Yazmak


"Sizin de değindiğiniz gibi, 'hiçbir şey
yapmama' zevkinden yoksunum bütünüy-
le. Elimde bir kitap tutmuyorsam, ya da bir
kitap yazma düşü içinde değilsem, anırası
bir sıkıntı duyuyorum. Hayata gelince, an-
cak yan çizildiği takdirde, olmadı karışık
zevklere saparak dayanılır kılınabilir gibi
geliyor bana... o da bir işe yararsa tabii!"

Gustave Flaubert
Louise Colet'ye Mektup


Yazmazsam çıldırırdım, denilmiştir. Yazmazsam hastalanırdım, yazmazsam ölürdüm de. Hastalanmak ya da çıldırmak, korkunun beslediği birer varsayımdır. Doğru olabilir bütün bunlar: Yazan-insan, yazmasa hastalanabilir, çıldırabilir gerçekten de. Yazmak, kurtulmak mıdır? Bazen kurtuluş, bazen de ertelemedir belki. Yazın tarihleri, yazmanın hastalığa, çıldırmaya engel olamadığı örneklerle doludur. Bir de yazmanın hastalığa, çılgınlığa dönüştüğü durumlar vardır. Demek ki bir kesinlikten söz edemeyiz burada.

Yazmasam ölürdüm, bana gerçeksi (vraisemblable) bir ifade olarak görünmüyor. Ölmemek için yazmak bir çıkış oluşturabiliyorsa, ölmek istenmiyor demektir. Yazın tarihleri, yazdıkları halde ölmüş, daha doğrusu ölümü seçmiş şairler ve yazarlarla donanmıştır. Ölmeyi isteme noktası, yazının oyalayamama sınırını gösterir. Demek ki yazmak, henüz o noktaya gelmediğimiz için ölümün yerini tutabilmektedir - burada bir değiş tokuştan dem vurmak elde değildir.  

Yazmasam oynardım, diyeceğim bense. Birini yapmıyor olsaydım ötekini yapardım, anlamı çıkıyor hemen: Yazmak yerine oynamak, kısacası. Oysa, tamı tamına söylemek istediğim değil bu: üzerine misyon, misyonlar yüklenmemiş, kendisi için seçilmiş Yazı, aslında oyun'dur düpedüz: Yazmasam oynardım, çünkü: Yazıyorum, yani oynuyorum.

Yazı'nın bir ereği olduğuna inananların itkiyle karşılayacakları bir denklem kurduğumu biliyorum. Beni bu yaklaşıma Yazı'nın ve Oyun'un anlam depoları getirdi. Yazarken, yazdıkça yıldan yıla Yazı'nın oluş ve varoluş biçimlerine baktım durmadan: Kalan nasıl ve ne kadar kalmıştır, kaybolan nasıl ve neden kaybolmuş - bunu kimse bilmiyor. Yazarken, Zaman geçip gidiyor ve sonun da kalmıyor, bitiyor: yazı da Hayat da. Zaman var mı, geçiyor mu sahiden de, bitiyor mu? Bir gün hiç Zaman kalmayacak; Fizikçiler ve Biyologlar bizim de yerküre gibi yokolacağımızdan eminler: Yazı da kalmayacak, el de. Anlam verdiğimiz her şey anlamdan yoksunsa, bu yoksulluk karşısında yapılabilecek en anlamlı iş, oynamaktır.


Oyun, her seferinde anlamı ve anlamsızlığı içiçe geçirerek, bir sonsuz tekrar ve sonsuz farklılık aynası çıkarır karşımıza. Bana oynamak, öteden beri tek anlamlı oyalanma biçimi olarak göründü; bu katlanılması çok güç, anı geldiğinde de olanaksız hayata ve orada bizi bağlayan bütün diğer fiilleri besleyen "yaşamak" fiiline karşı hepimiz birer "yapay" hayat ve dünya yaratırız - sürebilme adına. Çocuğun oyun dünyasında kendisiyle bir başkasıymış gibi ilişki kurduğu, dolayısıyla kendisinden uzak durmayı seçtiği hali büyüyünce de korumanın yoludur oynamak. Neden en anlamlı yol, sorusuna gelince: Acı, ağrı, coşku ötekine, bizdeki ötekine daha yoğun biçimde transfer edilebildiği için.

Her şeyi olabildiğince oyun kılmak eldedir.

Yazı'yı Oyun-yazı kılmak da. 





Noksan'dan
 altı sayfa

Poetik Mercek

Yaklaşık kırk yıldır şiir yazıyorum, şair olduğumu söylemem hiç, "yazı adamıyım" der geçerim, şairliğin toplumsal bir statü sayılmasını en hafifinden yadırgarım. Şimdi, burada, yeri geldiği inancıyla söyleyebilirim ama: Kırk yıldır bir şair olarak yaşadım, yaşıyorum; hemen her an, ne yapıyor olursam olayım, gözümün dibinde poetik bir mercek öyle yürür, dururum - ara sıra büründüğüm bir hal değildir bu.

Ne demeye gelir gözümün dibinde poetik mercek, yaşamak? Dünyayı ve hayatı temelde bir biçimde, bir başkasında değil, algılamak, o ayarı içleştirip geçip gitmektir Zaman'ın, Uzay'ın ortasından; dolayısıyla, sizin gibi olmayanlara göre biraz daha kenarda konum almış, seyredersiniz. Ötekilerin boyutları, duruşları, en düzünden en gelişkinine bir düzyazı akışına bağlıdır ya, kimse birini öbüründen üstün bulduğumu sanmasın -farklıdır, hepsi bu.

Poetik merceği şairanelikle, şair edasıyla, şiirsel ifadeler kullanmakla bir tutmamak gerekir. Hiç şiir yazmamış birinde (sözgelimi Walter Benjamin'de) yerleşiklik kazanmıştır da, Tanrının günü mısralar yumurtlamadan edemeyen, öyle nam salmış pek çok "şahir" de (Desnos'un "pohete"ine gönderiyorum) hiç görünmez, görünmeyebilir o mercek. "Şiirsel an"ı olağanüstü bir günbatımı sahnesinde yakaladığını sananlara sık sık rastlıyoruz - onlar, aniden açılan bir pencerenin çıkardığı sesten etkilenmeyenlerdir. "Hayret", oysa, etmeye hazır yaşama biçiminde derin varlığını sürdürür.

Üstüste iki sigara eşliğinde, kah burada, kah ötede, durduğum yerden ayrılmaksızın Dünya'nın içinde oturdum bu sabah. Bütün anların arasından biriki şiirsel an mı yontmaya çabalıyordum, hayır: Her an şiirseldir, bir cepheden bakıldığında, hiçbiri olmayabilir, başka bir cepheden. Benimkisi, kenara çekilmekti.

(bkz: fernando pessoa - şiir)

Batur, Enis






KANIT
(Selim aytaç'ın bir fotoğrafı üzre)

Bu fotoğraf,
kurduğum bir cümlenin ("Mimarlık yapılamayacak kadar önemli bir meslek")
attığım bir başlığın ("Bir başka tekniğin hikayesi),
otuz yıldır çatıp çözdüğüm, sonra yeniden çattığım bir metnin (Kulübe - Mimarın Düşü)
kanıtı, benim gözümde.
Bir fotoğraf
bir cümlenin, başlığın, tasarının nasıl olur da kanıtı sayılabilir
diye soran(lar), soracak olan(lar) çıkabilir, işte tam da orada, (burada) göründüğü gibi:
Herşey aslında bir kavuşmanın ayrışımı.








(Bizim) Sokağın Gizemi ve Melankolisi



 

Ölüm

Ölmeyi öğreteceğini vaat eden bilgelikler ve ölümü nasıl düşünmemiz gerektiğini bilgiç bir tavırla söyleyen felsefeler beni biraz sinirlendirir. Benim için, bizi "ona hazırlayan" şey, ne olduğu hiç de önemli değil. İnsan ölümünü hazırlamalı ve düzenlemelidir, onu parça parça üretmeli, hesaplamalı, hatta en iyisi, ölümün harcını kendi karmalıdır; tasarlamalı, seçmeli ve bunun için fikir danışmalıdır; izleyici olmayan  bir eser yaratabilmek için, ölümünün üzerinde çalışmalıdır insan; yalnızca kendim için yarattığım ve ancak yaşamımın sürdüğü son saniyelere dek var olabilecek bir eser. Yaşamayı sürdürenler, intiharın çevresinde yalnızca içler acısı bir yalnızlığın ve beceriksizliğin izlerini, karşılıksız kalmış haykırışları görürler mutlaka. "Neden?" sorusunu sormaktan kendilerini alamazlar. Oysa intiharla ilgili olarak sorulmaması gereken, tam da bu sorudur. "Neden mi? Neden olacak, yalnızca istediğim için tabii." İntiharın, ardında cesaret kırıcı izler bıraktığı doğrudur. Ama bunun sorumlusu kim? İnsanın, ağzından mosmor sarkan diliyle mutfakta kendini asmasını keyifli bir iş mi sanıyorsunuz? Ya da gaz musluğunu açmak üzere banyoya kilitlenmek? Ya da bir süre sonra köpeklerin başına toplanıp koklayacakları, küçük bir beyin parçasını kaldırımda bırakmak? Ben intihar sarmalına inanırım: İntihar adayları, içine itildikleri tüm o iç karartıcı şeyleri (intihar etmiş olanları tümüyle bir kenara bıraksak bile -tüm o polisleri, itfaiyeyi, apartman kapıcısını, otopsiyi ve bir sürü başka şeyi) düşündükleri zaman, aralarından pek çoğunun kendilerini küçük düşürülmüş hissedecekleri kesindir; o zaman, bunları daha fazla düşünmek zorunda kalmaktansa ölmeyi yeğlerler.

İnsan dostlarına öğüdüm: Eğer intihar eden insanların sayısının azalmasını gerçekten de istiyorsanız, o halde yalnızca sakin,  aklı başında ve kararsızlık duymayan insanların bu işi yapmasını sağlayın. İntihar, onu belki de eline yüzüne bulaştırarak sefil bir şey haline sokacak olan mutsuzluk müptelalarının eline bırakılmamalıdır. Ne de olsa mutlu olanların sayısı, mutsuzlara oranla çok daha az.

Hervé Guibert. Michel Foucault, 1981

Ölümle uğraşmaya değmez, çünkü hayatla hiçlik arasındaki ölümün kendisi aslında hiçbir şey değildir denildiğini duymak, bana her zaman çok garip gelmiştir. Tam da bu azıcık şey uğruna riske girmeye değmesi gerekmez miydi o halde? Ölümden bir şey, hem de iyi bir şey yaratabilmek gerekmez miydi?

Bir sürü zevki harcadık kuşkusuz, çok sıradan zevkler uğruna başka zevkleri elimizden kaçırdık - dağınıklığımızdan, tembelliğimizden, ya da düş gücümüzün kıtlığından, hatta belki de yeterince inatçı olamadığımız için, baştan aşağıya tekdüze, bir sürü zevkimiz oldu. Ama neyse ki, asla tekrarlanmayacak o eşsiz an elimizde hala: Herşeyden önce onunla uğraşmalıyız; hem de kendimizi huzursuz etmek, ya da yeniden bir kesinliğe kavuşmak için değil, onu sınırsız bir zevke dönüştürmek için. O anın -hiç ara verilmeksizin, ama hiçbir kaderciliğe de sapmadan sürdürülen- sabırlı hazırlığı tüm yaşamı aydınlatacaktır. İntihar şenliği ya da intihar sefaleti gibi sözler yalnızca kaba birer slogandır; bunun çok daha ayrıntılı düşünülmüş ve tasarlanmış biçimleri var.

Amerikan kentlerinin caddelerindeki "funeral home"ları gördüğüm zaman, yalnızca o dayanılmaz bayağılıklarından ötürü (sanki ölüm düşgücünün tüm kıvılcımlarını söndürmek zorundaymış gibi) sıkılmıştır canım, bu yapıların yalnızca ölüler ve yaşadıkları için mutluluk duyan insanlar tarafından kullanılmasına da üzülüyorum. Yeterince parası olmayanlar için ya da uzun uzun tasarlamaktan yorularak sonunda tamamiyle standartlaşmış yöntemlere başvuranlar için, Japonlar'ın cinselliği düşünerek kurdukları ve "Love Hotel" diye adlandırdıkları o fantastik labirentler neden hiç yapılmaz? Sonuçta bu insanlar, bize oranla intihardan çok daha fazla anlıyorlar.

Eğer günün birinde Tokyo'daki Chantilly'e gitme fırsatı bulursanız, o zaman ne demek istediğimi anlayacaksınız. İnsan, coğrafyası ve haritası olmayan yerler bulunabileceğini seziyor orada; tüm kimliklerinden kurtularak, isimsiz ortaklarla birlikte - düşünülebilecek en saçma dekorların ortasında - ölmek fırsatını  yakalayabilmek üzere gidilen yerler olabileceğini seziyor... Öyle bir yerde belirsiz bir süre geçirebilir insan; saniyeler, haftalar, hatta aylar; ta ki elinden kaçırmaması gerektiğini, görür görmez anladığı bir fırsat, buyurgan bir açıklıkla belirene dek: Böylesi bir fırsat, çok zararsız bir zevkin biçimsiz biçimini gösterir.  

Foucault

bryan


Homer's Phobia (Season 8, Episode 15)


Homer: - That John is the greatest guy in the world.
We got to have him and his wife overfor drinks sometime.


Marge: - Mmm, I don't think
he's married, Homer.


- Oh, a swingin' bachelor, eh? Well, there's lots
of foxy ladies out there.


- Homer, didn't John
seem a little... festive to you?


- Couldn't agree more.
Happy as a clam.


- He prefers the company of men.

- Who doesn't?


- Homer, listen carefully.
John is a homo-


- Right.

- sexual.


[ Screams ]

Oh, my God. Oh, my God. Oh, my God.
Oh, my God. I danced with a gay.
Marge, Lisa, promise me
you won't tell anyone. Promise me!

...

(türkçe altyazılı)
...

John:  Homer, what have you got against gays?

Homer: You know! It's- It's not usual. 
If there was a law, it would be against it.

Marge: Oh, Homer, please.
You're embarrassing yourself.

- No, I'm not, Marge. They're embarrassing me.
They're embarrassing America. They turned the navy
into a floating joke. They ruined all our best names,
like Bruce and Lance and Julian. Those were the toughest names we had.

Now they're just, uh-


John: Queer

- Yeah, and that's another thing.
I resent you people using that word. thats our  word for making fun of you

We need it!

Water Drops On Burning Rocks (2000, Francois Ozon)


- Antik Yunan'da ne olduğunu biliyor musun?..

- Antik Yunan'da ne olduğunu biliyorum...



Fasbinderr'in oyunundan Francois Ozon filmi: Kızgın taşlara düşen su damlaları...










St. John the Baptist (Leonardo)



Leonardo, Polikleitos'un Androjen denilen kuralını buldu... Androjen sanatın en üstün insan türü, kadın ve erkek olarak her iki türü de birbirine karıştırıp dengeliyor. Mona Lisa'da üstün erkeğin beyinsel gücü, ivecelikli kadının zevkiyle birleşiyor. Tinsel androjenliktir bu. Cinselliğin bir bilmeceye dönüştüğü Vaftizci Yahya'da öyledir biçimlerin karışımı...

(J. Peladan - Sanatın en üstün insan türü) 


1513


Leonardo tarzı Yüzler, inceliğin, yabanıllığın doruğundaki yapıtından o tanımsız, o yaman gizemin izleri... Belirsizlikle, hafif bir küçümsemeyle dolu ve karanlık bir yazgının gölgesinin sindiği kadın yüzleri, güzel ve tuhaf yüzler. Hem sıkıntılı hem yorgun, sabırla ve tutkuyla solgun, hem de ateşli, erkeklerin gözlerinden ve düşüncelerinden şaşkın ve esrik...

(Charles Swinburne)




Waiting Naked








Bir Kuş

Bir kuş ötüyor telin üzerinde
Şarkısını söylüyor bu yalın
Bu toprağa yakın yaşamın.
Seviniyor buna cehennemimiz.

Acı çekmeye başlıyor sonra rüzgar
Ve anlıyor bunu yıldızlar.

Ey çıldıranlar, yaşamaktan
Bunca derin yazgıyı.


Rene Char
(çeviri: Özdemir İnce)

Discovering Chaplin

Charlie Chaplin'in Yaşamı

Ortaçağın büyük yapıtlarının, gotik katedrallerin çoğunun mimarları belli değildir. O görkemli yapıtlar, aralarında şimdi adlarını kimsenin bilmediği mimarların da bulunduğu halk kitlelerinin çabalarıyla yükselmiştir. Ben, Charlie Chaplin'i o mimarlardan biri gibi düşünüyorum. Yirminci yüzyılın sanatı olan sinemanın o görkemli yapısını milyonlarca seyirciyle birlikte buluşturan, tüm renkli yaşamına rağmen kendi bireyselliği, yarattığı tipin gölgesinde kaybolup giden bir usta.

Şimdi Şarlo ile ilk kez nasıl karşılaştım diye hatırlamaya çalışıyorum ama olanaksız. Şarlo tıpkı bisiklet ve uçak gibi, dünya savaşları ve ihtilaller, radyo- Tv ve Ay'a yolculuk gibi yaşamımıza günlük anlamda karışmış olgulardan biriydi. Şarlo hemen hemen hiç kimse için İsviçre'nin Vavey kentinde oturan, bir düzine çocuğu olan cimri ve aksi ihtiyar adam değildi. Şarlo, çağdaş -sevinç düşünce ikilisinin bir imgesi, sinema deyince aklımıza gelen görüntü idi. En azından bizim için, yani doğum yılları, ilk yarısına düşenler için bu böyleydi.

Şarlo'nun görüntüsü ile birlikte düşünemediğimiz bir olay neredeyse yok bizler için: Yoksulluk ve göçler, savaşlar, otomasyon, ekonomik bunalımlar, çılgın zenginlikler, işsizlikler, çağdaş şiddet, yani devlet, yani polis The Kid'de, The Immıgrant'da, The Great Dictator'da, Modern Times'da, City Lights'da, Easy Street'de, A Dog's Life'ta, Monsieur Verdoux'da kendi gerçek görüntülerini bulurlar.

Charles Chaplin'in sinemaya getirdiği iki büyük katkı var: Bunlardan birincisi Mack Sennet, Buster Keaton gibi öbür büyük güldürü ustaları ile birlikte, burlesk'in toplumsal eleştiri gücünü ortaya koyuşu, ikincisi ise Eısensteın ve Grıffith ile birlikte, sesli filmin henüz ortaya çıkmadığı dönemde, sinemanın görsel dilini müthiş bir etkinlikle geliştirip kullanışıdır.

Charles Chaplin, başta kapitalist Amerika olmak üzere, tüketim toplumlarının iki yüzlü ahlakını temsil edenlerin başlıca düşmanlarından biriydi. Bu toplumların sömürgen yapılarını, insanlık*dışı şiddetini, ikiyüzlü ahlakını hemen her filmiyle eleştirmiş, gag'larında birer tokat gibi yapıştırmıştı suratlarına.

Kendi yarattığı tipin vazgeçilmez özelliklerinden "badem bıyığı" benimsemesinden ötürü, Hitler için "Şarlo'nun berbat bir taklididir" diyen faşizmin en yaman düşmanlarından biri olan Chaplin, yüzyıla yaklaşan mücadelesini bitirdi. Güldürünün eleştiri gücünü ortaya koymakta ona yaklaşan biri de çıkmadı henüz sinemalarda.

Chaplin yılar önce Eli Faure ve Louis Delluc'ün yazdıkları gibi, sinemanın Shakespeare'i miydi pek bilemiyorum. Ama, örneğin 21. yüzyılın yeni bir sanatını simgeleyen biri için,  yeni yüzyılımızın Şarlo'su diyenler çıkacaktır.  


Yazı: Onat Kutlar




Şarlo'dan Kalan


"Onurlu Bir Sanat Yaşamı,
 Bir Sevgi ve Gülümseme Çizgisi"


Charles Spencer Chaplin (1889 - 1977)


Paris'te  bir süre kaldıktan sonra, karısı Oona ile birlikte Avrupa'nın çeşitli yerlerinde gezintiler yaptılar. Şöyle diyordu Şarlo:

"Ben artık bir sinema tanrısı değilim. Birtakım insanların hırslarının ve saldırganlıklarının hedefi de değilim... Karısı ve çocukları ile tatile çıkmış evli bir adamım.... Şimdi tam mutluluğun ne demek olduğunu yeni yeni anlıyorum. Hüzne çok yakın bir şey... Yani mutluluk."


Bu yolculuklardan sonra, yılbaşında, artık yerleşmeye karar verdi.

Ve Kennigton Road'ın yoksul çocuğu, 150.000 sterling ödeyerek, İsviçre'de Leman Gölü kıyısında, Corsier'deki eski Amerikan elçisine ait, 19. yüzyılda kalma bir malikaneyi satın aldı. 16. Louis stili mobilyalarla döşenmiş olan bu büyük köşkte, birçok antik eşya, müzelik tablolar, Azay porselenlerinden bir koleksiyon ve muhteşem bir kitaplık vardı.

Chaplin with family

Charlie Chaplin'in, sevgili karısı Oona ile, iki yılda bir sayısı artan çocukları ile, arada sırada kendisini ziyaret eden ve aralarında Churchill, Jean Cocteau, Ağa Han, Chou En Lai gibi ünlüler gibi konukları uzun ve sessiz yıllar geçirdiği bu "malikane"de günlük yaşamının ayrıntılarını bize sekreterlerinden biri, Isobel Peluz anlattı. New York'ta bir Kral filminin senaryo hazırlıklarına katılmak üzere angaje edilen, bir yıl sonra da çalışmanın ağırlığı ve paranın azlığı nedeniyle istifa edip Chaplin'i mahkemeye veren Peluz, şöyle diyor:    

"Bütün bir sabah çalışırdı Chaplin. Mutlak bir sessizlikte. Sessizliğe öyle dikkat ederdi ki, çocuklar penceresinin önünde oynayamazlar, üst kattaki salonda dolaşamazlardı. Sadece çocuklardan değil, köpek ve kedilerin ayağına dolaşmasından da hoşlanmazdı. Kedileri biraz daha fazla severdi. Bir de kokulardan, özellikle çiçek kokularından nefret ederdi. Odasında ve malikanesinde çiçek istemezdi. Onların kendisini boğduğuna inanırdı. Evinde "Büyük bir diktatör"dü. Her şeyle ilgilenir, en küçük detaylarla uğraşırdı. Çalışması yoğun, aralıksız, nefes aldırmayacak kadar hızlı, dramatik ve kusursuzdu. Hazırladığı ve düşündüğü her sahneyi oynardı. Derinlemesine anlamda bir komedyendi. Onun bir gün, şöminenin üstündeki saatin bronz sarkacına bir kadına sarılır gibi sarıldığını ve kırk kez "I love you... I love you.." dediğini hatırlıyorum. Ben de arkasından koşturarak bu kırk cümleyi stefano etmek zorundaydım. Sonra bahçeye fırlıyordu. Ben de ardından. Heyecanlı cümleler söylüyordu, tekrar şömineye ve sarkaca dönüyor, yeniden birçok kez "Seni seviyorum" diyor, ben de bütün bunları not ediyordum.

Büyük sanatçının huzursuzluğu, tedirginliği, Oona'yı görünce sona ererdi. Corsier'de, Anoir le Ban Şatosu'nda geçirdikleri yıllar boyunca birbirlerine olan sevgileri hiçbir zaman eksilmedi. Chaplin 75 yaşındayken bile, birçok kez onları büyük salonda tutkuyla öpüşürken gördüm. Benim salona girdiğimi fark ettiklerinde bile hiç aldırmadılar."


Charlie working at home, c. 1952

Sanırım bu mutluluk ve tamamlanmamışlık yılları, Şarlo'nun sanat yaşamını olumsuz biçimde etkiledi.  Sanatında aradığı mükemmelliği yaşamında bulmuştu. Bu dönemde yarattığı yapıtlar, olgun bir büyük sanatçının derin yaşam deneyimi ve felsefesini değil, onun küçük tutkularını, eski kızgınlıklarını yansıtıyordu. Bu nedenle eleştirmenler de, sinema tarihçileri de New York'ta Bir Kral ve Hong Kong'lu Kontes' üzerinde fazlaca durmadılar. 

Büyük sanatçı geçtiğimiz hafta Vavey'deki şatosunda öldüğünde yüzünde bir dinlenmişliğin anlatımı vardı. Son zamanlarda artık görmeyen gözlerini, evrenin karanlık sinema salonundaki öbür beyazperdeye açmış, ölümsüzlüğün renklerine bakıyordu. Artık, ne yoksulluk, ne zenginlik, ne düşmanlık vardı. Kendi isteklerine uygun olarak, hiçbir gazetecinin ve konuşmacının alınmadığı mezarlık yolunda, eski bir cenaze arabasının ardında Oona ile çocukları yürüyordu. Yağmur yağıyordu ve Oona'nın kafasında Chaplin'in Otobiyografi'sindeki şu cümleler geçiyordu:

"Vavey'in dar kaldırımlarında, benim önümden geçerek yürürken, onun ince siluetini, arkaya dümdüz taranmış ve yer yer gümüş tellerle süslü saçlarını, onurlu yüzünü görünce birden bir aşk ve hayranlık seliyle boğuluyorum... Onun kim olduğunu, benim için ne olduğunu düşününce yüreğim sıkışıyor."


Genç Gazeteci "Ardında onurlu bir sanat yaşamı, bir sevgi ve gülümseme çizgisi bırakarak öldü" diye düşündü. "Şimdi cenaze törenini nasıl olsa fark etmez..."   


Onat Kutlar'ın
 yazısından

Limelights (1952, Charlie Chaplin)



Eski ve yaşlı pandomim ustası Calvero, genç sevgilisi Terry'ye bir gülün açılışını ve soluşunu gösterdi.
  (bkz:Limelights - Charlie Chaplin) Sonra bir kayanın kapanışını... Bir Japon ağacını... Terry hayran oldu ona. Bir çocuk gibi seviniyordu. Calvero, yüreği iyilik kafası düşüncelerle dolu, odasına gitti, yattı. Güzel bir düş gördü o gece. Calvero, bir sahnede, ilkbaharda çiçekler topluyordu. O kadar seviyordu ki çiçekleri, komik bir tavırla yiyordu onları. Bir şarkı söylüyordu. Aşk üstüne. Ve.. ve yalnız değildi. Terry de vardı sahnede. O da onunla dans ediyordu. Aşk... Aşk... Aşk... diyordu Calvero durmadan.

Calvero'nun öyküsü, yani Sahne Işıkları ve onun Şarlo tarafından bizzat bestelenmiş müziği özellikle, Avrupalı seyircileri büyüledi. Limelight, Chaplin için "Kuğunun ölüm şarkısı" idi sanki. Tüm duyarlığını, tüm sevgisini, insancıllığını koymuştu. Biraz duyguluydu belki. Ama küçüklüğü, soytarılar, yoksul pantomimciler, şarkıcılar, müzikhol artistleri arasında geçmiş, laterna müziğiyle büyümüş biri için bu duygusallığı hoş görmeli. 
(Onat Kutlar)  

Modern Times (1936, Charlie Chaplin)


Chaplin, Great Dictator'de Hinkel'in konuşma sahnesinde yaptığı gibi 
Modern Times'ın sonunda yer alan bu sahnede de anlamı olmayan seslerden
 türettiği bir şarkıyı okumakta, tabi olağanüstü bir pantomim gösterisi ile birlikte:  




tomorrow the birds will sing

City Lights filminde Şarlo intihar etmek üzere olduğunu anladığı adamı görünce ellerini kavuşturup gökyüzüne doğru bakarak yapma der; ara yazılar görünür: yarın kuşlar ötecek, tomorrow the birds will sing, cesur ol, be brave, yaşamla yüzleş, face life...

Benzer bir şekilde son filmlerinden Lime Lights'ta da yaşamın bir anlamı kalmadığı için ölmek istediğini söyleyen kadınla aralarında geçen unutulmaz diyaloglar vardır. Artık sesli sinema dönemindeyizdir tabi ve Chaplin konuşmak için fazla heveslidir.

Kendisi gibi dinsiz - din dışı birisi olan Şarlo'yu ve bir sanatçı olarak Chaplin'i, (Bazin'in deyimiyle amatör bir keman ve piano müzisyeni, acemi bir filozof ve yazar olan Chaplin'i) ona karşı giderek artan, kişiselleşen ilgi ve sempatimle birlikte sevmemin nedeni sanırım buydu, Circus'un başına koyduğu duygu yüklü sesinden dinlediğimiz yaşam muştulayan Swing Little Girl bestesinde; Modern Times'da, City Lights'da, otobiyografisi Lime lights'da acemi filozofluğa soyunduğu bu hali, trajik ve coşkulu kişiliği...








Smile!


Şarkının sözleri Charlie Chaplin'e ait, bağlantıda parçanın Modern Times filminin
 soundtrack'inde yer alan theme hali de var, videoda Modern Times filminin sonundan bir parça
 ve Nat King Cole'un yorumuyla Smile:


Smile though your heart is aching
Smile even though it's breaking
When there are clouds in the sky, you'll get by
If you smile through your fear and sorrow
Smile and maybe tomorrow
You'll see the sun come shining through for you

Light up your face with gladness
Hide every trace of sadness
Although a tear may be ever so near
That's the time you must keep on trying
Smile, what's the use of crying?
You'll find that life is still worthwhile
If you just smile

That's the time you must keep on trying
Smile, what's the use of crying?
You'll find that life is still worthwhile
If you just smile



Fotoğraf'ın Kökeni


Bilindiği gibi başarılı diyebileceğimiz ilk fotoğrafı 1830'lu yıllarda Nicephore Niepce kaydetmişti. Kötü bir ressamdı ve iyi bir ressam olması gerektiğini düşündüğü bir oğlu vardı. Heliograf — güneşyazıcısı— adını vereceği ilk fotoğraf makinesini icat etmesinin ardında yatan niyetin son derece alçakgönüllü olduğu besbellidir: oğluna gerçekliğe uygun modeller sağlamak... Peki ama, bu kadar alçakgönüllü bir başlangıç ne anlama geliyor? Açıkçası, ileride Lumiere'in sinematografında karşılaşacağımız durumun bir benzeri bu. Işığın farklı şiddetlerinden etkilenebilir kimyasal bir maddeyle kaplanmış bir levha üzerine nakşedilen görüntü ... Niepce'in kendi buluşunun sanatsal, hatta bilimsel olası kullanımları hakkında hiçbir fikri, hiçbir umudu, hiçbir amacı yokmuş gibi görünüyor. "Başarılı ilk fotoğraf ise çamur gibi bir şeydi —sadece ilk fotoğraf olmasıyla ünlüydü: bir odadan dışarıya yöneltilen kamera merceği, ancak pozlamanın yaklaşık sekiz saat sürmesinden dolayı (bu plakanın duyarlılığına bağlıdır) güneş ve gölgeler manzaranın her iki tarafını da aydınlatma ve karartmaktadırlar.

Karanlık Oda (Camera Obscura) çok eskiden beri bilmiyordu. İlkeleri Aristo'dan beri, kendisi ise Arap Ortaçağından beri. Rönesans sonrasının en önemli resim modeli oluşturma tekniklerindendi.

Fotograf, Nicéphore Niepce tarafından 1831 yılında icat edilmek için neden o kadar bekledi? Karanlık Oda ilkelerinden Aristo'nun bile haberdar olduğu anlaşılıyor. Ve ilk karanlık odanın (camera obscura) 11.Yüzyılda Araplar tarafından inşa edildiği de biliniyor. Camera obscura Rönesans ve sonrasında ressamların ve askeri efradın vazgeçemedikleri bir cihazdı. Torino'daki şüpheli "kayıt" dışında (İsa'nın imajı olduğu iddia edilen) bütün Antik ve Ortaçağ simyası, elementlerin sayısız özelliklerinin bilgisine vakıf olmalarına rağmen ışığın maddedeki etkisini bir "kayıt" aracı olarak tutmaya kalkışmadılar. Bir tarafta koskoca bir "bilimler akışı" varken öte tarafta 1830'lu yıllarda kötü bir ressam olan, biraz da amatör kimyager olan Niepce'in, en az kendisi kadar kötü bir ressam olduğu anlaşılan oğlunun manzara resimlerini doğru dürüst çizebilmesine yardım etmek üzere icat etmiş olduğu anlaşılan fotoğrafın o tuhaf tarihçesi var. Fotograf gibi bir aygıt gerçekten camera obscura geleneğine mi ait? Ya da "yansıma" ve "taklitlerin" tartışıldığı Eflatuncu bir dünyadan gerçekten başlatılabilir mi fotoğraf tarihi?






*
Nicephore Niepce tarafından icat edilişinden -1830 yılı, heliograph, "güneşin yazısı" gibi bir şey- bu yana, tarihi epey eskiye dayanır. Kötü bir ressam olan, biraz da amatör bir kimyager olan Niepce'nin fotoğrafı, en az kendisi kadar kötü bir ressam olduğu anlaşılan oğlunun manzara resimlerini doğru dürüst çizebilmesine yardım etmek üzere icat etmiş olduğu anlaşılıyor. Fotoğrafın oluşturulabilmesi için iki iklimin bir araya getirilmesi gerekti: kimya ve fizik ya da daha ziyade optik. Karanlık Oda (camera obscura) ilkelerinden Aristo haberdardı. Araplar bunu geliştirdiler ve eğlence amaçlı kullandılar. Rönesans ressamlarıyla bilikte, ressamlar tarafından, şekilleri ve imajları resmine aynen kopyalayabilmek için kullanıldı. Çokça Vermeer kullanmıştır. Bu, Niepce'in icadının optik kısmıydı. Diğer taraftansa, bazı kimyasal elementler çeşitli biçimlerde ışıkla -modern anlamıyla, farklı yoğunluklarda fotonlarla - etkileniyordu. Demek ki, en eski simyacılardan bu yana bilindiği üzere, bazı maddeler ışığı "yakalayabiliyor" veya "kaydedebiliyor". Fotoğraf tarihçileri neden bu iki ayrı soykütüğün Niepce'e kadar kesişmediğini sormuşlardır. Fotoğraf bin yıl önce de icat edilebilirdi, ancak karanlık odada elde edilen imajı kaydetmek kimsenin aklına gelmemişti.

Geçtiğimiz yüzyıldan bir Fransız sosyolog, tarihçi ve siyasal iktisatçı olan Gabriel Tarde'a göre bir icat, iki gelenek veya "taklitler" dizisinin buluşmasıdır. Belli bir anda, iki çizgi birbirleriyle mucidin zihninde kesişirler ve süreç böylece devam eder...

Niepce tarafından çekilen ilk fotoğraf, kırlık arazideki evinin penceresinden görünen dışarıdaki manzaradır, ama elde edilen görüntü çamur gibi bir şeydir. Pozlama sekiz saatten fazla sürdüğü için, güneş her taraf gölge düşürerek hareket ediyordu ve sonuçta bu Niepce'in oğluna sadece kaba şekiller sağlıyordu, renkler, derinlikler, karmaşık şekiller yoktu.


*
1839 yılında Louis Daguerre ilk "fotografik insan imajı"nı çekti: bir ayakkabı boyacısı ve müşterisi, dışarıda, Paris'te koca bir meydanın köşe başında... Meydan bomboş gözüküyor çünkü kalabalıklar hareket halinde, bu ikisi hariç... Ve uzun pozlama süresince görünür kalıyorlar.


Zamanla enstantane fotoğraf, hareketli imajlara, yani sinemaya meyleder. 

Ulus Baker
(Notlar Beyin Ekran kitabından,  Baker'in Sinema üzerine yazılarının 
önemli bir kısmına korotonomedya adresinden ulaşmak mümkün)




*
İlgili okumalar:
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/10/sinemann-kokeni.html