Fransız Devrimi tek büyük yazar çıkarmıştır, denilir, onu da kabul etmedi: Sade. Sovyet devrimi şairlerini sevmedi: Alkol, intihar, çalışma kampları. Cumhuriyetimiz en radikal yazarlarına fanus geçirdi: Nazım Hikmet, Oğuz Atay, Leyla Erbil. Coca Cola'lı, home computer'lı, sekiz silindirli Amerika tek dehasını hazmedemedi. Orson Welles'i durmadan nükseden bir çıban sandı, oysa dinlenen bir yanardağdı.
Aslında Amerikalılara hak vermemek elde değil. Rüştünü yeni ispat etmiş bir çocuk, tek bir radyo programıyla hepsini sokağa dökmüş ve toplumsal paranoyanın varlığını somutlayabilmişse, onu frenlemek gerekirdi. Üstelik bir fırsat daha verildi kendisine, Onu da kötüye kullanıp sinema tarihinin en iyi filmini yaptı: 1949
Yaygın kanı, ehlileşmiş olmasa bile, Orson Welles'in bir daha doruklarda gezemediği yolundadır. Eleştirmenlere, sinema tarihçilerine bakılacak olursa; yönetmen olarak bir daha Yurttaş Kane'in hizasına ulaşamamış, oyuncu olarak 'gövdesini gezdirmiş', tiyatroda ve televizyonda biraz muppet show'laşmış, kısacası, Swift'in deyimiyle 'bir sabun gibi ufalarak sürdürmüştür hayatını'.
The Trial. 1962, Orson Welles |
Yaygın kanıları pek sevmem ben, onun için de bu filmin "öteki" seyircilerindenim. Tiyatro çalışmalarını, radyo ve televizyon izlencesini uzaktan olsun tanıyamadım gerçi, ama 1950 sonrasında yönettiği ve oynadığı filmleri gördüm, yazıları ve söyleşi metinlerini okudum, şarkısını dinledim. Orson Welles taşkın bir beyin, müthiş bir surat ve alabildiğine estetik bir gövde olmanın dışında, biricik bir ruhtu.
Othello'yu özellikle de Dava'yı düşünüyorum: Sinemada en zorlu olanı, uyarlamayı, inanılması bile güç bir boyutta gerçekleştirdiğine, Kafka'yı da Shakespeare gibi sinemacı kıldığına inanıyorum, kim ne derse desin. Jeanne Moreau ile Anthony Perkins'in bir bavulla yan yana yamaca tırmandıkları o "sinema tarihinin en uzun yan kaydırması"nın oluşturduğu sahne, mahkeme kapıları ve salonu, K.nın çalıştığı büronun estetik iskeleti, ressamın atölyesine çıkan merdivenin tahta basamaklarının arasından sızan tehdit edici huzmeler, bir odada kıstırılmış bekleyen Akim Tamiroff, hepsinin ötesinde de kendisi. Profilden muhteşem Welles. Bir dışavurumcu sinema güldestesi. Bundan da fazla! Son çeyrek yüzyılın en iyi anlatılmış filmlerinden biri, tekrarlıyorum, kim ne derse desin.
Dava'dan bir sahne
Sinema, bir yanıyla da aile albümümüzdür. Eskiden insanlar, ne yaparlarmış bilmiyorum ama biz film seyrediyoruz durmadan: Ortalama iki bin film, kırk bin oyuncu, bir ömrün tam altı ayı geçiyor ekran önünde. Sevdalılar için çok daha yüksek rakamlar. Kimler yer alıyor bu albümde? Bir aileden kaç kuşak, kaç hısım, hangi çevrelerden ve yaş dilimlerinden kaç tanış, arkadaş, sevgili, dost? Önden ve profilden vesikalık fotoğraflar, boy fotoğrafları. Objektife bakıyorlar, bakmıyorlarmış gibi yapıyorlar, onun farkında değiller - seyrek de olsa. Objektif onların farkında değil.
Orson Welles bu ailenin deli fişek, serseri mayın, kalender abdal bir üyesidir. Hiçbirimizin görmediği ülkelerden göndermiş olduğu fotoğrafları var albümümüzde. Objektifin arkasındaymış, önündeymiş uzun uzadıya bir önemi yoktu onun için nerede durduğunun. Biliyordu ki göz'dü o, gözümüzün ta kendisi: Görüyorum, öyleyse varım. Bizden sonrakilerin en fazla merak edeceği insanlardan biri olacak Orson Welles: Kimdi, nasıl yaptı yaptıklarını, neden yaptıklarını yapması istenmedi, bunu Amerikalılar bile anlayacak.
Ve Sinema 1986,
Enis Batur
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder