I want to break freee!


Chuck Berry'den Elvis'e ilk kuşağın bütün rock kahramanları benim yaşıtlarım için pek bir şey ifade etmemiştir. Olay, bizler için yaklaşık 65'de başlamıştır. Yardbirds, Animals, daha çok da Stones ile. Müzikten hiç kopmadık belki ama koyu 'mesai' çoğumuz için 70'lerin başında bitti. Artık yeni ilahlar konuşuyordu içimizde: Biri için Che ya da Rudi'ydi model o sıralar, bir başkası için Rimbaud ya da Camus. Büyücülerin genç yaşta öldüklerini öğrenene kadar ne çok yıl geçti!

Oysa, gerekli dersi hemen alabilirdik. Rock, ciddi kurbanlar vermişti: Hendrix, Jim Morrison, Janis Joplin, Biran Jones... Keith Moon kaç yaşında öldü? Sahi, Marc Bolan yaşadı mı? Lennon öldürüldüğü gün kapandı defter aslında: Faturada yazan bedel çok ağırdı ve bunu ödemek istemiyorduk. Ama "yeni bir hayat"tı istediğimiz. Ona yaraşacak olan, pası çözülmüş değerlerdi. Bize bunları Okul-Aile birliğinin değil de o kurbanların gösterdiğini yalanlayabilir miyiz şimdi?




İşte Freddie: Neredeyse yaşıtımdı o deli fişek siluet. "Özgür olmak istiyorum" diyen sesi kulaklarımda uğulduyor hala. Sonsuz enerjisi, gövdesini cendereden kurtarışı, uçlarda aradığı titiz denge ile bizden eskilerin sandığı gibi yapıcı'ydı Mercury: Öyle olmasaydı, babalar ve oğullarının görüşleri üzerinde görüş birliğine vardıkları tek nokta bulabilir miydi? Kaseti sürün yuvasına ve Innuendo'yu hem dinleyin hem seyredin. Sahnedeki benzersiz geometrisinde bir Budist rahibiyle utanmaz bir çocuğun buluşmasını göreceksiniz.

"Erkek Kraliçe"nin hayatına ilişkin bütün yazılanları bir kenara itmek en iyisi. Kimin nasıl yaşadığını aslında bilemeyiz. Bize vampirlerin tarif ettiği adresi gerekmiyor Freddie'nin; "Kimse sonsuza dek yaşayamaz" dediği şarkıyı dinleyerek, 'hızlı yaşayıp yakışıklı kalan ceset'ine dimdik bakalım: Bizim daha doğru, daha derin, daha anlamlı bir hayat kurmamız için, kıssadan hisse, pek çok net reçete yer alıyor Queen eczanesinde.

"Show sürüp gitmeli", diyordu ya: Sürüp gidecektir. 

E.B.



*
gruba yabancı okura yazıda geçen şarkılar için:

Erkek Erkeğe Savaş

Foucault'nun aşağıdaki konuşmasını bloga almayı düşünmüyordum (Telos yayınları, 1992,
 Dostluğa Dair Söyleşiler) ama okuduğumdan beri aklımın bir köşesine yerleşti kaldı: 

Birinci Dünya Savaşı'nda erkekler tam anlamıyla birlikte yaşadılar, neredeyse üst üste; ve ölüm hep yakınlarında olduğu sürece, kendilerini birbirleri için feda etmeye, birbirlerine hizmet etmeye duydukları gönüllü istek, yaşam ile ölüm arasında gidip gelen bir oyun tarafından dayatıldığı sürece, bu birlikteliğin onlar için bir anlamı da vardı. Arkadaşlık ve kan kardeşliği hakkında birkaç tumturaklı söz ve bölük pörçük birkaç tanıklık dışında, belirli anlarda kopan o duygusal tornadolar, o içsel fırtınalarla ilgili ne biliyoruz ki? İnsanların o saçma ve grotesk savaşlara, o cehennemi katliamlara her şeye karşın dayanabilmelerini sağlayan şeyin ne olduğunu insan sorabilir kendine... Kuşkusuz bir duygular yumağıydı bu. Onların birbirlerine aşık oldukları için savaşmayı sürdürdüklerini iddia etmek istemiyorum. Ama şeref, yüreklilik, korkunun giderilememesi, kendini feda etmek, diğerleriyle birlikte ya da onların önünde siperlerden çıkmak: Tüm bunlar, çok yoğun duyguların oluşturduğu bir yumağın varlığını gerektirir. "İşte demek burada eşcinsellik söz konusu," demek değil mesele. Bu tarz gevezeliklerden hiç hoşlanmam. Ama adamların, bataklıklarda, cesetler arasında ve bokların içinde haftalarca bata çıka yürüdükleri, açlıktan ölecek duruma geldikleri ve saldırı sabahı, safların çoktan dağılmış olduğu o cehennemi andıran yaşama dayanmayı sağlayan bir koşul -tek koşul bu olmasa bile- mutlaka eşcinsellikte yatıyor.

Dreamers





Camp ve şehvet

Camp duyarlılığının en büyük imgelerinden biri kuşkusuz cinsiyet belirsizliğidir. Buna örnek olarak şunlar verilebilir: Rafael öncesi döneme ait şiir ve resimlerdeki baygın bakışlı, ince, kıvrımlı figürler; rölyefli lambalar ve küllüklerde sergilenen zayıf, akıcı, cinsiyetsiz bedenlerin yer aldığı Art Nouveau baskılar ve posterler, Greta Garbo'nun kusursuz güzelliğinin ardında yatan akıldan çıkmayan cinsiyet belirsizliğinin boşluğu. Bu noktada Camp beğenisi, beğeninin en anlaşılamamış gerçeğine dikkatleri çeker: cinsel çekiciliğin en has biçimi (aynı şekil de cinsel zevkin en has biçimi de) kişinin cinsiyetine karşı gelmesinde yatar. En erkesi erkeğin güzelliği dişi tarafında yatar; en dişi kadının en güzel yanı ise erkeksi tarafında. (...) Camp beğenisine cinsiyet belirsizliğinde eşlik eden oldukça farklı gözüken ama aslında farklı olmayan bir şeydir: bu, cinsel özelliklerin ve karaktersel tavırların abartılmasından duyulan hazdır. Herkesin bildiği sebeplerden dolayı, bununla ilgili verilebilecek en iyi örnek sinema yıldızlarıdır. Jane Mansfield, Gina Lollobrigida, Jane Russel, Virginia Mayo'nun artık bayatlamış frapan dişilikleri (...)


Tim Curry kült film The Rocky Horror Picture Show'da (1975)


Camp

Camp'lerin baş vaizi Christopher Iserwood ellilerin başında yazdığı romanlarından birinde 'Camp nedir biliyor musunuz?' diye sorar:

Bunun anlamının saçlarını sarıya boyatıp Marlene Dietrich gibi davranan gençten bir labunya olduğunu düşünürsünüz... Ben camp'ı daha temel bir şey olarak ele alıyorum... Ciddiye almadığınız bir şeyi camp hala getiremezsiniz. Onu alaya alamazsınız, içinden alaya alacak bir şey çıkarırsınız. Temelde ciddiye aldığınız bir şeyi alaya alarak, hünerle ve incelikle ifade edersiniz. Barok sanatın dine yaklaşımı camp'tir. Balenin aşka yaklaşımı camp'tir... Tanımlamak çok güç kabul ediyorum.

Bir sonraki nesilden Jack Babuscio, camp hakkında benzer şeyler yazar: 'Yaygın olandan farklı bir bilinç yansıtan yaratıcı enerji: Toplumsal baskı olgusundan kaynaklanan insani duygu karmaşalarının güçlü bir biçimde kavranışı.' Bu nedenle geleneksel eşcinsel kültürü, yüksek kültür biçimlerine -resme, tiyatroya, baleye, edebiyata ve özellikle de operaya- olumlu bir ilgi göstererek benimser. Richard Dyer'in belirttiği gibi, aslında bu gibi kültürel ilgi alanları kendi başlarına bir erkeğin eşcinsel olduğunun düşünülmesine yol açabilir veya bunu ima etmek için kullanılabilir; bizzat kültürel duyarlık 'kadınsı' bir şey olarak görülür.

Eşcinsel olmak ve bu tür bir kültürle ilgilenmek bana aynı sürece, yani bir kimlik oluşturma sürecine dahil gibi görünüyor. Bana göre bu queer sözcüğüyle özetlenebilir. Queer olmak eşcinsel olmaktır, ama aynı zamanda farklı olmaktır. Bununla kültürle ilgilenmek arasında nasıl kolayca eşitlik kurduğum anlaşılabilir. Ellilerin sonunda ve altmışların başında erkek okullarında kültür tuhaf, 'başka' queer olmak demekti.


 Warhol, 1980

Teixeira, Marlon



Not Angels But Angels & Body without soul


"Not Angels But Angels is a 1994 documentary film about young men in Prague working as prostitutes. The creator of the documentary, Wiktor Grodecki interviews the men, some of whom are underage, to find out more about their lives and how they came to be making a living by selling sex. The film also explores the hopes and fears of the young men, what they hope to be doing in the future, and coping with the possibility of being infected with HIV.
The film is so matter-of-fact that it's almost hard to watch--this is normal life for them all. As the film progresses, it becomes clear firstly how their innocence has been stolen from them by desperation, and also how little they know of the realities of the lifestyle they're trapped in. "


Not Angels But Angels (1994)


"Documentary look at doomed male prostitutes in Prague, ages 15 to 18, who troll at the public swimming pool, the train station, a video arcade, and a disco. After the boys talk about how they got in the game, the camera follows them to the home of Pavel Rousek. Under the name Hans Miller, he makes gay porno videos, primarily for German distribution. Intercut with a movie shoot chez Rousek is an interview that follows him to his day job at a morgue, where he performs an autopsy as he talks about his work. The sex is without protection; the boys are without family. They talk about their bodies and souls, money, their sexual orientation, AIDS, their dreams, and death."

Body without soul (1996)


Waiting Naked





vesaire



Denizi özlemişim; kentteki denizi değil ama, kordon boylarındaki,
balıkçı teknelerinin dolaştığı, vapurların yanaştığı limandaki denizi değil;
doğanın kıyısındaki denizi özlemişim. 



Homofobi (İçteki Düşman)

Eşcinsellere yapılan zulüm genelde erkeklerin başka erkeklerden oluşan bir azınlığa karşı bir hareketi olmakla birlikte, bütün erkeklerin içindeki 'kadınsılığın' zorla bastırılmasının da bir sonucudur. Bu erkekleri kadınlardan uzak ve kadınları erkeklerden aşağı tutmanın bir yoludur. Örneğin Craig Owen 'homofobi bir cinsel azınlığa baskı uygulama politikası değildir öncelikle; daha çok bütün erkek ilişkileri tayfını düzenleyen güçlü bir araçtır' demiştir.

Homofobi, eşcinsel erkeklere zulmederek bütün erkekleri hizaya sokmakla kalmaz; erkeklerin içlerindeki kadınsılığı aşağılayarak aynı zamanda kadınları da aşağılar. Gayle Rubin'in gözlemlediği gibi, 'insan cinselliğinin eşcinsel bileşeninin bastırılması ve bunun sonucunda eşcinsellere yapılan baskı, kuralları ve ilişkileriyle kadınları da baskı altında tutan ayn sistemin  bir ürünüdür.' Çoğu erkekteki şiddetli, akıl dışı homofobi saplantısı, sadece kendilerinde kadınsı olarak gördükleri şeyden -içteki düşmandan- korkmaları bakımından açıklanabilir. Aynı zamanda, seksle, eşcinsel erkek kültüründe pervasızca gerçekleştirilen bu eylemle- ilgili korku, kıskançlık ve endişe duygularıyla da bağlantılıdır. "Homofobi" terimini ilk ortaya atan ve bunu 'eşcinsellere yakın çevrelerde bulunmaktan büyük korku duymak' olarak tanımlayan George Weinberg, homofobinin beş nedeni olduğunu söylüyordu. Bunlardan ilki ve günümüzde genel olarak kabul edileni homofobiyi kişinin kendinde eşcinsel arzuları olmasından duyduğu korkuya bağlıyordu (psikanalize aşina olanlar, bebeklikteki anal cinselliğin ve bununla ilgili tabuların önemini; iğdiş edilme ve erkekliği kaybetme korkusunu vurgulayacaklardır.) Diğer dördü, dinin etkisiyle, bastırılmış, kıskançlıkla, eşcinselliği yerleşik değerleri tehdit etmesiyle ve özellikle de cinselliği dölleme ve aile ile sınırlayan ideolojileri tehdit etmesiyle ilgilidir. 


*
Lynne Segal
Değişen Erkekler,
Değişen Erkeklikler




"Penis anüse girdiğinde, bir erkeğin penisini soktuğu zaman hissettiklerinden
 tamamiyle farklı bir doluluk, bir tatmin duygusu alınır."

Querelle, 1982, R.W. Fassbinder - Jean Genet'nin kitabından

Each Man Kılls The Thing He Loves



Each man kills the thing he loves 
 ♫ ♫ ♫ ♫ ♫
Some do it with a bitter look, 
♫ ♫ ♫ ♫ ♫
Some with a flattering word
♫ ♫ ♫ ♫ ♫
The coward does it with a kiss,
♫ ♫ ♫ ♫ ♫
The brave man with a sword! 

 ♫ ♫ ♫ ♫ ♫ ♫
...

Oscar Wilde & Jeanne Moreau




Querelle


QUERELLE

Cinayet fikri genellikle denizi ve denizcileri düşündürür. 
Bu fikri doğal olarak takip eden şey aşk ya da cinsellik fikridir.


1982,  Direct by R.W. Fassbinder
For the 1947 novel by Jean GenetQuerelle de Brest.

















Başa çıkmak mümkün değil bu omuzlarla, ölçülerle, kıvrımlarla,  bu güçlü ve kıvrak oğlanlarla onların cinayet işleyebileceklerini düşünmeden. Bir zamanlar çarpıntılarımdan kaynaklanan yalnızlığımdan çok çektim. Nedeni vücudumun karşısındaki, cüretkarlıkları ve güçleriyle beni sarsacak bu erkeklere sarılacak olmam. Her ne kadar inanmaya cesaret etmekte zorlansam da. Gözyaşlarımla Tanrı'ya bana bu büyük mutluluğu bahşettiği için şükrediyorum. Gözyaşlarım beni yavaşlatıyor. Yanaklarımdaki ıslaklarıyla eriyorum. Dönüp duruyorum. Bu erkekler ve onların sert, sığ yanakları için... Şefkatin dalgalarında yuvarlanıyorum. 

Quarelle'in büyük tutkusu kendi vücudu kısacası. Tıpkı kendini, kendi görüntüsüyle yansıtması gibi. Sanki kendine bir büyütecin ardından bakıyor Bir etimolojist gibi anlık olayları inceliyor. Ama  gururlu hareketlerinin şanıyla o vücudu nasıl da parlar?

Genç adamların büyük aletli erkeklere ihtiyacı vardır.




Querelle (Andy Warhol Polaroid and Posters)





Haz




Mehmet Ergüven, Pusudaki Ten isimli kitabının
başına şu notu düşmüş:

Erotik fantezileriyle yüz göz olmayı göze alanlara adanan bu kitap, 
her ne pahasına olursa olsun, yazılmak zorundaydı-yazıldı."



***

Fotoğrafta gördüğümüz genç ve çıplak erkeğin ilk anda çağrıştırdığı şey, şakanın sınırlarını aşıp, basbayağı büyülüyor bizi.  Öyle ki, doludizgin orgazmın metaforunu bir parodi olarak değerlendirmekte zorlanınca, çok geçmeden pornografik fantezinin en uç noktalarında alıyoruz soluğu - gürül gürül akan dölün eşsiz cazibesi!

Damızlık erkeğin yalnız orası değil, dölü de her türlü ölçüyü aşar. Bu yüzden, cinsel fantezilerde boşalan bel miktarı, en az penis boyu kadar tahrik edicidir; güçlü erkek, karşısındakini ıslatmaz, sular. Dolayısıyla, düzülenin yalnız yüzü gözü değil, tüm vücudu bele bulanmıştır artık.

Gerçi insan doğasına ilişkin fizyolojik araştırmalar, boşalan döl miktarının çoğun üç, dört miligramla sınırlı olduğunu ortaya çıkarmıştır; ancak, erotizmin ilgi alanına girdiği andan itibaren çağlayana dönüşür bu - ne yutmakla biter ne ıslanmakla.

Burada ilginç olan noktalardan biri de, spermanın niteliği söz konusu olduğu zaman, yine görselliğin ağır basmasıdır; er suyu, muhatabını bembeyaz rengiyle baştan çıkarır hep. Nitekim, oral haz arayışında bunca sık yutulmasına rağmen bir türlü er suyunun tadı gündeme gelmez; bu da, cinsel fetişe dönüştürme hakkının, görme ve dokunma duyusunun tekelinde olduğunu gösterir bize. Erotizmin göz ve ele tanıdığı öncelik, hiçbir koşulda geçerliğini yitirmez; cinsel organ önce gözü, sonra eli kışkırtır. Bu nedenle, körpe amı okşar, kallavi yarağı sıvazlarız.

Cinsel fantezide koku ve tadın ikinci plana itilmesi, bunların betimlenmesine ilişkin dağarcığımızın yetersizliğinden kaynaklanır; söz dili, tıpkı müzikte olduğu gibi, koku ve tadı aktarmaya kalkıştığımızda acze düşer; daha doğrusu, bu duyuların ilgi alanı içine giren sıfatlar erotik açıdan son derece kısır olup, karşı tarafa bir şey ifade etmezler. Kaldı ki, imlediği şeyi aktarması mümkün olmayan bu sıfatlar alabildiğine görece ve imgelem gücünü kısıtlayıcıdır. Cinsel organ veya terin mis gibi kokması, erotik fantezide kendisini tamamlayacak bir boşluğa yer bırakmadığı gibi, bu kokunun neye gönderme yaptığı da yeterince belli değildir.

Apış arasındaki kılları yalayıp, bu nahiyedeki kokuyla kendinden geçen kişi, bir türlü imgelem dağarımızda yeniden üretemez bunu; cinsel ilişkide görsel olarak tasarlayamadığımız şey ise, sadece sahibine ve o defaya ait olmayla malüldür.

Eros, yüceldiği ölçüde iki uç nokta arasında seçim yapmak zorunda kalır. Buna göre tad ve koku, ya bütünüyle dışlanmış, ya da gerçekleşmeyen birlikteliğin sembolü olarak mükemmel bir fetiş haline gelmiştir. Bir başka deyişle, ağız dışındaki erojen bölgeler koku ve tadıyla betimlemeye dahil edildiği andan itibaren, pornografinin kuşatması altındadır eros. Dahası, baştan imgelem düzeneğimiz olmak üzere, söz dilinin ısrarla karşı koyması nedeniyle, er suyunun aktarmaya elverişli bir tadı yoktur - tıpkı hararetle yalanan amcığın ıslaklığı gibi.

Tadın ilgi alanı içine giren tüm salgılar, sonuçta şehvetin doruk noktasını temsil eder; dolayısıyla aktarmakta zorlandığımız tada, eninde sonunda onu salgılayan organın eşlik etmesi kaçınılmazdır. Bu ise, şu veya bu biçimde, o organın gözümüzde canlandırılmasıyla eş anlama gelir son tahlilde.

Tadın cinsel organa katık edildiği noktadaki salgı ve delik çeşitlerini kısaca anımsamaya çalışalım: ter, tükürük, sidik, dışkı ve nihayet er suyu. Bunların her biri, yerine göre cinsel hayatta yerini alıp, oynadığı role göre kimi zaman sapkınlığın eşiğine kadar getirmektedir bizi. Bu bağlamda ter ve tükürük en masum olanı imlerken, sidik ve dışkı psikopatolojinin ilgi sahasına girmektedir. Dolayısıyla erotik fantezide sperma ifrazatının kendiliğinden başrole geçtiğini görürüz; ancak az önce altı çizildiği gibi, dölün tadından ziyade miktarıyla tahrik oluruz hep. Böyle bir durumda, salgıya aracılık eden delikler de er suyunun muhatabı olduğu ölçüde gündemdeki yerini korur. Nitekim ağız, vajina ve anüs, bu sıvının boşalacağı delikler olduğu için daima ön plandadır.




Gelgelelim, hiç kimse ağzına boşalan spermanın niteliğini ayrıca açıklamaya kalkışmaz; çünkü içeriği belli olan bu salgının ağızda bıraktığı tad tahrik edici olmadığı gibi, abartılmaya da pek elverişli değildir. Algirdas-Julien Greimas'ı anımsayalım: " (...) dünyanın bir tat olarak algılanması, kokudan daha karmaşık ve çelişkilidir. (...) Tat, kendisine bağlı dokunma duyusuyla -emme,öpme,- birleşirse doyuma ulaşır." Öte yandan, bilimsel araştırmalar sonucu tuz ve proteinden amino asitlere karbonhidrattan fosfora kadar burada ne varsa, hepsinin oranları kesinkes belirlenmiştir. Kaldı ki, miligramla sınırlı olan peltemsi bir sıvıda fosforun C vitamininden fazla yahut az olması ne kadının, ne de erkeğin gururunu okşar.    

Fred With Tyres (Herb Ritts)


Fred With Tyres (1984, Herb Ritts)



Herb Ritts'in Lastikler ile Fred'i (1984) ilginç bir örnek teşkil ediyor bizim için: otomobil dünyasının eril yüzü. Tamirhane atmosferi, arabanın sunduğu cinselliğin özüdür burada. Gelişkin vücuduyla belden yukarısı çıplak Fred ise, phallusun metaforu olup, bu mekanın cinsellikle yüklü potansiyelini ima etmektedir hiç kuşkusuz. - kaslı bedeniyle mesleği için gereken güç sınırını aşan böyle bir delikanlı, koynuna girecek dişiye peşinen orgazm güvencesi verir.

Tamircinin dolu dizgin yaşamaya aday olduğu hayat, erkeklik duygularını tatmin eden uğraşıyla pekişirken, yatakta doruk noktasına ulaşacaktır. Fred, aldığı hazdan bıkabilir, ama verdiğinden asla -en azından, Ritts'in fotoğrafı sürekli bunu söylüyor bize.

Bu arada kollara dikkatli bakınca, ağır tekerlekleri elde tutmanın gerekçesini kolayca buluyoruz: güçlü damar sistemi, sağlıklı kan dolaşımının yanı sıra sorunsuz ereksiyonun teminatıdır aynı zamanda - kol gücüyle çalışmak zorunda kalan delikanlının yalnız vücudu değil, yeri geldiğinde kanla dolan orası da taş gibi serttir.

Fred, çelik kaslı vücuduyla, araba onarımının erkeklere mahsus olduğunu ima ederken, aslında kadınları tahrik edip, erkeklerin gururunu okşamaktadır - arabasını böyle birine emanet eden müşteri, erkekler arası dayanışmanın huzuruyla oradan ayrılır. Hız tutkusu (dinamizm, gençlik vb.) ve nesne olarak phallusu çağrıştıran otomobil, muhatablarıyla birlikte topyekun fallik mekanına çevirmiştir tamirhaneyi. Fred'le emin ellerdedir araba; çünkü, aynı cinsiyeti paylaşmaktan ötürü arabanın dostu, sürücünün sırdaşıdır.



*
Pusudaki Ten
Mehmet Ergüven'in Kitabından






Herb Ritts Nudes


Patrice (Mapplethorpe'un fotoğrafından)


Robert Mapplethorpe'un fotoğrafında - Patrice 1977-  deri kemer ve ceketle tamamlanan fileli donu, sol üst köşeden gelen güçlü ışıkla başrolde görüyoruz; ama biraz dikkatli bakınca, her şeyin penisi vurgulamak üzere düzenlendiği ortaya çıkıyor: ayrıntıyı bizim adımıza ait olduğu bütünden soyutlayan objektif, cinsel organı kendiliğinden fetişe çevirmiştir. Ancak bu olgu, varlığını ustaca gizleyen yananlamlara borçludur etkisini. Bir başka deyişle, penisin altını çizen düzenleme ilkesi, gücünü bu yananlamların gizlenerek vurgulanmasından almaktadır; tamamlayıcı öğelerin toplam etkisi, hizmetinde olduğu şeyi aştıkça geri plana çekilmektedir sanki - ve sonuçta her şey, penisin mevcudiyeti adına dip yüzeye dönüşmüştür artık.

Bu fotoğrafın büyüsü, kendi varlığı dışında hiçbir şeye hayat hakkı tanımayan penisin, sonuçta bunlara tek tek sahip çıkmasından kaynaklanıyor; görünmeyeni de görüyoruz, aa bu sadece onun görülmesine yardımcı oluyor neticede - tuhaf, açıklamakta zorlandığımız bir durum.

Sağ üst yarıda odaklanan görüntü, özellikle sıkılmış yumrukla beraber, vücudun geri kalan kısmı (duruş, verilen poz vb.) hakkında yeterince aydınlatıyor bizi. Besbelli: Genç adamın sol eli de aynı konumda, tıpkı hafifçe yana açılmış bacakların birbirini tekrarlaması gibi - bu ise, simetriyle güçlenen gizli bir anıtsallığa zemin hazırlıyor doğal olarak; erkeksi olanın abidevi gücü, önce bedende ortaya çıkmıştır. Böyle bir durumda penis, karşı cinsin imrendiği organ olmaktan öte, erki simgeleyen ayrıcalıklı bir uzuv, phallus'tur artık.



Patrice #2, New York, 1977



Mapplethorpe, 1960'lardan itibaren erkek cinselliğinin önde gelen fetiş nesneleri (deri ceket ve metal halkalı kemer) ile cinsel organın dolaysız birlikteliğini, genç kuşağın seks amblemine çevirmiştir burada. Öte yandan kasık nahiyesini kemere bırakan paçasız don (slip), işlevini paylaştığı ölçüde erotik fanteziyi doruk noktasına taşımaktadır.

Aslında kemer ile cinsel organ arasındaki ilişki, bu fotoğrafın ardında yatan kaygıyı açıkça ortaya koyar: Mapplethorpe, bir ayrıntılar ustası olarak kameranın başına geçtiğinde, hiçbir şeyi rastlantıya bırakmamıştır. Çift uçlu kemerin tokalar karşısındaki konumu, baştan sona sahnelenmiş bir küstahlığın (cüretkar davet) belgesidir. Nitekim, burada yapacağımız en ufak bir değişikliğin her şeyin alt üst olmasına yeter; estetize edilen erotizmde tesadüfe yer yoktur çünkü.

Özellikle, kemerin aşağıdaki parçasına bakınca, önemli bir ipucuyla karşılaşıyoruz: Mapplethorpe, soyunma işleminin düz bir hat üzerinde ilerleyişine resmen müdahale edip tersine çevirmiştir bunu; yani, önce açılan kemer (seni düzeceğim), daha sonra bağlanmıştır (beni fotoğraf ilgilendiriyor). Nitekim, kemerin her iki parçasındaki izde görüldüğü üzere, gündelik yaşamda son deliğe geçirilmektedir toka. Mapplethorpe'un modeli ise, çözdüğü kemerin alt parçasını ilk deliğe geçirmiştir. Böylece penis köküne doğru hafifçe düşen kayış, her şeye meydan okuyan bir kayıtsızlığı ima etmektedir sessizce. 

Bütün bunlar saçayağını deri ceket, kemer ve fileli donun oluşturduğu phallusophie temasını salt cinselliğe mahkum etmeksizin, bir başka düzleme kaydırır: Patrice, değişmekte olan bir yaşama üslubuna tanıklığın fotoğrafa özgü yeniden üretimidir.

Mapplethorpe'un fileli donu, şeklini aldığı organla, bundan ötesini bize bırakıyor!



*
Mehmet Ergüven'in Pusudaki Ten 
isimli kitabından alıntıdır.

Sel Yayınları LGBT Kitaplığı






Ayak & Don

Ayak

Ayak, özünde müstehcen bir organdır; bu nedenle fermuarın açılması, çorabın çıkarılması ile aynı paydayı bölüşüp, yerine göre biri öbürünü önceler sadece.

Ayakla aramızdaki mesafe, sosyal ilişkilerimizin de önemli bir göstergesidir aslında; resmi konuğun karşısına terlikle çıkmakta zorlanırken, çıplak ayakla karşıladığımız kişiyi yatağa davet edecek kadar yakın hissederiz kendimize.

Öte yandan, çıplak ayakla basılan zemin, her koşulda doğaya çağrıyı imler; yalınayak dolaşma, açık havaya çıkarılan davetiye, daha doğrusu erkekte sağlık ve gücün, kadında masumiyetin sembolüdür -erkek, toprağa basar, kadın ise uçuşur. Bu nedenle erkeğin ayağına kapanır, kadınınkini öperiz.


Don

Don, belli bir yeri örtmekle kalmaz; saklandığı organın şeklini alma potansiyeliyle imgelem gücümüzü kışkırtır. Hegel'in çağdaş giyim kültüründe eleştirdiği şey özellikle budur; kendi içkin ağırlığına göre özgürce dökülen kumaş, antik Yunan kültürünün bir ayrıcalığı olarak geçmişte kalmıştır. Estetik üzerine derslerini anımsayalım: "Eskilerin daha ideal kumaşlarıyla karşılaştırıldığında, günümüzde giysilerimizin kesimi sanatsal değildir ve yavandır. (...) Öte yandan, bizim modern elbisemize gelince, malzemenin bütünü yalnızca bir defalığına biçimlendirilmiş, kolların ve bacakların şekline uygun olacak biçimde kesilmiş ve dikilmiştir; öyle ki, elbisenin dökülme özgürlüğü artık pek mevcut değildir."

Aslında giysiyle karşılaştırıldığı zaman, donu ilginç kılan şey, sakladığını göstermesidir; don, bol da olsa, gizlediği organın kalıbını alma eğilimiyle, işlevini yitiren maskeyi anımsatır bize -maskede merak edip canlandırdığımız şey, burada görmeye bırakmıştır yerini. Maskeli yüze bakarken araya belli bir mesafe koyma imkanı olmasına karşın, külota bakmanın önkoşulu, önce bu mesafenin kaybıdır. Dolayısıyla külot bağlamında imgenin kışkırtılması, gizlenen görüntüyü tahayyül etmekten ziyade, görüntüyle gidereceğimiz tutkulu ilişkiyi imler.

Don, ister istemez, giz'in iptali üzerine kuruludur; oysa bedenin varlığına ilişkin bu giz, giyside tersine dönüp, Greimas'ın deyişiyle, vücudun "sonradan oluşturulmuş imgesini yansıtarak" ortaya çıkar; görünen, bu imgeye izafe edilendir sadece.

Donlu insan iki defa çıplaktır; çünkü yalnız soyunmayıp soyunmayı zamana yaymıştır -hem çıplak, hem de belirleyici son anın mutlak hakimi.

Gerçekte, kendisini önceleyen edimin seyri, donun yazgısını belirler: çık/arıl/mak -devam etmekte olan bir işlemin (soyunmak) son halkası. Öyle ki, resmiyet kazanmış don olarak mayo bile, gizliden gizliye bu fiilin tutsağı olmaya namzettir.  

Mehmet Ergüven

The Spirit of Charles Lindberg



"Ağlama canım, lütfen.
Sayıları çok az, asla yeterli değil ama bu dünyaya, en geniş ufka odaklanmış olarak gelen adamlar var. En uzak ufkun ötesine onlar hiç zorlanmadan bakabilir, henüz keşfedilmemiş o ülkeyi onlar görebilir: Biz buna gelecek diyoruz.
İşte bu sözler öylesi bir adamdan. Ben de yine öylesi bir adama adamak istiyorum:
Senin için Bill.
Charles Lindbergh'in büyük “Spirit”i tarihe geçmek üzere uçuyor. 
Bunlar da o sırada yazdığı satırlar:

“Bir saat içinde ineceğim. Tuhaf ama hiç acelem yok. Hiç uykum yok. Vücudumda bir ağrı da yok. Gece serin ve güvenli. Kokpitte sessizce oturmak ve şu biten uçuşun tadını çıkarmak istiyorum. Sanki nadir bir çiçeğin peşinde, bir dağa tırmanış mücadelesinden sonra, tam bulup elimi uzatacakken anlamışım gibi: Asıl mutluluk ve tatmin onu bulmaktadır, koparıp elde etmekte değil. Koparmak ve yok etmek aynı şey. Nerdeyse, Paris birkaç saat daha uzakta olsun istiyorum. İnmeye yazık. Gece bu kadar berrakken... Depomda böyle çok yakıt varken...”

Senin için Bill."

çeviri: Ümit Ünal
Orson Welles'ın son kısası

Orson Welles: Bir Amerikan Mitosu


Orson Welles çocuk yüzlü bir dev, dalları kuşlarla dolu büyük bir ağaç, ipini koparıp gül bahçesinde yatan bir köpek, çalışkan bir haylaz, akıllı bir soytarı, insandan kaçan bir hümanist,  sınıfta dalga geçen üstün bir öğrenci, işine geldiği zaman sarhoş gibi davranan bir taktik ustasıdır.

(Jean Cocteau)


Genel olarak dünyaya, özel olarak Birleşik Devletler'e, bölgesel olarak New York'a, özellikle tiyatroya, bu kadar titiz olmayalım, Hollywood'a kırk yedi yıl önce Orson Welles adında bir anka doğdu. Anka sözcüğünün çoğulu olmadığına dikkat ettiniz mi bilmiyorum: "ankalar" demek, gülünç değilse eğer, imkansızdır; "çok tek" demekle aynıdır bu. Bu sözcüğün niye çoğulu yoktur? Çok basit, çünkü anka tek bir kuştur; dünyanın başlangıcından beri yalnızca tek bir anka kuşu var olmuştur, yüzlerce, binlerce kez alevlerin içinden tek bir anka çıkmıştır. Truva yıkılıp yakıldığında tahta atın küllerinden bir ankanın uçtuğunu söylerler; efsanelere göre Roma'nın yandığı günlerde Neron bir anka besliyormuş; büyük Chicago yangınında, kavrulmuş mahkeme kayıtlarına sarmalanmış bir anka bulmuşlar. Dahası da var: bazı tarihçiler, birkaç arkeolog ve Kübalı profesör Apolonio, ateşi keşfedenin insan değil de anka olduğunu iddia ediyor.

Adı Orson soyadı Welles olan bizim ankamızın başarısızlıklar arasında tamamen yanmama ve her seferinde ortaya bir öncekinden daha güleryüzlü çıkma gibi bir şanssızlığı olmuştur. Şimdi hayatta olmayan dostu Richard Wright bile sevimli bir sitemle avutuyordu kendini: "Bir Orson Welles yeterlidir. İkisi kuşkusuz uygarlığın sonunu getirir."


1915 - 1985

Orson Welles Yurttaş Kane'le özdeşleşmeye o kadar yaklaştı ki birinden bahsetmeden öbüründen bahsetmek mümkün değil. Düşüncelerini çaldığımı itiraf edeceğim bir eleştirmen, hayatımdaki en etkili kişi ve tanıdığım en kötü arkadaş G. Cain galiba açıklamayı biliyor. Demişti ki: "Yurttaş Kane, insanın bir sanatçıdan sanatının kesin toplamı olarak bekleyebileceği bir başyapıttır, asla kariyerinin başlangıcı, ilk hareketi olarak değil.". Bir başka eleştirmen, F. Truffaut da "İnsan Yurttaş Kane'in yirmi beş yaşında bir adamın ilk yapıtı olduğunu anladığında kendi yapıtı hakkında biraz daha mütevazi olmalı" diyordu. Lanetlenmiş, hezeyan derecesinde övülmüş, inkar edilmiş, göklere çıkarılmış, yasaklanmış, tüketilmiş, eleştirilmiş, methedilmiş Yurttaş Kane, sinema tarihinde söyleyecek en çok şeyi olan filmlerden biridir. Tuhaf bir biçimde, dedikleri gibi bir yirminci yüzyıl mitosuna dönüşmüş olan yaratıcısıyla, Orson Welles'la mükemmelen değiştirilebilir.

G. Cabrera İnfante



Daha önce Yurttaş Kane'i izlemiş, ve ismini sıkça duymuş  
olmama rağmen Welles'ı en çok da Dava'yla keşfettim. Anladığım kadarıyla pek
 meşhur olan şarkısını da yeni işitiyorum: 



Indri

"... Orada, ağaçların tepesindeki bir indri.

Madagaskar'da bulunan en büyük lemurdur. Şu an sadece oraya oturmuş bizi seyrediyor. Buradaki lemur çok özel bir lemur. Bir adı var, David. Sir David Attenborough."

Wonders Of Life, Brian Cox
S01E03

Şeytanın Papazı

"Şeytanın Papazı, doğanın sakar, müsrif, budalaca denecek kadar
aşağı, korkunç derecede zalim işleri hakkında ne biçim bir kitap yazardı ama!"

Charles Darwin, 1856, Türlerin Kökeni'ne
başlamak üzere olduğu sıralarda



Başını dik tut, iki ayaklı insansı maymun. Köpekbalığı senden daha iyi yüzebilir, çita senden hızlı koşabilir, kuşlar senin yapamadığın şekilde uçabilir, Capuchin maymunu senden iyi tırmanabilir, fil senden güçlü olabilir; servi ağacı senden uzun ömürlü olabilir. Fakat sen hepsinden çok daha yüce armağanlara sahipsin: hepimize hayat veren insafsız zalimlikteki süreci anlama armağanı; aynı sürecin imalarına karşı iğrenme armağanı; öngörü armağanı (doğal seçilimin hatalarla dolu kısa vadeli yöntemlerine tamamen zıt bir armağan); ve kozmosun ta kendisini özümseme armağanı.

Bize eğitildiği ve özgürce düşünülmesine izin verildiği zaman evreni içindeki fiziksel kurallarıyla (ki bu fiziksel kurallar içinde Darwinci algoritma gömülüdür) modelleyebilecek yetenekte beyinler bahşedilmiştir. Darwin'in, Türlerin Kökeni'nin ünlü kapanış satırlarında söylediği gibi:

"Böylece, doğanın savaşından, kıtlıktan ve ölümden, kavrayabileceğimiz en yüce nesne yani gelişmiş hayvanlar oluşmaktadır. Başlangıçta birtakım güçlerin ya da bir ya da birkaç forma dönüştüğü bu yaşam görüşünde bir ihtişam var. Bu gezegen sabit yerçekimi yasalarına göre dönmekte iken öylesine basit bir başlangıçtan en güzel ve en harika biçimler evrimleşti ve evrimleşmekte."

Bu yaşam görüşünde, cahilliğin güvenlik şemsiyesinin altında kasvetli ve soğuk gözükebilirse de, sadece ihtişamdan fazlası vardır. Anlayışın sert rüzgarına karşı dik durmakla edinilecek derin bir yeniden canlanma vardır: Yeats'ın şiirindeki gibi "Yıldızlı yollar boyunca esen rüzgarlar". Başka bir makalede, öğrencilerine "tehlikeli yaşamayı" öneren ilham verici öğretmen F.W. Anderson'dan alıntı yaptım:

Yanan, heyecanlı, anarşik, devrimci, enerjik, çılgın ve Dionysosçu ateşle ve ağzına kadar müthiş yaratma arzusu ile dolu. İşte emniyet ve mutluluğu, büyüme ve mutluluk için riske atan insanın hayatı böyledir.

Emniyet ve mutluluk, basit cevaplarla ve rahatlamalarla tatmin olmak, sıcak ve rahat bir yalanla yaşamak anlamına gelir. Olgunlaşmış olan Şeytan'ın Papazı'nın öne sürdüğü şeytani alternatif risklidir. Muhtemelen bu rahatlatıcı yanılsamaları kaybedersiniz: inanç isimli emziği sonsuza kadar ememezsiniz. Bu riske karşılık, muhtemelen 'büyüme ve mutluluk' kazanabilir, büyüdüğünüzü bilmenin keyfini alabilir; yaşamın ne anlama geldiğini, geçici olduğunu ve bu nedenle de daha kıymetli olduğunu cesaretle karşılarsınız.
 

Şeytan'ın Papazı
http://www.youtube.com/watch?v=D5MrGxubcdE

ISIDORE




Geceleri deniz kıyısına gitme alışkanlığı edindim. Kıyıya dizilmiş balıkçı teknelerinin ışığı yanıp sönerdi. Deniz feneri, yıldızların arasında yer değiştiren bir yörüngeydi. Gözlerimi kapattığım bu deniz görünümü kafamın içindeydi, bir şişenin içindeki tekne gibi. Bunu yapmaya devam edersen, dedim kendi kendime, Tanrı olursun. Bir zamanlar evreni içselleştirmeyi başarmıştın, senin bununla orantılı genişlemenin kozmik bir bilince gereksinimi vardı. Böylece gizemli göz, evreni bir çocuğun mavi bilyesinin -bir ışık ışınının üzerinde dengelenmiş cam topun- saydamlığında görebilirdi.

Kumsal benim düşsel krallığımdı. Kendimi dünyanın kıyısında oturmuş, başımı dizlerime dayamış, dalgaların sesini dinleyen, tek başına, yalnız bir kral olarak düşünüyordum. Her şey benim bilincim sayesinde var oluyordu. Ben boşlukta filiz vermiş bir tohumdum, Baudelaire'in Les Flaurs du Mal'ini biliyordum, Mickiewicz'in, Byron'un, Musset'nin yapıtlarını, Poe'nun türettiği psikolojik cehennemleri biliyordum. Kendimi Baudeleare'in Le Voyage'ında haritaları ve pullarıyla gaz lambasının başında oturan çocuk olarak görüyordum, ancak benim erken gelişmişliğim evrenin uçsuz bucaksızlığına şaşmaktan çok evreni keşfetmenin insana önceden bilinebilirlik duygusunun ötesinde bir şey vermediğimi fark etmenin can sıkıntısına izin veriyordu. Şiirin yörüngesini tamamlamıştım, sonuçlarına katlanıyordum: "Bilinen dünyanın ötesinde yeni olanı aramak."

Kendi yansımama dalmış halde oturduysam, bilgiye ulaşmanın tek yolunun tikeli büyüteç altına koymak olduğuna inandığım için yaptım bunu.

Gençliğim erken olgunlaşmışlığın ateşiyle yanıyordu. Montevideo'da meydanın tam ortasında dururken ayaklarımın yerden kesildiğini, güçlü bir rüzgarın beni şimdinin sınırlarının ötesine taşıyıp asla görmeyeceğim, yaşamayacağım bir çağa bıraktığını hissediyordum.


Jeremy Reed'in
 romanından "Isidore"
  

Isidore - Lautreamont



"Ama, yakınmıyorum. Yaşamı bir yara gibi karşıladım, ve intiharın yarayı iyileştirmesini yasakladım. İsterim ki,sonsuzluğun her anında bu açık çatlağı görsün yaratıcı."


Ducasse'ın son anları bizce bilinmemektedir. Bilinemezlerdi, çünkü ancak tek gerçeği gösteren bu bilgisizlik içinde görünebilirlerdi. Bu son saatlerin entrikası neydi? Napolyon otoritesinin gülünç görünümü altında, herkesin aklının yüce bir cisimleşmesi olan yasa, ona el kaldırdı mı? Egemenliğinin son bir devinimi içinde Maldoror Şarkıları'nda verdiği sözden döndü mü: "Hiçbir zaman kendi yaşamına suikastte bulunmamak?" Bu, o zaman anlamı olan bir söz vermeydi çünkü o zamanlar intihar, karanlıkların girişimiydi, ama bugün aydınlıklarınkidir ve kim karşı koymak ister, günün böyle bir çağrısına? Ya da, baştan başa, alınyazısını yazınla bağdaştıran, aşırmayla başkasının söz söyleme yeteneği içinde kaybolmayı önceden denemiş olan o, şimdi eskiden hemen hemen yok olan elinin, hem Maldoror'un hem kendisinin başlangıcını gösteren "Plut au ciel" yazmayı başardığı beşinci kattaki odada, artık bu kez ne uğultunun, ne gölgenin, ne sıkıntının, ne kötü düşüncenin bulunduğu aynı odada, bu kitabın önünde, her zaman "geleceğe ait", dinginliğe adanmış, sözcüklerde gerçekleşmek için yaşamının tek özsuyu olmayı isteyen bu dinginliğinin anlamını kavrayarak, acaba, aydınlığının en yukarısındayken son değişimini, tek gerçek olanı, bu anda ondan alçakgönüllülüğü ve hatta dinginliği yaratan değişimi çok güzel tanıyor mu?

Lautreamont'un sonu gerçekdışı bir şeyler saklıyor. Yasanın tek sözcüğüyle doğrulanmış, bayağılığa olabildiğince yaklaşan ölüm olayının  kısaca belirtilmesi içinde, "başka bilgi olmaksızın... öldü", yer almamak için gelmek gereksinmesini duymayan bu son, eksik gibi görünüyor. Lautreamont, çok garip bir biçimde silinen sonuyladır ki, sonsuza dek, kendisinin tek yüzü olan görünmenin bu görülemez biçimi oldu ve ölümün gizliliği içinde, sonunda herkesin gözüne kendini gösterdi, sanki böyle ışıklı bir yokluk içinde bulmuştu belki de ölümü, ama ölüm içinde de eksiksiz an'ı ve günün gerçeğini.

Maurice Blanchot 



***


Eudoxie Ducasse'ın Alvaro Guıllez Munoz'a verdiği fotoğraftan
Mendez Magarinos'un yaptığı tahta üzerine oyma Lautreamont
1972

***



Yeniyetmelik tavrı Şarkılar'ın oluşumunda önemli bir yer tutar. Lautreamont 24 Kasım 1870'te 24 yaşında ölmüştür. Bu genç yaşına karşın Lautreamont düzenin  nasıl işlediğini görecek olgunluktadır. "... Bir bireyden sonsuza dek acı çeken, uzlaşmaz, çıkış kapısından yoksun, akıl önünde her zaman düşünceden utanan bir varlık oluşturmak isteyen akılcı eğitim"in de farkındadır ve Maldoror'un Şarkıları' bu düzene karşı ufalama hareketine girişmiştir. Düzen'in lanetlileri Maldoror Şarkıları'nda hayat bulur. Tüm toplum dışı kişilikler adalet aramak üzere yola koyulmuştur. Bu yönüyle Maldoror başkaldırı'yı simgeler. Ama aynı zamanda konum değiştirme yoluyla Lautreamont, bu kişileri de düzenin kurbanı (Maldoror Şarkıları'nın iç düzeni) olmaktan (bile bile) kurtarmaz. "Yeniyetme'nin kanıyla beslen" (1. Şarkı) gibi dizeler "bir hıncın yeniyetme hıncının izleridir". Lautreamont bu hıncı dışa vurma yolu olarak şiddeti seçmiştir. Şiddet ve kötülük, bilincinde sonsuza dek sürecek bu iki öğe, şiirinin ana damarını oluşturur ve buradan hareketle akılcı toplumun adalet'i sorgulanır. "Maldoror yalancı değildir, zalim olduğunu açıkça söyler, gerçeği doğrular." (1. Şarkı) Bu noktada gerçeği doğrulamak, adalet denen düzen (devlet) aracına saldırmanın belirginleşmesidir. Maldoror yine de bir gün yeni bir insanın, yeni bir düzenin oluşacağı konusunda umutsuz değildir. Ancak kendisi hiçbir zaman değişmeyecektir, sonsuza kadar kendi bilincini koruyacaktır, savaşacağı (saldıracağı) şeylerin başında insan ve Yaratıcı gelir. Adalet'i kendisi sağlayacaktır çünkü insanlar, toplum ve Yaratıcı onu reddetmiştir.

Gaston Bachelard, Maldoror Şarkıları'nda hayvan yaşamına ait 400 belirti bulmuştur. Adı geçen hayvan sayısı ise 185'tir. Şiddetin ve saldırının somutlaştırılması hayvanlar aracılığıyla yapılmaktadır Lautreamont'da. Hayvanlık insanı ele geçirmektedir. Okuyucu da bu hayvanlık karşısında tepkisiz kalamaz. Düzene ve insan ruhuna (Lautreamont'un en önemli hedeflerinden birisi insandır çünkü ikiyüzlülük karşısında kendini sıkıştırılmış hisseder) bu saldırı, bir ele geçirme ya da değiştirme amacıyla değildir. Amaç saldırı'dır. Yaşamak için saldırmak söz konusu değildir, söz konusu olan saldırmak için yaşamaktır. Maldoror Şarkıları'nda savunma (dişi), saldırı (erkek) karşısında hiçbir zaman etkili olamıyor. Lautreamont'un şiirini belirleyen bu ilkellik, bazılarında bir ruh hastalığının izi olarak kabul ediliyor. Jean Pierre Soulier bu şiddet ve işkence sahnelerini (diri diri hayvanların içini açma, etleri kesme, parçalama, dağıtma zevki; kartal ejderhanın çırpınan kalbini gagasıyla oyuyor, Maldoror dudaklarını birleşme yerlerinden ayırıyor, genç bir kızın kolunu kloroform yardımıyla buduyor, Elseneur'un bileğini dilimliyor) şizofreniye yakalanmış bir yeniyetmenin anlatımı olarak görüyor. Maurice Blanchot ise tersine bu gibi şiddet anlatımlarını edebi bilincin fethinin izleri olarak görüyor. "Maldoror' Şarkıları aydınlığın eseri, aydınlık da Maldoror Şarkıları'nın eseridir".

Düzene karşı girişilen bu saldırı, yaşamın gerçekte, giydirilmek istenen akılcılık gömleğinden başka bir şey olduğunun farkına varma sonucunda başlamaktadır. Ve bize göre Lautreamont'a giydirilmeye çalışılan deli gömleği esasında onun akılcılık sultasını yerle bir etmesi karşısında paniğe kapılanlar tarafından kullanılan yeni bir yalıtma yöntemidir. Lautreamont'a deli diyerek, onun ortaya koyduğu belirlemeleri göstermemeye çalışmak, ikiyüzlü bir anlayışın ürünü olsa gerek.

Lautreamont'un bu şiddet anlatımı, nedenini belki de en iyi şu sözlerde kavrıyor: "Çocukluk sürecinden geçerek büyümek, kendisi de okul çağını yaşayan bir toplumun zorladığı bir rol ile kendi öz bilinci arasında insanlıkdışı bir çatışmaya mahkum edilmiş olmak anlamına geliyor." Kurumlara karşı giriştiği saldırılarla Lautreamont'un anlatımı belirginleşiyor. Blanchot bu saldırılarda yazarın kendi diliyle ve yaşadığı dönemin dili olan savaşımını ortaya koyduğunu söylüyor. Yadsımaya hiç gerek yok, Lautreamont'u ortaya çıkaran  içinde yaşadığı düzen ve değerler dizgesidir aynı zamanda. Zaten saldırılarındaki ve anlatımındaki görkemli taraf budur. Belki Isidore Ducasse okulda saçlarının kesilmesine izin vermiştir, ama Lautreamont saçlarına el bile sürdürtmüyor.

Levent Yılmaz  

RİMBAUD (John Zorn)