krematoryum... krematoryum... krematoryum


(Shoah, 1985, documentary by Claude Lanzmann)


~GAZ ODASI~


Kapılar açıldığında...

dayanılmaz bir manzarayla karşılaşılıyordu.

İnsanlar bazalt gibi üst üste yığılmış...

...taş bloklar gibiydiler.

Gaz odalarında nasıl da yere yığıldılar!

Birkaç defa gördüm.

Kabullenmesi en zor şeydi.

Buna asla alışılamazdı.

İmkansızdı.


İmkansız mı? (Lanzmann)


Evet. Şöyle ki,

gaz verilmeye başlandığında... şu şekilde yerden yukarıya doğru yükseldi.  Ardından müthiş bir mücadele başladı, çünkü gerçekten bir mücadele vardı. Gaz odasındaki ışıklar söndürüldü. Karanlıktı, göz gözü görmüyordu. Böylece en güçlü olanlar daha yukarıya tırmanmaya çalıştılar. Galiba farkına vardılar ki ne kadar yüksekte olunursa...o kadar hava olurdu. Daha rahat nefes alabiliyorlardı. Bu durum boğuşmaya sebep oldu. İkincisi, çoğu insan kapıya doğru ilerlemeye çalıştı. Psikolojik bir durumdu. Kapının nerede olduğunu biliyorlardı... belki bir şekilde kapıya ulaşabilirlerdi. İçgüdüsel bir davranış... ölümüne bir mücadele vardı.
İşte bu yüzden çocuklar...Güçsüzler ve yaşlılar en altlarda kalarak yaralandı. En güçlüler yukarıdaydı.
Çünkü ölüm kalım mücadelesinde bir baba, altında yatanın oğlu olduğunu fark etmemişti. Peki kapılar açıldığında ne oldu? Yere düştüler. İnsanlar taş blokları gibi... kamyondan dökülen kayalar gibi yere düştü.

Ancak ziklon gazının yakınında bir boşluk vardı. Gaz kristallerinin geldiği yerde hiç kimse bulunmuyordu.
Yalnızca bir boşluk. Galiba kurbanlar orada gazın daha şiddetli olduğunu sandılar. İnsanlar ne durumdaydılar?
Hırpalanmışlardı. Karanlıkta boğuşup dövüşmüşlerdi. Baştan aşağıya... dışkıya bulanmışlardı. Kulak ve burunları kanıyordu. Hatta, diğerlerinin neden olduğu sıkışıklıktan dolayı yerde yatan, yüzleri tanınmaz hale gelmiş insanları da görebilirdiniz bazen.

Çocukların kafatasları kırılmıştı.


Anladım. (Lanzmann)


Ne?


Berbattı. (Lanzmann)


Kusma.

Kulak ve burunda kanama.

Muhtemelen adet kanaması bile.
Bundan eminim.

Bu boğuşmada hayatta kalmak
için her şey yapılıyordu.


Korkunç bir görüntüydü.

Bu en zor kısmıydı.

....
(Shoah Metinlerinden)

Sappho'nun Son Türküsü


Suskun gece, kaybolan ayın eldeğmemiş  ışığı;
 ve sen, görünürsün sarp kayalığın üstündeki sessiz ormandan günün habercisi;
 ey gözlerime tatlı ve doyurucu gelen bir zamanların görüntüsü; 
tanıyana kadar aşk ve yazgıyı; gülmüyor artık hiçbir tatlı manzara umutsuz duygularıma. Alışılmadık bir sevinç kaplıyor içimizi tozun dumana karıştığı tarlalarda, 
dingin havalarda, estikçe tozlu rüzgarlar dalga dalga. 
Ve Jüpiter'in ağır arabası  gürlerken başımızın üstünde, 
parçalar bulutlarla kaplı kapkaranlık havayı baştan başa.
Bize keyif veriyor dağlarda başıboş dolaşmak bulutlar arasında; 
derin vadilerde; korkuya kapılmış sürülerin kaçışlarını izlemek
upuzun uzanan ovalarda; ya da dinlemek kabarmış ırmağın uğultusunu 
belli belirsiz kıyısında ve ürkütücü taşkınlığını dalgaların.

Üstündeki örtü güzel, ey tanrısal gök.
sen de güzelsin ey buğulu toprak; ama
ne yazık, vermemiş bu güzellikten bir
parça gökler ve acımasız yazgı Sappho'ya.
Ey doğa, senin mağrur krallığına boyun eğdim tıpkı değersiz 
ve can sıkıcı bir konuk ve aşağılanan bir sevgili gibi; 
gönlümü ve gözlerimi çevirdim senin güzel şekillerine boşuna yalvararak.

Gülmüyor bana çiçekli, aydınlık tarlalar
ve doğu kapısından sabah güneşi;
selamlamıyor beni renk renk kuşların cıvıltısı;
hışırtısı kayın ağaçlarının;
ve salkım söğütlerin gölgesinin düştüğü yere
aydınlık sularını yayar berrak dere;
çeker kıvrımlı dalgalarını iğrenerek,
kıyısında tutunamayıp kayan
ayağımdan ve hızla dalar kokulu tarlalara.

Ne suç işledim, ne büyük hatam oldu ki,
daha doğmadan önce, gökler düşman kesildi yazgı astı suratını bana?

Ne idi günahım daha çocuk yaşımda, yaşamın kötülüklerden uzak çağında; 
öyle ki yaşamımın demir ipliği, gençlikten ve albenisinden yoksun, 
takıldı iğine katı yürekli Parca’nın.

Neler söylüyorsun;
ağzından çıkanı kulağın duysun;
Gizli bir güç güder olayları yazgının belirlediği; 
giz dolu herşey; ıstırabımızın dışında. 
Ağlamak için doğduk, bir üvey evlat gibi; 
nedeni tanrıların aklında gizli. 
Ey arzuları, umutları ilk gençlik yıllarının!
Ne ki, dış görünüşe, güzellere sonsuz
bir iktidar verdi Babamız insanlar arasında;
ister yiğit olsun, ister usta, liriyle, türküsüyle; 
parıldamıyor erdem çirkin bedende.

Öleceğiz. Çirkin kılıfımızı yeryüzünde
bırakarak; çıplak ruhumuz Dite'ye sığınacak; 
ve insanlara körükörüne yazı yazanın insafsız hatasını silip düzeltecek.
Boşuboşuna bir sevgi beni sana bağlayan: 
sonsuz bir bağlılık ve boş bir çılgınlık,  
karşılıksız bir arzudan doğan. Ama sen mutlu yaşa! 
Mutlu yaşadıysa yeryüzünde eğer ölmek üzere doğan. 
Düşmedi payıma tatlı içkisinden Jüpiter'in, 
sürahisinde kıskançlıkla saklı tuttuğu; öldükten sonra
düşleri ve imgeleri çocukluğumun. 
Ne çabuk geçiyor neşeli günlerimiz. 
Hastalık, yaşlılık alıyor yerini ve gölgesi soğuk ölümün.

İşte, tatlı yanılsamalar ve umduğum bunca zeytin dalından 
bir tek Tartarus kalıyor bana.
  Ve soylu ruhum cehennem karanlığında, yeraltı kraliçesinin 
ve suskun kıyıların malı oluyor.

Leopardi

Q


Barthes Barthes Barthes

Au petit matin - Tan ağarırken


Tan ağarmasına ilişkin fantasma: Tüm yaşamım boyunca sabah erken kalkmayı düşledim ben (seçkin nitelikli arzu: yataktan, banliyö trenine binmek için değil de "düşünmek" ya da yazmak için kalkmak); ama fantasmadaki bu tan ağarması vaktini, sabah erken kalkacak olsam bile, asla göremeyeceğim; çünkü onun benim arzuma uygun olması için, yataktan kalkar kalkmaz hiç zaman kaybetmeden, onu, uyanıklık hali içinde, bilinç içinde, akşamki duyarlık birikimi içinde, görebilmem gerekir. İnsan dilediği gibi nasıl keyif içinde olabilir? Benim fantazmamın sınırı her zaman keyif-sizliğimdir.


La loquele - Söz akını


Geçtiğimiz 7 Haziran 1972'de ilginç bir durum oldu: Yorgunluktan, sinir buhranından kaynaklanan bir söz akını, söz bolluğu kapladı içimi, bir tümceler bombardımanına uğradım; anlayacağınız kendimi aynı anda hem çok akıllı hem de çok hoş hissediyordum.

Bu durum harcandığında bile aşırı tutumlu olan yazı'nın tam anlamıyla karşıtıdır.



Le dandy


Paradoksun çılgınca kullanımı, bireyci bir durumu, hatta isterseniz bir tür dandiliği (züppeliği) içerme tehlikesi taşır (ya da yalnızca: içerir). Bununla birlikte her ne kadar yalnız yaşasa da, dandi, tek başına değildir: kendisi de üniversite öğrencisi olan S., bana - üzülerek- üniversite öğrencilerinin bireyci olduklarını söyledi; belli bir tarihsel durumda - kötümserlik ve red durumunda- gücül olarak dandi olan, bütün aydınlar sınıfıdır savaşmıyorsa eğer (Yaşamboyu felsefesinden başka bir felsefeyi benimsememiş olan, dandidir: Zaman benim yaşamımın zamanıdır.)  




* yazı yazmaya başlayan bir kişi, düşüncelerinin sivriliğini, sorumluluğunu azaltmayı ya da başka yöne çevirmeyi oldukça neşeli bir havada kabul eder. (insanın bunu, normal olarak benim için ne önemi var? İşin özüne sahip değil miyim? derken benimsediği tavır içinde göze alması gerekir): yazıda belli bir durgunluğun, belli bir zihinsel kolaylığın keyfi bulunmalıdır: sanki yazarken kendi yaptığım budalalığa, konuşurken olduğundan daha fazla ilgisizmişim gibi (hocalar yazarlardan kat kat akıllıdırlar).

Night on Earth (1991, Jim Jarmusch)




Ülkesi Çekoslovakya'da bir sirkte palyaçoluk yapan Helmut (not helmet) kısa süre önce geldiği New York'ta taksiciliğe başlar. İlk gecesinde Brooklyn'e gitmek isteyen siyah bir müşteri alır. Olaylar gelişir... (Nıght on Earth'te yer alan en keyifli kısalardan biri; Jarmush, New york'un büyük bir sirk olduğunu söylemeye çalışıyor.)


Filmin tamamını bağlantıdan izlemek mümkün: 

Permanent Vacation (1980, Jim Jarmusch)



"Kadın göğsünden bir kağıt parçası düşürdü. Bir yabancı onu yerden aldı, tüm gece boyunca odasına kapandı...ve kâğıtta yazılanları okudu. Yazının içeriği şuydu: "Elinde bir kamışın ucuna tutturulmuş ipekten ağıyla, o vahşi ve özgür bülbülün peşine düşmek üzere dışarı çıktığında, Bana da bir tane yolla ve ben de karşılığında menekşe, nane ve ıtırlardan bir taç öreceğim. Kızımın ölümüyle sonuçlanan olay sırasında ben orada değildim. Orada olsaydım canım pahasına da olsa, o meleği korurdum. Maldoror buldoğuyla beraber geçip giderken bir palmiyenin gölgesinde uyuyan genç bir kız gördü. Önce onu bir gül sandı. Aklına önce neyin geldiğini söylemek imkansız. Bu genç kızı fark etmesi mi? Yoksa onu izleyen kararı mı? Ne yapacağını iyi bilen bir  adam gibi hızla soyundu. O çelikten hidranın sivri kıskaçlarını açtı... ve aynı cinsten ufak bir bıçakla, dökülen onca kana rağmen...çimin yeşil renginin hâlâ kaybolmadığını görerek hiç tereddüt etmeksizin talihsiz çocuğu delik deşik etmeye hazırlandı. Delik genişledikçe ardı ardına asıldı. Cesetler yine gölgede uyuyordu. Korumacı kanatlarıyla onu sarmalayan hayvani sureti onu sevgi dolu bakışlarla süzdü."


- Bu kitaptan bana gına geldi!
Alabilirsin. Onunla işim çoktan bitti.


- Bana yalnızlıktan gına geldi.



- Herkes yalnızdır. Zaten ben de bu yüzden sürüklenip duruyorum. İnsanlar bunu delice buluyor. Ama sürüklenirken yalnız olmadığını düşünmek aslında yalnız olsan bile daima yalnız olduğunu bilmekten daha iyidir. Bazı insanlar vardır... hırsları ve çalışma konusundaki motivasyonlarıyla kendilerini oyalayabilirler.
Ama bu bana göre değil. İnsanlar benim gibilerin deli olduğunu düşünürler. Herkes buna inanmıştır. Yaşam biçimim yüzünden yani. Bilemiyorum. Belki de bunun tehlikeli olduğu söylenebilir. Ama bu benim için tek çıkar yol. Annem de bu insanlar gibiydi. Bana böyle davranmamın kötü olduğunu söylerdi. Ama babam ölüp gittiğinde deliren o oldu! Fakat artık hiç umurumda değil.
Kafamı yormak bile istemiyorum.


Bacon, Francis


Bu bireyci, Van Gogh gibi "lanetli", alabildiğine kişisel dramları dışavuran çığlık ressamı Bacon'ın sanatı, en az öykünülebilecek, en az yayılabilir sanatlardan biridir. Mondrian ve Vasarely gibi sistemler ortaya koyan, kuramlarını yazan ressamların  varisleri olabileceğini aklımız alıyor da, Bacon gibi bir protestocu, bir günce ressamı nasıl sıra başı olabilir ki? Kısaca Bacon, kendisine rağmen sıra başı olmuştur. Buna hiç aldırdığını da sanmam. Yaşam ve resim yapma tarzını hiçbir şekilde değiştirmedi. Hala olup bitenin dışındadır.

Bcon'un yapıtının şöyle bir özelliği vardır: tümüyle yıkım damgasını taşır. Zaten bu açıdan, Füssli'nin karabasanlarından, İngiltere'de pek gelişmiş romantizme ve gerçeküstücülüğe uzanan bir İngiliz geleneği içinde yer alır. Ama Bacon, yıkımı ve çirkinliği çok ötelere götürmüştür. Çıplakları bir çeşit sönen balonlar, kauçuk toplar, dışplazmalardır. Bu şekilsiz, pörsük şey, bir odada bazen benzeriyle karşılaşır; o zaman gudubetler güreşine tanık oluruz. Ama ressamın kibarlıkla "bir odada iki figür" diye adlandırdığı biçimlerin öyküsüyle ilgili belki biraz yönümüzü şaşırdığımızı söylemeli. Çünkü bu karşılaşmaların modellerin Bacon'ın atölyesindedir: bunlar çıplak güreşçilerin hareketlerini bozan, parçalara bölen tahtalardır. Bu atölyede, Bacon'ın diğer seçme modelleri de görülür: Valezquez'in Papa 10. İnnocente'si, Potemkin Zırhlısı'nın gözü patlamış çığlık çığlığa dadısı, Van Gogh'un pipolu otoportresi. Tarascon yolunda Van Gogh, Himmler'in ve Hitler'in seçkin bir yer kapladığı çeşitli şiddet görüntüleri.

 Munch'un Çığlık'ından bu yana, hiç böylesine çığlık atılmamıştı, bir resimde, 1944'teki Çarmıha Geriliş'teki hayvanlardan tüm dişlerini gösteren şempazelere kadar; uluyan papalardan, insan başlarından geçerek, hep o açık ağız uçurumuyla o şiddetli isyanla, o sonsuza dek dondurulmuş sessiz ulumayla karşılaşırız. Çok sık, papanın tahtına asılmış ya da bir "çarmıha geriliş" içine yerleştirilmiş, tiksindirici, derisi yüzülmüş, gülünç ve biraz da ürkünç bir hayvan eti parçası görürüz. Bacon'ı biçimsizlik avında röprodüksiyonlardan bildiği Valezquez'in papa 10. innocente'sini seçmeye iten nedenler konusunda insan yolunu yitiriyor: Zaten kimi zaman 10 İnnocente, 12. Pie'yle karışmaktadır,  Valezquez'in resmi üstüne, dergilerden birinde görülmüş bir fotoğraf biner. Bacon'un esininde fotoğrafla filmin yerini vurgulamak şarttır. Bu etki günümüz çağdaş resminde kendini çok fazla duyurur, çok daha açıktır, ama Bacon kuşkusuz müzelerden fazla sinematekten ve fotoğraflı dergilerden esinlenmiş ilk ressamlardandır. Bacon'ın papaları genellikle mavi giysilerle ve eflatun takkeyle tahtlarına, kimi zaman bir gölgeliğin altına otururlar. Bazılarının kelebek gözlükleri vardır (Potemkin Zırhlısında, Odessa'da, merdiven dibindeki dadının kelebek gözlükleri mi?).

Bacon'ın model olarak benzerini, Van Gogh'u seçmiş olmasını tabi ki daha iyi anlıyoruz. Sekiz resim bize, Tarasco yolunda resim malzemelerini sırtlanarak yürüyen bir dizi Van Gogh sunar. Yüzü biraz maymunumsudur.

Bir de Bacon'ın kanepedeki figürlere eğilimine işaret edelim. Kişileri, sık sık, pek çetrefil biçimlere sahip mavi ya  da mor kanepelere, divanlara oturmuştur (gömülmüş demek daha doğru olur).

Bacon'ın renkleri, konularından da çok ifrit etti kıtalıları. Bunlar gerçekten sapına kadar İngiliz renklerdir. Hatta yaşlı ingiliz hanımefendilerinin favori renkleridir diyebilirim. Yani açık morlar, yeşiller, mayhoş renkler. Buna tablosunun iki farklı yapıdan oluştuğunu, birinin soyut olup bir bakıma tablonun yapısını kurduğunu, perspektifi yarattığını, diğerinin şiddetli biçimde figüratif olduğunu, Bacon'ın astar sürülmemiş tuvale tablonun yarısını yedirdiğini eklersek, neden onca uzun süre resmine yüz verilmediğini, bu resmin bugün neden bunca eşsiz bir yankıyla karşılaştığı daha iyi anlaşılabilir.

Ayrıca Bacon'ın yapıtında bol miktarda portre görülür. Biçimleri çarpıtılmış, iyice çirkin portreler. Bu portreler Bacon'ın, herhalde insana benzedikleri için hayli sevdiği maymun ya da baykuş figürlerine eklenirler. Bacon köpek resimleri de yapar. Çok çıplak, çıplak kadınlara benzeyen köpekler. 1952'de bir Afrika yolculuğu sırasında ortaya çıkmış manzara resimleri de bulunur.  Ama, burada da, Bacon, o yolculuğu yapmış olsa da, Africa sahnesini fotoğraflardan yola çıkarak gerçekleştirir. Hayvanları da, özellikle köpekleri, fotoğraflara bakarak resmeder. İlk bakışta gerçek dışı görünen, kendini en sınırsızca şeytansı düşleme kaptırmış bu ressam, aslında belirliliği saplantı bellemiş, hareketleri incelemek için fotoğrafı en iyi araç görmüş bir sanatçıdır.

Bacon'ı başka çağdaş ressamlarla karşılaştırmak gerekirse, Dubuffet'yi ve Balthus'u düşünürüz hemen. Tıpkı Bacon gibi Balthus ve Dubuffet de uzun süre yalnız, sınıflandırılamayan birer egzantirik kişi olarak kaldılar. Son yıllarda yıldızlaşana dek. Ama Dubuffet'in dünyası, Bacon'ınkiyle karşılaştırıldığında, sevimli gelir. Onun dünyası toprağa, doğaya bağlıdır. Kişileri kukla tiyatrosundan çıkmış gibidirler. Bacon'ın kişileri ise, doğrudan büyük soytarılar tiyatrosundan çıkarlar. Marquis de Sade ya da Genet'nin yazdığı bir büyük soytarılar oyunundan. Bacon'ın dünyası, aşağılanmış, panik içinde bir dünya, görünmez bir yıkımın yıldırdığı yalnız ve çıplak insanların dünyasıdır.

Soyut bir dekor içine yerleştirilmiş olmaları (birkaç renkli çizgiyle çizilmiş basit bir paralel yüz, bir çeşit saydam kutu,) bu kişilerin yalnızlığını daha da artırır. Yalnızlık, kimi dekorlarda kanepeler var diye azalmaz. Bu kanepelerde insanlar genellikle çıplaktır, beyaz solucanlar gibi çıplak. Korunmak için yalnızca dişleri vardır. Dişlerini o yamyam adam dişlerini gösterirler. Tavuk Bacağı Budu Yiyen Adam'a bakın (1953). Masallardaki dev ve Ubu baba değil midir o? 

Mıchel Ragon  

19


femme





Yeryüzü Duruşu



...Yeryüzü Duruşu. Bir deneme elbette bu, ama ilk kez, belki de son kez -kim bilir?- felsefi bir deneme kaleme aldığımı düşünüyorum ya, bir dünya görüşü denemesi olarak tanımlayabilir miyim yazmaya niyetlendiğim metni,  tamı tamına kestiremiyorum...

...Belli belirsiz hareket eden bir ışıktopu peşisıra sürükledi beni. Pascal ya da Descartes'dan etkilenebilecekken, Schopenhauer ya da Nietzsche'den etkilenmiş olmamın bana ait gerekçeleri değilse bile temelleri olduğunu düşünegeldim....


...Evren nedir? Anlamı nerede başlamakta ve bir mantıksal eğri çizerek mi gelişmektedir? Sokrates öncesi Yunan filozoflarından, Veda'ları kuran adsız bilgelerden, Kızıldereli masallarından, Slav efsanelerinden, Ortadoğu ermişinden derlediğimiz ana sancı bu: İnsanoğlu, yeryüzünde bulunuşu, oraya yargılılığı adına gökyüzüne, gökyüzünün ötesine bakıyor birkaç bin yıldır: Ve bulduğu her yanıt sıvışıp gidiyor elinden, soru kaskatı karşısında dikilirken.

... Evrenin anlamı ve gerekçeleri konusunda bugüne kadar bütün öğrendiklerimiz, onu açıklayamamamıza yarıyor.

Cinema Is Not 100 Years Old (Jonas Mekas)

Sinemanın 100.  Yılı Karşıtı Manifesto
Şubat 1996


"Hepinizin bildiği gibi bu dünyayı ve üzerindeki her şeyi yaratan tanrıydı ve tüm bunların harika olduğunu düşünüyordu. Tüm ressamlar,şairler ve müzisyenler yaradılışı şarkılarla kutluyorlardı ve her şey yolundaydı, ama gerçek değildi. Bir şeyler eksikti. O yüzden yüz yıl kadar önce Tanrı sinema kamerasını yaratmaya karar verdi ve bunu yaptı da. Sonra bir yönetmen yarattı ve dedi ki 'işte sana kamera diye bir alet. Şimdi git, film çek, yaradılışın ve insan ruhunun düşlerinin güzelliğini kutla ve bunun tadını çıkar.'

Ama şeytan bundan hiç hoşlanmadı. Bu yüzden kameranın önüne bir torba dolusu para koydu ve yönetmenlere şöyle dedi 'bu aletle para kazanabilecekken neden dünyanın güzelliğini ve ruhunu kutlamak istiyorsunuz ki?' Ve, ister inanın ister inanmayın, tüm yönetmenler para torbasının peşine düştüler. Tanrı bir hata yaptığını fark etti. Yirmi beş yıl kadar sonra hatasını düzeltmek üzere bağımsız avant-garde yönetmenleri yarattı ve şöyle dedi, 'işte size kamera. Alın onu, dünyaya gidin ve yaradılışın güzelliğinin şarkılarını söyleyin ve bunun tadını çıkarın, Ama bunu yaparken zor zamanlar geçireceksiniz ve bu aletle hiç para kazanamayacaksınız.'


İşte böyle konuştu Tanrı: Viking Eggeling, Germaine Dulac, Marcel Duchamp, Luis bunuel, Bruce Elder, Man Ray, Jean Cocteau, Maya Deren...ve pek çok diğeri ile.Onlarda Bolex'lerini, 8 mm'lerini ve süper 8 kameralarını alıp bu dünyanın güzelliklerini ve insan ruhunun karmaşık maceralarını filme almaya başladılar, üstelik bundan da büyük bir keyif aldılar. Filmler hiç para getirmedi ve işe yarar bir amaca da hizmet etmedi.

Dünyanın dört bir köşesindeki müzeler sinemanın yüzüncü doğum gününü kutluyorlar, bu onlara sinemanın yaptığı yüzlerce milyon dolara mal oluyor, Hollywoodlarına deli oluyarlar, ama avant-garde'lardan, sinemamızın bağımsızlarından bahseden yok.... Sinemanın küçük formlarını kutlamak istiyorum, lirik formu, şiiri, suluboyaları, etüdü, karalamaları, portreyi, arabeski ve küçük 8mm şarkıları..."


Shame (2011, Steve McQueen)




Ruhi Su, Yunus Emre


Paris, ecekent


"Bana pek çok kitap veren bu şehre artık kitabını verebilirim." 



Kitabın kapağında Batur'un objektifinden çekilmiş, söylediğine göre
 Paris'in parke taşlı ender sokaklarından biri görünüyor.


Aşağıda kitaptan seçtiğim üç sayfa:





Sade (Marquis de)

Herkesin isteğine uygun cinsel tatmin, Sade'ın düş kahramanlarının isteklerine uygun değildi. Düşündüğü cinsellik başkalarının isteğini yok eder nitelikte idi. (Hemen hemen herkesin) Başkaları eş olamazlardı, sadece kurbandılar. Sade'ın kahramanları tekti. Eşlerin yadsınması ona göre sistemin temel parçasıydı. Onun gözünde erotizm uyumu sağlıyorsa, aslında kendisi olan ölüm ve şiddet eylemini yalanlıyordu. Özünde cinsel birleşme bir uzlaşmadır ve yaşam ve ölüm arasındadır: onun sınırlayan düşüncenin parçalanması koşuluyla erotizm, onun gerçeği olan şiddette ortaya çıkar ve ancak şiddetin tamamlanması ile insan egemenliği simgesi gerçekleşir. Sadece, yırtıcı bir köpeğin oburca saldırısı hiçbir şeyin sınırlamadığı kişinin kudurganlığını gerçekleştirir.

Maurice Blanchot'a göre Sade'ın ahlakı "Mutlak yalnızlık olgusu üzerine kuruludur. Sade bunu her şekilde yinelemiştir: doğa bizi yalnız yaratmıştır. Bir insanın diğeri ile hiçbir ilişkisi yoktur. Tek davranış kuralı, beni mutlu edecek şekilde etkileyecek her şeyi tercih ederim ve benim tercihimden başkasının zarar görmesinin benim için hiçbir anlamı yoktur. Başkalarının en büyük acısının bile benim zevkimden daha az bir değeri vardır. Cinayetlerin duyulmamış bileşiminden en güçsüz zevki almamın önemi yok, çünkü zevk beni oluşturuyor, zevk benim içimde ama suçun etkisi beni ilgilendirmiyor, çünkü suç benim dışımda"

 Tanım olarak aşırılık aklın dışındadır. Akıl çalışmaya bağlıdır. Akıl, yasalarının ifadesi olan eylem etkinliğine bağlıdır. Ama zevk çalışmayla alay eder. Ayrıca çalışmanın zevk yaşamının gücüne olumsuz etkide bulunduğunu görmüştür. Enerjinin faydası ve tüketilmesinin sözkonusu olduğu hesaplara göre, zevk etkinliği faydalı kabul edilse bile, bu zevk özünde aşırıdır. Genel olarak zevk, kendini oluşturan isteğin içinde kendisi için istendiği sürece aşırıdır. İşte bu noktada Sade'ı görüyoruz: zevki oluşturan prensipleri formüle etmiyor ama zevkin suçta daha fazla olduğunu ve suç ne kadar kabul edilmez bir yapıda ise, zevkin o kadar büyük olacağını belirterek zevke yol açan unsurları belirliyor. Zevk aşırılığının nasıl, yaşamın oturduğu prensibin aşırı yadsınması olan başkasının yadsınmasına götürdüğünü görüyoruz.


Monument to Sade. (1933, Man Ray)

 Sade'ın sistemi erotizmin yıkıcı şeklidir. Ahlaktan arındırma frenlerin kaldırılması anlamını taşır, tüketmenin derin anlamını verir. Başkasının değerini kabul eden zorunlu olarak kendini sınırlar. Başkasına duyulan saygı, maddesel ve ahlaksal kaynakları artırma isteğinin boyun eğdiremediği isteğin büyüklüğünün saptanmasını önler ve gölgeler. Saygının yolaçtığı birleşme sıradandır: genellikle, cinsel gerçeklerin dünyasında kısa araştırmalarla yetiniriz. Bu araştırmaları daha sonra edindiğimiz gerçeğin yanlışlığını anlamamız izler. Diğer insanlara bağımlılık bir insanı egemen davranıştan yoksun eder. İnsanın insana duyduğu saygı, boyun eğilen anlardan başka bir şeyin kalmadığı, sonunda davranışımızın kökeni konusunda kaybettiğimiz hizmetçilik alanının içine sokar, çünkü genelde insanı, egemen anlarından yoksun bırakırız.    

Zevk paradokstur

İt's time

Queer Okumaları'ndan


"Bana soracak olursanız queer her türlü toplumsal cinsiyeti, her türlü cinsel kanaati ve felsefeyi aşmaktadır. Queerlik bir varoluş halidir. Aynı zamanda bir yaşam tarzıdır. Ebediyen alternatif olan bir şeydir."


...pek çok kişinin "queer" terimini benimsemiş olmasının en bariz nedenlerinden biri, kendilerini hem heteroseksüel topluluklardan hem de yine pek çok kişinin iddiasına göre heteroseksüel muadilleri kadar zorlayıcı, yargılayıcı bir şekilde hareket eden gey topluluklardan da ayırmaktı. Bir tür sorunundan ziyade bir derece, az mı çok mu sorunu; istikrar ve toplumsal buyruk ile olan belirli bir suç ortaklığı içinde, hepimizin öyle ya da böyle sahip olduğu değişen yatırımlar meselesidir bu.



*Travesti: Belirli dönemlerde karşı tarafın giysilerini giyen

*Transseksüel: Tıbbi müdahale ile doğuştan sahip olduğu cinsel organını değiştiren kişi

*Transgender: Tıbbi müdahale yapmadan sürekli olarak karşı cinsiyetin toplumsal rolüne geçen kişi



"Queer bir kimlik kategorisi değil, queer belli bir koalisyona verilen bir ad. Genel kategorileri alt üst eden bir şey, "ben queerim" dediğinizde belli bir kategoriye ait olmuyorsunuz. İnsanlar ben geyim ya da lezbiyenim diye düşünebilir, ancak queer bunu ifade etmek için kullanılan bir kavram değil." Butler



"Queer" Amerikan lezbiyen ve gey politikasında ve akademisyen dünyasında 1990'ların başından bu yana bir kategori olarak popülerleşse de, terimin işaret ettiği çatışmaların lezbiyen ve gey kültüründe uzun bir tarihi var. Eskiden bir hakaret olan "queer" terimi lezbiyen ve gey erkekler tarafından kendilerini tasvir etmek için kullanılmaya başlandı. Bir benlik tarifi olarak kullanılan queer, gey ve lezbiyen kimliklerin aykırı ve yıkıcı potansiyellerini yeniden vurguluyor ve anaakım lezbiyen ve gey politikalarının reddettiği drag, fetişizm, sadomazaşizm ve çarka çıkma gibi öğeleri benimsiyordu.



*Açılma bizi zenginleştiren bir süreçtir. İlk kez bir LGBT kitap okumak sizi gey cemaate daha da çok iten bir diğer adımdır.


Gay Pride: Çağdaş gey/lezbiyen hareketlerinin tarih içinde çığır açmış olmasının sebebi, partnerlerin karşılıksız rızası, ilişkinin kamu tarafından tanınması ve ırk, etnisite, sınıf ve toplumsal cinsiyet kategorilerini aşan ittifakların kurulması gibi bir dizi yeni feminist etik ilkeyi kendi söyleminde barındırmış olmasıdır. Gey/lezbiyen hareketi böylelikle antik Yunan'daki aristokratik eril aşk etiğini aşmış ve daha kapsayıcı ve daha modern bir ihtimam etiğine ulaşmıştır. 



*


*


Dalgalar kıyıda parçalandı

Boş ver, iyidir hayat, yine de dayanılabilir hayata. Pazartesiyi Salı izler, sonra Çarşamba olur. Bilinç halkalar geliştirir, kimliğin güçlenir, acılar olgunlaşma içinde eritilir. Gittikçe çoğalan mırıldanma ve dayanıklılık içinde açıp kapayarak, kapayıp açarak bütün varlığın, bir saatin zembereği gibi içeri-dışarı yayılıyor görünene dek gençliğin telaşlılığı ve coşkusu ile koşulur. Nasıl da hızlı akar ırmak ocaktan aralığa doğru! Bir tek gölge bile düşürmeyecek denli yakınımızda gelişen olayların seliyle sürüklenip götürülüyoruz.
Yüzüyoruz, yüzüyoruz...

Virginia Woolf  

Marley


(Bob Marley documentary by Kevin Macdonald, 2012.)



Dolap (Closet)

DOlap, kendi cinsel kimliklerini kamusal olarak itiraf etmeyecek lezbiyen ve geylerin ya içinde ikamet ettiği ya da aykırı cinselliklerini uyarladıkları özel, saklanma mekanını tarif eder. George Chauncey, dolabı " buradan çıkmadan önceki" hayatları kadar gey özgürleşme hareketinden önceki gey hayatını karakterize etmede genelde kullanılan mekansal metafor" diye tarif ediyor.

Terimim kökenlerinin "karanlıkta" kaldığını söylüyor ama kullanımının aslen "dolaptaki iskelet" kavramından geldiğini ve böylece hem egemen heteroseksüel kültürde hem de lezbiyen ve geyler tarafından kullanılan kavramın etrafına dizilmiş gizlilik, utanç, aşağılık olma ve gözetim gibi kavramları akla getiriyor. Terim, tarihsel olarak, Haziran 1969'da New York şehri'ndeki Stonewall ayaklanmalarından sonra kullanıma girdi. Dolap, hiç şüphesiz gey özgürleşme hareketinin başlangıcından bu yana hem kültürel hem politik açıdan güçlü bir gösteren haline geldi. Dolap metaforu, mevcut terminoloji, esasen dolap kapısını açma ve kamusal dünyaya adım atma kavramından gelen "dışarı çıkma" -artık bir öznenin cinselliğini ifade eden kısaltma- tarafından genişletilmiştir. Çağdaş lezbiyen ve gey alt kültürlerinde terim, artık "dolap" isminin yanı sıra, öznellik ifade eden sıfat formu "kapatılmış" ve "dolap kraliçesi", "dolap vakası", "dolap Tommy" ve "dolap dyke" özne tipleri taksonomisi işlevini görmektedir.

Amerikan gey dergisi The Advocate'in editörü Michelangelo signorile dolabı lezbiyen ve gey erkeklerin zihinsel, duygusal ve fiziksel hayatlarına derinden zarar veren bir şey olarak tasvir ediyor. Sonuçlarının çok geniş bir etki alanı olduğu bir trans kültürel fenomen olarak tarif eder:

Eşcinsel dolabın tanımı, eşcinsellikten korkulan ve nefret edilen İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri gibi birçok ülkede aynıdır. Gey erkeklerin ve lezbiyenlerin, cinselliklerini erken yaşta fark ettiklerinden bu yana yaşamaya zorlandığı -toplumun dışına itilme ve bazen ölüm cezası altında- bir yerdir. Dolabın kurbanlarına dayattığı kaygı ve işkence kültürleri aşar, her yerde eşit derecede evrenseldir.

Signorile, net bir siyasi gündem dile getirir: "sırasıyla ülkemizde homofobiyi yok edeceksek, hangi kültürün parçası olursak olalım, hangi hükümet bizi yönetirse yönetsin, dolap da yok edilmelidir." Analiz formlarını, işleyiş ve etkilerini anlamaya başladığımız dolabı yerince yakından ve ayrıntısıyla incelemeyi ve sonra bu bilgiyle onu yok etmeyi hedefler.    


Gey ve Lezbiyen
Edebiyatı
   

Jim


Erotizm ve Yasak

Hayvansal cinselliğin zıttı olarak erotizm içsel deneyimin doğrudan yansımasıdır.

Evrensel bir yasak içimizdeki cinsel yaşamın hayvansal özgürlüğü ile çelişiyor.

Kanla şişme yaşamın üzerine oturduğu dengeyi altüst ediyor. Kudurganlık varlığı sarıyor. Bu kudurganlığa alışığız ama bu konuda bilgisi olmayan ve bir yöntemle kendisi görülmeden bir kadının aşksal taşkınlıklarını izleyen birinin şaşkınlığını kolaylıkla göz önüne getirebiliriz. Burada köpeklerin kudurganlığına benzer bir hastalık görülecektir. Sanki kurdurmuş bir köpek saygıdeğer biriyle yer değiştirmiştir. O an için kişilik ölmüştür. Ölümü, ölünün yokluğundan ve sessizliğinden yararlanan köpeğe yer açmıştır. Köpek, bu yokluktan ve bu sessizlikten çığlık atarak zevklenmektedir. Kişiliğin geri dönmesi köpeği donduracaktır ve içinde kaybolduğu zevke son verecektir.

Arzu uyandıran kadının görünüşü ilk planda yavandır. Eğer aynı zamanda gizli bir hayvansal yönünü ortaya çıkarmıyorsa kadın istek uyandırmayacaktır. Arzu uyandıran kadının güzelliği utandıran kısımlarını haber verir: daha doğrusu kıllı bölgelerini, hayvansal bölgelerini. İçgüdü bizi, bu kısımların isteğine sürükler. Ama cinsel içgüdünün ötesinde, erotik istek başka bileşkelere yanıt verir. İsteği uyandıran hayvanlığın olumsuzlaştırıcı güzelliği, isteğin kudurganlığında, hayvansal kısımların yüceltilmesine yol açar.

Erotizmin nihai anlamı ölümdür.

Eğer hayvansallığı yadsıyan güzellik tutkulu bir şekilde istenirse, bu, güzelliğin içinde sahip olmanın hayvansal kirliliğe yol açacağı anlamına gelir. Güzellik kirletilmek için istenir. Kendisi için değil ama dindışılaştırılmadan doğan coşku için istenir.

Bedenlerin birleştirilmesindeki güzellik, organların hayvansallığı ile insanlığın çelişkisini ortaya çıkarır. Erotizmdeki güzellik ile çirkinliğin çelişkisi için Leoardo da Vinci'nin "Defterler"indeki şu etkileyici sözlerini aktarmak istiyorum: " Birleşme eylemi ve bu eylem için yararlanılan organlar o kadar çirkindir ki, yüzlerin güzelliği ve bu işe katılanların süslemeleri olmasaydı, doğa insanlık neslini kaybederdi.



***


Fotoğraflar: Robert Mapplethorpe

***

Yasağın habercisi insanlık erotizmde yasağa karşı gelmiştir. Erotizmde dindışına çıkmış, kirlenmiş ve yasağı aşmıştır. Güzellik ne kadar fazla ise kirletme o kadar yoğundur.

Raymond Radiguet (1903 - 1923)

Çizim: Cocteau, 1923


Yolcu


Baudelaire*


*İnsanın kendi kişiliği konusunda yaptığı özgür seçme,
 alınyazısı dediğimiz şeyle yüzde yüz çakışır. 
(Sartre, Baudelaire'e dair)

*"İnsanın kendisi için yaptığı özgür seçimi kesinlikle kader olarak adlandırılan şeyle özdeştir." Sartre'ın yüz altmış sayfalık değerlendirmesi, bu cümleyle noktalanır. Bu hakikat, yani Charles Baudelaire'in mutsuz hayatı, benzersiz bir gözalıcılıkla yüz altmış sayfayı süsler. Şairin mahkum olduğu ceza, kendi hatalarının bedelidir: O, layık olduğu "lanetli kaderi" yaşamıştır.
(Bataille)



Anywhere Out of The World 


Bu yaşam her hastası yatak değiştirme saplantısına kapılmış bir hastanedir. Kimi soba karşısında çekmek ister acısını, kimi pencere yanında iyileşeceğine inanır. 

Bana da hep bulunmadığım yerde rahat ederim gibi gelir, ruhumla durmadan tartıştığım bir sorundur bu göç sorunu. 

'"De bana, ruhum, zavallı soğumuş ruh, Lizbon'da yaşamaya ne dersin? Orası sıcaktır herhalde şimdi, bir kertenkele gibi canlanırdın orada. Bu kent su kıyısındadır; mermerden yapıldığını söylerler, halk da bitkilere öyle bir kin beslemiş ki, tüm ağaçları söküp atarmış. Tam senin gönlüne göre bir görünüm işte; Işıkla madenden yapılmış bir görünüm, bunları yansıtmak için de su!'' 

Ruhum yanıt vermiyor. 

'' Devinmeyi izleyerek dinlenmeyi böylesine sevdiğine göre, Hollanda'da, o mutluluk veren toprakta oturmak ister misin? Müzelerde resmine sık sık hayran kaldığın bu ülkede sıkıntın dağılır belki de. Seren ormanlarını, evlerinin yanı başına demirlemiş gemileri seversin sen, Rotterdam'a ne dersin?'' 

Hiç ses çıkmıyor ruhumdan. 

''Yoksa Batavia'dan daha çok mu hoşlanırsın? Orada tropikal güzellikle kaynaşmış Avrupa ruhunu da bulurduk.'' 

Tek sözcük yok. Ruhum ölmüş olmasın? 

''Yoksa yalnız kendi acın içinde rahat edecek ölçüde uyuştun mu? Öyleyse ölüm'ün eşi olan ülkelere doğru kaçalım. Ben bilirim yapacağımızı, zavallı ruh! Tornéo'ya gitmek üzere toplarız pılı pırtıyı. Daha da ötelere, baltık'ın en ucuna gidelim; Olanak varsa yaşamdan da öteye; kutba yerleşelim. Orada güneş yeryüzünü ancak eğrilemesine sıyırıp geçer, ışıkla gecenin birbirlerini çok ağırdan kovalamaları çeşitliliği siler, tekdüzeliği, yani hiçliğin öbür yarısını çoğaltır. Kuzey şafakları bizi eğlendirmek için zaman zaman cehennem'in hava fişeklerinin parıltıları gibi pembe demetler yollarken, karanlıkta uzun uzun yunabiliriz orada." 

En sonunda patlıyor ruhum, sonra da bilgece haykırıyor:

"Bu dünyanın dışında olsun da neresi olursa olsun!" 


Charles Baudelaire