. Bu romanı okuyup "Antoine Roquentin yazdı bunu diyecekler. Kahvelerde vakit geçiren kızıl saçlı bir adammış" diyecek kimseler bulunacak ve zenci kadının hayatını nasıl düşünüyorsam, onlar da benim hayatımı öyle düşünecek, değerli ve yarı masalımsı bir şey olarak görecekler. Bir kitap. Bu her şeyden önce sıkıcı ve yorucu bir çalışma olacak tabii, üstelik varoluşmaktan da, var olduğumu duymaktan da alıkoymayacak beni. Ama kitabın yazılıp bittiği, ardımda kaldığı bir an gelecek ve öyle sanıyorum ki, onun aydınlığının azıcığı geçmişimin üzerine düşecek. Belki o zaman, bu kitap sayesinde, hayatımı tiksinti duymadan hatırlayabileceğim. Belki bir gün, tam şu anı, trene binme zamanının gelmesini iki büklüm beklediğim şu kasvetli anı düşününce, yüreğimin hızla çarptığını duyacak ve "Her şey o gün, o anda başlamıştı," diyeceğim. Ve kendimi (geçmişte, yalnız geçmişte) kabul etmek elimden gelecek belki.


J.P. Sartre

Huzursuzluk Kitabı (sf. 430)

"Neye güldünüz" diye sordu Moreira kötülük düşünmeden, salonu bölen iki etajerin arasındaki boşluktan.

"İki ismi karıştırmışım da..." dedim soluğumu toparlamaya çalışarak.

"Ah demek öyle" diye kestirip attı Moreira ve sonra büroya da, benim üzerime de yeniden tozlu bir dinginlik çöktü.

Vikont de Chateaubriand şurada durmuş, hesap kitapla uğraşıyormuş! Pek sayın Profesör Amiel, şahane bir tabureye tünemişmiş! Kont Alfred de Vigny, Grandela mağazasının mallarını göndermekteymiş! Senancour buracıkta, Rua dor Douradores'teymiş!

Hatta okuması asansörsüz binada merdiven tırmanmak kadar zahmetli olan Paul Bourget bile... Saint Germain Bulvarımı bir kez daha, iyice görebilmek için, tam Brezilyalı plantasyoncunun ortağının kaldırıma tükürdüğü anda pencereye yöneldim. Aynı anda hem bunları düşünmekle hem sigara tüttürüp hem de iki şeyi doğru dürüst bağdaştıramamakla meşgulken, birden zihnimdeki kahkaha dumanla çakıştı ve boğazımda tökezleyerek, duyulabilen, çekingen bir kahkaha olarak gün yüzüne çıktı.     

Hannah and Her Sisters (1986, Woody Allen)

Bir ay kadar önce bir gün,
tam anlamıyla dibe vurmuştum.

Tanrı'nın olmadığı bir evrende yaşamın da
bir anlamı olmadığı hissine kapılmıştım.

Bir tüfek aldım ve onu
doldurup, alnıma dayadım.


Kendimi öldürmeye karar vermiştim.

Sonra düşündüm: Ya yanılıyorsam?


Ya bir Tanrı varsa?
Sonuçta bunu kimse bilmiyor ki.


Sonra "hayır" dedim, "belki" yeterli değildi.

Bir cevap istiyordum; olumlu ya da olumsuz.

Saatin sesini çok net hatırlıyorum.


Orada, kafamda bir silahla,
donmuş bir vaziyette oturuyordum.


Ateş etmeye hazırdım.


!!!


Hannah and Her Sisters (1986, Woody Allen)

Büyük dehalar, akla gelebilecek her konu
hakkında milyonlarca kitap yazmışlar. Ama sonuç olarak hiçbiri yaşamın en büyük sorusu karşısında benim bildiğimden daha fazlasına ulaşamamışlar.

Tanrım! Socrates'ı okudum.

Yunanlı küçük oğlanlarla düzüşen
bir adam bana ne öğretebilirdi ki?


Ve Nietzsche. Onun "ebedi dönüş"
teorisine ne demeli? Diyor ki, yaşadığımız hayatları
tekrar tekrar yaşayıp duruyormuşuz. Sonsuza dek, hiç değişmeden.
Harika. Bu da "Ice Capades"e bir kere daha
dayanmam anlamına geliyor. Buna değmez.

Ve Freud, bir büyük kötümser daha.Yıllardır terapiye gidiyorum.
Hiçbir şey olmadı. Zavallı analistim öyle hayal kırıklığına
uğradı ki, sonunda salata barını devirdi.


Şu koşan insanlara bakın, yılların kaçınılmaz etkisine  karşı koymaya çalışıyorlar. İnsanların bütün zamanlarını kondisyon bisikletlerine ve egzersizlere ayırması ne kadar üzücü.
Şuna bak! 
Zavallı şey. Bütün o yağları taşımak zorunda.

Belki de şairler haklıdır.
Belki tek cevap aşktır.



Hannah and Her Sisters (1986, Woody Allen)

Hayatlarımızın pamuk ipliğine
bağlı olduğunun farkında değil misin?

Her şeyin ne kadar anlamsız olduğunu
göremiyor musun? Her şey diyorum.

Hayatlarımız, şov, tüm dünya.
Hepsi anlamsız.

Hastaneden çıkarken, iyi olduğum için çok heyecanlıydım.
Sevinçten uçuyordum. Sonra birden durdum.

O an kafama dank etti.


Bugün ölmeyecektim,
yarın ölmeyecektim,
ama eninde sonunda bu olacaktı.


- Bunu daha yeni mi anladın?

- Hayır, bunu hep biliyordum.

Ama bilinçaltıma itmeyi başarmıştım.
Çünkü düşünmek için çok korkunç bir şeydi.

- Sana bir sır vereyim mi?

- Evet, tabii.

Bir hafta önce bir silah dükkanına gittim ve bir tüfek satın aldım. 
Eğer beynimde tümör olsaydı kendimi öldürecektim.
Böyle bir durumda, beni durdurabilecek tek şey, ailemin yaşayacağı üzüntü olurdu.
Bu yüzden önce onları vurmam gerekecekti. Sonra teyzem ve amcamları da tabii. Yani tam bir katliama dönüşebilirdi. Biliyorsun ki bu, bir gün hepimizin başına gelecek.

Yani bu sence her şeyi mahvetmiyor mu?
Bu düşünce hayatın tüm zevklerini karartıyor.


Sen öleceksin, ben öleceğim.
Seyirciler, sponsorlar...


- Biliyorum ve hatta hamsterın da.

- Evet!



Black Nude - ROBERT MAPPLETHORPE









Camus x Sartre

"Başkaldırı ne sistem ne de nedenlere dair bir protestodur; Başkaldırının kapsamı sınırlıdır ve yalnızca bir ifadedir. Devrim net bir fikirden doğar..., başkaldırı ise bireysel tecrübeden düşünceye giden harekettir." 
 (Camus)


Albert Camus'nun siyasi hayatı ve çalışmalarının çoğu siyasi şiddete karşı eleştirel bir söylem içermektedir. Savaşın ardından siyasi şiddete karşıtlığı daha da gün yüzüne çıkar ve Başkaldıran İnsan kitabında doruk noktasına varır. Sartre ile ilişkilerinin kesilmesinin ardından idam cezasına karşı güçlü bir deneme yazmıştır ve Cezayir Savaşı'nın başında her iki tarafında sivil halklara uyguladığı şiddete karşı mücadele etmiştir. Diğer taraftan Sartre, şiddeti gerçekliğin bir simgesi olarak ele almıştır. Camus, şiddetin kurbanları üzerinde bıraktığı yaralar ve olumsuz ahlaki etkileri için endişelenirken, Sartre şiddetin bütün yolların önü kesildiğinde bu yolu seçenler, özellikle de baskının kurbanları üzerindeki olumlu siyasi ve psikolojik etkileri üzerine yoğunlaşmıştır.(Yarının iyi toplumu için bugün her şey caizdir ve sonuç sınıfsız bir toplumdur, buna götüren her şey iyidir.)  Bu açıdan şiddet, hem Sartre hem de Camus'nun siyaseti ve bakış açısında merkezi bir yer almıştır; biri onu içsel olarak kucaklamış, diğeriyse karşı koymuştur. İşgal altındaki Fransa'da ayrıcalıklı çocuk, kirli ellerinden hiçbir rahatsızlık duymazken, Cezayirli Pied Noir, mücadeleye temiz ellerle katılmak ve savaşın içinden yine temiz ellerle çıkmak konusunda kararlıdır.
...


Marksizm=cinayet.

 Bu adımla, artık Camus'nun hedefi belirlenmişti.
Siyasi şiddeti reddeden Camus " Marksizmi mutlak bir felsefe olarak kabullenmenin cinayeti meşrulaştırmaktan daha aşağı kalır bir tarafı olmadığında ısrar ediyordu. "Marksçı bakış açısında" diye yazıyordu, "milyonlarca adamın mutluluğunun bedeli oldukları sürece, yüz binlerce cesedin hiçbir önemi yoktur." Buna kendi çelişkilerini de ekliyordu:
"Ya tarihte bir mantık var ve Marksist gerçekçilik ile şiddet meşru, ya da tarihten bağımsız ahlaki değerler var ve Marksizm haksız."


Devrimin bir destekçisi olarak, yol açtığı hasarı görmezden gelerek, Sartre baskı görenin ateşli ve uzlaşmaz bir savunucusuna dönüşmüştür. Tam da bu nokta da Sartre'nın yolu Camus' nunkiyle keskin bir zıtlık gösterir. Camus, tüm enerjisini şiddete karşı yazmaya, özellikle de devrimci şiddete karşı yazmaya adarken, Sartre giderek şiddeti, özellikle de devrimci şiddeti kucaklamıştır.


"Bir anti-Komünist bir köpektir. bundan başka bir şey düşünemiyorum ve düşünmeyeceğim de...On yıllık düşünmenin ardından, kırılma noktasına geldim; yeter artık. Kilise terminolojisinde bu benim dinden dönüşümdür."
(Sartre)








Camus, başkaldırıdan zaman içinde gücünü arttıran ve korkunç bir nihilizme dönüşen, Tanrı'yı yıkan ve yerine insanı koyan, gücü giderek daha da acımasız bir şekilde kullanan bir eylem olarak bahseder. Kökeni metafizik başkaldırı olan tarihi başkaldırı, dünyaya hükmetmek yoluyla absürdlüğü ortadan kaldırmayı hedefleyen devrimlere yol açar.Cinayeti temel araçları haline getirirler. Camus için Komünizm bu Batılı hastalığın çağdaş bir ifadesi idi.

"Başkaldıran insan" kitabı kötü niyetin, absürdlük içinde yaşamanın örgütlü ve felakete yol açan reddinin bir tarihidir. Camus'nun kitabının tonu, üslubu ve içeriği yarım yüzyılı çarpıcı bir netlikte anlatırken, Eric Fromm ve Norman O. Brown gibi psikanaliz kökenli sosyal teorisyenlerin sosyal davranışlar ve hareketleri açıklamakta Freudcu düşünceye başvurmaları gibi, Camus'de absurd fikirlere başvuruyordu.


İlk yayınlanışından bugüne dek Başkaldıran İnsan'ı  pek çok okuyucusu kendilerini başkaldırının absurd bir evreni düzene sokmaya çalışan boş çabasını yansıtan bir aynayla yüz yüze bulmuştur.
Sartre insanların bir şekilde absurdlüğün (saçmalığın) üstesinden gelinebileceğini düşünür ama Camus absürdlüğün tüm insani deneyimlerin merkezinde yer aldığı konusunda kararlıdır.
Kitabın kalıcı gücü de burada yatmaktadır; çıkış noktalarını, tasarılarını, zayıf noktalarını, yanılsamalarını ve sonraki kuşaklara ulaşma arzusunu inceleyişinde. Geleneksel din gücünü yitirdikçe, genç insanlar da her şeyin mümkün olduğu duygusu ile yetişmeye başlamıştır. Modern laiklik aklı nihilizme sürüklemektedir çünkü Camus'nun tek kurtarıcı anlayış olarak değerlendirdiği olgudan yoksundur:

"Hayat absurdtur ve hatta başkaldırmak zorunda olsak bile hiçbir şey düzen yaratamaz ve ölümün çarpıcılığını ortadan kaldıramaz."
 

 Her şeyden önce Camus'nun kitabının hedef kitlesi kimdi?  Cinayeti meşrulaştıranlara karşı yazıyordu, Komünizmin suç ortaklarına, onu dünyaya yaymaya çalışanlara karşı. Ve Sartre da komünist olduğunu beyan etmiş olduğuna göre, o ve dergisi de bu grubun içinde yer alıyordu.




 ...


Camus x Sartre

Camus’ da dünya vardır, dünyanın güzelliği, dünyaya karşı duyulan şükran vardır. Duygusal eğilimlerinden ileri gelir bu. Sartre verili olana karşı hınç duymanın çok büyük bir düşünürüdür. Her şeyi değiştirmek gereklidir, insanlık durumuna varıncaya kadar her şeyi. Bulantı dünyaya karşı bir tiksinti ilişkisini anlatır. Buna karşılık Camus dünyaya yönelik şükran duygusunun düşünürüdür. Bu temel fark siyasal tartışmaları sırasında yeniden belirir ve bize söyleyecek çok şey içerir hala.

Camus’nun siyasal düşüncesini en güzel özetleyen cümle Nobel ödülünü aldığı zaman Stockholm’da yaptığı bir konuşmadaki sözüdür: “Dünyanın bozulup dağılmasını engellemek.” Bütün radikalliği tersine çeviren bir program, umut ilkesinden sorumluluk ilkesine gerekli bir geçiş.



Sartre ile Albert Camus’nun varoluş karşısındaki, hatta babayla ilişkili olarak duruşları kıyaslanabilir. Radikal özgürlüğün filozofu Sartre, genç öldüğü için babasına müteşekkirdir çünkü adam oğlu hakkında proje yapacak zamanı bulamamıştır: ana babaların projeleri olunca çocukların kaderi çizilir. Sartre edebiyatla, ailesinin ona dayattığı şu yazınsal nevrozla ilişkisini kesmek ister. Tam tersine Camus’nun içinde yatan duygu, ana-baba sevgisidir, otobiyografik yapıtı ölmüşler için bir tür sunak haline getirir o.


Alain Fınkıelkraut



Sartre: İkinci dünya savaşı sırasında çok temkinlidir, savaştan sonraysa işbirlikçilere karşı sert tepki gösterir.



Camus: Önce Ne Kurbanlar Ne Cellatlar ile, ardından da Başkaldıran insan ile hem liberal hem mutlak özgürlük yanlısı bir solculuğu temsil etmiş, Stalinci totalitarizmle gizlice bir uzlaşmaya gitmemiştir.



Sartre: Frantz Fanon’un denemesi için yazdığı bir önsözde, mazlumun şiddetini savunur.



Camus: Terörizme karşı uyarıda bulunmaktan geri kalmaz.



Sartre: Francis Jeanson’la birlikte Cezayir’deki Ulusal Kurtuluş cephesi’ne ve onun terörizm yanlısı tutumuna koşulsuz destek verir.



Camus: Cezayir’de doğmuş bir Fransız olarak kinlerden arınmayı ve görüşler yoluyla varılacak bir çözümü salık verir.



Sartre: Cezayir savaşı sonrasında general de Gaulle’ün iktidara gelişine Sartre öfkesini belirtir.



Camus: Bu konuda susmayı yeğler.





Sibirya’daki kamplar ve dolayısıyla Sovyet rejiminin niteliği konusunda;

Camus: Tavrı açık seçiktir. Sovyet rejimini kesin olarak kınar; Kominform’a bağlı kalmış bir komünist partiyle yapılacak her türlü işbirliğine karşı çıkar. 1951’ de Başkaldıran İnsan ‘ı yayımlar.

Sartre: Tavrı önceleri kesin değildir. Burjuvaziye ve Amerika’ya karşı düşmanlığı tercihlerine yön verir. Devrim onun için demokrasiden önce gelmektedir. Antikomünizmin her biçimine karşı çıkar.

Sartre: Antikonformizm gereği Nobel’i reddeder.


Camus: Nobel’i alır.

Sartre: Entelektüelin yerleşik, kurulu iktidarlara karşı başkaldırışını temsil eder.


Camus:  Demokratik bir sosyalizm için mücadele eder.


Camus: İktidardakilerden uzak durur.


Sartre: Sartre’da iktidardakilerde uzak durur ama Kruşçef, Mao, Fidel Castro söz konusu olunca iş değişir.



Camus:  Başkaldıran İnsan kitabında Kafka’nın çok güzel ifade etmiş olduğu bir fikri işlemiştir: “Devrim sel gibidir. Yayıldıkça kirlenir.”

Francis Bacon - Ferit Edgü



Bacon 20. yüzyıl resim sanatının tek varoluşçu ressamıdır. Çağımızda hiçbir ressam, felsefi anlamda, varlık'ı resminde özne olarak resmetmek gibi bir serüvene atılmamıştır.
Nature-morte, manzara, hatta çıplak gibi resim sanatına ait bir konu olmadığı için olsa gerek. Belki on dokuzuncu yüzyılda bir Van Gogh'un, Bir Munch'un bazı resimlerinde varoluşçuluğun temalarından bazılarının (korku/endişe/boşluk/umutsuzluk/...) yansımalarını görmek zor değildir.
Varoluş, bireyin çırılçıplak, yaşamla ölüm arasındaki sınırda, tüm sorunsalıyla, kendini gizlisiz saklısız bir aynanın önünde görmesi ise, Sartre'ın romanlarından ve oyunlarından çok daha varoluşçu olarak niteleyebiliriz Van Gogh'un, Munch'un resimlerini. Tüm bu resimler sanatçının bireyselliğinin en uç noktasında ortaya çıkmış olduğu için. Bacon'un resimleri de bu ailedendir.  

Ferit Edgü

FRANCİS BACON (selfportraits)







Beden figürdür, daha doğrusu Figürün maddesidir. Beden yapı değil, figürdür.
Bir portreci olarak Bacon'ın resmettiği şey yüz değil baştır. Bu ikisi arasında büyük fark vardır. Zira yüz, başı kaplayıp örten yapılaşmış bir uzamsal organizasyondur, baş ise, uç noktayı oluştursa da bedene bağlı bir uzuvdur. Bu, zihni olmadığı anlamına gelmez, ama bu, baş, beden olan bir zihindir, bedensel ve yaşamsal nefes, hayvan zihnidir, bu, insanın hayvan zihnidir: domuz zihni, bufalo zihni, köpek zihni, yarasa zihni...Bu Bacon'ın bir portreci olarak yürüttüğü çok özel bir projedir: yüzü silip atmak, yüzün altında saklı başı keşfetmek ya da onu yüzeye çıkarmak.

Bacon'ın resmi, biçimlerin birbirine tekabül etmesi yerine hayvanla insan arasında bir ayırdedilemezlik, karar verilemezlik bölgesi meydana getirir. insan, hayvan olur, ama bu olurken hayvan da zihin, insan zihni, aynada Eumenides ya da Yazgı olarak sunulan fiziksel zihin olur. Bu asla biçimlerin biraraya gelmesi değil, daha ziyade ortak bir olgudur: insanla hayvanın ortak olgusu. Öyleki Bacon'un en fazla tecride uğramış figürü bile zaten çiftlenmiş bir figürdür, belli belirsiz bir boğa güreşinde, hayvanıyla çiftlenmiş insan figürü.

Bu nesnel ayırdedilmezlik bölgesi ama et ya da ten  olarak bedenin tümüydü.
...

BACON - John Berger

"Her zaman nesneleri elimden geldiğince doğrudan ve ham aktarabilmeyi umut ettim; belki bir şey karşılarına doğrudan doğruya çıkarsa, onun dehşetini algılarlardı. "

"İnsan bir şeyin olabildiğince gerçeğe uygun olmasını, ayı zamanda da resmetmeye kalkıştığı nesneyi yalnızca örneklemenin ötesinde, derinden kışkırtıcı ya da duyum alanlarının kilitlerini derinden çözücü olmasını istemez mi? Zaten sanat bundan ibaret değil mi?"

"Yapmak istediğim şey, o şeyi görünümün çok ötelerine dek çarpıtmak, ama çarpıtırken onu görünümün bir kaydına dönüştürmektir."



Süreç olarak yorumlandığında, bu söylenenlerin şu anlama geldiğini görüyoruz: Bir bedenin görünümü, üzerine yapılmakta olan istemsiz lekelerin kazasına uğrar. Bedenin çarpıtılan imgesi, seyircinin (ya da ressamın) sinir sistemine doğrudan çarpar; o anda bedenin görünümünü, taşıdığı lekeler yoluyla ya da bu lekelerin altından yeniden keşfeder.