Sex, Death and The Meaning of Life (2012, Richard Dawkins)

Hepimiz öleceğiz.

Yalnızca bunun ne zaman ve nasıl olacağını bilmiyoruz. Birdenbire, öylece bitiverecekse, yaşamın anlamı nedir ki? Gün geçtikçe daha fazla insan bir tanrı olmadığını fark ediyor. Ama dini değerler yaşamlarımıza yüzlerce yıl boyunca yön verdi ve üzerimizde halâ bir etkiye sahip. Ölüm karşısında huzur bulmak için, doğruyu yanlıştan ayırmak için veya kayıtsız ve umursamaz bir evren karşısında anlam bulmak için.

Eğer tanrı yoksa, hayatın anlamı nedir?

 Tarihteki en büyük zihinlerden bazıları hepimizin yüzleştiği o nihai soruyu cevaplamak için depresyonlar atlattı, hattâ intiharı bile düşündü:

"Ne anlamı var?"

Birçok insana göre, eğer bir tanrı yoksa hiçbir şeyin anlamı yok. Yaptığım konuşmalardan sonra bana en sık sorulan sorulardan birisi: "Sabahları kalkmaya neden zahmet ediyorsunuz?"


Bu film, benim bu soruyu yanıtlama girişimimdir.


DAWKINS: SEKS, ÖLÜM VE
HAYATIN ANLAMI





Birçok İngiliz çocuğu gibi, ben de Hıristiyan okullarına gönderildim... ve 13 yaşımdayken İngiliz Kilisesi'ne kabul edildim. Hıristiyan tanrısına inanırdım. Birkaç yıl sonra ise, bunun gerçek olmadığını fark ettim. Tanrı diye bir şey yoktu. Orada hiçbir şey yoktu. Bu deneyimi birçok insan yaşıyor ve farklı insanlar buna çok farklı biçimlerde tepki veriyor. Tanrısız bir yaşamla karşılaşıldığında verilebilecek en tuhaf tepkilerden biri, büyük Rus romancı Lev Tolstoy'dan gelmiştir. Benim gibi, Tolstoy da bir Hristiyan olarak yetiştirildi ve genç yaşta inancını kaybetti. "Savaş ve Barış" ve "Anna Karenina" gibi romanları sayesinde bir serveti, ailesi ve şöhreti vardı. Ama kırklı yaşlarının sonlarında, her şeyi sorgulamaya başladı. Tolstoy çaresizlik içinde, intihara uzanabilecek bir depresyon uçurumunun kenarında duruyordu. Ona böylesine azap çektiren şeye cevap bulamıyordu.

"Neden yaşıyorum? Hayatımda, ölümün kaçınılmazlığının yok edemeyeceği herhangi bir anlam var mı?"

Umutsuzca, yaşamın daha büyük bir amacının olduğuna inanmak isteyen Tolstoy bir umutla felsefeye ve bilime koştu, ama acısı daha da derinleşti.

"Sen sadece, parçacıkların geçici ve tesadüfi bir birikimisin. Sen, bir şeylerin rastgele bir araya gelmesinden oluşan bir yığınsın." 

Nihayet, Tolstoy bir yanıt buldu ve uçurumun kenarından geriye çekildi. Ruhani inziva ve adanmışlık. Tolstoy'un anlamsızlık tehdidine verdiği cevap geri gidip, Tanrı'yı bilinçli olarak kucaklamaktı.

"Tanrı gerçekten var. Bunu yalnızca bir an için fark ettim ve yaşamanın olasılığını ve keyfini hissettim."

"Tanrı'ya olan inancıma geri döndüm. Artık onsuz yaşayamayacağımı biliyordum."

Artık yaşlanmış olan Tolstoy bir Hristiyan cemaatine liderlik etmek için kendini toplumdan soyutladı.











Ama ben, bir insanın kendisini ruhani bir yaşama adayarak, anlama ve memnuniyete ulaşıp ulaşamayacağını öğrenmek istiyorum. Ben Tanrı'ya inanmıyorum tabii; ama Tolstoy'un içinde bulunduğu açmazı anlayabiliyorum. Yalnızca, kendini bu şekilde inzivaya kapatmanın hayata nasıl anlam "katabileceğini" anlamıyorum. Belki de daha iyi olan yaklaşım hayatın belirsizliklerini benimsemek ve biraz risk almaktır. Tarihteki en büyük dehalardan birçoğu, Tanrı'nın var olmaması halinde yaşamın bir anlamı olmayacağı fikriyle cebelleşti. Buna en iç karartıcı tepkilerden birini Graham Greene verdi. Greene 20. yüzyılın en büyük Katolik yazarlarından birisi haline geldi. Ama gençliğinde bir agnostikti. Ayrıca pervasızdı ve her şeyden çok sıkılıyordu. "Can sıkıntısına karşı savaş" adını verdiği bir mücadeleye girişti ve bunu da şaşırtıcı ve tehlikeli bir noktaya kadar götürdü.
Greene 86 yaşına kadar yaşadı ama istatistiksel olarak 19'undan sonrasını görmemiş olmalıydı.

"Ağabeyimle paylaştığım yatak odasındaki çam ağacından yapılma büfenin çekmecesinde duran tabancayı bulduğum günü daha dün gibi hatırlıyorum. 1923 yılı sonbaharının başlarıydı.Silahı gizlice cebime attım ve sonrasında hatırladığım ilk şey, Berkhamstead Meydanı'ndan Ashridge Beaches'a doğru indiğimdi."


Greene o sıralar Rusya İç Savaşı'ndaki askerlerle ilgili bir kitap okuyordu. Cepheden uzak olduklarında can sıkıntısından kurtulmak isteyen askerler tehlikeli oyunlar icat etmişti.


"Adli tabipler ne derse desin; bu bir intihar değildi. Bir adli soruşturmaya karşı beşte bir şansa sahip olduğunuz bir kumardı. Hazneye bir mermi sürdüm ve silahı arkamda tutarak hazneyi çevirdim. Silahın namlusunu sağ kulağıma doğrulttum. Küçük bir 'klik' sesi geldi ve silaha baktığımda merminin bir sonraki hazneye geldiğini gördüm. Tek atışla kaçırmıştım."




Graham Greene şans eseri hayatta kalmıştı. Tetiği çektiğinde oluşacak sonuçlar üzerinde hiçbir kontrolü yoktu. Greene'in yaptığı şey kesinlikle çılgıncaydı. Ne kadar sıkılırsam sıkılayım, asla hayatımı bu şekilde şansa emanet etmezdim. Ama gerçek şu ki, hayatımız üzerinde, düşünmeyi istediğimizden çok daha az kontrole sahibiz.

Ateistler Tanrı inancından vazgeçmiş olabilir ama "her şeyin bir sebebi vardır" fikrine tutunmak tamamen insani bir duygudur. İnsan yaşamındaki ve genel olarak evrendeki şans ve şanssızlığa baktığınızda hiçbir örüntü olmadığını görürsünüz. İnsanlara bağlı hiçbir örüntü yoktur. Örüntüler tamamen fizik yasalarına bağlıdır. Evren tam da hiçbir planın, tasarımın ve hedefin olmadığı bir evrende olmasını beklediğimiz özelliklere sahiptir. Sadece doğanın kör, kayıtsız kuvvetleri vardır.
Siz de Graham Green gibi, yaşamı bir şans oyunu olarak görüyor ve ipleri elinde tutan,
sizin için planlar yapan bir Tanrı olmadığına inanıyorsanız neden sadece oyunu, "Hayat" dediğimiz o büyük kumar oyununu oynamakla yetinmeyesiniz ki? Belki de dinlerin evrilmiş olmasının bir sebebi de budur. Kaosun içinde bir anlam ve düzen bulmaya dair umutsuz arzularımızı tatmin ederler. Genç Graham Greene en büyük şans oyunu olan Rus ruletini oynarken birçoğumuzun gözden kaçırdığı gerçeği fark etmeyi başardı:


"Hiçbir örüntü yoktur."


Üzerinde hiçbir kontrolümüz yok. Greene şansını denedi ve kendi deyimiyle, "adrenalin tutkusu geçene kadar" 5 kez daha tetiği çekti. Greene'in yaptığı çılgınca gelebilir ama katı bir mantık da içerir.


"Kontrolü eline al. Ölümle dans et.
Nasılsa öleceksin."


Ne mutlu Greene'e ki, şans ondan yanaydı. Greene daha sonra Katolik mezhebine geçti ama Rus ruletinin bir çeşidi hayatında kaldı. Bir gazeteci ve casus olan Greene, çeşitli savaş bölgelerinde bulunarak hayatını riske attı.

"Pusuya düşürülme korkusu, sıkıntıya karşı verdiğim ömürlük savaşımda, en az köşedeki büfede duran tabanca kadar etkili oldu."

Tolstoy anlamı, kendisini tecrit etmekte buldu. Greene ise bunun tam tersini yaptı. Ama sırada ele alacağım büyük zihin, akla gelebilecek en anlamsız uğraş yoluyla anlam arayışına girmişti.




Her geçen gün daha da fazla insan, Tanrı'ya veya ölümden sonraki hayata inanmıyor. Yaşar ve sonra da ölürüz ve hepsi bundan ibarettir. Şans eseri doğarız ve yaşamlarımız da şansa dayalı olaylar tarafından şekillendirilir. Bunun birçok insan için sindirilmesi zor bir gerçek olduğunu biliyorum; özellikle de hayatlarını hâlâ dini inançlarına göre yaşayanlar için. Birçok insan tamamen fiziksel bir evrenin gerçekliğini kabullenmek için çabalamıştır. Öyleyse, hayatın anlamını nasıl bulabiliriz? II. Dünya Savaşı insanın kötülüğe yatkınlığının boyutunu açıkça ortaya koydu. Paris'te Albert Camus gibi filozoflar kafelerde buluşarak bu gaddarlığa anlam vermeye çalıştı.

"İlahi değerlere başvurmuyorsanız, hayatın bir anlamı olup olmadığını merak etmeniz mantıklı ve gereklidir."

Camus kendi tabiriyle "absürd (saçma) olanla" ilgileniyordu; hayatımıza değer vermemiz için bir anlamı olması gerektiğini, ama bize hiçbir anlam sunmayan bir dünyada yaşadığımızı düşünüyordu. Tolstoy ve Graham Greene'in aksine, Camus dinin, aradığı anlamı sunabilecek bir kaynak olduğunu reddetti. İlhamını başka bir mitte buldu: Eski Yunan tanrılarının lanetlediği bir adamın hikayesinde.
Camus Sisifos'un mitosuyla kendisini avuttu. Bu mitosa göre, Sisifos bütün hayatını bir kayayı dağın tepesine, sonra da aşağıya yuvarlamaya çalışmakla cezalandırılmıştı... ve bu da sonsuza kadar devam edecekti. Camus'ya göre, en yararsız ve tekrarlanan görevleri bile kabullenmek ve onlardan vazgeçmemek, kendi içinde bir değere sahipti. 

"Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insanın yüreğini doldurmaya yeter. Sisifos'un mutlu olduğunu düşünmeliyiz."


Camus bu fikirde teselli buluyordu. Çünkü dağın en altına inip, kayayı oradan tekrar yukarı yuvarlayan Sisifos, hiç değilse 'bir şey yapmış' oluyordu. Ama yararsız işlerde gerçekten de anlam bulabilir miyiz?





Mücadelede anlam bulabiliriz ama kendi mücadelemizdeki kendi anlamımızı tanımlamamız gerekir. Bu anlam, tanrıların veya otoritelerin emirleri ya da tesadüfen içine doğduğumuz koşullar tarafından belirlenmemelidir. Anlamın öznel olduğunu; herkesin hemfikir olmayabileceği kişisel bir şey olduğunu düşünüyorum. Ama bu durum bencilliğe veya sadece kendimizle ilgilenmeye davetiye çıkarmamalıdır.

Ele aldığımız Tolstoy, Greene ve Camus gibi büyük dehaların hepsi de tarihin çok dindar dönemlerinde öne çıkmıştır. Fakat artık bugüne kadar olmadığı kadar fazla sayıda kişinin ateist olduğu bir dönemdeyiz; en azından Batı'da durum böyle. Peki, Tanrı'nın etkisini nihayet üzerimizden attığımız bu günlerde, aradığımız anlamı nerelerde buluruz? Tanrısız bir dünyada, "hayatın anlamı nedir?" sorusunun tek ve basit bir cevabı olmadığını gördük. Anlam, kendi kendimize oluşturmamız gereken bir şeydir. Hayatın karşımıza çıkardığı fırsat ve mücadelelerden, kendi anlamımızı kendimiz yaratmalıyız; bu bazen gelenekleri reddetmeyi gerektirse bile.

Dindar kişiler, Ricky Gervais ve benim gibi inançsızların tanrısız bir varoluşta anlam ve amaç bulmamıza çok şaşırdıklarını söylüyorlar. Ama bana göre, dünya anlamla dolup taşıyor. Kendi hayatımıza anlam katmak bize bağlıdır. Bunu işimiz, ilişkilerimiz, tutkularımız yoluyla yapabiliriz ve bence bir yolu daha var:

Kim olduğumuzu anlayarak ve neden burada bulunduğumuzu anlamaya çalışarak.


Doğduğumuz için şanslıyız. Sadece burada olmakla bile piyangoyu kazanmış sayılırız. Sizin özgün kimliğiniz, tek bir cinsel birleşmede, yüzlerce milyon sperm arasından belli bir yumurtayı dölleyen tek bir spermin eseri. Aynı talih, yaşamın başlangıcına kadarki bütün atalarınızın bütün nesillerinden yana olmuş olmalıdır. Üstelik bu çağda doğmuş olduğumuz için de ayrıca şanslıyız. Elimizin altında duran ve ancak bilimin bize şimdiye kadar sunduğu anlayış sayesinde mümkün hale gelen öyle çok şey var ki.
Sadece benim ömrüm boyunca bile ne kadar yol katettiğimize bir bakın. Hayat kurtaran ilaçlara, süper-bilgisayarlara ve internete sahibiz. Hiç olmadığı kadar hızlı bir şekilde daha uzaklara, yükseğe ve derine seyahat edebiliyoruz. Olasılık sınırlarını sürekli zorluyoruz. Önümüzde daha nelerin olduğunu bir hayal edin! 4 milyarlar yıllık evrim sürecine etki eden fizik kuralları tarafından yaratıldık. Evreni görmek ve onun içinde nasıl var olabildiğimizi anlamak için, kısacık bir yaşam penceresine sahibiz.
Acılar karşısında bulduğumuz gerçekler bizi her zaman rahatlatmayabilir ama kendine has bir görkemi vardır. İşte, "Sabahları kalkmaya neden zahmet ediyorsun?" diye soranlara benim verdiğim cevap bu oluyor.


Richard Dawkins

1 yorum: