Bilimsel düşünce, "big bang" adını verdiği bir oluşumla evrene bir başlangıç atfediyor ve ben'in varoluşunu çok uzun bir süreçten sonra insan türünün varoluşuyla birlikte başlatıyor. Ve ben'in bu varoluşu noktasından yola çıkarak bu varoluşun üstündeki bir oluşumu açıklamaya kalkıyor. Hem ben'in varoluşuna tali ve geçici bir özellik atfedeceksin ve hem de tüm olguları o ben'den yola çıkarak açıklayacaksın. Bilimsel düşüncede düşüncenin nerede olduğu anlaşılamamaktadır. Sanki insan türünün belirli bir gelişim düzeyine kadar her şey kendiliğinden olmuş ve insan türü gelince birden her şeyi açıklama gücüne sahip olmuştur! Böyle bir saçmalığı kabul etmek olanaksızdır. Düşünce insan türünden ve evrenden önce vardı. Evren, düşüncenin bir etkinliğidir. Düşüncenin varoluşla olan özdeşliğinin evrenin oluşumu ile birlikte parçalanması sonucu varoluş düşünceyi sürekli arar hale gelmiştir.
Bu dünyadaki bulunuşumuzu varoluşun düşünceyi bulma çabası olarak değerlendiriyorum. Daha öncesi ve daha sonrası olan bu yolculuk kaybedilen özün yeniden bulunması çabasıdır. İçimizdeki sürekli arayış hissinin kaynağı da bu çabadır.
Varım o halde evrenin ötesi var, düşünce var.
sf. 37 - 38
Bir salata çeşidi olan beyni her şeyin merkezine koyan bilimsel söylemin tatmin edici olmaması felsefeyi gerekli kılıyor.
Varoluşun anlamı konusunda bilimlerle felsefe karşı karşıya gelmek zorunda kalmıştır. Bunun birinci nedeni bilimsel söylemin diğer söylemleri dışlayan otoriterliğidir. İkinci neden bilimsel söylemin nesnel bakış açısının varoluş olgusunu nesnelleştirerek yoketmesidir.
Bilimler varoluşsuz bir yaşam olgusunu incelemişlerdir. Yaşamı oluşturan organlar, işlevleri ve organlar arası ilişkiler tıp ve biyoloji bilimleri tarafından bilgi alanları haline getirildiler. Yaşamın merkezi ve kaynağı beyindi. Her şey beyinde gerçekleşiyor, beyinden çıkıyordu. İşte bu noktada bilimsel söylem tıkanıyordu. Nesnel çerçeve, nesne-dışı olguları açıklamaya giriştiği zaman komikleşiyordu. Beyin tüm nesne-dışı oluşumları gerçekleştiren üretici bir merkez konumuna getiriliyordu. Varoluş beynin bir türevi olarak kabul ediliyordu ama bilimsel söylem bu olguyu kanıtlamaktan acizdi. Bilimsel söylemde varoluşla yaşam birbirinden farksızdır, özdeştir. Çünkü nesnel paradigma bunu gerektirmektedir.
Varoluş üzerine yürüttüğümüz bütün fikirler, düşünceler bilimsel söylem tarafından yok edilmeye çalışılmıştır. Hatta bir ara felsefe bilimlerin bir türevi olarak değerlendirilmiştir. Böylece sınırlı yaşam tek gerçek haline gelmiş ve bu da yaşamın anlamsızlığı sonucunu doğurmuştur. Anlamsızlık, tüm oluşumların hiçbir yönünün olmadığı ve yokluğa mahkum olduğu biçimindeki önermenin bir sözcükle anlatımıdır.
Bilimsel söylemin her şeyi nesnede başlatıp, nesnede bitirmesi varoluşun devinimine ket vuran olumsuz bir gelişmedir. Özellikle XIX. ve XX. yüzyılda metafizik söylem bilimler tarafından hızla yok edilmiş ve böylece bilimler canavarlık ve imha aygıtı haline gelmiştir. Günümüzde hala metafizik sözcüğü küçültücü bir anlam taşımaktadır.
Anlamı bilimsel söylemin içinde arayan Einstein fizikteki buluşları Tanrı'nın ne söylemek istediğini bulmaya yönelik olduğunu düşünmüştür. Einstein'ın bu projesi gerçekleşmemiş ve bilimler hep yanlışlanabilir önermeleri (Popper) belirsizlik alanları (Heisenberg) içinde üretmiştir. Varoluşu imha etmeye yönelik bilimsel söylem yaşamın sınırlılığını daha da belirginleştirme yoluyla anlamsızlık kavramını zenginleştirmektedir. Bu konuda bilime yardımcı olan en önemli gelişme niteliksiz kalabalıklara yol açan insan türünün aşırı çoğalmasıdır. Niteliksiz kalabalıkları teknolojisiyle istediği biçimde yönlendiren bilimsel söylem varoluşu tehdit eden en önemli olay haline gelmiştir. Teknolojinin tutsağı olan düşüncesiz kalabalıklar yaşamı varoluştan uzaklaştırarak nesnelleştirme yoluyla terörü yaşama ve varoluşa egemen kılmaktadırlar. Terörün yaratıcısı bilimsel söylem anlamsızlığın batağında can çekişmektedir.
Sf. 80 - 82
Gerçek, bilimlerin maddeyi çözme uğraşlarının verebileceği bir şey değildir.
* Felsefenin amacı, felsefi yaşamı bir topluluğun yaşamı haline getirmektir. Yaşamın büyük işkencesi, bireyin felsefi yaşamını yalnızlığı içinde yürütmek zorunda kalarak varoluşunu içinde yaşadığı topluluğa iletmemesidir. Filozof kaosun karşısında tek başınadır. Filozof, Nietzsche'nin Zerdüşt'ü gibi insan topluluklarından kaçan biridir. Nietzsche yaşamıyla filozofun işkencesinin hangi boyutlara çıkabileceğini göstermiştir.
* Felsefenin amacı ölümün gizemini çözmektir. Esrime ile ölüm arasındaki bağlantının ne olduğunu açığa çıkarmalıyız. Yaşam içindeki en önemli olay, esrime yoluyla gerçekleştirdiğimiz ölüm deneyimidir. Bu deneyim bazen büyük bir zevk, bazen de büyük bir korku biçiminde ortaya çıkmaktadır. Zevk ile korku ölüm deneyiminde buluşmaktadır.
* Felsefenin amacı aşkın gizemini çözmektir. Varoluşun sonsuzluğunun ipucunu aşk deneyiminde bulabiliriz. Aşk, yaşam işkencesinden kurtuluşa yol açan bir varoluş devinimidir.
* Felsefenin amacı yalnızlığın gizemini çözmektir. Ben'in koskoca evren karşısındaki kendini yineleyerek farklılaşmasının olağanüstülüğünü içimizde yoğunlaştırmalıyız. Felsefi yaşam, ben'in kendini sürekli farklılaştırmasını olağanüstü bir serüvene dönüştürme eylemidir.
* Felsefi yaşamın amacı yükselerek yenilenmektir. Felsefe yaşamın çöküşe değil yükselişe yönelmesi öğretisidir.
Sf. 200
Mukadder Yakupoğlu
Varoluş, Ahlak ve Ölüm
2001 - Mor Yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder