Kendinize sık sık şöyle demeyi
alışkanlık edinin: Oradaydım, oradayım, daima orada olacağım, zamanın sonuna
dek kendimleyim, gök ve yer gelip geçecek, ama inancım değişmeyecek. Sonuç
dehşet verici ya da gülünçtür; bütün bunları hafife almadıkça, ayaklarının
ucuna basarak suyun üstünde yürümedikçe, uçmadıkça. Bakın: Bir öküzü
andırıyorum, ama süzülerek uçuyorum, martıyım, şahinim, balıkçılım.
Çiçeklerde, bataklıklarda, üzüm bağlarında, dalgalarda yaşıyorum. Göç ediyorum,
bir yerden başka yere gidiyorum, yeniden diriliyorum. Gömüyorlar, canlanıyorum;
yakıp kül ediyorlar, atomlarım dayanıklı çıkıyor, bütünleşiyorlar. İnsanlığın
dünyasında kendimi tanımam için uzun süre beklemem gerekiyor. Düşlerim,
hastalık nöbetlerim, önsezilerim var, rastlantılarım var, bir başkası olduğumu
kabul etmek zorunda kalıyorum ve birden işte tekrar ben'im, ben'den daha güçlü
biri. Bu sırada, sevdiği insanları uyandırmaktan korkan biri gibi kendimle
yavaş yavaş, alçak sesle konuşmam gerekiyor.
Çok erken, sabah, güneş bakır
kırmızısı açık mor, bahçede küçük çakıllar soluk alıyor, pencerem bir saat
içinde ışığa boğulacak. Uzun süre yolculuk yaptım, eve yeni döndüm.
Kameramın gözü, haklı olarak beni Kişi diye gösterebilirdi. Fakat bir devrin
kronolojisini belirten şu cümleyi, öğleye doğru tuhaf bir heyecanla okuyacağım:
"3 Ocak 1887, Nietzsche, Nice'te,
Ponchettes'in 29. sokağına, güneşli bir odaya taşınıyor." Birçok kez
bölgenin 'alkion'lu' göğünden söz ediyor, ama bir alkion'un ne olduğunu
kimsenin hatırlayacağını sanmam, eski Yunanlılar bu efsanevi kuşun yuvasını çok
dingin bir denize kurduğuna inanırlardı, onunla karşılaşan denizciler için bu
tesadüf hayra alâmetti. Presage zaten güzel bir gemi adı olacaktı, pınarlar ve
ırmaklar tanrıçasına yakışan bir isim, bir deniz perisi, denizkızı büyücü kız,
bir peri kızı, çiçekli genç bir kadın, çağları aşan bir Ludi. Bilindiği gibi,
Nietzsche, Lou Salome (Salome!)
adında bir kadını sevdi, hatta onunla evlenmeye can attı. Yorumu çok ilginçtir:
"Doğrusunu söylemek gerekirse, doğal bencilliği şimdiye dek hiç böylesine
duymamıştım, tümüyle canlı ve olağanüstü, bilinçsizce olduğu kadar hayvansı
bir bencillik... Çok saygı duyduğum idealin hemen hemen bir karikatürü." O
sırada, 1882'nin Aralık ayında Rapallo'da, Monte Allegro'nun eteklerindeyiz.
Böyle Buyurdu Zerdüşt'ü yazmaktadır, uyumak için kloral alır, soluktan rahatsız
olur. Bunu izleyen yıl, 22 Şubat'ta şöyle yazar: Lou, Son zamanlarda karşıma
çıkan en zeki kişi. Ama falan filan." Ona göre bunun önemi yoktur, bundan
böyle onun adı 'falan filan' diye çağırılacaktır.
Beş yıl sonra, 15 Ekim 1888,
filozofun doğum yıldönümü. Ecce Homo'yu
yazmaya başlar, 14 Kasım'da bitirecektir, ancak yapıt ölümünden sekiz yıl
sonra, 1908'de yayımlanır, yani yazmaya başlamasından on dokuz yıl sonra. 20
Ekim'de, eski dostu Malwida'yla bozuşur. Kadın, Wagner Olayı yapıtını pek
takdir etmemiştir, o da bozuşmak için bunu fırsat bilmiştir. "Bir daha
söz aldığım için beni bağışlayın; bu, son kez olacak. Bütün insan ilişkilerimi
aşağı yukarı kestim; bunun sebebi, beni olduğumdan başka türlü görmeleri, benim
de bundan tiksinti duymam. Şimdi sıra sizde. Yıllardan beri size kitaplarımı
gönderiyorum; sonunda bir gün bana açıkça ve içtenlikle şöyle demeniz için: 'Her
kelime bana tiksinti veriyor' Ve bunu söylemekte haklı olacaksınız. Zira siz
bir 'idealistsiniz' -ve ben idealizmi içgüdüden oluşmuş samimiyetsizlik,
gerçekliği her bakımdan reddediş olarak görürüm; eserimin her cümlesi
idealizmin aşağılanmasını öngörür... Kararlı adımlarımı hiçbir zaman anlamadınız,
sözlerimin bir tekini bile. Yapacak bir şey yok; bunun aramızda açıkça
anlaşılması gerekir."
Bunun 'açıkça' anlaşılması,
niçin? Zavallı Malwida, Bir İdealistin Anılan adlı yapıtın yazarı, işte böyle,
Tarihin karanlık sayfalarına gömüldü, ama filozofa inanmayacak. Kendisine bu
cümleleri yazanın zaten çok rahatsız olduğunu, bunun da acı verici bir şey
olduğunu düşünecek.
Artık kadınlar yok, dolayısıyla
toplum da yok, nitekim anneye, sonra kız kardeşe tuhaf bir geri dönüş. Kız
kardeş işe el atıyor, filozofun imajını ve yazılarını kötüye kullanıyor, o
imajı yeniden Wagnerci gerdelin içine daldırıyor, sopasını Hitler'e sunuyor,
yaptığı çarpıtmalar ona zevk veriyor, onu coşturuyor. Oysa onun eseri yok
ederken kardeşinin cümleleri direniyor, az önce yazılmışlar gibi yılları
aşıyor, tutku dolu, öfkeli, derin bilgi taşıyan yorumlar halinde günümüze
kadar geliyor. Bakın, kalem her zaman günceldir: "Sabah aydınlığı bizim etrafımızı pırıl pırıl yapmıyor mu?
Canlılık egemen; yeşil ve yumuşak çimenlikle çevrelenmiş değil miyiz? Sevinç
duymak için bundan daha güzel bir ân olur mu?" Veya 1882'de Cenova'da: "Hâlâ yaşıyorum, hâlâ düşünüyorum: Hâlâ yaşamam lazım, zira hâlâ
düşünmem gerekiyor." Burada ben diye konuşanın ne önemi var? Düşünce
ve hayat daima birinci tekil şahsın ağzından dile getirilecek. Ama bu ben
birçoktur, aynı zamanda biz olur:
"Özgür
doğan biz öteki kuşlar."
Veya:
"Nereye
gidersek gidelim, etrafımızdaki her şey özgür ve güneşli."
...
Nietzsche kontrolünü kaybetmeden
önce, olayın tamamen farkına vardı: "Fırtınalar benim için tehlikedir. Beni
öldürecek fırtınaya yakalanacak mıyım? Yoksa fırtınanın üflemesini beklemeyen
bir meşale gibi sönecek miyim? O meşale yorulmuş, kendine doymuş, tükenmiş bir
meşaledir. Ya da tükenmemek için sonunda kendime mi üfleyeceğim?"
Bir aziz olmaktan çok kukla
olmak, bunun formülü bilinir.
Ama evet, gülün, alay edin, öç
alarak zevk duyun, geri dönün, evet, hadım edilmiş filozoflarınıza, sadaka
dilenen şairlerinize, ödlek yazarlarınıza, kaba saba patronlarınıza, dedikodu
yapan, gürültü patırtı çıkaran karılarınıza geri dönün. Gülün, gülün, itham
edin, birbirinize fısıldayın, iftira atın, çekiştirin. Ama dikkat, cin
çarpacak:
"El bize doğru uzanır, bizi
yakalamayı başaramaz. Bu, ürküntü verir. Veya: Kapalı bir kapıdan içeri
gireriz. Veya: Bütün ışıklar söndüğü zaman. Hatta: Çoktan öldüğümüz zaman. Bu
son yöntem, doğuştan yetim kalmış (bu sözcükler Fransızca) insanların
hilesidir."
Başını kaldırıyor ve önünde en az
bin yıl olduğunu bir kez daha düşünüyor. Bu, içi boş bir hayal değil, net bir
düşünce.
***
Torino'da
Yirminci yüzyılın (bunun yetmiş
yılı Gulag'da geçmiştir) dehşet verici alçakça oyunlarını öğrenen Mösyö
Nietzsche, ağzını sıkı tutup çok değişmiş bir halde Torino'daki kefeninden çıkıyor, zamana uygun biçimde giyiniyor,
dağda ya da deniz kenarında uzun yürüyüşler yapmaya gidiyor, kimsenin
görmediğinden emin olarak zıplaya zıplaya geri dönüyor, hafif bir şeyler yemek
için evine giriyor ve hayatını paylaşan küçük tezgâhtar kızın karşısına
oturuyor. Kız körpe ve güzel, sarışın, belki çok sarışın, kız ona iki-üç tatsız
uyarıda bulunuyor, konuşurken günlük komedinin ses tonunu kullanıyor, dünya
dönüyor, aşk Bohemya'nın çocuğudur, güneş parlıyor, galaksiler sizi buraya
getirmek için birbiri ardı sıra diziliyorlar.
Bölgenin belli başlı kodamanı
Mösyö Nietzsche'yi görmeye gelmiştir. Yerel milletvekili aday listesinde yer
almasını ister. Bir professore'nin çevrede her zaman iyi imajı vardır, hatta
söz konusu professore ortaya çıkmamayı tercih etse de. M.N. nezaketen öneriyi
geri çeviriyor, huzurunu bozmak istemiyor, bilimsel çalışmalarını sürdürüyor,
yüksek nitelikli filolojik araştırmalar, çok meşgul, münzevi hayatı ona
yetiyor, güncel sorunlar hakkında hiç yorum yapmıyor. Saygılı, ama toplumdan
kaçan biri. Dostlar yok, ziyaret eden yok, göze batan kötü alışkanlıklar yok,
para az (meğer ki bir yerlere çok para saklamış olmasın), yaşadığı çağa ters
düşen, anlaşılmaz bir aristokrat hava. Kadın arkadaşı kimseye söz etmiyor
ondan, zaten birlikte ne yaptıkları da bir türlü anlaşılmıyor, kadın ondan çok
genç, aynı çevrenin insanları olmadıkları açıkça belli oluyor, belki
kaldırımdan çıkıp gelmiş eski bir fahişe, herhalde çocuklar yok, köpek yok,
kedi yok. Yerel gazetenin yazı işleri müdürü ısrarla genel kültür konusunda
bir makale yazmasını rica ediyor, ama ona hiç karşılık vermiyor. Onun
portresini yazmak isteyen bir gazeteci başkentten kalkıp geliyor, ama hiçbir
şey yayınlanmıyor, yazı bayağı sözler bohçası gibi. M.N.'nin keyfi yerinde,
meyveli salatayı seviyor, televizyonda yalnızca savaş belgesellerini izliyor,
devamlı müzik dinliyor, özellikle Mozart'ı tercih ediyor. Hiçbir şeye bağlı
değil, sıkıcı bir adam, toplumsal, ekonomik ve siyasal sorunlara ilgisiz,
sinema, tiyatro, rock müzik, starların hayatı umurunda değil, hiçbir yeniliği
okumuyor, akşam erken yatıyor, yani kendi halinde mütevazı bir adam mı? Yoksa
asıldı mı? Kurşuna mı dizildi? Akademi üyesiydi, yanılıyor muyum? Yoksa
anarko-terörist miydi? İslamcı mafyadan olmasın? Ne de olsa neo-nazi, buna
kuşku yok.
Torino ya da Cenova'daki genç
kadın tezgâhtara M.N. hakkında ne düşündüğünü soruyorsunuz. Sorunuzu
anlamıyor. Adam orada, tezgâhtarla birlikte yaşıyor, uysal, nazik, dikkatli,
cömert, her şeyi uyumlu ve sakin. Genç kadın başka bir hayat biçimi sürse -o
hayattan söz edilmesini işitmek bile istemiyor- papazlarla çatışmaları
olabileceğini aklına getirmiyor. Papaz eskisi filozof, bir papazdan daha
serttir. Adamın yokluğunda, genç kadın ara sıra tuhaf ziyaretçiler kabul ediyor.
Kendisinin budala yerine konduğunu çabuk sezmiştir, toplumda önemli olmayan bir
genç kadın olduğunu anlamış, bundan hoşlanmamıştır. Evet, evet, filozof
yazıyor, çalışmalarını sürdürüyor. Hangilerini mi? kendisine sormalısınız. Cevap
vermek istemiyor mu? Suskun kalmak hakkıdır. Beni ilgilendiriyor mu?
Bilmiyorum, bilgili bir adam değilim. Size söyleyebileceğim yegâne şey, derin
melanet günleri ya da keyifsiz anları dışında hoş ve neşeli biri olduğu. Beni
dövüyor mu? Dalga geçmeyin. Çok iğrenç biri mi diyorsunuz. Ama neden?
Şaşırtıyorsunuz beni. Bir gün gerçekten önemli bir şeyler mi yapmış? Genç kadın
samimi; böylesi bir varsayım ona tuhaf ya da saçma görünüyor. M.N'sini beraber
yaşanabilir, nazik, çocuksu, biraz manyak ve içe kapanık, ama ötekilerle kıyaslanınca
çok uyumlu buluyor. Filozoftan tiksinmekte hakkı var. o da her kadın gibi en
iyisini seçemediği için (en iyisi hiç bulunmaz) erkekten tiksiniyor, bu da son
derece doğal. Belki cahil ve budalayım, ama bu konuda değil. Onu okumadım mı?
Ne ilgisi var? Biz okumak için beraber değiliz, mümkün mertebe daha müreffeh
yaşamak için beraberiz. Zaten birini gerçekten tanıdıktan sonra, size
memnuniyetle şunu söylerim ki, onu okumanın gereği kalmaz. Bir kadın sezgi ve
duygularına güvenir. Sık sık kendini tecrit mi ediyor? Seyahate çıkıp ortadan
mı kayboluyor? Maceraları mı var? Onu ilgilendirir, beni değil, özel hayata
giren bir şey bu. Fikirleri mi? Bana olmadığını söylüyor, su gibidir, suyun
fikirleri olmaz. Tanrı'ya inanıyor mu? Tuhaf soru. Ben inanmam. Yaşıyoruz,
ölüyoruz, az çok sıkılıyoruz, az çok zengin ya da yoksuluz, hepsi bu. Para
nereden mi geliyor? Bu konuda çok ketumdur, bilirsiniz. Eskiden kitapları fena
para getirmiyordu, sanırım. Fakat en azından siz polis olamazsınız, öyle değil
mi?
Benim hakkımda ne mi düşünüyor?
Hiçbir fikrim yok. Kendini beğenmiş biri zannetmeyin beni ama, sanırım benden
hoşlanıyor. Teşekkür ederim, naziksiniz. Söylediklerim doğru, ancak bir sorun
olduğunu da inkâr edemem. Yazıları arasında, kopya ettiği bir mektup gördüm,
Napolyon'dan Josephine'e yazılmış: "Bütün yakınmalarınıza ebedi bir sözle
cevap vermeye hakkım var: "Ben ne isem, o'yum" Herkesten farklıyım,
kimsenin koşullarını kabul etmem. Bütün fantezilerime itaat etmek
zorundasınız; keyfim nasıl isterse öyle davranırım, bunu da son derece olağan
karşılamalısınız." İnanılmaz, değil mi? Ama aramızda kalsın, yalvarırım,
bakın bir de endişe verici not var:
"Dinsiz bir kadın, derin düşünceli ve tanrıtanımaz bir
erkeğin gözünde, tam anlamıyla gülünç ve iğrenç bir şeydir." Ne demek
istediğini ona sormaya cesaret edemedim. Bir fikriniz var mı? Yok mu? Bunun
saçma bir şey olduğunu düşündüm.
M.N.'nin yazdıkları içinde epey
tehlikeli başka şeyler de var. Sözgelimi (ama kimseye söylemeyin):
"Aslında, genç ve saf kadınlar bunu çok iyi bilirler. Çıkar gözetmeyen,
salt tarafsız kalan erkeklere göz ucuyla bakarak alay ederler... Bu genç ve saf
kadınları tanıdığımı ileri sürerken tahminimde haklı değil miyim? Bu, benim
Dionysos tarafım. Kim bilir? Belki de Sonsuz Dişiliğin ilk psikologuyum. Hepsi
beni severler - bu eski bir hikâyedir..." Bu cümlelerin ardından çok eski
tarihli gözlemler yer alıyor: Çocuklara ihtiyacı olan kadınlar, bir aracı gibi
algılanan erkek, zeki dişiliğin iblisliği, kadın-erkek eşitliği için marazi mücadele,
yani açık hava tiyatrosundaki bütün seyircileri ayağa kaldıracak ya da
gösterileri kışkırtacak sözler. "Aşk üzerine yaptığım tanımlamayı
anlayabildiniz mi? Bir filozofa yaraşan yegâne tanımdır. Aşk - savaş araçlarını
kullanır; ilkesi, karşıt cinslerin birbirinden öldüresiye nefretidir..."
***
Şu halde, MN.'nin yavaş yavaş
kalemini alıp şunları yazmasında şaşılacak bir şey yok:
"Kurnazca küçümsemek bizim zevkimiz, bizim ayrıcalığımız ve sanatımız,
belki erdemimiz, bizler, modernlerin arasındaki modernler... Korkusuz olan
bizler, bu çağın en zeki insanları olan bizler, üstünlüğümüzü, üstün zekalı
olma özelliğimizi hayli iyi biliyoruz, bu çağda tasasız yaşamak için zekâmızı
kullanıyoruz. Bizi ortadan kaldırmaları, içeri tıkmaları, sürgüne göndermeleri
ihtimal dahilinde görünmüyor. Artık kitaplarımız yasaklanmayacak, yakılmayacak.
Küçümseyen sanatçılar olduğumuzu yaşadığımız çağa hissettirsek de; insanlarla
bütün ilişkilerimiz bizde hafif bir korku uyandırsa da; yumuşaklığımıza,
sabrımıza, gönül okşayıcılığımıza, saygımıza rağmen, insanlara karşı duyduğumuz
tiksintiden kendimizi alıkoymayı beceremesek de: doğa daha az insanca olduğu
zaman onu daha çok sevsek de; sanat sanatçının insandan kaçışını yansıtırken ya
da sanatçının kendisiyle veya insanla acı acı alay ederken biz sanatı
sevdikçe; çağ zekâyı seviyor, bizi seviyor demektir..."
M.N. duruyor. Çağın zekâyı sevmediğini,
tasasız yaşayanlardan tiksindiğini iyi biliyor; kitaplarının ne
yasaklanacağını, ne yakılacağını, yalnızca bir kenara atılıp okunmayacağını
iyi biliyor; ne ortadan kaldırılacağını, ne içeri tıkılacağını, ne sürgüne
gönderileceğini, ama yalnızca dışlanacağını biliyor; o hariç bugün herkesin
kendini sanatçı sandığını biliyor; en ufak bir küçümseme duymuyor, ama muazzam
bir kayıtsızlık içine giriyor; sonsuz mutluluğu yaşarken sanki geleceğin
uçurumuna düşmüş gibi dehşet verici bir duygu hissediyor; karşısında bundan
böyle acayip, türü azalmış, sürü halinde yaşayan bir hayvan, hayırsever bir
yaratık, marazi ve sıradan biri, günümüzün Avrupalısını görüyor.
Genç ve saf metresi kapıyı
vurmadan çalıştığı odaya giriyor ve ilkin tatsız, ardından hoş bir cümle
söylüyor. Hemen boynuna sarılıyor, kristal vazoya bir gül koyuyor. Gerçekten
iğrenç ve nefis; bunların hiçbir önemi yok. Deniz uzaklarda pırıl pırıl, o daha
az insanca oldukça, adam onu daha çok seviyor. Ne güzel bir gün! Sanki hayat
çılgınlığı kutsanıyor.
***
Nietzsche hısım akraba
sorunlarına duyarsız kalmamıştı. Buna değinmek gerekir:
"Tam karşıtımı aradığım zaman,
yani içgüdülerin sınırsız bayağılığını, karşımda hep annemi ve kız kardeşimi
görüyorum. Bu aşağılık insanlarla bir 'akrabalık' ilişkisine kendimi inandırmak,
ilahi yaradılışıma hakaret etmek olur. Annemin ve kız kardeşimin davranış
biçimi, bende sözle anlatılamaz bir tiksinti uyandırıyor. Şeytani bir işleyişi
olan gerçek bir makine bu; en acımasız biçimde beni yaralayacak ânı -en yüce
anlarımı- kolluyor, hem de şaşmaz bir vicdan huzuru içinde. Öyle ki hiçbir güç
bu zehir saçan böceğe karşı kendini savunamaz."
Biraz aşağıda:
"İnsan en uzak akrabalık
ilişkisine akrabalarıyla giriyor. Akrabalarıyla 'yakınlaştığı'nı hissetmek, en
kötü bayağılık belirtisidir."
Bayağılık, aşağılık insanlar,
sözle anlatılmaz tiksinti, şeytani makine, zehir saçan böcek, gördüğünüz gibi
bu ilişki -üstelik ilahi yaradılışını söz konusu ediyor- pek iyi yürümüyor.
Bununla beraber, her şey aynı biçimde geri dönmek zorunda kalırsa, yeniden
içgüdülerin bayağılığına, aşağılık insanlara, sözle anlatılmaz tiksintiye,
şeytani makineye, zehir saçan böceğe katlanması gerekecek. Ve bir daha.
Yeniden.
Pekâlâ, anlaştık.
22 Şubat 1884 tarihli
mektup:
"Dehşet verici bir şey, geleceğin bir çeşit uçurumu,
özellikle sonsuz mutlulukta... Üslûbum bir dans, her çeşidinden simetri
oyunları, bir topaç gibi ve nanik yaparken bütünüyle simetri, hatta sesli harflerin
seçiminde bile bu böyle.."
***
Yürüyüşler
Disiplinli ve pratik
olmak, migrenlere karşı Julius Sezar tarafından kullanılan ve Nietzsche
tarafından büyük bir tevazuyla taklit edilen reçeteyi uygulamak gerekir:
"Uzun yürüyüşler, sade hayat, açık havada sürekli ayakta dikilmek, çılgın
gibi çalışmak."
"Bıkıp usanmadan yürüyorum! Ve tırmanıyorum! Gerçekte çatı
katındaki odama varmak için 164 basamak çıkmak zorundayım. Ev ta tepede, dik
bir sokakta, sokakta lüks konutlar sıralanmış, yolun sonu büyük bir merdivene
ulaşıyor."
164 basamak: Saymış. Soluk
soluğa, yüreği çarpa çarpa, lüks konutların ötesinde bir çatı katı. Sessizliğe
geri dönüş, kalem mürekkep, kâğıt. Soba yok. Şiddetli bulantılar. Daracık bir
karyola. Karanlık ve aydınlık. Talih nedir, bilir misiniz? Yüksek ve ağır ağır
çıkılan bir merdiven.
Bir sonraki Ocak ayı, işler biraz yolunda: "Denize doğru sarkan ıssız kayamın
tepesine oturuyor ya da uzanıyor, kertenkele gibi güneşleniyorum, düşüncelerimin
kanatlarında zekânın maceralarına atılıyorum... Berrak gökyüzü, deniz havası
bana şart."
M.N. bıkıp usanmadan Güney'de
yolculuk düşleri kuruyor. Korsika'ya (Napolyon'un memleketi), Amerika'ya
(Kolomb'un Hindistan'ı), Meksika'ya, Tunus'a. İşte, Mayıs ayında Recoaro'da;
dağda bulunan küçük kaplıca merkezi. Sonra Temmuz'da Yukarı Engadine, Sils-Maria'da Saint-Moritz Sokağı.
Bundan böyle, orası onun Himalaya'sı, Tibet'i, kutsal kayası olacak. Hâlâ
şiddetli baş ağrısı çekiyor, ama nihayet:
"Yeryüzünün en sevimli köşesine yerleşebildim, böylesi bir
sessizliği hiç görmedim," diyecektir.
Zamanın kendisi gibi normalin
üstünde bir sessizlik bu. İlham onu bekliyor.
Üstüne üstüne geliyor, onu altüst
ediyor, eziyor. Yeniden canlandırıyor. Değiştiriyor. Dehşete kapılıyor. Ondan
ancak birkaç dostuna alçak sesle söz edebiliyor. Onu yazıya dökebilmek için belirli
bir süre bekliyor. Ağustos ayındayız; şu cümleler ayrıntı değil:
"O gün, Silvaplana Gölü boyunca, ormanda dolaşıyordum. Görkemli
bir kaya yığınının yanında durdum. Kayalık piramit gibi yükseliyordu.
Surlei'den pek uzak sayılmazdı. İşte bu düşünce bana orada geldi."
Yani orası: "Denizden altı
bin ayak yukarıda ve insana ilişkin her şeyden çok yüksekte."
Ebedi Dönüş söz konusudur. O dönüş için bütün zaman ve mekân
elverişlidir.
M.N., M.Z.'ye dönüşmektedir ve
çok geçmeden her birimize 'M.Z. olmak nedir' diye soracaktır. Kimdir o? Niçin
o? Ne istiyor? Neden şimdi? Kendime Z. diyecek bir sebep mi var? Zero mu
desem? Zorro mu desem? Zerdüşt mü desem? Çok aşırıya kaçmıyor mu?
Bu an ilahidir, Golgotha Tepesi'nde
öldükten sonra mezarından çıkıp dirildiği varsayılan İsa gibi sonu gelmeyecek,
daima tekrar başlayacak. Böyle bir şey başınıza gelmiş miydi? Bütün bedeninizin
dirilişi, kafatası, bilekler ve ayaklar, omuzlar, göğüs, ciğerler, omurilik,
kalça, yarak, butlar, bacaklar, iskelet? Şakayı bırakayım mı?
Aynı tarihte, M.N. bir mektup
yazıyor:
"Bana yabancı düşünceler
ufkumda beliriyor."
Orman, göl, piramit biçiminde
kaya, Ağustos ayında saatlerce yürüyen bir adam, apansız orada duruyor, bir
kaya kıvrımında, sonsuza dek, daima. Gök açılıyor, zaman yarılıyor.
Bırakın soluk alayım, titriyorum.
Küçük saf kadınımı yatağında bıraktım, yumruklarını sıkmış uyuyor, güzel
kokuyor, kumsala gidiyorum. Sabahın sekizi, Ağustos ayı. Hava çok sıcak, deniz
yükselmiş, yüzeceğim, martılara bakıp oyalanıyorum. İki-üç sandal yanımda
sallanıyor, tek başınayım. Bu ânı daha önce yaşamıştım, tekrarlanıyor,
tekrarlansın istiyorum. Bin kez! On bin kez! Milyar kez! Evet, bir daha.
Kızıl güneş açıyor, deniz esen
meltemle kırışıyor, tuz ve yosun kokusu içime doluyor. Ben ahşap, bez parçası,
tüy, gaga, yosun, parmak oldum. Kulaklarım görüyor, gözlerim dinliyor, yüreğim
düşünüyor. Hemen gün ortası olacak, ama ötekiler bir gün ortası: "Gün ortası sonsuzluktur, yeni bir
hayatın belirtileridir."
Aynı
zamanda, umutsuzluk. Derinden umutsuzluk olmadıkça, ilham bir işe yaramaz. Yine
de: "Evet'in mükemmel anlamı evet'in
tutkusudur."
M.N. on yaşındadır. Şu deneyimi
anlatıyor: "Uruc-ı İsa günüydü, Handel'in Mesih adlı ulu koral ilahisini
dinledim: Aileluia. Hemen kesinlikle" buna benzer bir şey bestelemeye
karar ^verdim."
Gerçekten bestelemiş midir? Tabi
evet. Ancak eseri Mesih'e göre tuhaf bir başlık taşır :Deccal. Aslında aynı şeydir, sofu erkek ve kadınların inandıkları
şeyin karşıtı.
10 yaşındayım,
40 yaşında, 2000 yaşında, 6000 yaşında, tabutumdan çıkıyorum, bu benim, benim
kafatasım, yine o kafatası, yine ben, daima o kafatası, daima ben.
***
Kendine aşırı eğilmek tehlikeli;
sonu deliliktir.
Bununla beraber delilik ehlileştirilebilir, kamufle
edilebilir, ona oyun oynanabilir, yaptırılabilir, başka şeye indirgenebilir.
Çocukluktan beri aşı olma ve damlalıkla ilaç alma sorunu. Bir sistemdir, ona
söz dinletilebilir, kendini bırakmış gibi yapılabilir, delirirken kendini
gözlemlemek mümkündür, düş kurulabilir. Dıştan anlaşılmayan bu gibi durumlarda
kendimi koyveriyorum, çılgın trene atlıyorum, kızakla kayıyorum, kocaman
tekerlek, düşüş, çağlayan, içe kapanma. Ludi deli olduğumu biliyor, dıştan
anlaşılmaması koşuluyla bundan epey hoşlanıyor. Zaten o da deli, o da, herkes
gibi. Önemli değil, ayakta tutunuyoruz.
Şu sıska kocakarı, güneşleniyor,
körpe bir genç kızdır, bir martı. Şu aile bir köpek sürüsü. Şu bebek şimdiden
seri katil olmuş, şu küçük kız lanet bir fahişe, şu oğlan geleceği meçhul jandarma.
Yapmacıktan gelişmiş bir başka aile, penguenler grubu.