Geceleri deniz kıyısına gitme alışkanlığı edindim. Kıyıya dizilmiş balıkçı teknelerinin ışığı yanıp sönerdi. Deniz feneri, yıldızların arasında yer değiştiren bir yörüngeydi. Gözlerimi kapattığım bu deniz görünümü kafamın içindeydi, bir şişenin içindeki tekne gibi. Bunu yapmaya devam edersen, dedim kendi kendime, Tanrı olursun. Bir zamanlar evreni içselleştirmeyi başarmıştın, senin bununla orantılı genişlemenin kozmik bir bilince gereksinimi vardı. Böylece gizemli göz, evreni bir çocuğun mavi bilyesinin -bir ışık ışınının üzerinde dengelenmiş cam topun- saydamlığında görebilirdi.
Kumsal benim düşsel krallığımdı. Kendimi dünyanın kıyısında oturmuş, başımı dizlerime dayamış, dalgaların sesini dinleyen, tek başına, yalnız bir kral olarak düşünüyordum. Her şey benim bilincim sayesinde var oluyordu. Ben boşlukta filiz vermiş bir tohumdum, Baudelaire'in Les Flaurs du Mal'ini biliyordum, Mickiewicz'in, Byron'un, Musset'nin yapıtlarını, Poe'nun türettiği psikolojik cehennemleri biliyordum. Kendimi Baudeleare'in Le Voyage'ında haritaları ve pullarıyla gaz lambasının başında oturan çocuk olarak görüyordum, ancak benim erken gelişmişliğim evrenin uçsuz bucaksızlığına şaşmaktan çok evreni keşfetmenin insana önceden bilinebilirlik duygusunun ötesinde bir şey vermediğimi fark etmenin can sıkıntısına izin veriyordu. Şiirin yörüngesini tamamlamıştım, sonuçlarına katlanıyordum: "Bilinen dünyanın ötesinde yeni olanı aramak."
Kendi yansımama dalmış halde oturduysam, bilgiye ulaşmanın tek yolunun tikeli büyüteç altına koymak olduğuna inandığım için yaptım bunu.
Gençliğim erken olgunlaşmışlığın ateşiyle yanıyordu. Montevideo'da meydanın tam ortasında dururken ayaklarımın yerden kesildiğini, güçlü bir rüzgarın beni şimdinin sınırlarının ötesine taşıyıp asla görmeyeceğim, yaşamayacağım bir çağa bıraktığını hissediyordum.
Jeremy Reed'in
romanından "Isidore"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder