Tyler





Queer

Queer sadece bağnazların ve aktivistlerin faydalanabileceği, bu ikisi arasındaki kimsenin işine yaramayacak, tıpkı zencilere arap ya da fahişelere amcık denmesi gibi, uçlarda bir kelimedir. Yine arap ve amcık gibi, son derece önemli ve yalnızca kısmen keşfedilmiş bir aleme işaret etmektedir. Alaycı ifadelere saygınlık kazandırmak gayet yerinde bir davranış; alay konusu olagelmiş kişilere geçici bir güç ve rahatlık sağlıyor. Ancak insanın derisinin rengi açıkça görülebildiğinden, siyahlar için bu alaycı ifadenin ikili kullanımı, hiçbir zaman silinemeyecek farklılıkların gerçekliğinin vurgulanması anlamına geliyor; ve insanlar farklılıkları asla gözardı etmezler. Amcık kelimesine gelince, konu kadın cinselliğiyle, zevkle ve kadının bebek yapma meselesinin üstesinden gelip, cinsel açıdan erkeklerin korktuğu kadar iştahlı olabilmeleri ile ilgili. Gerçekten de sarsıcı bir kelime, zaten amacına, bir dereceye kadar bu şekilde hizmet ediyor.

Queer ise çok daha kapsamlı; mantıksal açılımı düşünülünce çok daha geniş anlamlı bir kelime. Nation gibi, radikal farklılığı ve marjinalliği vurgulayan örgütlerin bu kelimeyi kullanmasına karşın, queer'in temel önermeleri cinselliğin eğlence demek olduğu; cinsiyete, dine veya herhangi bir ahlak anlayışına bağlı kalınmaksızın herkes tarafından yaşanabileceği ve kendi başına, ahlaken nötr olduğudur. Yani vibratörle yapılan seksin, çubuklarla yemek yemekten daha sapıkça olmadığı anlamına gelir.

Queer kimliği, programlı bir şekilde cinselliğe atfedilen kutsallığın reddi olarak görülebilir; ki bunu, cinselliği kutsallığına rağmen istismar etmekten ayırmak gerekir. Ama buna queer demekten vazgeçelim artık, ne dersiniz? Çünkü buna queer dediğimiz sürece, kulağa diğer insanların, tuhaf insanların yaptığı bir şeymiş gibi geliyor. Bunu,  hepimizin yaptığı bir şey olan cinsellik olarak adlandıralım.


Kitap: Eşcinselliğin Sonu
ve Heteroseksüelliğin ölümü / Bert Archer

Arture 529


529. Arture. Hafızam beni yanıltmıyorsa psikiyatr Gaston Ferdiere okumalarıma dayanıyor, herkesin bildiği gibi, kendisi Antonin Artaud'nun doktoru.

Yüksel Arslan ve Okuma

Okuma, Yüksel Arslan'ın hayatının en önemli işi. Çizmekle eş önemde belki.

"Ressamdan çok okur olduğumu hep söylerim diyor, Arslan Jacques Vallet'ye, İnsan dizisi için gerçekleştirdikleri söyleşi metinlerinde. Ve temelde, bakılırsa, Arslan'ın tüm eserlerinin bir okuma sonucu ortaya çıktığı görülecektir. Ancak bu ilk okumalar, Arslan'ın Fransızca öğrenip kitap okuyabilecek hale gelmesiyle, o dönemde Fransa'da da zorlukla yayınlanan ve büyük gürültü koparan kitap ve yazarlara doğru evrilecektir. Lanetlilerdir bunlar: Nietzsche, Rimbaud, Lautreamont, Dadacılar, Gerçeküstücüler ve tabii, "ilahi" Marquis, Marquis de Sade.

İki tür okuma vardır herhalde, keyif ve bilgilenmek için. Yüksel Arslan'ın okuma merakı esas itibariyle merak üzerine kurulu. İlgilendiği ve sevdiği konularda bulabildiği tüm kitaplara ulaşmak istiyor. Tabii, bir okuma onu başka bir konuda merakta bırakabiliyor ve gelsin bir başka kitap. Nasıl okuduğuna tanık olmadım, ama sanırım ikili bir aşamadan söz edebiliriz. İlk elde hızlı, elde kalem olmaksızın okuma, sonra ise, not almaya değer bir kitapsa, ele kalemi alarak, ta başından beri kullandığı defterlerine notlar alma (not alma diyorsam, daha ziyade kimi kısımları aynen yazmayı kastediyorum...) Bu ikinci okuma aşaması sanırım metnin derinliklerine inildiği, çağrışımlarla ilerleyen ve Yüksel Arslan'ın hayatındaki bir takım unsularla metin arasında bir takım tekabüliyet ilişkisinin arandığı bir an. Bu noktada, sözcüklerin düzeni ile okurun kendi tecrübe dünyası birbirine giderek yakınlaşıyor. Okuma, nerdeyse Arslan'ın öznel tecrübesiyle örtüşür hale geliyor. Dediğim gibi bu aşama metni kullanma aşaması, hatta daha da ileri gideyim, metni yağmalama, onu didik didik edip bir şeyleri arayıp bulma aşaması.

Levent Yılmaz'ın yazısından

Arture 533



Bu şehirdeyken karşılaştığım en kederli görüntü Hölderlin'inkiydi. Fransa yolculuğundan beri (...) o ölümcül yolculuktan beri akıl sağlığını tamamen kaybetti; hala bazı çalışmalarını sürdürebilecek durumda olsa da (Yunancadan çeviriler gibi), aklı başından gitmiş iyice. Görünüşü allak bullak etti beni: Dış görünüşünü tiksinti uyandıracak ölçüde boşlamış; konuşmalarında delilik emareleri göstermiyor ama bu durumdaki insanların hal ve tavırlarını almış tamamen. (...)
( Schelling'den Hegel'e, 1803)

Benim adım, beyefendi, artık aynı değil, artık Killalisimeno'yum. Evet, majesteleri: bir öyle söylüyor bir böyle diyorsunuz, ama bana hiçbir şey olmuyor. (Hölderlin)

Bu ışıl ışıl ebedi dağlar karşısında heyecan duyacaksın aynı benim gibi (...) Burada bir çocuk gibi kalakalmak ve şaşırmak ve sükut içinde tadını çıkarmak dışında ne yapabilirim ki (...) en yakın tepede (...) (Hölderlin) 

Kendimden ve etrafımdan duyduğum tiksinti beni yeniden soyutlamaya sürükledi. (Hölderlin)

Saksıya dikilmiş yaşlı bir çiçek gibi halim, günün birinde, sokağa düşüvermiş, toprağıyla ve ekili olduğu saksıyla birlikte; tomurcuklarını kaybetmiş, kökü zarar görmüş (...), soğuktan donuyorum ve bakışlarım beni saran gecede sabitleniyor. Göğüm öylesine kaskatı, öyle çok benziyorum ki taşlara (Hölderlin)

Yaprakların fısıltıları neler söylüyor anlıyordum, insan konuşmalarının bir anlamı kalmamıştı benim için. (Hölderlin)

Yüksel Arslan

http://okumaninsonunayolculuk.com/ Yüksel Arslan

Sade & Yüksel Arslan


V. Sade

Yüksel Arslan büyük ihtimalle 1955-1959 yılları arasında Marquis de Sade okumuş olmalı. Kendisiyle yapılan bir söyleşide Ferit Edgü bunu 1956 yılına tarihlendiriyor: “Phallisme adını verdiğimiz bir sanat akımı kurmaya, yanılmıyorsam 1956 yılında karar vermiştik. O yıllarda Yüksel de, ben de başkaldırının erdemine inanıyor, anarşiyi en yüksek değer olarak görüyorduk. Sanattaki devrimlerden, izlenimcilikten, kübizmden, Bauhaus’tan daha çok, dadacılıkla, gerçeküstücülükle ilgileniyorduk. Başkaldıran düşünürler, yazarlar, şairler ilgimizi çekiyordu. Gelmiş geçmiş en büyük yıkıcı olarak gördüğümüz Marquis de Sade’ın o dönemde Fransa’da zor bela yayımlanan kitaplarını ediniyor, Rimbaud’nun, Lautreamont’un şiirleriyle bileniyorduk. (...) Yüksel’in Phallisme dönemi o sıralarda başlar. Bu resimlerde imzasını bile değiştirmiş, resimlerini, mektuplarını Comte de Phallus olarak imzalamaya başlamıştı."

Marquis de Sade, evet, ama, nasıl? Bir kere, Marquis mi Comte mu? Fransız asalet yelpazesinde, baba eğer Comte ise, yaşadığı sürece oğlu Marquis ünvanıyla anılıyor. Baba öldüğünde ise, Comte’luk oğlana geçiyor. Yani 2 Haziran 1740 yılında Paris’te doğan Donatien Alphonse François, aslında, yalnızca 1767’ye kadar Marquis. Babası ölünce, Comte. Ve hatta, bir aile geleneğine göre, baba da, dede de, babaları yaşarken Comte olarak anılmışlar. Dolayısıyla, genç Marquis'ye 1754’te resmi soyağaççı tarafından verilen asalet belgesinde, bu geleneğe atfen, yine Comte yazıyor. Çok önemli mi, değil belki, ama, Sade kimi zaman Marquis, kimi zaman da Comte diye anılıyor, Comte de Phallus'ü anlamak için bunu bilmek faydalı olabilir!
              
Marquis ya da Comte, nasıl adlandırırsak adlandıralım, herhalde Avrupa tarihinin gelmiş geçmiş en büyük yıkıcılarından biriydi. Neyi yıktı peki? Ya da yıkabildi mi? Yıkmaya çalıştığı, her şeyden önce, herhalde, artık birey olarak tasavvur edilmesi gereken insanın önüne çıkartılan başta aristokratik sonra da burjuva değerler silsilesinin ikiyüzlülüğü olsa gerektir. Dolaysız bir özgürleşmeyi ve kişinin kendi olmasına ket vuran tüm durumların ortadan kaldırılmasını savunuyordu Sade. Bu yüzden, belki de en önemli metni, 1789'da, Devrim sırasında hapishaneden yazdığı, “Fransızlar, ha gayret, cumhuriyetçi olmak istiyorsanız bir adım daha" başlıklı metnidir. Metin, Yatakodasında Felsefe adlı kitabının beşinci bölümüdür aslında.

Devrimin de etkisiyle Sade bu metinde en önce Hıristiyanlık’a saldırır. Daha sonraları Nietzsche’de de göreceğimiz şekliyle, bu dini, küçük hesapların, alçak rahiplerin, ikiyüzlü bir ahlakın temsilcisi olarak görür. Sonra devrimcilere seslenir, tiranı alaşağı ettiniz, şimdi de bu uyuşukluk dinini alaşağı edin! Ellerinde balta olanlar, der, bu saçma inançlar sistemine son darbeyi indirin. Yalnızca dallarını kesmekle kalmayın, kökünden kazıyıp atın bu ağacı, çünkü bu ağacın etkileri bulaşıcıdır, şimdi kesmezseniz, bir gün gelir büyür ve ortaya çıkarmak istediğimiz yeni toplumu tekrar sarar ve yok eder onu. Dolayısıyla, devrim bir işe yarayacaksa, dini kökünden kazımak gerekir. Çünkü Sade’a göre, tüm Avrupa Fransa örneğinde taçtan ve asadan kurtuluş umudunu görmektedir, siyasi iktidarı yıkmak, dinsel iktidarı yıkmadıkça hiçbir işe yaramaz. Hobbes’un Leviathan'ı yokedilmeli, yerine yeni ilkelerle yeni bir toplum kurulmalıdır.

Devlet, hele de aristokratik devlet, başlarda bir avuç haydutun, çapulcunun kendi iktidarını herkese dayatmak için kurduğu bir aygıttır. Bu haydutlar kaba güçleriyle topluma kendi kurallarını dayatmışlar, tanrı adını verdikleri güçlerle de iktidarlarını perçinlemişlerdir. Tüm bunları yıkmalıyız der Sade, onların düzeninde yeniden kul köle olmaktansa ölmek yeğdir.

Bir hayaletten, Hıristiyanlık hayaletinden kurtulduğumuz anda, aklı olan herkesin kabul edeceği sistem tanrıtanımazlık olacaktır. İnsan aydınlandıkça, kendi dünyasını kendinden farklı, büyük, aşkın bir gücün harekete geçirmediğini, bu toplumu kendi kendisinin yaptığını daha fazla fark edecektir. Kendi kurallarını kendisi koyacaktır. Ve bu kurallar, sayıca az ve doğaya göre olacaktır. Sade’ın cümlelerinde, döneminin tüm özgürleşme umutları en uca, bireyin ta kendisine aktarılır. Devrim, siyasal özgürleşmenin modelini nerede arayacağını bilemediğinden bir geçmişe bir de gelecekteki karanlığa bakar, oysa Sade, bu özgürleşmede kendi içindeki bir ışıkla aydınlanan insanın içindeki uçurumu görmek ister. Derindir bu uçurum, karanlıktır da belki, ama onu da doğa yaratmıştır. Sade, doğa kavramını, yani insan doğası kavramını iyice tersyüz eder; kötü insan doğası, onda doğal bir doğaya, ne iyi ne de kötü bir doğaya evrilir. Tekrar söylemek gerekirse, Nietzsche bu bakış açısı içinden çıkacaktır İyinin ve Kötünün Ötesinde.

Cinsellik de bu bakıştan payını alır: Ne zina, ne fiili livata, ne sübyancılık, hiçbiri suç olmamalıdır Sade’a göre. Hatta savaşın devlet eliyle yönetildiği bir dünyada cinayet bile suç olmaktan çıkarılmalıdır. Her şeye gülmek, her şeyle ve herkesle dalga geçmek mümkün olmalıdır. Öte taraftan bir ilki de savunur Sade, dünyanın en anlamsız cezası, ölüm cezası da kaldırılmalıdır. Ama savrulmalar, çelişkiler, zıtlıkların dünyasındayızdır Sade’da aynı zamanda: Hırsız yerine malı çalınan cezalandırılmalıdır, tecavüz eden yerine tecavüze uğrayan. Tüm bunları kanıtlamaya kalkan Sade, Eski Yunan’dan Roma’ya, Madagaskar’dan lroquoislar’a bir sürü örnek sıralar. Evlilik kurumu bir mülkiyet ilişkisidir; erkek hiçbir zaman özgür bir başka bireyi mülkiyetine geçiremez. Tam tersi de doğrudur, hiçbir kadın erkeğin sadece onun olduğunu düşünmemelidir. Her kadın her erkeğe, her erkek de onu arzulayan her kadına aittir. Ve hiçbir yasa birinin öbürüne meşru bir biçimde ait olduğunu ilan edemez. Mülkiyet hakkı özgür bireyler arasında mümkün değildir. Daha da ileri gider Sade, her kadının her erkeğin arzusunu tatmin etmesi gerektiğini söyledikten sonra, erkeklerin de kadınların her türden cinsel arzusunu tatmin etmesi gerektiğini söyler: Mütekabiliyet iş başındadır burada. Dolayısıyla cinselliğe ilişkin suçlar tamamen akıldışıdır. İnsanın biyolojik bedeninin cinsel arzuları yüzyılların saçma kanunlarıyla boyunduruk altına alınmaya çalışılmıştır, cezaların nesnesi olmuşlardır. Aynı şekilde eşcinselliği de özgür kılmaya çalışır Sade, yine tarihten ve yine "ilkel” kabilelerden örnekler vererek. Aynı türden akıl yürütme sübyancılık konusunda da geçerlidir... Tüm arzuların özgürce ifade edilebilmesini, özgürce tatmin edilebilmesini ister Sade; yeni bir cumhuriyet ise tüm bu arzuların özgürlüklerinin güvence altına alınmasını sağlamalıdır, işte o zaman Devrim amacına ulaşmış olacaktır. Ensest yasağı bile kaldırılmalıdır bu cumhuriyette, işte o zaman devrimin temeli olan kardeşlik geçerli olacaktır.

Ve işte temel soru tekrar karşımızdadır: İnsanla bitkiler ve doğadaki diğer hayvanlar arasında ne fark vardır? Hiçbir fark yoktur. İnsan da diğerleri gibi bu dünyaya tamamen rastlantısal bir biçimde fırlatılmıştır. Arslan’ın ilk sergisi için yazılan yazıyı hatırlayalım tekrar: “Bak böcekler de öyle yapıyor". Tabii şunu da unutmamak gerek, Sade, fikirleri kadar, o fikirleri anlatmak için yarattığı cinsellik dünyasının tüm taşkınlığıyla, kelimelere taşıttığı o inanılmaz edebi akıcılığıyla yaratmıştır esas etkiyi. Söylenemez olanı ilk kez gürül gürül söylediği içindir ki etkisi sürmüş ve gelip yirminci yüzyıl başına dayanmıştır...

portre 5, marquis de sade, 1959

Comte de Phallus : Yüksel Arslan


Sezer Tansuğ

1933 İstanbul, Eyüp doğumlu Yüksel Arslan, İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi bölümünde başlayan yüksek öğrenimini yarıda bırakmış ve kendini tümüyle yoğun bir çizgisel uğraş alanı oluşturan resim çalışmalarına vermiştir. 1955 yılında " İlişki, Davranış ve Sıkıntılara Övgü" adını verdiği ilk sergi etkinliği ve 1959 yılında bunu izleyen ikinci sergisiyle dikkatleri üzerine toplayan Yüksel Arslan'ın, Paris'te uzun yılları kapsayan yaşam öyküsü 1961'de başlamıştır. Bu sanatçı da 2. dünya savaşı yıllarından sonra bir kültür ve sanat cenneti olarak dünyada pek çok sanatçının hayallerini süsleyen Paris'in yolunu tutmuş ve o sıralar gerek Fransız Yeni Dalga sineması, gerekse Paris kökenli Existentialiste felsefe akımı ile dünya sahnesinde yeni bazı modalar oluşturan bu canlı ortama kavuşma olanağını bulmuştur.

Yüksel Arslan ilkini 1955'te Maya Galerisi'nde açtığı sergilerde ikincisini 1959'da Türk-Alman Kültür Derneği'nin sergi salonunda gerçekleştirmiş ve ikinci sergisi Adnan benk ve Sabahattin Eyüboğlu gibi düşünürler tarafından "Avrupa çapında bir ressam"ın etkinliği olarak değerlendirilmiştir. Romancı Yaşar Kemal'in eşiyle akrabalığı nedeniyle İstanbul'a gelerek Arslan'ın işlerini gören ünlü eleştirmen Edouard Roditi, Yüksel Arslan'ın Paris'e gidişinde önemli bir rol oynamıştır. Roditi sürrealist sanatın bir savunucusu olarak yakından tanıdığı Andre Breton'un Yüksel Arslan'la ilgilenmesini ve ona sürrealistlerin bir sergisine katılması için bir çağrı mektubu yazmasını sağlamıştır.

1950'li yılların sonlarında Fransızca dil bilgisini artırmaya çalışan, bol bol okuyan ve bu arada Marquis de Sade metinlerine büyük ölçüde merak saran Yüksel Arslan, kendisini Comte de Phallus diye tanımlayan imzasını resimlerinden eksik etmemeye başlamış ve böylece sürrealizmin erotik humour mekanizması ve bunun tarihsel  kökenlerine bağlılığını ifade etmiştir. Öte yandan bazı öğrenci gezilerine katılarak Anadoludaki İslami Türk eserlerini de tanmak fırsatını bulan Yüksel Arslan, sanat tarihi eğitimini yarı da bırakmış olsa da, Sanat Tarihi ile ilgisini hiçbir zaman koparmamış, aksine yaşadığı Avrupa ülkesinde bu ilgiyi çok geniş boyutlara ulaştırmayı başarmıştır.

Paris'e yerleşmesinden sonra İstanbul'da geliştirdiği çizgi üslubundan farklı yapıtların ilk örneklerini ortaya koyan Yüksel Arslan "Artures" dizileri adını verdiği resimlerini 60'lı yılların başlarından itibaren oluşturmaya başlamıştır. Paris'te bir Belçikalı ile evlenerek ondan önce bir oğlu, daha sonraları bir kız çocuğu olan Arslan, giderek imzasını ARTSlan olarak atmaya başlayacağı Paris resimlerinden bir bölümünü yanına alarak İstanbul'a dönmüş ve 1966 67 yıllarında Türkiye'de kaldığı uzunca bir süre içinde biri İstanbul, diğeri Ankara'da iki sergi daha gerçekleştirmiştir. İstanbul'da herhangi bir olumsuz tepki almayan sergisi, erotik ve fallik imgelerin bolluğu yüzünden olmalı, Ankara'da tekrarlandığı süre içinde yaşlı bir Fransız kadın tarafından pornografik-müstehcen suçlamasıyla savcılığa duyurulmuş, yapılan mahkeme sonucunca beraat eden Yüksel Arslan, resimlerini muhafaza edildiği polis karakolundan alarak tekrar Paris'in yolunu tutmuştur. Yüksel Arslan bu tarihten sonra ancak kısa bir tail için, sadece bir kez Türkiye'ye gelmiştir.

Fallik simgelerle vurgulanan erotik yaklaşımlar süreci, Yüksel Arslan'ın zamanla kitap yayınlarına dönüşen resim dizilerinin mizahı ve dramatik içeriklerini de belirlemiştir. Paris'ta başladığı ARTURES dizilerinden sonra çeşitli edebiyat ve felsefe alanlarını içeren temalarında politik diziler de belirip özgün yerlerini aldılar. 68'deki öğrenci olaylarının siyasi ideolojilerine Marksizmi irdeleyip yeni baştan yorumlamaya yönelen etkinliği, Yüksel Arslan'ın 1975'de ilk resimli kitabını oluşturan Kapital dizisi için önemli bir rol oynamış olabilir.

Yüksel Arslan hiçbir zaman bağlarını koparmadığı kendi yerel ülke kaynaklarının yanı sıra, Avrupa kültürünün düşünsel ve sanatsal kaynaklarını da kendi yorum gücüyle irdeleyebildi ve bu kültürü bir Türk insanının mizahçı, gerçekçi ya da bir başka deyimle pragmatist imgelemiyle sorgulamayı sürdürdü. Yüksel Arslan'ın yaklaşımları belki de ilk kez Avrupa Kültürünün bir Türk'ün zihniyetiyle sorgulanması anlamına geliyordu. Yani Arslan türk zihniyetinin farklı yorum bakış açılarını Avrupa'ya taşıyan bir misyoner, ironik bir başka deyimle bir occidendalist sayılabilirdi. Nietzsche'den Rabelais'ye, Marx'dan Diderot'ya, Vinci'den Bruegel'e her düşünür, şair ve sanatçı onun Türk çizgisiyle yeniden yoğrulmuş ve yenibaştan yorumlanmış oluyordu.

Yüksel Arslan'ın 80'li yıllarda birer kitap haline gelen Influences (etkilendiği kaynaklarla ilgili resimler), Autoartures (kendi yaşamıyla ilgili resimler) ve L'hommhe (insan varlığının sinir sistemi ve ruhsal hastalıklarıyla ilgili resimler) dizilerinde evrensel kültür ile insan yaşamı arasındaki derin bağalntılarını irdelediği bir çizim virtüözitesiyle, eriştiği doruğu kanıtlayan bir sanatçı varlığı göstermiştir. 60'lı yıllarda psikopatolojik sanat eylemleri bağlamında düzenlediği bir Psych'ART dizisi içinde Yüksel Arslan'ı da ele alan ünlü psikiyatr Jean Bobon, bu sanatçıyı Hundertwasser ve Henri Michaux'ya çok yakın düzeyde bir yetenek olarak değerlendirmiştir.

Haftanın iş günlerinde sabah saat 9'dan akşam 5'e kadar şaşmaz bir şekilde bir düzenli çalışma disiplinine kendini alıştırmış olan Arslan, daima kağıt üzerine yaptığı çizimleri kendine özgü bir boya tekniğiyle renklendirir. Yağ, idrar, meni ve benzeri maddelerin renkli toprak parçalarıyla karıştırılarak kağıt yüzeylerine uygulandığı bu doğal teknik, tarih öncesinden beri resimde uygulanan doğal tekniklerin bir devamı niteliğindedir. Tüm resimlerine açıkça yansıyan güçlü tarih bilinci, Arslan'ın kişiliğinde prehistorik çağlara kadar uzanan yoğun bir içereik kazandırmıştır. Her yaz tatile gittiği güney Fransa'nın prehistorik bir bölgesinden yontulmuş çakmak taşları toplamak en büyük zevkidir. İnsan yaşamınınn doğal süreçlerinden üretilmiş her alet Arslan'ın dünyasındaki yerini bulmakta, çalışma odası bunlarla dolup taşmaktadır.

Yüksel Arslan çizimdeki temel formasyonu yönünden Selçuk ve Osmanlı hat kaligrafisinin yanı sıra İslam öncesi Orta Asya kökenli Mehmet Siyah Kalem islubu ve Karagöz suretlerinin figüratif verilerine sıkıca bağlı olduğu görülen, bu verilerin tümünü ustalıkla özümsemiş bir üslup geliştirmiştir. Erken çalışmalarında bu etkilemelerin daha yoğun izleri görülür. Bu türden bir stilizasyonun , içinde anatomi çalışmalarına yer verilen bir islup gelişmesiyle bütünleşerek farklılaşması Paris'tekitüm dönemlerini kapsar. Birkaç yıldır üzerinde çalıştığı "L'animal" dizisi de stilize edilmiş örnekleriyle anatomideki ustalığının kanıtlarını karşımıza koyar.

Günlük resim çalışmlarını yoğun bir okuma faaliyetiyle birleştiren Arslan'ın en gizemli yanlarından biri, koca koca defterler oluşturan eskizleridir. Bunlar, resim dizelerinin renklendirilmiş ana birikimlerini belirler ya da yönlendirirler. Resim dizeleri böylece oluşur ve bir kitap yayınına dönüşümleri için faaliyet başlar. Bu kitap çalışmalarının her biri bir sergiyle sunula gelmiştir.

Arture 606

2006

Heinrich von Kleist (A 606): Yine bir intihar. Çok tuhaf bir görünümü varmış, kız kardeşi bir erkeği, kendisiyse bir kadını andırıyormuş. Nişanlısına yazdığı bir mektupta, birlikte mutlu olabilmeleri için doktora gittiğini yazıyor. Nesi vardı? Fimozis mi? Kuşkusuz daha ciddi bir sıkıntısı vardı...

"Tuhaf" diye düşünmüştüm, "yapıtındaki temel izleklerden biri yetersizlik. Dış olaylara egemen olma konusunda yetersizlik, tutkuların yetersizliği ve başarısızlığı..."

" Bir sinir yumağı halinde! Mutsuz! Kanserli bir hanım arkadaşıyla birlikte intihar etmeye karar vermiş. Geceyi bir handa geçirmişler. Sabah bir göl kıyısında dolaşmaya çıkmış, koşmuş, gülmüşler. Birden hancı iki el silah sesi duymuş: Kadını sol göğsünün altından tek kurşunla öldürüp silahı ağzına dayayıp intihar etmiş."

Arture 623

2007

Yine Artaud (A 623): Rodez Akıl Hastanesi'nden çıkmış, Vieux Colombier Tiyatrosu'nun sahnesinde küçük bir masanın başında bir konferans vermiş. Ertesi gün, 14 Ocak 1947'de, Andre Breton'a şöyle yazmış:

(...) Kaldı ki kendimi yine, bir kez daha tiyatro salonunda, seansı izlemek için oturdukları yerin parasını ödeyen insanların karşısında buluverdim ve sahneye çıkınca bu seansın gerçekleşemeyeceğini düşündüm. Hepsi bu. İnsanlara şöyle demek gerekirdi: Burada fazlasınız, ben de karşınızda, bir yerde fazlayım, tıpkı melez bir konuşmacı gibi, sokakta, bir barikatın karşısında fazla olmam kuşkusuz, öte yandan günümüz kurumlarının yerleşmesinin sorumluları sizlersiniz az çok, değil mi ki hepinizin saklayacak, koruyacak ya da kurtaracak bir şeyleriniz var. - İşte 4 kez, Andre Breton, buna karar verdim Pazartesi akşamı, sözlerimi kesen korkunç sessizlikler ondandı. Ama her seferinde sözcüklerin ağzımdan çıkmasına izin vermeyen, bedensel anlamda izin vermeyen anlaşılmaz bir engele takıldım kaldım. Hayat, doğum, ölüm üstüne birtakım iğrenç kavramlara kanmış yaşayıp gidiyoruz. Günün birinde öldüğümüz zaman bunun tek nedeni bizi bunlara inandırmaları. Benim sorum şu: Kim benim gibi ölmemeye, bir kez daha tabuta konmamaya karar vermiş? Yalnızca başkalarının izin verdiği şeyleri yaşayan birtakım sözde gurular, yalan yanlış eğitilmiş birkaç pitri maymunu dışında kimseye yararı dokunmamış ölümün asla.

Ayrıca şunu da demek isterdim: (...) Başkaldıran herkes deli ya da sapıtmış ilan edilir, zehirlenir, hapsedilir, bunamaya itilir, intihara sürüklenir, uyuşturulur. Aslında Baudelaire'in günün birinde sözyitimine uğramasına neden olan şey biraz da ondaki bilinçtir. Edgar Poe karmakarışık aklından dramatik biçimde kurtulamadığından içkiye gömülmüştür (...) Gerard de Nerval'i delirten ve bir bilinç krizi sırasında tüm dünya onun deliliğiyle ilgilendiği için ondan asla kurtulamayacağını anladığı gün kendisini intihara sürükleyen şey büyüdür. Bana gelince yıllar önce farkına vardım (...)

Arture 621



Bir Nerval daha (A 621) : Deliliği, sanrıları. Böceklerden, çiçeklerden, ağaçlardan, hayvanlardan sesler duyuyor.'Doğadaki her şey yeni görünümler kazanıyordu' 'Ve gizli sesler yükseliyordu (...) bitkiden...' Kriz dönemleri dışında bilinci yerindeymiş.

Arture 587



Arture 587 : Franz Kafka

Bu eski dostu ne vakit okusam tekrar tekrar şaşırtıyor beni! Dahası, Kafka üzerine okumadığım birkaç kitap buldum; P.Klossowski'nin Günce'si (1945), W. Wagenbach'ın  F.K.'nın Gençlik Yılları, Marthe Robert vb. Doğal olarak Kafka için biraz ortadoğululara benzeyecek bir mezartaşı yapma fikri beni harekete geçirdi!

(...) Taştanım ben; kendi mezar taşım oldum, şüpheyle ya da inançla, aşkla ya da nefretle, cesaretle ya da buhranla, özelle ya da genelle aralanmadan, belli belirsiz bir umut yalnızca, ama mezar taşlarında (...)

Otel yönetimine adımı açık seçik yazıp vermiş olsam da, ardından onlar bana iki kez doğru yazıp vermiş olsalar da, yine de Josef K... yazıyorlar tahtaya. Onları aydınlatmalı mıyım, yoksa onlar tarafından aydınlatılmalı mı? (Franz Kafka)

Arture 565


Thomas Bernhard'ın kitaplarını okumaya, Beton'la sanırım, başladım. Sonra da Avusturya'da ve eski Avrupa'nın diğer başka şehirlerinde yaşamış bu diğer canavarın tüm kitaplarını okudum. 

565. arture'e gelince, çok ama çok basit: Hoş bir canavarın etrafını saran hakiki canavarlar! Hitler'in, Mettrenich'in, Pinochet'in vb. iğrenç kafaları seçiliyor arada.

" Sizin Bremen Mızıkacıları masallarınıza karnım tok; hiçbir şey anlatmak istemiyorum; şarkı söylemek istemiyorum, vaaz vermek istemiyorum, kimse inkar edemez: Masallar tedavülden kalktı artık, şehir masalları da; felsefi olanlar bile hatta; ruhlar alemi yok artık; evrenin kendisi artık bir masal değil; Avrupa, en güzel olanı, öldü; işte doğru, işte hakikat. Hakikat de, doğru gibi, masal değildir, ve doğru olan asla masal olmamıştır.

Elli yıl var ki Avrupa gerçek bir peri masalıydı. Birçokları bugün bu peri masalı dünyasında yaşıyor, ama ölü bir dünyada yaşıyorlar, kendileri de ölü zaten. ölü olmayan yaşar, masallarda değil üstelik; bu da bir masal değil... (Thomas Bernhard)

Arture 532


Arture 532: F. Nietzsche

Eski ahbabım, gençlik arkadaşım! Torino'daki at arabası kazasıyla ilgili yeni şeyler okuyorum (E.F. Podach, Karl Schleta, Franz Overbeck, Virgile Barbat, Paul Deussen, Kendi son mektupları, davranışları vb.)

Bu kitaplardan parçalar vermek niyetinde değilim.  Daha Ecce Homo'da  elle tutulur gözle görülür hale gelmiş hastalığını bilen biliyor.

Bu Arture'ü yaparken , diziye Yeni Etkiler demeye karar verdim. Genel olarak insanların değil, tek ve nadir bireylerin söz konusu olduğu artık apaçıktı benim için! Dehalardan söz etmeyecektim elbette. İspanya'da ve diğer kıtalarda bunlardan sürüsüne bereket.

Arture 551



W. Benjamin, kesinlikle 20. yüzyılın "düşünen büyük kafaları"ndan biri benim için. 
Epey bilinçli bir şekilde, iki dostu arasında bölmüş kendisini: B. Brecht ve Gershom Scholem. Fransa'da sürgündeyken, 1940 yılında, Amerika yolunda, Port Bou'da intihar etmeyi başarmış, diyeceğim. Ele geçirdiğim belgelere göre, bu Port-Bou panoraması da aynı hikayeden alıyor kaynağını.

Frank




YAŞAM KURALI

1. Mümkün olduğunca az sırrını aç. Hiç sır vermemek en iyisi, ama her şeye rağmen içini açıyorsan, söylediklerin yanlış ya da belirsiz olsun.

2. Mümkün olduğunca az düş gör; tabii düşün doğrudan hedefi bir şiir ya da edebi bir üretimse, bu hariç. İncele ve çalış.

3. Mümkün olduğunca kanaatkar olmaya bak; bedenin kanaatkarlığından önce ruhun kanaatkarlığı gelsin.

4. Basitçe nezaket göstererek nazik ol; kendini ele verme, tinin mahrem yaşamına bağlı problemleri dolu dizgin tartışma.

5. Konsantre olmayı öğren, iradeni çelikleştir, kendinin gerçekten bir güç olduğuna içten inanan bir güç haline gel.

6. Ne kadar az gerçek dostun olduğunu dikkate al; çünkü pek az insan gerçek dost olabilir.

7. Sessizliğinde gizlenen her şeyden zevk almaya çalış.

8. Küçük işlerde, evdeki ya da işteki önemsiz şeylerde hızlı davranmayı öğren; kendi yaptığın işte hiç gecikme kabul etme.

9. Yaşamını bir edebiyat eseri gibi düzenle ve mümkün olduğunca bütünlükle kıl.

10. Katili katlet(?)

 Kendini başkalarına anlatma.


*
Bunlar 
Pessoa'dan




 tommygakenwan

New York Üniversitesi'nden atıldım, sonra City College of New York'tan da atıldım, devamsızlıktan, notlarım kötü olduğu için. Gerçek bir üniversite eğitimi almadım. Üniversitede bir yıl bile geçirmedim. Ana dalım uzun metrajlı filmdi, ana dalımda kaldım. Üniversitede iyi değildim. Ailem için travmatik bir deneyimdi, benim için değil. Ben okulda geçirdiğim her günden nefret ettim, her gün pişman oldum. Okulda geçirdiğim her güne yanarım. Üniversiteden atılmak bir lütuftu.

Woody Allen

Philip Seymour Hoffman

“O bir devdi.  Philip’in mirasına bakarken nereden başlamalı emin değilim, zira kapsamı ve derinliği muazzam.  Ancak bu, onun seçimleri hakkında çok şey anlatıyor.

O, bildiğim en iyi karakter oyuncusuydu. Oynadığı küçük rollere baktığınızda, o performanslarının da onu çağdaşlarından ayırdığını görebilirsiniz.  

Güçlü yanı, rolün içine girebilmesi ve kibirli olmayışındaydı. Aynı zamanda, sevdiği şeyden nefret de ederdi. Bu da onun lanetiydi. Performansları yüzünden kendini yiyip bitirirdi. Onun hakkını veren bir yazı yazma ihtimalim az, ama çektiğimiz filmin hakkını verdiğini düşünüyorum. Filmde gerçekten muhteşemdi ve bütün ilgimizi hak ediyordu. Onunla son derece gurur duyduğunu biliyorum. 

İki hafta önce karşılaştığımızda tekrar birlikte çalışmaktan bahsetmiştik.  Bu konuda şöyle demişti: Umarım bunu başka bir filmde tekrarlayabiliriz. Artık daha çok şey biliyoruz ve bence birlikte iyi mücadele eder ve sarsılmaz oluruz. Bu çok heyecanlı.

İlk karşılaşmamız, 2011’de New York’ta Vogue için onunla birlikte yaptığım çekimdi.  Bitişik otel odasında pantolonu düzeltilirken biz de filmden ve rolünden bahsettik.  Elbette iç çamaşırlarıyla oturuyordu ama dikkatinin bu durumdaki absürtlüğe kaymasına hiç izin vermedi.  İş hakkında ciddiydi. Yazık ki bu asla olmayacak.  Filmin sonunu izlemeyi daha da zorlaştıran da bu."

Anton Corbijn





Varoluş

Bilimsel düşünce, "big bang" adını verdiği bir oluşumla evrene bir başlangıç atfediyor ve ben'in varoluşunu çok uzun bir süreçten sonra insan türünün varoluşuyla birlikte başlatıyor. Ve ben'in bu varoluşu noktasından yola çıkarak bu varoluşun üstündeki bir oluşumu açıklamaya kalkıyor. Hem ben'in varoluşuna tali ve geçici bir özellik atfedeceksin ve hem de tüm olguları o ben'den yola çıkarak açıklayacaksın. Bilimsel düşüncede düşüncenin nerede olduğu anlaşılamamaktadır. Sanki insan türünün belirli bir gelişim düzeyine kadar her şey kendiliğinden olmuş ve insan türü gelince birden her şeyi açıklama gücüne sahip olmuştur! Böyle bir saçmalığı kabul etmek olanaksızdır. Düşünce insan türünden ve evrenden önce vardı. Evren, düşüncenin bir etkinliğidir. Düşüncenin varoluşla olan özdeşliğinin evrenin oluşumu ile birlikte parçalanması sonucu varoluş düşünceyi sürekli arar hale gelmiştir.

Bu dünyadaki bulunuşumuzu varoluşun düşünceyi bulma çabası olarak değerlendiriyorum. Daha öncesi ve daha sonrası olan bu yolculuk kaybedilen özün yeniden bulunması çabasıdır. İçimizdeki sürekli arayış hissinin kaynağı da bu çabadır.

Varım o halde evrenin ötesi var, düşünce var.


sf. 37 - 38


Bir salata çeşidi olan beyni her şeyin merkezine koyan bilimsel söylemin tatmin edici olmaması felsefeyi gerekli kılıyor.

Varoluşun anlamı konusunda bilimlerle felsefe karşı karşıya gelmek zorunda kalmıştır. Bunun birinci nedeni bilimsel söylemin diğer söylemleri dışlayan otoriterliğidir. İkinci neden bilimsel söylemin nesnel bakış açısının varoluş olgusunu nesnelleştirerek yoketmesidir.

Bilimler varoluşsuz bir yaşam olgusunu incelemişlerdir. Yaşamı oluşturan organlar, işlevleri ve organlar arası ilişkiler tıp ve biyoloji bilimleri tarafından bilgi alanları haline getirildiler. Yaşamın merkezi ve kaynağı beyindi. Her şey beyinde gerçekleşiyor, beyinden çıkıyordu. İşte bu noktada bilimsel söylem tıkanıyordu. Nesnel çerçeve, nesne-dışı olguları açıklamaya giriştiği zaman komikleşiyordu. Beyin tüm nesne-dışı  oluşumları gerçekleştiren üretici bir merkez konumuna getiriliyordu. Varoluş beynin bir türevi olarak kabul ediliyordu ama bilimsel söylem bu olguyu kanıtlamaktan acizdi. Bilimsel söylemde varoluşla yaşam birbirinden farksızdır, özdeştir. Çünkü nesnel paradigma bunu gerektirmektedir.

Varoluş üzerine yürüttüğümüz bütün fikirler, düşünceler bilimsel söylem tarafından yok edilmeye çalışılmıştır. Hatta bir ara felsefe bilimlerin bir türevi olarak değerlendirilmiştir. Böylece sınırlı yaşam tek gerçek haline gelmiş ve bu da yaşamın anlamsızlığı sonucunu doğurmuştur. Anlamsızlık, tüm oluşumların hiçbir yönünün olmadığı ve yokluğa mahkum olduğu biçimindeki önermenin bir sözcükle anlatımıdır.

Bilimsel söylemin her şeyi nesnede başlatıp, nesnede bitirmesi varoluşun devinimine ket vuran olumsuz bir gelişmedir. Özellikle XIX. ve XX. yüzyılda  metafizik söylem bilimler tarafından hızla yok edilmiş ve böylece bilimler canavarlık ve imha aygıtı haline gelmiştir. Günümüzde hala metafizik sözcüğü küçültücü bir anlam taşımaktadır.

Anlamı bilimsel söylemin içinde arayan Einstein fizikteki buluşları Tanrı'nın ne söylemek istediğini bulmaya yönelik olduğunu düşünmüştür.  Einstein'ın bu projesi gerçekleşmemiş ve bilimler hep yanlışlanabilir önermeleri (Popper) belirsizlik alanları (Heisenberg) içinde üretmiştir. Varoluşu imha etmeye yönelik bilimsel söylem yaşamın sınırlılığını daha da belirginleştirme yoluyla anlamsızlık kavramını zenginleştirmektedir. Bu konuda bilime yardımcı olan en önemli gelişme niteliksiz kalabalıklara yol açan insan türünün aşırı çoğalmasıdır. Niteliksiz kalabalıkları teknolojisiyle istediği biçimde yönlendiren bilimsel söylem varoluşu tehdit eden en önemli olay haline gelmiştir. Teknolojinin tutsağı olan düşüncesiz kalabalıklar yaşamı varoluştan uzaklaştırarak nesnelleştirme yoluyla terörü yaşama ve varoluşa egemen kılmaktadırlar. Terörün yaratıcısı bilimsel söylem anlamsızlığın batağında can çekişmektedir.

Sf. 80 - 82 

Gerçek, bilimlerin maddeyi çözme uğraşlarının verebileceği bir şey değildir.




* Felsefenin amacı, felsefi yaşamı bir topluluğun yaşamı haline getirmektir. Yaşamın büyük işkencesi, bireyin felsefi yaşamını yalnızlığı içinde yürütmek zorunda kalarak varoluşunu  içinde yaşadığı topluluğa iletmemesidir. Filozof kaosun karşısında tek başınadır. Filozof, Nietzsche'nin Zerdüşt'ü gibi insan topluluklarından kaçan biridir. Nietzsche yaşamıyla filozofun işkencesinin hangi boyutlara çıkabileceğini göstermiştir.

* Felsefenin amacı ölümün gizemini çözmektir. Esrime ile ölüm arasındaki bağlantının ne olduğunu açığa çıkarmalıyız. Yaşam içindeki en önemli olay, esrime yoluyla gerçekleştirdiğimiz ölüm deneyimidir. Bu deneyim bazen büyük bir zevk, bazen de büyük bir korku biçiminde ortaya çıkmaktadır. Zevk ile korku ölüm deneyiminde buluşmaktadır.

* Felsefenin amacı aşkın gizemini çözmektir. Varoluşun sonsuzluğunun ipucunu aşk deneyiminde bulabiliriz. Aşk, yaşam işkencesinden kurtuluşa yol açan bir varoluş devinimidir.

* Felsefenin amacı yalnızlığın gizemini çözmektir. Ben'in koskoca evren karşısındaki kendini yineleyerek farklılaşmasının olağanüstülüğünü içimizde yoğunlaştırmalıyız. Felsefi yaşam, ben'in kendini sürekli farklılaştırmasını olağanüstü bir serüvene dönüştürme eylemidir.

* Felsefi yaşamın amacı yükselerek yenilenmektir. Felsefe yaşamın çöküşe değil yükselişe yönelmesi öğretisidir.

Sf. 200


Mukadder Yakupoğlu
Varoluş, Ahlak ve Ölüm
2001 - Mor Yayınları

Rahip G.

Partie de Campagne, 1936 Jean Renoir 
Başrolünde Georges Bataille'ın ilk eşi Sylvia Bataille'ın oynadığı Jean Renoir'in 1936 yapımı tamamlanmamış filmi Partie de Campagne'de, Bataille da filmin başlarında rahip kıyafetleri içerisinde kısacık bir an gözüküyor. 

Entelektüel Edebiyatın İflası: Enis Batur

...

Batur’un “Acı Bilgi”si diğer kitaplarındaki temaların neredeyse aynısını işliyor. Gezilen şehirler, müzeler, tarihi eserler ve bu şehirlerde yaşamış yazarlar, müzisyenler, ressamlar ve bunların arasına yerleşen Enis Batur ve eşi.

…tüm bu saçmalıklar nasıl oluyor da bir anda yazılabiliyor? Bunun tek bir açıklaması vardır: Ne olursa olsun yazmak ve yeni bir kitap oluşturmak.

... Batur ansiklopedide bulunan her addan, her eserden bir metin çıkarıyor. Bu şekilde yazmaya devam ederse yüz olan kitap sayısı kolaylıkla otuz yıl içinde beş yüze çıkar.


*

Kendimi nedir bu, demekten alamıyorum. Enis Batur bu tür kitapları özellikle son on yıldır yazıyor ve bastırıyor. Kimse de Batur'u eleştirmiyor. Kendisi sürekli övülüyor. Enis Batur'un kitaplarının hiçbir edebi, bilimsel, felsefi değeri olmamasına rağmen bunları söyleyecek bir kişi çıkmadı da bu iş bana mı düştü? Tüm entelektüel ve kültürel çevrelere sesleniyorum. Neredesiniz? Enis Batur'un yazdığı kitapların değerli olduğunu söyleyebilecek kimse var mı? Değerli bulanlar için yazıma devam ediyorum.

Enis Batur tarafından dayatılan ve bir örneğini Acı Bilgi de gördüğümüz bu yazı türü (aklına geleni ne olursa olsun yaz) Yapı Kredi yazarları tarafından istemeye istemeye benimsenmiş ve böylece bu niteliksiz yayınlar şık baskılarla estetikleştirilerek kitap raflarını doldurmuştur. Enis Batur güç ilişkilerinin neden olduğu baskı sonucu edebiyat çevrelerince değeri kabul edilen ve belli bir düzeye ulaşmamış okurlarca anlaşılamayan bir büyük şair ve yazar olarak lanse edilmiştir. Bu gülünç durumun gözler önüne serilmesi için bu kadar yıl nasıl ve neden beklenmiştir? Çünkü bu gülünçlüğü ancak yazın ve edebiyat çevresinin dışında kalmayı baştan kabul eden biri ortaya çıkarabilirdi. Bu çevreden ekonomik bir çıkarı olmayan biri. Ben sadece bu belgenin edebiyatımızın eleştiri tarihinde yer almasını istiyorum. (Orhan Pamuk için yaptığım eleştiri gibi). Ülkemizde yazının neden ve nasıl gerçek varoluşsal, toplumsal sorunların dışında yapay bir çölde çırpındığını göstermek istiyorum. Bunun için yayın dünyamızın gösterişli, karizmatik, büyük komutanından daha iyi bir örnek bulamazdım.

M. Mukadder Yakupoğlu

Yazarlık serüveni pratik yaşamla ilgili bütün umutların sona erdiği an başlar. 


Nietzsche, Kafka, Artaud, Bataille... bizi pratik yaşamın dışında bambaşka bir varoluşa çağırmaktadırlar.


XX. Yüzyıl felsefesine baktığımda beni kişisel olarak ilgilendiren Geoeges Bataille, Simone Weill, Michel Foucault ve Anti- Oidipus'un Deleuze-Guattari'sinden başkasını göremiyorum. XIX. yüzyılda üç büyük filozof yaşamış: Henri Frederic Amiel, Soren Kierkegaard ve Frederic Nietzsche. Bu filozofların ortak noktası varoluş trajedisini hiçbir yalana, hiçbir yapay çözüme girmeden en uç noktada yaşamış olmaları. Varolmanın zorluğunu ve içinden çıkmaz bilmecelere sürükleyişini içten ve mükemmel bir biçimde dile getiren bu düşünürler kendimi bu dünyanın içine yerleştirme konusunda bana rehber oldular. Bu dünyada varolmanın yanlış bir hareket olduğunu ve buna rağmen bu yanlışlığın içinde kendi gerçeğimizi bulmanın olanaksız olmadığını bana gösterdiler.

Başkalarının, herkesin kabul edeceği bir gerçeği değil de kendimizi bize gösteren gerçeğin peşinde koşmak. Yarım yüzyıla yaklaşan yaşamıma bir bütün olarak baktığımda doğuştan ve saf çocukluktan gelen asgari özelliklerini bile kaybetmiş olan insan yığınlarının beni ne kadar korkunç bir yaşama sürüklemeye çalıştıklarını görüyorum. Bu son elli yılda insan neslinin sayısı devasa boyutlara ulaşmış. Çoğaldıkça çoğalmışız ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak yığınlaşmışız. Bana bu yığının mutlu bir üyesi olma fırsatı sunuluyor. Bunun için göklere fırlamam ve sevinç içinde insanlara sarılmam bekleniyor. Aptalca ve amaçsızca bu sefil yaşama ortak olmam bekleniyor. Yukarıda adlarını belirttiğim düşünürlerin kitaplarını okuduğum zaman yığından bedeli ne olursa olsun kopmanın gerekli olduğunu anladım. Hayır insan olmak gurur verici değil, aşağılatıcı bir olaydı. Her şeyi reddederek bütün yoksunlukları kabul etmek.

Varoluş, Ahlak ve Ölüm
kitabından

Yüksel Arslan'dan "Bataille"