ORYANTASYON



Bu sonsuz uzayların ezeli sessizliği ürpertiyor beni.
Blaise Pascal



Buradasınız, yazıyor parktaki, tren istasyonundaki, alışveriş merkezindeki haritada; genellikle kırmızı bir ok, insanın içini rahatlatan kesinlikle bir yeri işaret ediyor. Ancak burası, tam olarak neresi? Bunu bir tek çocuklar biliyor ya da bildiklerini sanıyor. Okuduğum ilk kitaplardan birinin başındaki boş sayfaya, hepimizin kendi tarzında yaptığı gibi açık adresimi yazmıştım ben de epey kozmik olmuştu: Christopher Potter, 225 Rushgreen Yolu, Lymn, Cheshire, İngiltere, Birleşik Krallık, Dünya, Güneş Sistemi, Galaksi. Çocuksu el yazım, adresin her kısmının bir öncekinden daha büyük ve daha önemli olduğunu vurgulamak ister gibi gittikçe büyüyor, son bir gösterişli kıvrımla da bütün istikametlerin doruğuna varıyordu: evrenin ta kendisine, yani varolan her şeyin konumlanması gereken yere. 

Çocukken evrenin tuhaf bir yer olduğunu hemen anlayıveriyoruz. Ben de bazı geceler gözümü kırpmadan, evrenin sınırlarının ötesinde ne olduğunu hayal etmeye çalışırdım. Eğer evren varolan her şeyi içeriyorsa, o neyin içindeydi? Artık, bilim insanlarının söylediği gibi, görünür evrenin evrilen ve hiçbir şeyin içinde olmayan bir radyasyon bölgesi olduğunu biliyoruz. Ancak bu tanım, cevabını aldığımızı umduğumuz sorudan daha rahatsız edici ve çok daha fazla sayıda soru işareti doğuruyor; bu yüzden biz de evreni çabucak kutusuna koyup başka şeyler düşünmeye başlıyoruz.

Evren üzerine düşünmekten hoşlanmayız; çünkü her şeyi kapsayan enginlikten korkarız. Evren bizi bir zerreye indirger, boyutun önemli olduğu fikrinden kaçmamızı zorlaştırır. "Ruhani emeller bu şuursuz cüsse tarafından yutulup bir tür anlamsızlık kabusuna dönüşme tehdidi altında" diye yazmıştı Anglo-German bilgin Edward Conze (1904 - 1979). "Etrafımızda algıladığımız maddenin inanılmaz niceliği, içimizde algıladığımız ruhani kavrayışın o titrek, minik aleviyle karşılaştırıldığında; hayata dair materyalist bir bakış açısını epey kuvvetle destekliyor gibi." 

Eğer evrenle aşık atacaksak kaybedeceğimizi baştan bilmeliyiz.

Şu "hiç" fikri de bir o kadar dehşet verici. Bundan kısa bir süre önce hiçbirimiz hiç bir şey değildik, sonra bir şey olduk. Çocukların kabus görmesine şaşmamalı. Varlığımızın "bir şeyliği", hayattan önceki hiçliği imkansız kılmalı; çünkü kral Lear'ın da değindiği gibi, "Hiçten ancak hiç çıkar". Yine de her gün, uyuyan ve uyanan benliğin yok oluşu ve mucizevi dirilişiyle, her birimizin içinden çıktığı o hiçliği bir kez daha hatırlıyoruz.

Eğer bir şey varsa, ki öyle görünüyor, bu bir şey nereden geldi? Bu tip düşünceler kendi faniliğimize dair edindiğimiz ilk ipuçlarına denk geliyor. Ölüm ve hiçlik el ele yürüyor: ikiz dehşetler, yanlarında bir de sonsuzluğun dehşeti; hayatlarımızın geri kalanı boyunca bastırıp yetişkin benliklerimizin kalıbına uydurmaya çalıştığımız dehşetler.

İnsanlar çıkmazda buluyor kendini: Bir yandan bir şey olduğunu biliyoruz çünkü her birimiz kendi varlığımızdan eminiz; ama öte yandan hiçbir şey olmadığını da biliyoruz çünkü bu hiçliğin geldiğimiz yer ve gideceğimiz yer olduğundan korkuyoruz. Ölümün hiçliğinden kaçış olmadığını düşünsel olarak biliyoruz ama buna sahiden inanmıyoruz. "Hepimiz ölümsüzüz" der Amerikalı John Updike, "yaşadığımız sürece".

"Öldüğüm zaman ne olacak?" diye sorar çocuklar, biz büyüklerin bir kenara kaldırdığımız sorulardan biridir bu da. Bu maddi dünyada yaşayan maddeci bir kız bile fiziksel çürüme tasviriyle sınırlı bir cevapla tatmin olmaz; zaten böyle bir soruya, hatta bütün sorulara verilen maddeci cevaplar aynı yere çıkar. Dünya'nın maddesi nedir ve nereden gelir? Evren üzerine düşünmek, artık sormadığımız çocukluk sorularımıza geri dönmektir: Her şey nedir? Peki ya hiçlik nedir?

Görünen o ki bütün çocuklar küçük bilim insanları olarak başlıyor hayata, yorgunluktan tükenene dek soruların peşinden gitmeye korkmuyorlar ( gerçi yorgunluktan tükenen genellikle anne babaları oluyor). Merak duygusu çocukları sürekli neden diye sormaya itiyor. Neden? Peki o neden? Kozmik adresimizin sonundaki evren gibi, nihai bir hedefe varmayı umuyor, artık neden diye soramayacakları nihai bir cevap arıyorlar.

"Neden yokluk var değil de varolan şeyler vardır? diye sormuştu Alman filozof Gottfried Leibniz (1646 - 1716), evrene dair her açıklamanın eninde sonunda ele alabilmesi gereken bir sorudur bu. Bilim "neden" sorularını "nasıl" sorularıyla cevaplamaya yeltenir, dünyadaki şeylerin dinamiğini işe koşar. Ancak bu "nasıl" cevapları da aynı nihai soru da birleşir: Bilim insanları da "neden yokluk var değil de varolan şeyler vardır?" yerine, "nasıl hiçbir şeyden bir şey çıktı?" diye sorar. Evrenin "her şeyliğini" açıklamak için, bu "her şeyliği" doğurmuş gibi görünen "hiçliği" de açıklamamız gerekir. Dünya'nın meydana geldiği türden bir materyal hiçbir şey değilken nasıl gözüküyordu? Hangi olası eylemler hiçbir şeyi bir şeye, o bir şeyi de evren dediğimiz her şeye dönüştürmüş olabilir?

Yüzlerce yıldır, bilim kelimesi bir şey ifade etmeye başlayalı beri; bilim kendisinin Orada Bir Yerde (hareket halindeki şeylerin yerinde, yani evren derken kastettiğimiz yerde) olanlar her neyse onları araştırmaya yönelik, evrilen bir süreç olduğunu göstermiştir. Dolayısıyla şu soruyu en iyi bilim insanlarının cevaplayacağını düşünmemiz gayet doğal: -boşluk ve her şeyin arasında- neredeyiz biz?

Cevaplar her zaman insanı yüreklendiren cinsten değil:

  • "İnsan en sonunda, evrende düpedüz tesadüfen peyda olduğunu ve evrenin hissiz enginliğinde yalnız olduğunu biliyor artık" diye yazdı bir seferinde Fransız biyolog Jaques Monod (1910 - 1976), kelimelerinde bunun eninde sonunda anlamamız gereken bir şey olduğunu düşünüyormuş gibi keyifli bir tını var sanki.
  • "Bilim, dünyaya ve bizim dünya içindeki konumumuza dair pek çok şey açığa çıkardı ve bulgular çoğunlukla insanı aşağılayan türden" diye yazmıştı Oxford Üniversitesi İnsanlığın Geleceği Enstitüsü Başkanı Nick Bostrom da. "Dünya evrenin merkezi değil. İnsan türü hayvandan geliyor. Çamurla aynı maddelerden yapılmışız. Nörofizyolojik sinyallerle hareket ediyoruz ve üzerinde sınırlı kontrol sahibi olduğumuz ve pek az anladığımız çeşitli biyolojik, psikolojik ve sosyolojik etkilere tabiyiz."
  • "Gerçek konumumuz" der Amerikalı fizikçi Armand Delsemme, "bir tecrit, uçsuz bucaksız ve gizemli bir evrende yalnızlıktır."



Anlamsızlıkta yalnızlık: Bilim insanı olmayan bizlerin dışarı çıkmayıp televizyon izlemeyi, Middlemarch okumayı ya da dört duvar arasında her ne yapılıyorsa onu yapmayı tercih etmesine şaşmamak gerek. Eğer bilimin tarif ettiği haliyle evren buysa, elbette onunla işimiz olmaz. Böyle bir tarif, çocukluktan beri bastırdığımız o mide bulandıran varoluşsal korkuları alevlendirmeye yarar ancak.

Yoksa sadece benim korkularım mı bunlar, sizi korkutmuyor mu? Bazı arkadaşlarım evren hakkında hiç düşünmediklerini söylüyor. Ancak ben bu reddin - yani her şeyi içeren evreni reddin- ilgisizliğin değil, derin bir bastırma mekanizmasının kanıtı olduğunu düşünmeden edemiyorum. Sonuçta kim kocaman; amaçsız ve kayıtsız bir evrende hiçbir önemi olmayan bir nokta olduğunu duymak ister ki? Kulak verince, bunları ortaya çıkardığı için bilimi suçlamamak zordur. Üstelik bu sert, bilimsel beyanları inkar etmek imkansız gibi görünüyor. O halde en kolayı bilim hakkında düşünmemek; çünkü bu şekilde bilmemeyi tercih edeceğimiz, çürütülemez bir şey duymaktan kurtuluruz: Özgür irademiz olmadığını, zihnin beynin bir niteliğinden ibaret olduğunu, tanrıların varolmadığını, tek gerçekliğin maddi gerçeklik olduğunu, bilimsel olmayan herhangi bir bilginin sadece değersiz olmakla kalmayıp bilgi bile sayılamayacağını bilmek zorunda kalmayız. 

Bazen öyle görünüyor ki bilim aslında bize, bizi insan yapan öznel deneyimlerle evren arasındaki ortak noktaların azlığını anlatmaktadır. Sanki bizi insan yapan niteliklere en iyi ihtimalle kayıtsız olan bir evrenle karşı karşıyayız; ki bu da bazılarımızı insan olmanın, doğası gereği, kendi yaratılışının kaynağından ayrı olmak anlamına geldiğini düşündürüyor; muhtemelen kimsenin hoşuna gitmez bu düşünce. 

Evrenle barışık olmak kolay değil. İngiliz matematikçi Frank Ramsey (1903 - 1930) boyut fikriyle uzlaşarak evrenle uzlaşmanın yolunu bulmuştu: "Kimi dostlarımdan, fiziksel boyuta pek az önem atfetmemle ayrılıyorum. Göklerin enginliği karşısında en ufak bir acizlik hissetmiyorum ben. Yıldızlar büyük olabilir ama onlar, ne düşünebilir ne de sevebilir; düşünebilme ve sevebilme özelliği beni boyuttan çok daha fazla etkiliyor. Benim kafamdaki dünya resmi perspektifle çizili... Önplan insanlarla dolu, yıldızlarsa bit kadar ufak."  Çağdaş astronom Alan Dressler'ın da benzer bir stratejisi var: "Eğer Evrene güç ve boyutta kör ama incelik ve karmaşıklığa düşkün gözlerle bakmayı öğrenirsek, bizim Dünya'mız yıldız galaksilerini gölgede bırakır."

Evreni insan ölçeğinde çizmek aklımıza normal perspektifin keşfinden önce yapılan resimlerde gördüğümüz haliyle Dünya'yı getirebilir. Bu resimlerde farklı bir boyut hiyerarşisi dayatılır. Rönesans öncesi resimlerde hiyerarşi, göreli manevi öneme dayanır. Bu yüzden, örneğin Meryem Ana azizlerin üzerinde, ayrıca onlardan daha iri boyutlarda görünür; azizler de bu resmi ısmarlayan ve resimde diz çöken bağışçıya tepeden bakar. Ramsey'e göre, dünyanın ölçüsü insanlıktır; manevi kıstas yahut ölçüm çubuğu değil. Ancak bütün korkuları ve varoluşsal bulantıları bir kenara bırakıp, her şeyin bilimden ibaret olduğu, bütün evrenin ölçülüp biçileceği ve açıklanabileceği fikrinden kaçamazsak, bunun da bize pek bir faydası yok. Hepimiz kolaylıkla bilimin hayatlarımızı dosya ve kart dizinlerine indirgediğine ikna olabiliriz, tıpkı vatandaşlarına boyun eğdirmenin en iyi yolunun onları istatistiklere indirgemek olduğuna inanan bazı totaliter rejimlerde olduğu gibi. Kaskatı, otoriter, ataerkil, analitik ve duygusal içerikten yoksun. Bunlar bilime ve bilim insanlarına atfetmeye meyledebileceğimiz niteliklerden bazıları.

Ancak madalyonun bir de öteki yüzü var. Bundan yarım yüzyıl önce İngiliz astronom ve fizikçi Fred Hoyle (1915 - 2001) kuşkusuz bir nebze de öfkeyle, şu ilginç gerçeğe dikkat çekmiştir: "Bilim insanlarının çoğu dinden sakındığını ileri sürse de din, bilim insanlarının düşüncelerine ruhban sınıfına hükmettiğinden daha çok hükmediyor." Hiç şüphesiz, geçmişin önde gelen bilim insanlarının çoğu inançlıydı. Yakın zamanda yapılan bir anket günümüz bilim insanlarının belki yüzde 50'sinin bir tür kişisel Tanrı'ya, başka bir anketse, görüşülen yüz fizikçiden yalnızca otuzunun paralel evrenlerin gerçekten de varolduğuna inandığını gösteriyor. "Tanrı'nın dünyayı nasıl yarattığını bilmek isterdim!" demişti Einstein da. "Olgular yahut elementlerin tayfları ilgimi çekmiyor. Benim bilmek istediğim Tanrı'nın düşünceleri. Gerisi sadece ayrıntı."

İngiliz kuramsal fizikçi Stephan Hawking (doğ.1942) ve Amerikalı fizikçi Steven Weinberg (doğ.1933) gibi katı materyalistler bile, yazılarına o inanmadıkları Tanrı'nın olası doğasına dair cümleler serpiştiriyor. Hawking bize Tanrı'nın zihnini bilmeye hakikaten yakın olabileceğimizi söylüyor; Weinberg'se tarafsız bir şekilde şöyle diyor: "Bilim Tanrı'ya inanmayı imkansız kılmaz. Sadece, Tanrı'ya inanmamayı imkanlı kılar."

Bilim yalnızca doğayı doğaüstü şeylere başvurmadan açıklama niyetiyle ateisttir. Bilimde doğa gizemli olabilir ama mistik olma izni yoktur. Bununla birlikte bilim insanları ille de ateist değildir, bilinemezciliğin (agnosticism) maneviyatı bertaraf etmesi de gerekmez. Eğer günün birinde bilim her şeyi açıklarsa, ancak o zaman tanrılar ölür. Ancak bilimin her şeyi açıklaması mümkün mü? Hawking, "Nihai doğa yasalarına yönelik araştırmamızın sonuna yaklaşmış olabiliriz" demişti; ama durumun böyle olmadığı ortada. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında benzer bir iddia Amerikalı fizikçi Albert Michelson'dan (1852 - 1931) geldi: "Kuvvetle muhtemel görünüyor ki büyük temel ilkelerin çoğu iyice oturmuştur ve ileri ki gelişmeler bu ilkelerin dikkatimizi çeken olguları itinalı bir şekilde uygulamasından ibaret olacaktır" Michelson daha yanlış bir tespitte bulunamazdı herhalde; çünkü bunu söylediği sıralarda, bilim tarihinin en bereketli dönemlerinden biri kapıdaydı. Belki de evrenin en muzip şakalarından biri, bilim kimi sırlarını sistematik bir şekilde çözdükçe evrenin, daha da gizemli bir şekilde ortaya çıkması.

Her halükarda, bilim bizi neredeyse her konuda bilinemezci olmaya ikna ettiği için; şimdi, nihai bir modern sıkıntı ve ironi eylemiyle, bilime karşı da bilinemezci olmaya meyledebiliriz. Alman oyun yazarı Bertolt Brecht (1898 - 1956) Galilleo'nun Yaşamı adlı oyununda Galilleo'ya, "Yeni bir keşif karşısında attığınız zafer çığlığı, evrensel bir dehşet çığlığıyla yankılanacaktır" dedirtir. Bilim, yaşadığımız dünyayı hem yaratıp hem yıkımın eşiğine getirirken, giderek daha çok sorar oluyoruz: Bilginin bedeli ne? Bazen bilimin açığa çıkardığı belirsizliğin kesinliği dogmatizm gibi görünüyor. Peki ben neden, kimi bilim insanlarının bizi benimsemeye zorladığı belirsizliğin şair Keats'in Olumsuz Yetenek adını verdiği şunları yazarken kastettiği nitelik olmadığından bu kadar eminim: "Başarılı adam... belirsizlikler, gizemler, şüpheler içinde yaşayabilme yeteneği olandır o; hem de gerçeğin ve aklın peşinde hırçınlıkla koşmadan." Sanırım aynı sebepten ötürü, zarar görmüş bir dünyayı toparlayabilmek için yeni bilimsel gelişmelerden medet ummamızı isteyen bilim insanlarının bu gözü dönmüş iyimserliğinden de rahatsız oluyorum. Bu kontrolsüz bilimsel ilerlemede, daha ne kadar bilimsel iyimserlik kaldırabiliriz?

Bilimsel yöntem, tıpkı kapitalizm gibi, her zaman sömüreceği yeni bir alan arar kendine. Kapitalizm, Marx'ın öngörüsüne göre, yeni bir pazar kalmayınca sona erecektir. Uygarlık tarihindeki en büyük pazarların çağımızda ortaya çıkışı, bu tip bir sonun daha çok uzaklarda olduğunun habercisi gibi. Üstelik bilim bu yarışta kapitalizmi bile solladı. Yavaş yavaş dünyanın; en azından bizleri misafir etmeye gönüllü bir yer olarak dünyanın, fazla vaktinin kalmamış olabileceğinin farkına varıyoruz. Endişelenecek bir şey yok, diyor bilimsel materyalizmin destekçileri; bize güvenin, eminiz ki (yani emin sayılırız) uzayı fethettiğimizde oralarda bir yerde ev diye sahiplenebileceğimiz bir sürü yer bulacağız. Bulamazsak da sıfırdan bir dünya yaparız sizin için.

Ancak evi, yani bu dünyayı bırakıp yaşanacak yeni yerler bulmaya dair bütün bu kendinden emin sözlere rağmen, böyle uzun mesafeli yolculuklar son derece spekülatiftir ve hatta günümüzde anladığımız haliyle doğa yasalarının sınırları düşünülürse, bu sözlerin bilimsel olduğu bile pek söylenemez. Belki de evrenin nasıl kurulduğunu daha çok anlayınca, bu dünyaya mahkum olduğumuzu gösteren daha çok sebep keşfedeceğiz. Bilimkurgunun ve spekülatifliğine bakılacak olursa yine kurgu sayılabilecek bilim kuramının bütün umutlarını bir tarafa bırakırsak; Güneş sisteminin ötesine hiç geçemeyeceğimizi, belki de oraya kadar bile gidemeyeceğimizi düşünmek daha gerçekçi bir bakış açısı olabilir. İnsanlığın Ay'da yürümesinin üzerinden henüz bir nesil bile geçmedi ve biz bu kadar kısa astronomik yolculukların bile ciddi psikolojik travmalara yol açabildiğini yeni yeni anlıyoruz. Başka bir yerde yaşayabilmek için nasıl bir hale gelmek zorunda kalabileceğimiz de hiç belli değil, bir tür insan yapımı post-insan formu olacağız belki de. Belki de bizler sadece ve sadece dünyada yaşamaya uygunuzdur ve böyle bir bilgi bizi bu dünyaya daha iyi bakmaya zorlayabilir. Stephen Hawking 2006'da insanlığın gelecekte hayatta kalması için en iyi umudunun dünyayı bırakıp yeni bir yuva araması olduğunu yazdı. O vakte dek bir B planı yapmak iyi bir fikir olabilir.

Beni hem cezbeden hem tiksindiren bir metodolojiyle açıklanan ve beni, yine hem cezbeden hem tiksindiren bu evreni tanımak istiyorum. Bilimin gücü, güzelliği, gizemi ve belirsizliklerde yaşama çağrısı yüzünden çekici; gücü, nihilizmi ve burnu büyük maddi kesinliği yüzünden itici buluyorum. Bilim insanlarının eyledikleri şeyi eylemekle ne yaptıklarını anlamaya başlarsam, belki o zaman bu birbirine zıt iki ucu kavuşturabilirim.

Okuldayken, bilimle doğa (doğa, yani kapımızın önünde göründüğü haliyle evren) arasındaki ilişki hiç bu noktaya gelmezdi. Hatta laboratuvarda olup bitenlerle, etrafımızda kendini gösterdiği haliyle doğada olup bitenler arasında bir kez olsun bağlantı kurabildiğimden bile emin değilim. Fizik dersinde, Dünya bilyelerle ve elektrikli  maden eşyalarla simüle edilirdi. (bunlardan ormanlarda, dağlarda gördünüz mü?); kimya dersinde dışarıda neredeyse hiç görülmeyen kimyasalların tepkimelerine bakardık; canlılar alemiyle ilgisi olması gereken biyolojiyse, sırf bu amaçla öldürülmüş şeyleri kesip biçmekle ilgili gibiydi daha çok. Bilim gönülsüz bir dünyaya zorla boyun eğdirmek demekti sanki. Tabii bir de matematik vardı, matematik resmin neresindeydi? Birinin matematik için bütün bilimlerin kraliçesi dediğini duymuştum, peki bu ne demekti? Nasıl olduysa matematiğin bilimi bir şekilde desteklemesi gerektiği sonucuna vardım; ama matematik bölümündekilerin -ki oradaki herkes matematiğin laboratuvarlarla alakası olamayacak kadar büyük bir şey olduğu düşüncesindeydi- böyle bir şey dediği yoktu.

Okuldaki bilim deneyimim, bana kendimi orada yabancı gibi hissettirecek kadar travmatikti; ama bilimin ne işe yaradığına, ne yaptığına dair dışarıdan biri olarak duyduğum ilgiyi büsbütün söndürmeye yetecek kadar travmatik değildi. İnsanın kendini bilimin dışında hissetmesi güç değil: Bilim insanlarının bile kendilerini dışlanmış hissetmesi mazur görülebilir. "Doğa yasalarının, insanın ahırların ardına kurulmuş bir atölyede hoş vakit geçirerek uğraşabileceği bir şey" olduğu günler çok gerilerde kaldı. Milyar dolarlara mal olan ve inşası yıllar alan roketle fırlatılan rasathaneler ve partikül hızlandırıcılarla, bilim artık pek demokratik değil. Matematikçiler her zaman diğerlerini dışlayan bir kulüp olmuştur; ama bu kulüp bile şimdi kendi içinde küçük küçük gruplara ayrılmış durumda. Kontrol edilmesi yıllar alan matematik hesapları var ve bunları yalnızca sağlama işlemine dahil olan bir avuç matematikçi,  bir de ispatı kuranlar anlıyor. Bilim insanlarının bile kendilerini dışlanmış hissetme hakkı varken; bizler, zavallı şaşkın izleyiciler, daha ne kadar aynanın içinden bakacağız?

Okuldayken matematiğe az çok yeteneğim olduğunu fark ettim. Beni eğiten matematik öğretmenim Bayan Church oldu; gerçekten de bir şey koydu ortaya, bilgiyi zorla içeri tıkan ve bazen eğitimle karıştırılan işlemin tam tersiydi yaptığı. Yani üniversitedeyken olayım matematikti; ama çok geçmeden bunun hiçbir özgün katkı sağlayamayacağım bir alan olduğunu anladım. Matematikte "idare eder" olmak, "idare eder" bir aşçı ya da "idare eder" bir piyanist olmak gibidir. Açılan bir boşluk, amatörle profesyoneli ayırır. Gerçekten yetenekli olanlar amatörlerin bıraktığı yerden başlar işe. Belli tariflere köle gibi bağlı kalarak lezzetli yemekler çıkarabilirsiniz, peki ama yeni tarifler nereden gelecek? Einstein'in görelilik denklemlerini üretip Gödel'in teoremini en baştan ispatlayabildiğim zamanlar oldu; ama bu derin idrakleri gerçekliğin doğasında düşündüğümde, ne yaptığım hakkında hiçbir fikrim olmuyordu. Yıllarca süren eğitimimden sonra bile, bilim insanlarının yaptıkları şeyi yapmakla ne yaptıklarını anlamaya bir adım olsun yaklaşmamıştım. Sorun kısmen şundan kaynaklanıyor olsa gerek: Bilim insanlarının çoğu, yaptıkları şeyi tam olarak ne yaptıklarını sorgulamadan yapmaktan mutlular. Felsefi bilmeceler ilgilerini çekmiyor, böyle bilmecelere kulak verseler de verecekleri cevap Richard Feynman'ın nükteli cevabından farklı olmazdı herhalde: "Kapa çeneni ve hesaplamaya devam et!" Bilim insanları pragmatisttir. Eğer bir şey işliyorsa, felsefi düşünceler fuzulidir. Amerikalı kuramsal fizikçi Lee Smolin (doğ.1955) daha da ileri gidip şöyle der: " Bilimde hedefimiz, doğanın gerçekte nasılsa öyle; her türlü felsefi ve teolojik önyargıdan arınmış bir resmini çizmektir." Peki ama bilim, felsefe ve teolojiden, bilimle diğer araştırmalar arasında akan zehirli bir nehir varmış gibi nasıl koparılabilir? Tarihe göre bilim felsefeden ve yaratılış hikayelerinden çıkıp gelişmiştir ve şu an bilimin bildiği, modern yaratılış hikayemizdir. Ben tam da işte o nehirde olmak istiyorum.

Üniversiteye döndüm, meğer örgün eğitimde aldığım son nefes olacakmış bu: bilim tarihi ve felsefesi dersi. Doktora olarak başladı ama sonradan tek bir yılda kaldı. Bu yıla dair en canlı anım bölüm başkanının bir sözü oldu; bunu iki sebepten ötürü hatırlıyorum. Birincisi başkanın sözünü söyledikten sonra hemen inkar etmesi; ikincisi söylediklerini benim sürekli olarak hissettiğim, mesken edinmem gereken bir dünyanın dışında olduğum hissiyle bağdaştırmamdı. Bölüm başkanı, yegane iki değişkenin tuşlara basma hızı ve kuvveti olduğunu bilirken, piyano çalmanın nasıl öğretilebileceğini merak ettiğini söylemişti. Bir an için durmuş ve belki de piyanonun hareketi sabit olduğuna göre sadece tek bir değişkenin olduğunu - o da kuvvetti- söylemişti. Kalbim ilgiyle çarpmaya başlamıştı. Burada nehri aşmak için olası bir köprü vardı. "Ancak estetiğe kayıyoruz" demişti profesör ve konuyu değiştirmişti. Böylece yılın sonunda lisans üstü diplomamı aldım ve öncekinden çok da fazla bir şey bilmediğim halde, dış dünyaya daldım.

Nihayetinde bir editör olarak işe başladım.  Kimileri bilim, kimileriyse insan kalbinin dalgalanmaları üzerine yazan çeşitli yazarlarla çalışıyordum. Kendime iki dünya arasında bir yer bulmak beni uzunca bir süre mutlu etti.

Yazmaya geç başlayan her insan gibi, ben de bu noktaya gelirken bir kriz yaşadım. Anladım ki ya okumak istediğim kitabı yazacak birini aramaya devam edecektim ya da oturup kendim yazacaktım. Dışarıdan biri olmayı kendi lehime bile çevirebilirdim belki.

Bilim insanı olmayan birinin bilimin tarif ettiği evrende bir yol bulması mümkün mü? Umarım öyledir. İnsanlığın gerçeği aramaya yönelik diğer girişimlerinin hiçbirine bu kadar yabancı hissetmiyoruz kendimizi. Çağdaş sanatın bazı ürünlerin anlıyor ya da anlamıyor olabiliriz; ama en azından kendimizde fikir belirtme hakkını görüyoruz. Son bilimsel kuramlar karşısındaysa asla "Ben bile evde daha iyisini yaparım" diyemeyiz; ama belki de örneğin bir partikül hızlandırıcısının ne olduğunu ve ne işe yaradığını az olsa bilirsek, Büyük Hadron Çarpıştırıcısı hakkında fikir yürütmeye cesaret edebiliriz. Hatta bunun hem dolar hem günümüzde geçerli olan gerçeklik tanımları bazında nelere mal olduğu düşünülürse, fikir edinmek ve bildirmek hakkımız bile olabilir. Elbette böyle bilgileri edinmek için başvurabileceğimiz yerler var, uzmanlık dergileri ya da belli gazetelerin belli sayfaları gibi; ama benim aklımda canlanan okur oralarda bile kendini dışlanmış hissediyor. Evrende bir yürüyüşe çıkmak istiyor; ama bırakın böyle bir yolculuğun nerede bitebileceğini, nereden başlayacağını bile bilmiyor. Benim sınırlı bilim geçmişim bile yok onda; ama bilimin ne yaptığını anlama arzusunu benim kadar hissediyor ve tıpkı benim gibi, bilimin dış dünyaya dair neler anlatacağını, bu bilgi sonunda ne kadar acı verir diye düşünmeden öğrenmeye can atıyor. Bilim insanları asırlardır yanlarında silah namına bir saat, bir de cetvel olduğu halde bilimin içine dalmaya cesaret ediyorlar. Belki de bu yüzden delilik özellikle de bu gözü pek maceracılara yakıştırılıyor. Yanımızda bu sihirli değnekler biz de onları takip edebiliriz, aşırı bir ihtiyat göstermeden ama deliliğe yakalanmayacak kadar ihtiyatlı ve T.S. Elliot'un şu maksimini hayata geçirecek kadar kendimizden emin bir şekilde: "Sadece çok uzaklara gitmeyi göze alabilenler ne kadar uzağa gidebileceklerini öğrenebilirler."

Christopher Potter
"Buradasınız"
Evrenin Kısa Tarihi
Bölüm I: Oryantasyon

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder