Sisyphos'un Kayası

Babamın eski, tozlu kitaplığındaki hiçbir kitap yasak değildi. Ama gene de çocukluğumda hiç kimsenin oradan bir kitap aldığını görmedim. Çoğu - kapsamlı bir uygarlık tarihi, batı edebiyatına ait cilt cilt büyük eserler ve şimdi hatırlayamadığım diğerleri- zamanla aşağıya doğru bel veren raflara kaynamış gibi görünen kalın ciltli, kocaman kitaplardı. Ama en üst rafta ara sıra gözümün takıldığı ince bir kitap vardı. Sanki devler ülkesindeki Gulliver gibi yerine yabancı dururdu. Şimdi düşününce o kitaba göz atmak için neden o kadar bekledim, bilmiyorum. Belki de yıllar içinde, kitaplar okunmak için yapılmış nesneler değil de, uzaktan bakılan aile yadigarı eşyalar gibi görünmeye başlamıştı. Sonunda o saygı yerini bir yeniyetme düşüncesizliğine bıraktı. Kitaba uzandım, tozlarını silkeledim ve birinci sayfayı açtım. İlk satırlar, en hafifinden ürkütücüydü:

  "Gerçekten felsefi olan yalnızca bir sorun vardır, o da intihardır." diye başlıyordu metin, irkildim. "Dünyanın üç boyutu olup olmadığı veya zihinde dokuz kategori mi yoksa on iki kategorimi olduğu daha sonra gelir." diye sürüyordu. 

Metne göre böylesi sorular insanlığın oynadığı oyunun bir parçasıydı, ama ancak o tek gerçek konu yerli yerine oturtulduktan sonra üzerlerinde düşünülmeyi hak ediyorlardı. Kitap Sisyphos Söyleni idi. Cezayir doğumlu, Nobel Edebiyat Ödülü nü kazanmış bir düşünür olan Albert Camus tarafından yazılmıştı. Bir an sonra bu buz gibi sözler kavrayışın sıcaklığı altında eridi. Tabii, öyle ya, diye düşündüm, isterseniz çıkmaz ayın son çarşambasına kadar şu konu üzerinde düşünüp bu konuyu analiz edebilirsiniz, ama asıl soru, düşüncelerinizin veya analizlerinizin sizi hayatın yaşanmaya değer olduğuna ikna edip edememesidir. Her şeyin gelip dayandığı nokta budur. Geri kalan her şey ayrıntıdır.

Camus'nün kitabıyla şans eseri karşılaşmam, kolayca etki altında kaldığım bir döneme rastlamış olmalı, çünkü onun bu sözleri okuduğum her şeyden daha çok aklımda kaldı. Zaman zaman, karşılaştığım, adlarını duyduğum, televizyonda gördüğüm çeşitli insanlar bu en temel soruyu nasıl cevaplardı diye düşünürdüm. Geriye baktığımda, aslında, kitaptaki bilimsel ilerlemeye ilişkin ikinci iddianın benim için özellikle önemli olduğunu fark ediyorum. Camus, evrenin yapısının anlaşılmasının değerli olduğunu kabul ediyordu, ama anlayabildiğim kadarıyla, bu kavrayışın, hayatın yaşamaya değer olup olmadığı konusundaki değerlendirmemizi değiştirebileceği olasılığını reddediyordu. Tabii benim ilk gençliğimde varoluşçu felsefe okumam, Bart Simpson'ın romantik dönem şiirleri okuması gibiydi, ama yine de Camus'nün vardığı sonuç bana pek doğru gelmemişti. Tutkulu bir fizikçi adayı olarak bana göre, hayatı bilgiye dayanarak değerlendirebilmek için önce hayatın yaşandığı alanı, yani evreni tam olarak anlamak gerekirdi. Türümüz eğer yer altındaki kayalara oyulmuş mağaralarda yaşasaydı ve daha yerkürenin yüzeyini, parlak güneş ışığını, okyanus rüzgarlarını ve uzaklardaki yıldızları keşfetmemiş olsaydı veya evrim farklı bir yol izlemiş olsaydı da dokunma duyumuz dışında hiçbir duyumuz gelişmemiş olsaydı, bildiğimiz her şey sadece çevremizdeki şeylere dokunarak öğrendiklerimizle sınırlı olsaydı veya zihinsel gelişimimiz çocukluğun ilk evrelerinde durmuş olsaydı da duygusal ve analitik yeteneklerimiz beş yaşındaki bir çocuğunki kadar olsaydı, kısaca deneyimlerimiz bize gerçekliğin çok eksik bir portresini sunsaydı hayatı değerlendirme biçimimiz tamamen farklı olurdu, diye düşündüğümü hatırlıyorum. Sonunda yeryüzüne çıktığımızda veya görmeye, işitmeye, tat ve koku almaya başladığımızda veya zihnimiz normaldeki gibi geliştiğinde hayata ve evrene topluluk olarak bakışımız mecburen kökten değişirdi. Çünkü gerçekliğe ilişkin önceki sınırlı kavrayışımız, bütün felsefi soruların en temeline çok farklı bir ışık tutmuş olurdu. 

Ama, ne var yani, diye sorabilirsiniz. Tabii ki aklı başında her değerlendirme, evren hakkında her şeyi -maddenin nasıl davrandığını veya hayatın nasıl işlediğini- anlamasak bile, doğanın tuvalini süsleyen betimleyici, geniş fırça darbelerinin sırrına ortak olduğumuz sonucuna varacaktır. Tabii ki Camus'nün ima ettiği gibi, fizikteki gelişmeler, örneğin uzay boyutlarının sayısının anlaşılması veya nörofizyolojideki gelişmeler, örneğin beynin düzeninin ve yapısının anlaşılması hatta diğer bütün bilimsel alanlardaki gelişmeler önemli ayrıntıları ortaya çıkarabilir, ama bütün bunların hayatı ve gerçekliği değerlendirişimiz üzerindeki etkisi en alt düzeyde olacaktır. Tabii ki gerçeklik, biz neyin gerçeklik olduğunu düşünüyorsak odur; gerçeklik bize kendini deneyimlerimiz yoluyla gösterir.

Gerçekliğe bu bakış, bir çoğumuz tarafından sorgulanmadan da olsa şu ya da bu ölçüde benimsenir. Benim kendimi günlük hayatta bu şekilde düşünürken bulduğum kesin; doğanın doğrudan duyularımıza gösterdiği yüzünün insanı kandırması kolaydır. Ama Camus'nün metniyle ilk karşılaşmamdan bu yana geçen yıllar içinde modern bilimin çok farklı bir öykü anlattığını öğrendim. Geçtiğimiz yüzyılda yapılan bilimsel araştırmalardan çıkan ana ders, insan deneyimlerinin, gerçekliğin gerçek doğasına ulaşma yolunda genelde yanıltıcı bir rehber olduğudur. Günlük hayatın yüzeyinin hemen altında hiç bilmediğimiz bir dünya var. Gizemli olaylara ve büyüye inananlar, astroloji düşkünleri, deneyimlerin ötesinde bir gerçeklikten bahseden dinsel ilkeleri benimseyenler, çok farklı perspektiflerden de olsa çoktan benzer bir sonuca ulaşmıştır. Ama benim aklımdaki bu değil. Ben, kozmik soğanı katman katman soyarak, her katmanda bir gizemi açığa çıkaran ve hem şaşırtıcı, tanıdık olmayan, heyecan verici, zarif ve hem de kimsenin beklediği gibi olmayan bir evreni ortaya çıkaran yaratıcı yenilikçilerin ve yorulmak bilmez araştırmacıların çalışmalarından söz ediyorum.

Bu ilerlemeler sadece birer ayrıntıdır. Fizikteki yeni buluşlar evreni kavrayışımızda köklü değişiklikler yapmamıza neden olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Yıllar önce olduğu gibi şimdi de Camus'nün, nihai soru olarak hayatın değerini seçmekte haklı olduğunu düşünüyorum; ama modern fiziğin kazandırdıkları, beni, hayatı günlük deneyimlerin merceğinden bakarak değerlendirmenin, bir Van Gogh tablosuna boş bir gazoz şişesinin dibinden bakmaktan farkı olmadığına ikna etti. Modernbilim, en temel algılarımız yoluyla elde ettiğimiz kanıtlara saldırı ardından saldırı gerçekleştirerek, bunların çoğunlukla yaşadığımız dünyaya ilişkin bulanık bir tahayyüle yol açtığını gösterdi. Bu nedenle Camus fizikle ilgili soruları ikincil olarak nitelediyse de, ben o soruların birincil olduğuna ikna oldum. Bana göre, fiziksel gerçeklik hem sahneyi belirliyor hem de Camus'nün sorusuyla baş etmek için gerekli ışıklandırmayı sağlıyor. Varoluşu modern fiziğin bize kazandırdıklarını benimsemeden değerlendirmeye çalışmak, karanlıkta bilinmeyen bir rakiple güreşmek gibi olurdu. Fiziksel gerçekliğin gerçek doğasını kavrayışımızı derinleştirerek, kendimize ilişkin algımızı ve evren hakkındaki deneyimlerimizi baştan düzenleyebiliriz.

Brian Greene
"Evrenin Dokusu"
sf. 3- 6

***

Songs of the Humpback Whale

fotoğraf: Sebastiao Salgado
müzik: Paul Winter

Sisyphos'u mutlu olarak tasarlamak gerekir


Sisifos Söyleni'ni her zaman çekici bulmuşumdur, bilimsel çabayı zaman zaman Sisifos'un ebedi vazifesine, bir kayayı bir dağın tepesine doğru iteleyip zirveye gelmeden onun düşüp gitmesini görmeye, sonra aynı işe yeniden başlamaya benzettiğim olur. Albert Camus'nün hayal ettiği gibi Sisifos gülümsüyordu, bizim de gülümsememiz gerekir. Bizim maceramız, sonuç ne olursa olsun kendi ödülünü sunuyor.

Lawrence M. Krauss
"Hiç Yoktan Bir Evren"



ORYANTASYON



Bu sonsuz uzayların ezeli sessizliği ürpertiyor beni.
Blaise Pascal



Buradasınız, yazıyor parktaki, tren istasyonundaki, alışveriş merkezindeki haritada; genellikle kırmızı bir ok, insanın içini rahatlatan kesinlikle bir yeri işaret ediyor. Ancak burası, tam olarak neresi? Bunu bir tek çocuklar biliyor ya da bildiklerini sanıyor. Okuduğum ilk kitaplardan birinin başındaki boş sayfaya, hepimizin kendi tarzında yaptığı gibi açık adresimi yazmıştım ben de epey kozmik olmuştu: Christopher Potter, 225 Rushgreen Yolu, Lymn, Cheshire, İngiltere, Birleşik Krallık, Dünya, Güneş Sistemi, Galaksi. Çocuksu el yazım, adresin her kısmının bir öncekinden daha büyük ve daha önemli olduğunu vurgulamak ister gibi gittikçe büyüyor, son bir gösterişli kıvrımla da bütün istikametlerin doruğuna varıyordu: evrenin ta kendisine, yani varolan her şeyin konumlanması gereken yere. 

Çocukken evrenin tuhaf bir yer olduğunu hemen anlayıveriyoruz. Ben de bazı geceler gözümü kırpmadan, evrenin sınırlarının ötesinde ne olduğunu hayal etmeye çalışırdım. Eğer evren varolan her şeyi içeriyorsa, o neyin içindeydi? Artık, bilim insanlarının söylediği gibi, görünür evrenin evrilen ve hiçbir şeyin içinde olmayan bir radyasyon bölgesi olduğunu biliyoruz. Ancak bu tanım, cevabını aldığımızı umduğumuz sorudan daha rahatsız edici ve çok daha fazla sayıda soru işareti doğuruyor; bu yüzden biz de evreni çabucak kutusuna koyup başka şeyler düşünmeye başlıyoruz.

Evren üzerine düşünmekten hoşlanmayız; çünkü her şeyi kapsayan enginlikten korkarız. Evren bizi bir zerreye indirger, boyutun önemli olduğu fikrinden kaçmamızı zorlaştırır. "Ruhani emeller bu şuursuz cüsse tarafından yutulup bir tür anlamsızlık kabusuna dönüşme tehdidi altında" diye yazmıştı Anglo-German bilgin Edward Conze (1904 - 1979). "Etrafımızda algıladığımız maddenin inanılmaz niceliği, içimizde algıladığımız ruhani kavrayışın o titrek, minik aleviyle karşılaştırıldığında; hayata dair materyalist bir bakış açısını epey kuvvetle destekliyor gibi." 

Eğer evrenle aşık atacaksak kaybedeceğimizi baştan bilmeliyiz.

Şu "hiç" fikri de bir o kadar dehşet verici. Bundan kısa bir süre önce hiçbirimiz hiç bir şey değildik, sonra bir şey olduk. Çocukların kabus görmesine şaşmamalı. Varlığımızın "bir şeyliği", hayattan önceki hiçliği imkansız kılmalı; çünkü kral Lear'ın da değindiği gibi, "Hiçten ancak hiç çıkar". Yine de her gün, uyuyan ve uyanan benliğin yok oluşu ve mucizevi dirilişiyle, her birimizin içinden çıktığı o hiçliği bir kez daha hatırlıyoruz.

Eğer bir şey varsa, ki öyle görünüyor, bu bir şey nereden geldi? Bu tip düşünceler kendi faniliğimize dair edindiğimiz ilk ipuçlarına denk geliyor. Ölüm ve hiçlik el ele yürüyor: ikiz dehşetler, yanlarında bir de sonsuzluğun dehşeti; hayatlarımızın geri kalanı boyunca bastırıp yetişkin benliklerimizin kalıbına uydurmaya çalıştığımız dehşetler.

İnsanlar çıkmazda buluyor kendini: Bir yandan bir şey olduğunu biliyoruz çünkü her birimiz kendi varlığımızdan eminiz; ama öte yandan hiçbir şey olmadığını da biliyoruz çünkü bu hiçliğin geldiğimiz yer ve gideceğimiz yer olduğundan korkuyoruz. Ölümün hiçliğinden kaçış olmadığını düşünsel olarak biliyoruz ama buna sahiden inanmıyoruz. "Hepimiz ölümsüzüz" der Amerikalı John Updike, "yaşadığımız sürece".

"Öldüğüm zaman ne olacak?" diye sorar çocuklar, biz büyüklerin bir kenara kaldırdığımız sorulardan biridir bu da. Bu maddi dünyada yaşayan maddeci bir kız bile fiziksel çürüme tasviriyle sınırlı bir cevapla tatmin olmaz; zaten böyle bir soruya, hatta bütün sorulara verilen maddeci cevaplar aynı yere çıkar. Dünya'nın maddesi nedir ve nereden gelir? Evren üzerine düşünmek, artık sormadığımız çocukluk sorularımıza geri dönmektir: Her şey nedir? Peki ya hiçlik nedir?

Görünen o ki bütün çocuklar küçük bilim insanları olarak başlıyor hayata, yorgunluktan tükenene dek soruların peşinden gitmeye korkmuyorlar ( gerçi yorgunluktan tükenen genellikle anne babaları oluyor). Merak duygusu çocukları sürekli neden diye sormaya itiyor. Neden? Peki o neden? Kozmik adresimizin sonundaki evren gibi, nihai bir hedefe varmayı umuyor, artık neden diye soramayacakları nihai bir cevap arıyorlar.

"Neden yokluk var değil de varolan şeyler vardır? diye sormuştu Alman filozof Gottfried Leibniz (1646 - 1716), evrene dair her açıklamanın eninde sonunda ele alabilmesi gereken bir sorudur bu. Bilim "neden" sorularını "nasıl" sorularıyla cevaplamaya yeltenir, dünyadaki şeylerin dinamiğini işe koşar. Ancak bu "nasıl" cevapları da aynı nihai soru da birleşir: Bilim insanları da "neden yokluk var değil de varolan şeyler vardır?" yerine, "nasıl hiçbir şeyden bir şey çıktı?" diye sorar. Evrenin "her şeyliğini" açıklamak için, bu "her şeyliği" doğurmuş gibi görünen "hiçliği" de açıklamamız gerekir. Dünya'nın meydana geldiği türden bir materyal hiçbir şey değilken nasıl gözüküyordu? Hangi olası eylemler hiçbir şeyi bir şeye, o bir şeyi de evren dediğimiz her şeye dönüştürmüş olabilir?

Yüzlerce yıldır, bilim kelimesi bir şey ifade etmeye başlayalı beri; bilim kendisinin Orada Bir Yerde (hareket halindeki şeylerin yerinde, yani evren derken kastettiğimiz yerde) olanlar her neyse onları araştırmaya yönelik, evrilen bir süreç olduğunu göstermiştir. Dolayısıyla şu soruyu en iyi bilim insanlarının cevaplayacağını düşünmemiz gayet doğal: -boşluk ve her şeyin arasında- neredeyiz biz?

Cevaplar her zaman insanı yüreklendiren cinsten değil:

  • "İnsan en sonunda, evrende düpedüz tesadüfen peyda olduğunu ve evrenin hissiz enginliğinde yalnız olduğunu biliyor artık" diye yazdı bir seferinde Fransız biyolog Jaques Monod (1910 - 1976), kelimelerinde bunun eninde sonunda anlamamız gereken bir şey olduğunu düşünüyormuş gibi keyifli bir tını var sanki.
  • "Bilim, dünyaya ve bizim dünya içindeki konumumuza dair pek çok şey açığa çıkardı ve bulgular çoğunlukla insanı aşağılayan türden" diye yazmıştı Oxford Üniversitesi İnsanlığın Geleceği Enstitüsü Başkanı Nick Bostrom da. "Dünya evrenin merkezi değil. İnsan türü hayvandan geliyor. Çamurla aynı maddelerden yapılmışız. Nörofizyolojik sinyallerle hareket ediyoruz ve üzerinde sınırlı kontrol sahibi olduğumuz ve pek az anladığımız çeşitli biyolojik, psikolojik ve sosyolojik etkilere tabiyiz."
  • "Gerçek konumumuz" der Amerikalı fizikçi Armand Delsemme, "bir tecrit, uçsuz bucaksız ve gizemli bir evrende yalnızlıktır."

The Fall of Icarus (1558, Brueghel)


Bilimin ve hatta felsefenin doğuşundan çok çok önce dinler vardı. Dinler birçok amaca hizmet etmiş olabilir. Yaşamımıza ciddi anlamda katkı sağlamış olan birçok insana ilham vermiş, yaşam koşulları göz önünde bulundurulduğunda birçok insanın da daha acısız, daha anlamlı yaşamlar sürmesini sağlamıştır. Brueghel'in The Fall of Icarus (İkarus'un Düşüşü) adlı tablosunda, ön planda yamaçta duran bir çiftçiyle atını; arka plandaysa güzel bir yelkenli geminin yanı sıra, hemen farkedilmesi zor olan ve suda ufacık bir çırpıntı yaratarak suyun içinde kayboluyormuş gibi duran iki beyaz bacak görürüz.

Landscape with the Fall of Icarus by Brueghel 1558

Bu resim W.H.Auden'in, benim en sevdiğim şiirlerden biri olan aşağıdaki şiiri yazmasına neden olmuştur:

MUSEE DES BEAUX ARTS (GÜZEL SANATLAR MÜZESİ)

Acıyı ele alsın da kabil mi hiç yanılsın
Eski zaman ustaları! Öyle hakkiyle anladılar onun
İnsan hayatındaki yerini, nasıl olageldiğini
Ha babam atıştırırken bir başkası, camı açarken yahut,
Bilemedin yolunda tın tın giderken!
Nasıl, yaşlılar elpençe divan, alı al moru mor beklerken
Doğaüstü doğumu, hiç çocuklar olmadan olur mu
Kızaklarından dudak bükermiş gibi olup bitene,
Gölün üstünde al takke ver külah!
Kabil mi unutsunlar
O korkunç şehadet bile uymadan edemez işin akıntısına!
Taş çatlasa bir aralık olmalı, bir teklifsiz köşe
Ki köpeklere kuçu kuçu densin gine ve cellâdın atı kaşınınca
Bir ağaca sürtebilsin günahsız kıçını.
Brueghel'in ikarı'nda meselâ, bana mısın bile demeden nasıl
Her şey sırtını çeviriyor felâkete? İşitmiş olmalı pekâlâ
Suyun şapırtısını rençber, ümitsiz haykırışı,
"Kulak asma" deyip geçti herhalde; güneşse şöyle bir rasgele
Vurdu ak pembe ayaklar gömülürken yemyeşil suya;
Kibarişi çıtkırıldım yelkenli merak etmesine etmiştir ya
Gökten paldır küldür düşen çocuğu görünce;
Acele işi vardı zahir, uzaklaştı bozmadan istifini bile.

çev. Can Yücel


İşte bizim dünyamız böyledir ve barındırdığı acılar önemlidir. Dinler bu hayatı yalnız başına, herhangi bir zafer veya macera yaşamadan geçirmek zorunda olan birçok insana huzur ve aidiyet duygusu sağlamıştır. En iyi ihtimalle sevginin ne olduğuna dikkat çekmiş, onu aksi halde göremeyecek insanlar için var etmiş ve davranışlara asalet katarak sıkıntı içindeki gönülleri ferahlatmıştır. Raison d'etre'leri olmamasına rağmen dinlerin başardığı bir başka şey de Homo sapiens'leri uzun bir süre boyunca; evrendeki konumları hakkında daha sistematik ve doğru düşünme yöntemlerini öğreninceye kadar, olabildiğince uygar kılmış olmasıdır. Daha öğrenmemiz gereken çok şey vardır. Elimizde, modern dünya koşullarında nesilleri tükenmekte olan kültürlerin içine gömülü kalmış, hatalı değerlendirmelere tabi tutulmuş gerçeklerden ve ayrıntıların kendine has bir tarih sürecinde içinde biriktiği tasarımlardan meydana gelen bir hazine vardır. Bu hazineyi yok olup gitmeden önce kayıt altına almamız ve incelememiz gerekmektedir; çünkü tıpkı dinozor genomları gibi onları da bir kez yok olduktan sonra geri kazanmak imkansızdır.

Daniel Dennett
"Darwin'in Tehlikeli Fikri"
kitabından

Darwin'in Tehlikeli Fikri

Doğal seçilim yoluyla evrim fikri, tek bir darbeyle yaşamın anlam ve amacını uzay ve zaman, neden ve sonuç, düzenek ve fizik yasası alanlarıyla birleştirmiştir. Bu yalnızca harikulade bir bilimsel düşünce değildir, tehlikeli de bir düşüncedir.

Darwin eski geleneğin tersine, türlerin ebedi ve değişmez olmadığını; evrimleştiğini gösterdi. Yeni türlerin kökenlerinin "değişerek türeme" sonucunda ortaya çıktığını kesin bir biçimde kanıtladı. Daha az bir kesinlikle de, bu evrimsel sürecin nasıl gerçekleşebileceğine ilişkin bir fikir ileri sürdü: "Doğal seçilim" diye adlandırdığı akılsız, mekanik -algoritmik- bir işlemle. Evrimin bütün meyvelerinin, algoritmik bir sürecin ürünleri olarak açıklanabileceğini vurgulayan düşünce, Darwin'in tehlikeli fikridir. 

Daniel Dennett
Darwin'in Tehlikeli Fikri
Alfa yy 

Burgess Shale



Burası Kanada'nın Kayalık Dağları'ndaki Yoho Ulusal Parkı. Kuzey Amerika'daki en görkemli dağ silsilelerinden biri. 100 yıl önce, ışığın yeryüzündeki hayata nasıl şekil verdiğini gün yüzeyine çıkaran Burgess Shale'de bir fosil yatağı bulundu. Burası dünyadaki en önemli fosil yataklarından biri ama aslında her türden bilimsel mekanların en önemlilerinden biri. Bunun sebebi bu fosilleşmiş kayalarda bulacağınız hayvan sayısı ve çeşitliliği değil, onların yaşlarıdır. Bu fosiller 500 milyon yaşında. Bu zamandan önce yeryüzündeki kompleks yaşama dair neredeyse hiç delil yok. Kambriyen Dönemi olarak adlandırdığımız o anda sanki çok hücreli kompleks yaşam gezegende neredeyse el değmemiş bir şekilde aniden ortaya çıktı. Buna Evrimsel Big Bang denir. 




Burada, fosil yataklarında bulabileceğiniz en güzel hayvanlardan biri budur:

 Trilobit


Son derece kompleks bir organizma. Harici bir iskeleti ve eklemli uzuvları var. Ama çok daha şaşırtıcı olan bileşik gözler. Gözler son derece gelişmişti ve bu, şekilleri algılayabilen ve hareketi görebilen ilk yırtıcılardandı ve avını başarılı bir şekilde kovalayabiliyordu. Bu canlılar kainatı dolduran ışıktan istifade eden ilk canlılar arasına girdiler. Onlar ortaya çıkmadan önce, güneşin doğuşu ve batışı ve gece gökyüzündeki yıldızlar hiç mi hiç dikkat çekmedi. Gözün ortaya çıkmasının aslında Kambriyen patlamasını, bu Evrimsel Big Bang'i tetiklediğine dair kuramsal bir teori vardır. Çünkü, bir türün gözü olduğunda, onları ya avcı olarak kovalamak ya da onlardan av olarak sakınmak için diğer türlerin de gözü olmak zorundaydı ve bu durum evrimsel silahlanma yarışına yol açtı. Çok, çok daha fazla yaşam formları gelişti. Bu yüzden gözün evrimi, yeryüzündeki kompleks yaşamın ortaya çıkmasında önemli bir rol oynamış olabilir ve bizim türümüzün evrimine yol açmış olabilir.

Bu küçük şey, önemsiz görünmesine rağmen insanlık tarihinde keşfedilen
 en önemli hayvan olabilir:



Adına pikaia demişiz ve solucan şeklinde küçük bir canlıdır ve çok zaman önce yaşadığı düşünülüyor ve bizim de içinde olduğumuz yaşam dalı bu. Bu yüzden bu bilinen ilk atamız olabilir. Aynı zamanda büyüleyici olan başka bir şey de bunun ışığı algılayabildiğinin düşünülmesidir. Işığa hassas ilkel hücreleri olmuş olabilir ve bu da ona görmek için çok geniş bir algı gücü sağlamış olabilir. Ama bu doğruysa bu küçük adam doğrudan atamız olabilir ve şu küçük hücreler milyonlarca yıllık bir sürede evrimleşerek gözlerimizi oluşturmuş olabilir. Pikaia olmasaydı belki hiç evrimleşemeyecek, bu hikayenin sonraki bölümlerinin nasıl olduğunu görebilecek seviyeye erişemeyecektik.


***


Kainatı anlamak bir dedektif hikayesine benzer ve kanıtlar bize uzayın sonsuz boşluğu boyunca ışık tarafından taşınıyor. Işığı zamanın başlangıcındaki haliyle bile yakalamayı başardık ve içinde kendi kökenimizin tohumlarına şahit olduk. Atalarımızın inanamayacağı şeyler gördük. Uzak alemlerde doğan yıldızlar. Yer çekiminin yarattığı yabancı dünyalar. Ve zamanda donmuş görkemli galaksiler. Ancak bu olaylara sırf seyirci olarak kalmadık. Çünkü evrenin hikayesi bizim hikayemizdir. Yıldız tozlarının her birimizi ve basit bir evrensel kimya setinin gördüğümüz her şeyi nasıl oluşturduğunu öğrendik. Çok eski zaman sırlarının kainatın kaderine nasıl şekil verdiğini keşfettik ve yaşamın var olduğunu o çok kısa ana hayret edemeden duramadık ve yıldız tozunun evrendeki en büyük yapıları oluşturmak için nasıl döküldüğüne şahit olduk. Tüm bunları ışık hüzmelerinde taşınan mesajlardan biliyoruz. İlk olarak yarım milyar yıl önce Kambriyen patlamasıyla ortaya çıkan bu biyolojik ışık detektörlerinin insani özellikle evrimleşmesi; yeşil, mavi ve ela rengi gözlerimizin gece gökyüzüne bakabilmesi, uzak yıldızlardan gelen ışığı yakalayıp evrenin hikayesini okuyabilmesi sizce de muhteşem değil mi?

*
Brian Cox
Wonders of the Universe
Ep04

İlerleme

Stephan Jay Gould renkli bir kişiliktir. Kitaplarını okumak daima iç açıcı ve hoştur. Biyoloji, Gould'un kalemiyle yeni bir ruh ve canlılık kazandı. İnanmış fakat bilinçli bir evrimci olan Gould, bazı meslektaşlarının dogmatizmine karşı çıkar ve Darwin Kuramına, her ikna edici bilimsel yöntemin olmazsa olmaz özelliği açık fikirliliği yeniden kazandırmaya uğraşır.

Gould evrimde "ilerleme" kavramını dışlar. Afrika savanlarındaki aslanın, bulunduğu ortama, mikrop üremesine elverişli sıvımızdaki bakteriden daha iyi "uyum sağlamış" olmadığını söyler. Bu noktada onunla sadece aynı fikirde olabiliriz.

Ancak Gould daha ileri gider ve amipten insanoğluna giden, "okla belirtilmiş" evrim düşüncesini yeniden tartışmaya açar. La vie est belle (Hayat Güzeldir) adlı kitabında, biyoloji kitaplarımızda yer alan geleneksel "evrim ağacı" imgesine kuşkuculuktan da öte bir bakış açısıyla yaklaşır. Bu şemada, çok çeşitli dalların ortak bir gövdeden çıktığını ve bir sürü türe ayrıldığını hatırlatalım. En üst dalda, kuzenleri maymunların biraz üstüne insanımsılar yuva yapmıştır. Çoğu kez, dört ayaklılıktan ve maymunsu kafatasından iki ayaklılığa ve - genellikle beyaz erkeğe ait!- güzel,  zeki alına geçişi anlatan resimli bir bölüm de bu diyagrama eşlik eder.

Kanada'daki Rocheuss Dağları'nda, Burgess Shale'de 520 milyon yıllık balık fosilleri gün ışığına çıkarıldı. Gould'a göre, Burgess'te bulunan hayvan türleri çok ender olarak günümüzdeki organizmaların evrimsel atalarına karşılık gelir. Bu antik soyların neredeyse tamamı, hiçbir iz bırakmadan yok olmuştur. Yalnızca "Pikaia" adındaki küçük bir organizma o dönemdeki atamız olabilir. Gould, bundan şu sonucu çıkarır: Pikaia, hayatta kalmış olmasaydı, yeryüzünde insanımsılar ortaya çıkmayacaktı.

http://burgess-shale.rom.on.ca /en/ fossil-gallery

Gould aynı esinle, büyük ihtimalle dev bir göktaşı düşüşü sonucu gerçekleşen dinozorların yok oluşu olayını da kafasında kurar. Bu kıyımın memelilerin evrimini olanaklı kıldığı varsayımını kendi hesabına yeniden ele alır. Gould şöyle der: "Evrim filmini 65 milyon yıl öncesine kadar "yeniden geriye sardığımızı" düşünelim. Önceden bilinmeyen bir kütle çekimi etkisi sonucu katil göktaşının Yer'i ıskaladığını varsayalım. Sonra filmi yeniden seyredelim. Dinozorlar hala Dünya'dadır; memeliler evrimleşmemiş, türlere ayrılmamış ve ... insanımsıları dünyaya getirmemiştir.'
 Gould'un çıkardığı sonuç, hiçbir şeyin bir insan bilincinin alnına biyosferde ortaya çıkacağını yazmadığıdır. Gezegenimize çarpacak kadar zevk sahibi olan göktaşına minnettar kalalım! Doğu Afrika'nın on milyon yıl önce yükselişini yeniden kafamızda canlandıralım. Bazı arkeologlara göre, bu olay maymunsuların insanlaşmasında önemli rol oynayacaktır. Afrika kabuğunun bu mutlu hareketi, insanımsıları ayakta kalmaya zorlayacaktır.

Gould'un savını şöyle özetleyelim: Biyolojik evrim, belirlenmiş olmaktan uzaktır, bütünüyle rastlantısal olaylara bağlı olacaktır, tam olarak önemsiz ya da olumsal olacak ve hiçbir yere gitmeyecektir. "Ok" yoktur.

Bu radikal tutum, duygularımızı kabartır. Varoluşumuz sapkın bir taşla matrak bir yer katmanına bağlı olacaktır! Her şey bir göktaşının kaotik yörüngesine ya da yer magmasının konveksiyon hareketinin olasılığına göre oynanıyorsa, metafizik sorgulayışlarımızdan geriye ne kalır? Varolmamızın "dayanılmaz hafifliği" yüreğimizi daraltır.

*
Kuşlar... Harika Kuşlar
Yapı Kredi Yayınları
sf. 175 - 177
Hubert Reeves

Gould'un blogda yer alan yazıları:
kaotikbenlik.blogspot.com. Stephen Jay Gould

Nietzsche'nin Tehlikeli Fikri

Bilim metafizik yanıtları yerle bir etme konusunda harikadır; ama bu yok ettiği yanıtların yerine yenilerini koyma işinde beceriksizdir. Bilim yerine yenilerini koymaksızın temelleri ortadan kaldırır. Bilim biz istesek de istemesek de, bizi temelsiz yaşamaya mahkum etmiştir. Nietzsche bunları söylediği zaman herkes şok olmuştu; ama bugün artık sıradan hale gelmiş ve kanıksanmıştır; bulunduğumuz tarihsel konumda -ki bunun görünen bir sonu yoktur- "temeller" olmadan felsefe yapmak zorunda kalıyoruz. 

 Hılary Putnam

Darwin'i insanlığın karşısına çıkan bir hayırsever gibi kucaklayanların düştüğü hata, evrenin anlamının uçup gittiğini fark edememiş olmalarıdır.. Nietzsche evrimin dünyaya dair doğru bir tablo çizdiğini; ama bu tablonun felaketi simgelediğini düşünmüştü. Onun felsefesi, Darwinizmi hesaba katan; ama onun tarafından etkisiz hale de getirilerek yeni bir dünya tablosu çizmeyi amaçlıyordu.

  R.J. Hollıngdale



Darwin'in Türlerin Kökeni isimli kitabının yayımlanmasının ardından Friedrich Nietzsche, Hume'un ondan önce kurcaladığı şu düşünceyi yeniden keşfetti: Kör ve anlamsız değişimlerin -maddenin ve yasaların karmaşık ve amaçsız devşiriminin- sonsuza kadar tekrarlanması yoluyla birtakım dünyaların ortaya çıktığı ve bu dünyalarda zaman içinde gerçekleşen evrimin de bizim yaşam öykülerimiz gibi anlamlı görünen ürünler verdiği düşüncesi. Bu ebedi tekrarlanma fikri Nietzsche'nin nihilizminin ve dolayısıyla da onun ardından çıkan varoluşçuluğun temel taşı olmuştur.

Şimdi olanlar geçmişte de olmuştur düşüncesi, sık sık batıl inançlara yol açmış olan deja vu olayı kadar eski olmalıdır. Çevrimsel kozmogoniler(evrendoğumlar) insan kültürleri açısından alışılmamış türden şeyler değildir. Fakat Hume ve John Archibald Wheeler'in görüşleriyle çakışan bir görüşe denk gelen Nietzsche, onu sadece eğlenceli bir düşünce deneyi ya da eski batıl inançları ayrıntılandırma çabası olarak görmedi. En azından bir süre için çok çok önemli bir bilimsel kanıtı rastlantı eseri keşfetmiş olduğunu düşündü. Benim kişisel kanıma göre, onun bu konuyu Hume'dan daha fazla ciddiye almasının sebebi, Darwinci düşüncenin muhteşem gücünü sönük bir biçimde de olsa takdir etmesinden kaynaklanıyordu.

Nietzsche'nin Darwin'den bahsettiği söylemlerinin neredeyse hepsinde düşmanca bir tutum sezersiniz, fakat çok az da olsa birkaç tanesinde bunun tersine rastlarsınız. Bunun en güzel teşhisi Walter Kaufmann'ın (1950) argümanında bulunur. Kaufmann, "Nietzsche'nin bir Darwinci olmadığını; ama tıpkı bir asır önce Kant'ın Hume'dan etkilendiği gibi Nietzsche'nin de Darwin'in fikirleri sayesinde kendi dogmatik uykusundan uyandığını" söyler. Nietzsche'nin Darwin'e yaklaşım biçimi, Darwin'le tanışıklığının malum yanlış anlama ve yanlış yorumlamalardan etkilenmiş olduğunu da göstermektedir. Belki de onu sadece Almanya ve elbette tüm Avrupa'da bulunan ateşli karşıtlarının söylemleri aracılığıyla "tanımıştı." Örneğin ortaya koyduğu az sayıdaki eleştirilerinden birinde Darwin'in "bilinçsiz seçilim" ihtimalini tamamen görmezden geldiğinden şikayet ederek, Darwin'in fikirlerini yanlış anladığını açıkça kanıtlamıştı; çünkü "bilinçsiz seçilim" konusu Türlerin Kökeni'nde Darwin'in en önem verdiği bağlantı konularından birisidir. Ayrıca "Darwin ve Wallace gibi İngilizlerin tamamen yanılgı içinde olduklarını" söyler ve eleştirilerine şöyle devam eder: "Sonunda kafa karışıklığı o kadar ilerler ki, Darwinizmin bir felsefe olduğunu zannederler; şimdi de akademisyenler ve bilim insanları ağır basıyor." Fakat başkaları onu bir Darwinci olarak görüyordu ve o da bu etiketle dalga geçiyordu: " Başka muttali öküzler benim bu bağlamda bir Darwinci olduğumdan şüphelendi." Ahlakın Soykütüğü isimli kitabı, ahlakın evriminde Darwinci araştırmaların önemini anlatır. Bu eser konuyla ilgili yazılan ilk kitaplardan biri olduğu gibi,  aynı zamanda konunun en ustaca ele alındığı kitaplardan da biridir.

Nietzsche ebedi tekrarlanma hakkındaki görüşünü yaşamın saçmalığının ve anlamsızlığının göstergesi; evrene yukarıdan hiçbir anlam verilmediğinin kanıtı olarak görüyordu. Hiç kuşku yok ki bu durum, Darwin'in görüşleriyle tanışan kişilerin yaşadığı korkunun en temel sebeplerinden birisidir. O halde gelin onu, bulabileceğimiz en abartılı biçimi olan Nietzsche'nin bakış açısıyla ele alalım. Ebedi tekrarlanma, yaşamı tam olarak neden anlamsız kılacaktı? Yanıt çok açık değil mi?

Bir gün veya bir gece yalnızlığınızı derinden hissettiğiniz bir anda, bir iblis size sürünerek yaklaşsa ve şöyle dese: "Bu yaşadığın yaşamı daha önce de sayısız kez ve tekrar tekrar yaşamak zorundasın. Bu tekrarlanan yaşamlarda hiçbir yenilik olmayacak, yaşadığın büyük küçük her şey; bütün üzüntü ve sevinçlerin, bütün pişmanlıkların, bütün düşüncelerin ve bütün iç çekişlerin aynı kronolojik sıralama içinde gerçekleşecek."  Böyle bir durumda iblisin üstüne atlayıp ona lanetler mi yağdırırsınız,  yoksa yaşadığınız bu muazzam olay karşısında ona şöyle bir yanıt mı verirsiniz? "Sen Tanrısın ve ben yaşamımda bundan daha ilahi bir şey duymadım.
(Nietzsche - Gay Science)

Bu sözler insanı rahatlatır mı yoksa korkutur mu? Nietzsche bu konuda kararsız kalmış gibidir. Bunun sebebi belki de "en bilimsel hipotezinden" yaptığı çıkarımları, bu tür gizemli tuzaklarla süslemeyi seçmiş olmasıdır.

Daniel Dennett
Darwin'in Tehlikeli Fikri
sf. 215 - 218  

Richard Dawkins vs. Yaratılışçılar


we are all made of stardust

Nereden geliyoruz? Neyiz? Nereye gidiyoruz?.. İşte sorulmaya değer gerçek sorular... Herkes kendince yanıt aradı bunlara: Kimi bir yıldızın göz kırpışlarında, kimi okyanusun gelgitlerinde, kimi bir kadının bakışlarında ya da yeni doğmuş bir bebeğin gülücüklerinde... Niçin yaşıyoruz? Neden bir Dünya var? Neden buradayız?..

Şimdiye dek yalnız din, iman, inanç çözüm önerebiliyordu bu soruna. Günümüzde artık bilim de bir görüş oluşturmuş bulunuyor. Bu belki de yüzyılımızın en büyük kazanımı: Bilimin elinde artık kökenlerimizin eksiksiz bir öyküsü var. Bilim Dünya'nın tarihini yeniden kurmayı başardı.

Peki bulduğu olağanüstü şey ne? Şu: 15 milyar yıldan beri sürüp gelen ve Evren'i, Yaşam'ı ve İnsan'ı uzun bir destanın bölümleri gibi birbirine bağlayan, hep aynı ve biricik serüven.. Büyük Patlama'dan (Big Bang) Zeka'nın ortaya çıkışına kadar gittikçe artan karmaşıklık yönünde ilerleyen hep aynı evrim: ilk madde parçacıkları, atomlar, moleküller, yıldızlar, canlı hücreler, organizmalar, canlı varlıklar ve son olarak şu ilginç ve garip yaratıklar, yani biz insanlar... Bunları hepsi aynı zincirin içinde birbirini izliyor, aynı büyük devinime kapılıp sürükleniyor. Maymunlardan ve bakterilerden türemişiz, doğru, ama aynı zamanda yıldızlardan ve gökadalardan (galaksilerden) da. Bedenlerimizi oluşturan öğeler vaktiyle tüm evreni kuran yapıtaşlarından başkaları değil... Gerçekten yıldızların çocuklarıyız.

Dominique Simonnet
 "Dünyanın En Güzel Tarihi"



***


Hubble Uzay Teleskopu'ndan alınan en sevdiğim fotoğraflardan biri şudur:


Çok çok uzun zaman önce (çünkü galaksinin ışığının bize ulaşması 50 milyon yılı aşkın bir zaman almıştır) çok çok uzaklardaki güzel bir sarmal galaksiyi gösteriyor. Bizimkine benzeyen böyle bir sarmal galakside yaklaşık 100 milyar yıldız vardır. Galaksinin merkezindeki parlak çekirdekte muhtemelen 10 milyar yıldız bulunmaktadır. Sol alt köşede, bu 10 milyar yıldızınkine eşit bir parlaklıkta ışıldayan yıldıza bakın. İlk bakışta, makul bir varsayımda bulunarak bunun bizim galaksimizde yer alan, bir şekilde fotoğrafa girmiş yakın bir yıldız olduğunu sanabilirsiniz. Ama aslında bu da muhtemelen bir milyar ışık yılı uzaktaki aynı uzak galakside bulunan bir yıldızdır.

Açıktır ki sıradan bir yıldız değildir. Yenice patlamış bir yıldızdır, bir süpernovadır, evrendeki en parlak havai fişek gösterilerinden biridir. Bir yıldız patladığında kısa bir süre boyunca (yaklaşık bir ay kadar) on milyar yıldızın parlaklığıyla görünebilir bir ışık saçar.

Ne mutlu ki yıldızlar o kadar sık patlamazlar, her galakside yüzyılda bir ancak bir patlama olur. Ama şanslıyız ki patlarlar, çünkü patlamasalardı burada olamazdık. Evren hakkında bildiğim en şiirsel gerçeklerden biri, bedenimizdeki her atomun bir zamanlar patlayan bir yıldızın içinde olduğudur. Dahası da var: Sol elinizin atomları başka, sağ elinizin atomları başka bir yıldızdandır. Kelimenin tam anlamıyla yıldızların çocuklarıyız, bedenlerimiz yıldız tozundan.

Lawrence M. Krauss
"Hiç Yoktan Bir Evren"
sf. 36 - 37

Kaos'tan Kozmos'a


Bu kitabı kuşlara ithaf ediyorum.

Nar bülbülünün hüzünlü şarkısına,
 uzun bahar akşamlarında söylediği

Kırlangıçların gürültülü dansına,
gündoğumunda, gölcüğün üstünde
içiçe geçen, gölyüzeyini sıyırıp
tekrar mavi göğe yükselen sürülere.

Bu kitabı çitkuşlarına ve çalıbülbüllerine ithaf ediyorum,
sabahın erken saatlerinde kırda gezinirken
bana eşlik eden.

Ayrıca parlak yaprakları penceremin önüne düşen 
büyük kiraz ağacında yaşayanlara ithaf ediyorum.
Tüyleri siyah ve kavuniçi şakrak kuşuna,
olgun meyvelerle beslenen.
Ve onun donuk renkli, narin dostuna.
Gök baştankaralara,
kırmızı kirazları tek hamlede koparan.

Kitabımı son olarak ağaçlardaki ispinozlara ithaf ediyorum.

tiz ezgileri usanmadan yineleyen.
Ve ıslıklı ezgisi sonsuz çeşitlilikteki
karatavuklara ithaf ediyorum.

Bu kitabı onlarla birlikte yazdım.
Bana verdikleri mutluluk için onlara minnettarım.


Teleskoplardan elde edilen bilgilerle hızlandırıcılardan elde edilen bilgiler birleştirildiğinde, dünyanın geçmişinin şimdiki durumundan oldukça farklı olduğu sonucu çıkar. İlk zamanlarda Evren, olağanüstü sıcak, olağanüstü yoğun fakat hepsinden öte, tamamen düzensizdir. Bu, Yunan şairi Hesiodos'un zihninde kurduğu gibi, bir "kaostur".

Burada "kaos" derken, düzenlenmiş yapıların yokluğunu kastediyorum. Hayvansız, tabii ki, bitkisiz fakat aynı zamanda galaksisiz, yıldızsız hatta molekülsüz ve atomsuz bir evren. Modern fizik en uzak geçmiş için daha da kaotik bir görüntü çizer. O dönemde, bildiğimiz kuvvetlerin ve parçacıkların da varlığı söz konusu değildir. Bu ilk kuvvetler ve parçacıklar saniyenin milyarda birlik ilk dilimlerinde ortaya çıkacaklardır.

Birkaç saniyenin sonunda, parçacıklar ve kuvvetler bugün bildiğimiz özelliklerine kavuştular. Evren, tamamen ayrışmış "temel parçacıklardan" oluşan homojen ve sıcak devasa bir püreye benziyordu. Bildiğimiz elektronların ve fotonların yanında "kuvarklar", "nötrinolar" gibi daha farklı parçacıkları da barındırıyordu.

Meyvelerle kaplı büyük kiraz ağacının üzerindeki obur şakrak kuşları bu temelde aynı, fakat tamamen farklı bir konfigürasyona göre düzenlenmiş temel parçacıklardan oluşmuştur. Hareketlerindeki zarafet, evrenin kaos zamanlarından bu yana geçirmiş olduğu derin evrimi gözlerimizin önüne serer. Milyar kere milyar kere milyar tane parçacık, olağanüstü karmaşıklıktaki yapılarda biraraya gelmiş, düzenlenmiş, birleşmişlerdir. İşte tüm fark buradadır! Evren'in öyküsü, eski zamanların akıl almaz kaosunun başkalaşarak günümüzdeki yapıların mükemmel birlikteliğine ve düzenine kavuşmasının hikayesi olarak okunabilir.

Hubert Reeves


Teleskop: Zamanda Geri Gitme Makinesi

Araçlarımız, fiziğin ve astronominin kullandığı yeni olanaklar sayesinde Evren'in geçmişinin izlerini bulabiliyoruz. Ön-tarih uzmanlarının, mağaralarda kalmış fosillerden yola çıkarak insanın geçmişini yeniden kurdukları gibi, biz de Evren'in geçmişini aynı şekilde kurabiliyoruz. Ama tarihçilere göre büyük avantajımız var: Biz geçmişi gözümüzle, doğrudan doğruya görebiliyoruz.

Işık saniyede 300 000 kilometre, yani bizim ölçülerimize göre son derece yüksek bir hızla yolculuk eder. Evren'in ölçülerine göre ise bu çok önemsiz bir hızdır. Işık bize Ay'dan bir saniyede, Güneş'ten sekiz dakikada gelir; oysa en yakın yıldızdan bize ulaşması için dört yıl, Vega'dan sekiz yıl, kimi gökadalardan gelmek için ise milyarlarca yıl yol almak zorundadır. Şimdi teleskoplarımız çok uzak gökcisimlerini gözlememizi sağlamaktadır. Bunların bazıları 12 milyar ışık yılı uzaklıktadır. Demek ki onları 12 milyar yıl önce bulundukları durumda görüyoruz. Başka deyişle teleskoplarınızı Evren'in bir bölgesine çevirdiğinizde , aslında onun tarihinin bir anını gözlemlemiş oluyorsunuz... 

Teleskop bir zamanda geriye gitme makinesidir. Tarihçilere eski Roma'yı görmek hiçbir zaman kısmet olmayacaktır, ama astrofizikçiler geçmişi gerçekten görebilir, gökcisimlerini eski durumları içinde gözlemleyebilirler. Orion bulutsusunu (nebula) Roma İmparatorluğu'nun sonlarındaki durumda görüyoruz. Çıplak gözle de görülebilen Andromeda gökadası ise 2 milyon yıllık bir görüntü... Andromeda'daki yaratıklar da şimdi bizim gezegenimizi aynı gecikmeyle görüyorlardır: Yani insan türlerinin ilk ortaya çıktığı dünyaya bakıyorlardır.

Demek oluyor ki geceleyin gözlediğimiz gökyüzü, gördüğümüz gökcisimleri, bu sayısız yıldızlar ve gökadalar hep birer yanılsamadan, geçmişin üst üste yığılmış görüntülerinden ibaret.Sözün tam ve kesin anlamıyla Dünya'nın şimdiki hali hiçbir zaman görülemez. Size baktığım zaman, bir mikro-saniyenin yüzde biri- ışık sizden bana gelinceye dek geçen zaman- kadar önceki halinizi görüyorum.Bu zaman aralığı bizim bilincimizce algılanamayacak kadar küçükse de, atomsal ölçülere göre hayli uzun bir süredir. Ama insanlar bu kadarcık bir süre içinde şıp diye yok olmayacaklarından, gördüğüm sırada sizin gerçekten orada bulunduğunuz varsayımını rahatlıkla yapabilirim. Güneş için de durum aynıdır: Işığın sekiz dakikalık yolculuğu süresince o da değişikliğe uğramaz. Geceleyin çıplak gözle görebildiğimiz, bizim gökadamızı oluşturan yıldızlar da göreli olarak oldukça yakın cisimlerdir. Fakat ancak güçlü teleskoplarla ortaya çıkarılabilen uzak yıldızlara gelince iş değişir. 12 milyar ışık yılı uzakta gördüğüm quasar olasılıkla bugün artık yoktur bile.

Dünyanın En Güzel Tarihi
sf. 36 -37
Hubert Reeves



Genet'nin metni için:

Nazım'dan

...

Bu bahçe, bu nemli toprak, bu yasemin kokusu, bu mehtaplı gece
pırıldamakta devâm edecek ben basıp gidince de,
çünkü o ben gelmeden, ben geldikten sonra da bana bağlı olmadan vardı
ve bende bu aslın sureti çıktı sadece...




«— Paydos...» — diyecek bize bir gün tabiat anamız, —
                  «gülmek, ağlamak bitti çocuğum...»
Ve tekrar uçsuz bucaksız başlayacak :
                    görmeyen, konuşmayan, düşünmeyen hayat...




Ayrılık yaklaşıyor her gün biraz daha,
güzelim dünya elvedâ,
ve merhaba
                    k â i n a t . . .




Balla dolu petek
yani gözlerin güneşle dolu...
Gözlerin, sevgilim, gözlerin toprak olacak yarın,
bal başka petekleri doldurmakta devâm edecek...




Ne nurdan
              ne çamurdan,
sevgilim, kedisi ve kedinin boynundaki boncuk
yuğrumlarındaki farkla hepsi aynı hamurdan...




Lahana, otomobil, veba mikrobu ve yıldız
hep hısım akrabayız.
Ve ey güneş gözlü sevgilim, «Cogito, ergo sum» değil
bu haşmetli ailede varız da düşünebilmekteyiz...

...

Ruh

jan tepass

Bilge adamlar ölümsüz ruhun tam olarak nerede barındığı sorusuna sıkça kafa yormuşlardır. Beyinde mi? Yürekte mi? Hayır, doğru cevap testislerdir. Çünkü erkek, spermlerini orada üretir ve tek gerçek ölümsüzlüğün umudunu taşıyan bu spermlerdir.  - Desmond Morris

Akıl Hastalığı ve Kimyasal Beyin

Kendi zihinlerinin çalışması çok eski zamanlardan beri insanları büyülemiştir. Akıl hastalığı bizi hem heyecanlandırmış, hem kafamızı karıştırmış, her zaman da acele bir açıklamaya gereksinme duyulmuştur. Geçmişte akıl hastalığı; tanrılara, şeytana, karmaşık toplumsal ve ailevi ilişkilere bağlandı. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu açıklamalar çok ender olarak deneyle sınanabilirler, insan bilincinin çalışması, birçok bakımlardan şimdiki bilimsel yöntemlerle yaklaşabilmemiz için fazla karmaşıktır. Buna rağmen, yaygın olarak kabullenilmiş bir çok fikir, yanlışlarıyla birlikte, psikiyatrik tedavinin temeli sayılabiliyor.

    İnsanın akıl hastalıklarıyla ilgilenişinin tarihinde, bazı aksilikler ve beklenmedik sapmalar vardır. Bu örnekler, beklenmeyen şeylerin ortaya çıkışı üzerine söylediklerimizi doğrular. Akıl hastalığının kendine has özelliklerini anlamak ve çeşitli psikoterapi yöntemleriyle tedavi edebilmek için insan, çok uzun yıllar, umduğu başarıyı elde edemeden uğraşıp durmuştur. Sonuç olarak, insan davranışının birtakım kimyasal maddelerle değişebileceğini gösteren bir sürü bilimsel bulgu birikmiştir. Canlıları yaşatanın kimyasal işlemler olduğunu gösteren bütün diğer kanıtlarla birlikte, durmadan artan sayıda doğal ve sentetik kimyasal maddeler, akıl hastalığı belirtilerinde etkileyici bir azalmaya yol açıyorlar. Amerikan toplumunda kimyasal maddelerin, uyuşturucu ve keyif verici olarak yaygın kötüye kullanımı dahi, zihinsel işlemlerin kimyasal temelini vurgulamaktadır.

    Yıllar önce, pellagra denilen bir psikozun, B vitamini alınarak tümüyle ve sürekli olarak kaybolduğu anlaşıldı. Araştırmayla, esrarlı bir akıl hastalığı, basit bir vitamin eksikliğine dönüşmüştü. Araştırmacılar, başka bir ciddi ve çok yaygın şizofreni benzeri psikozun da bir antibiyotikle tedavi edilebildiğini buldular. Bu psikozun sebebi frengi idi.

    Yirmi yıl kadar önce de manik-depresif psikozun ortaya çıkmasının, ağızdan düzenli olarak alınan basit bir tuzla, lityum karbonatla önlenebildiği bulundu.

     Kısa bir süre içinde, bu çok yaygın kötü hastalığın belirtileri, birdenbire tedavi edilebilir duruma geldi. Lityumun mani ve depresyon üzerine etkisi, beyin kimyası bilgisinden kaynaklanan bir öneriyle değil, deneysel gözlemle saptandı, ilginç bir noktayı belirtmekte yarar var; lityum, sodyumun çok yakın akrabasıdır ve sodyumun, beynin işlemesinde gerekli olduğu, bilim adamlarınca çok uzun zamandan beri biliniyor. Ama henüz lityumun etkileme biçimini bilmiyoruz

    Kimyasal maddelerin etkileri üzerine çoğunlukla rastlantıya dayanan buluşlar, bilim adamlarının, insan davranışını ayrıntılarıyla incelemeye yönelmelerine yol açmıştır. Sonuç, akıl hastalarının üzücü belirtilerinde etkin bir azalmanın görülmesidir. Bu çeşit gelişmelerin sürmesini bekleyebiliriz.

Mahlon B. Hoagland
Kitap: Hayatın Kökleri

Melankoli Nesnesi


*
İlgili okuma:

Yolculuklar mı?


Yolculuklar mı? Yolculuklara çıkmak için varolmak yeter. Bedenimin ya da kaderimin treninde, tıpkı manzaralar gibi hep birbirine benzeyen, hep farklı olan sokaklara ve meydanlara, yüzlere ve hareketlere doğru sarkarak, gardan gara gidercesine bir günden öbürüne giderim. 

Düşlere daldığım zaman, görüyorum. Bir yolculukta bundan fazla ne yapabilirim? Sadece hayal gücü çok zayıf olan insanlar, bir şeyler hissetmek için yer değiştirmeye ihtiyaç duyar.

"Herhangi bir yol hatta şu Entepfuhl Yolu bile seni dünyanın öbür ucuna götürür." Ama dünya, dünya olalı, ne zaman etrafında tur atılsa, öbür ucu Entepfuhl'a, yani yolculuğun başladığı noktaya çıkar. Aslında dünyanın ucu, tıpkı başlangıcı gibi dünyayı kavrayışımızdır. Manzaralar bizde manzaralaşır. İşte bundan dolayı onları hayal ettiğimde yaratmış olurum; onları yarattığıma göre demek ki vardırlar; ve varolduklarına göre, herhangi bir manzara gibi onları da görebilirim. Yolculuğa çıkmaya ne gerek var? İster Madrid'e, ister Berlin'e, İran'a, Çin'e, ister kutuplara gideyim, görünüşümün ve hissetme tarzımın tutsağı olduğum sürece, kendimden başka nerede olabilirim?

Hayat, onu ne hale getiriyorsak odur. Yolculuklar, yolcuların kendisidir. Gördüğümüz, gördüğümüzden değil, biz her neysek, ondan ibarettir.

Ah, düşsünler yollara varolmayanlar! Tıpkı nehirler gibi hiçbir şey olmayanlar için de bir akış, hayatın ta kendisi olmalı. 

Days of Nietzsche in Turin (2001, Julıo Bressane)


Days of Nietzsche in Turin (2001, Julıo Bressane)

Days of Nietzsche in Turin (2001, Julıo Bressane)

Days of Nietzsche in Turin (2001, Julıo Bressane)







" Ne güzel bir gün.  Burada yanan ışık ve hafif hafif esen rüzgar en ağır düşüncelere kanat takıyor. Eski dostum Jacob Burckhardt bu şehirden geçmişti ve Traviata'nın suretini gördüğünü söylemişti. Bıyıklarım benim temiz hava filtrem ve bu şehrin kaldırımları ayaklarım için bir cennet. Yalnızca, yürürken düşündüklerimiz kayda değer düşüncelerdir. Tam da ihtiyacım olan şehir işte. Ah, Torino! Tebrikler, sevgili dostum. Bana gönülden nasihat verdin. Bu şehir benim için yapılmış. İşte, apaçık görüldüğü üzere ilk kez geldiğim zamanki gibi, hiç değişmemiş. Özellikle de ilk günlerimdeki kötü  durumumu düşünecek olursak. Önceden hava berbat bir şekilde yağmurlu, soğuk ve değişkendi. Benim için çok bunaltıcıydı. Ne değerli bir şehir. Düzenli. O büyük şehirlere benzemiyor. Korktuğum gibi değil, modernite yok burada. Aksine, şurada bir 17. yy rezidansı var, her şeyin estetik olduğu zamanlardan, saray gibi, soylu. Her bir taş aristokratik sükunetin izini taşıyor. Şehir çevresinde yoksulluk yok. Renklerin bütününde belirgin bir estetik var. Tüm şehir sarı ya da toprak kırmızısı. Ayaklarım için de, gözlerim için olduğu kadar iyi. Ne güvenlikli, ne güzel
kaldırımlar ama! Trenlerin ve yük arabalarının ne kadar  düzenli ve müthiş olduğunu söylemeyi unutuyordum. Buradaki hayat bildiğim diğer İtalyan şehirlerden daha ucuz. Ayrıca, henüz kimse beni dolandırmadı. Resmi olarak benim Alman olduğumu düşünüyorlar, her ne kadar bu kışın resmi yabancı listelerinde bir Polonyalı olarak görünsem de. Ne güzel bahçeler. Ne ciddi, ne ağırbaşlı kareler. Sarayların tarzı iddiasız... sokaklar temiz ve sade... her şey umduğumdan daha fazlasına değer. Bugüne kadar görmediğim, en güzel cafeler, böyle değişken bir atmosfere sahip bu kemerler o kadar gerekli ve ferah ki insanı hiç bunaltmıyor. Geceleri Powder(İng. ismi) nehri muhteşem. İyinin ve kötünün ötesinde. Bu salt bir kötülük değil, her ne kadar Wagner'in karşısına Bizet'i koysam da. Çeşitli oyunlar arasında ben kimsenin oynamaması gereken bir konu sunuyorum. Wagner'e sırtımı dönmek benim kaderimdi, şimdi yine bir şeyin keyfini sürüyorum, zafer. Kimse Wagnerciliğe bu kadar  yakın ve tehlikeli bir şekilde yaşamadı... kimse buna daha sert direnmedi... kimse bundan kurtulmakla daha mutlu olmadı. Uzun hikaye. Bunun yerine başka bir şey koymak istiyorlar mı? Eğer bir ahlakçı olsaydım, kim bilir ne söylenirdi? Belki de kendini geride bırakarak. Ama filozoflar ahlakçıları sevmez ayrıca, güzel sözleri de sevmezler. Bir filozof ilk ve son olarak  kendisinden ne talep eder? Kendi çağını aşıp dünya üstü olmak. Bu nedenle, neye karşı en sert savaşını vermelidir? Onu çağdaş yapan her şeye. Pekala. Wagner olduğu kadar, ben de çağdaşım, başka deyişle, bir dekadan. Ama şunu anladım ki ben buna karşıyım ve kendimi korumalıydım. İçimdeki filozof kendini korudu. Kendimi Wagner'den kopardım, çünkü o bir Alman tanrısını, Alman kilisesini ve Alman imparatorluğunu arzuluyordu. Romantizm, Hıristiyanlık gibi, fizyolojik bir çürümedir, nihilizme giden bir duraktır. İnanıyorum ki, ben bir müzisyen değilim, tam da şu romantikler gibi olmamak için. Ama, müziksiz bir hayat benim için bir hata olurdu." 







Torino'ya geldiğimden beri, çalışmadan geçirdiğim tek bir gün olmadı. Engadine'kinden kesinlikle daha iyiyim. Torino, benim var olan durumumda beslenme ihtiyaçlarıma tam olarak uyan bir yer.
Bir de çok zarif bir güzlük palto aldım. Günden güne, tarif edilemez  bir aydınlıkla doluyor burası.
Başka hiçbir yerde böyle bir güz görmedim. Üzümler ve öteki meyveler daha iyi. Bunu sözcüklerle anlatamam. 300.000 nüfusuna rağmen sakin bir şehir. Dün, inanır mısın, Bizet'in başyapıtını 20 kez duydum. Zarif bir özveriyle sonuna kadar dinledim. Bırakıp gidemedim de. Sabrımın bu yenilgisi beni korkutuyor. Ne sağlam iş ama. Biz kendimiz baş yapıtlara dönüştük. Gerçekten, ne zaman Carmen'i duysam olduğumdan daha fazla bir filozof olduğum izlenimine kapılıyorum. Çok anlayışlı, çok mutlu, sakin bir Hintli gibi. 5 saat oturdum. Kutsallığın ilk aşaması. Bu müzik benim için mükemmel. Hafif, ustaca, zarif. Öyle samimi ki hiç bunaltmıyor. Işığım gayet iyi. Tüm bunlar narin ayakların ilahi adımları: benim estetiğimin ilk cümlesi. Her ne kadar popüler olsa da bu müzik şeytanca, rafine ve güzel. Müzikteki çürümenin tam tersi, sonsuz melodi.



Tam havamdayım, sabahtan akşama çalışmalara dalmış elimde küçük bir müzik broşürünü tutuyorum. Onu bir yarı-tanrı gibi özümsüyorum. At arabalarının gürültüsüne rağmen uyuyorum.
Anneme, Bay Brandes'e benim  en iyi resmimi vermesini söyledim. Bay Brandes, Kopenhag Üniversitesi'nden, benim yazılarımla ilgili sunumlar yapıyor. Aslında, benim sormak istediğim,
sevgili Bay Georg Brandes, bilinçsiz bir topluluk karşısında benim  çalışmalarımdan bahsetmeye nasıl cesaret ettiniz? Yarından sonrası benimdir. Bazı insanlar öldükten sonra doğar. Mole Antonelliana, Ecce Homo'nun vaftiz babasıyım. Bu yüce fikir bana H. Heine tarafından verilmişti.
Onda ne kadar mükemmel olduğunu hayal edemeyeceğim kadar ilahi bir kötülük vardı. Tanrı için insanın değerini satirden ayrılamaz olarak görüyorum. Şimdiye kadar tüm felsefeler bedeni yanlış anladı. Ben diyorum ki: Beden, düşünendir. Karl Knortz Hoca, bana New York'tan yazıyor ve  benim kitaplarım hakkında bir Amerikan dergisinde eleştiri yazacağını söylüyor. Bu şöhretin bir işareti. İyi bir terziye güzel bir kıyafet yaptırmam lazım. Ama bu terzi gelmiş benim kıyafetlerime laf ediyor. Bana takım elbisemin ölçülmeden yapıldığına inanamadığını söyledi. Bu kadar da kötü terziler olduğuna inanamadı. Güldüm ama cidden öyle. On yıldır, giydiklerim beni pek memnun etmiyordu. Duyuyor musun, çünkü ben falancayım. Her şeyden önce, benim kafamı karıştırmayın.

Lanet anti-Semitistler, lanet Schmeitzer. Şimdi size geri dönüyorum, Bay Fritsch, bana gönderdiğiniz Correspondence gazetesinin üç sayısı hakkında bu tuhaf hareketinizin temelindeki kötü niyetleri görmeme sebep olan, izin veren güveniniz için size teşekkür ediyorum. Şu andan itibaren bana bu tür yayınlar  göndermemenizi rica ediyorum. Artık tahammül edemeyeceğimden korkuyorum. Sürekli çarpıtmalar, kavramları belirsiz kullanmalar... Cermen, Semitik, Aryan, Hıristiyan, Alman... tüm bunlar beni rahatsız ediyor, beni ironik hoşgörüden uzaklaştırıyor şu an olduğu gibi. Erdemli hevesleri ve bugünün Almanlarının ikiyüzlülüğünü düşündüm. Son olarak, Bay Fritsch, Zerdüşt ismini anti-Semitiklerin ağzından duymak... sizce bana neler hissettirir? Bay Fritsch, midemi bulandırıyorsunuz. Sizin ağzınızdan Zerdüşt ismini  duymak beni tiksindiriyor. Bütün ırkların birbirine karıştığı büyük bir kültürün kökeni. İyi Avrupalı, yani, fazla Avrupalı, beni ilgilendiren bu. Hintliler, kızılderililer, Delawareliler ve Mohikanlar...paryalar, sanatçılar, Alman Yahudileri... bu 'aşağıdan' gelenler... bizim nefretimizin kurtarıcıları olacaklar, bizim ulusal nefretimizin.

















Mamma Roma(1962, Pier Paolo Pasolini)



Kayıp Zamanın İzinde


      

      

Yapı Kredi Yayınları
Çeviri: Roza Hakmen



İkinci kez kuruldu Michelangelo'nun Sistine Şapeli'nin tavanına Yaratılış'ın resmini yapmak için sırtüstü yattığı yapı iskelesi: Marcel Proust'un kendi el yazısıyla dolu sayfaları havaya kaldırarak kendi mikrokozmosunun yaratılışına baktığı hasta yatağı.

“Marcel Proust’un on üç ciltlik A la recherche du temps perdu‘sü (Yitik Zamanın İzinde), mistiğin dalıncıyla nasirin sanatını, heccavın şen coşkusuyla araştırmacının kılı kırk yaran dikkatini ve monomanyağın sürekli kendisiyle uğraşan bilincini otobiyografik bir yapıtta bir araya getiren tasarlanması imkansız bir sentezin ürünü. Edebiyatta bütün büyük yapıtların ya yeni bir tür kurduğu ya da bir eskisini ortadan kaldırdığı söylenir ki doğrudur; başka bir deyişle bütün büyük yapıtlar özel vakalardır. Bu vakaların en akıl almaz olanlarından biriyle karşı karşıyayız şimdi. Aynı zamanda hem kurmaca hem otobiyografi hem de bir güncel değinmeler toplamı olan yapısından tutun da, sonu gelmez cümlelerinin sözdizimine kadar (dilin Nil’i -yatağından taşan ve çevredeki hakikat topraklarını besleyen, bitekleştiren bir ırmak) herşey kuralı aşıyor burada. Edebiyatın bu büyük özel vakasının aynı zamanda son onyılların en büyük edebi başarısı olduğu da söylenebilir. Yaratılmasına eşlik eden koşullar son derece sağlıksızdı: Ender rastlanan bir fiziksel illet, olağanüstü zenginlik ve kuraldışı bir cinsel eğilim. Her bakımdan örnek alınacak bir hayat değildir bu, ama her yönüyle öğreticidir. İmkansızın merkezini yurt edinmiştir zamanımızın en çarpıcı edebi başarısı; bütün tehlikelerin merkezine -ve aynı zamanda kayıtsızlık noktasına- yerleşmiştir. Bütün bir ömrün adandığı böyle bir yapıtla belki bir daha karşılaşmayacağız. Proust’un imgesi, edebiyatla hayat arasında gittikçe artan uyuşmazlığın alabildiği en yüksek fizyonomik ifadesidir. Bugün bu imgeyi bir kez daha canlandırma çabasını meşrulaştıran da budur.

...

W. Benjamin
"Proust İmgesi"