V. Sade
Yüksel Arslan büyük ihtimalle 1955-1959 yılları arasında
Marquis de Sade okumuş olmalı. Kendisiyle yapılan bir söyleşide Ferit Edgü bunu
1956 yılına tarihlendiriyor: “Phallisme adını verdiğimiz bir sanat akımı
kurmaya, yanılmıyorsam 1956 yılında karar vermiştik. O yıllarda Yüksel de, ben
de başkaldırının erdemine inanıyor, anarşiyi en yüksek değer olarak görüyorduk.
Sanattaki devrimlerden, izlenimcilikten, kübizmden, Bauhaus’tan daha çok,
dadacılıkla, gerçeküstücülükle ilgileniyorduk. Başkaldıran düşünürler,
yazarlar, şairler ilgimizi çekiyordu. Gelmiş geçmiş en büyük yıkıcı olarak
gördüğümüz Marquis de Sade’ın o dönemde Fransa’da zor bela yayımlanan
kitaplarını ediniyor, Rimbaud’nun, Lautreamont’un şiirleriyle bileniyorduk.
(...) Yüksel’in Phallisme dönemi o sıralarda başlar. Bu resimlerde imzasını
bile değiştirmiş, resimlerini, mektuplarını Comte de Phallus olarak imzalamaya
başlamıştı."
Marquis de Sade, evet, ama, nasıl? Bir kere, Marquis mi
Comte mu? Fransız asalet yelpazesinde, baba eğer Comte ise, yaşadığı sürece
oğlu Marquis ünvanıyla anılıyor. Baba öldüğünde ise, Comte’luk oğlana geçiyor.
Yani 2 Haziran 1740 yılında Paris’te doğan Donatien Alphonse François, aslında,
yalnızca 1767’ye kadar Marquis. Babası ölünce, Comte. Ve hatta, bir aile
geleneğine göre, baba da, dede de, babaları yaşarken Comte olarak anılmışlar.
Dolayısıyla, genç Marquis'ye 1754’te resmi soyağaççı tarafından verilen asalet
belgesinde, bu geleneğe atfen, yine Comte yazıyor. Çok önemli mi, değil belki,
ama, Sade kimi zaman Marquis, kimi zaman da Comte diye anılıyor, Comte de
Phallus'ü anlamak için bunu bilmek faydalı olabilir!
Marquis ya da Comte, nasıl adlandırırsak adlandıralım,
herhalde Avrupa tarihinin gelmiş geçmiş en büyük yıkıcılarından biriydi. Neyi
yıktı peki? Ya da yıkabildi mi? Yıkmaya çalıştığı, her şeyden önce, herhalde,
artık birey olarak tasavvur edilmesi gereken insanın önüne çıkartılan başta
aristokratik sonra da burjuva değerler silsilesinin ikiyüzlülüğü olsa gerektir.
Dolaysız bir özgürleşmeyi ve kişinin kendi olmasına ket vuran tüm durumların
ortadan kaldırılmasını savunuyordu Sade. Bu yüzden, belki de en önemli metni,
1789'da, Devrim sırasında hapishaneden yazdığı, “Fransızlar, ha gayret,
cumhuriyetçi olmak istiyorsanız bir adım daha" başlıklı metnidir. Metin,
Yatakodasında Felsefe adlı kitabının beşinci bölümüdür aslında.
Devrimin de etkisiyle Sade bu metinde en önce
Hıristiyanlık’a saldırır. Daha sonraları Nietzsche’de de göreceğimiz şekliyle,
bu dini, küçük hesapların, alçak rahiplerin, ikiyüzlü bir ahlakın temsilcisi
olarak görür. Sonra devrimcilere seslenir, tiranı alaşağı ettiniz, şimdi de bu
uyuşukluk dinini alaşağı edin! Ellerinde balta olanlar, der, bu saçma inançlar
sistemine son darbeyi indirin. Yalnızca dallarını kesmekle kalmayın, kökünden
kazıyıp atın bu ağacı, çünkü bu ağacın etkileri bulaşıcıdır, şimdi kesmezseniz,
bir gün gelir büyür ve ortaya çıkarmak istediğimiz yeni toplumu tekrar sarar ve
yok eder onu. Dolayısıyla, devrim bir işe yarayacaksa, dini kökünden kazımak
gerekir. Çünkü Sade’a göre, tüm Avrupa Fransa örneğinde taçtan ve asadan
kurtuluş umudunu görmektedir, siyasi iktidarı yıkmak, dinsel iktidarı
yıkmadıkça hiçbir işe yaramaz. Hobbes’un Leviathan'ı yokedilmeli, yerine yeni
ilkelerle yeni bir toplum kurulmalıdır.
Devlet, hele de aristokratik devlet, başlarda bir avuç
haydutun, çapulcunun kendi iktidarını herkese dayatmak için kurduğu bir
aygıttır. Bu haydutlar kaba güçleriyle topluma kendi kurallarını dayatmışlar, tanrı
adını verdikleri güçlerle de iktidarlarını perçinlemişlerdir. Tüm bunları
yıkmalıyız der Sade, onların düzeninde yeniden kul köle olmaktansa ölmek
yeğdir.
Bir hayaletten, Hıristiyanlık hayaletinden kurtulduğumuz
anda, aklı olan herkesin kabul edeceği sistem tanrıtanımazlık olacaktır. İnsan
aydınlandıkça, kendi dünyasını kendinden farklı, büyük, aşkın bir gücün
harekete geçirmediğini, bu toplumu kendi kendisinin yaptığını daha fazla fark
edecektir. Kendi kurallarını kendisi koyacaktır. Ve bu kurallar, sayıca az ve
doğaya göre olacaktır. Sade’ın cümlelerinde, döneminin tüm özgürleşme umutları
en uca, bireyin ta kendisine aktarılır. Devrim, siyasal özgürleşmenin modelini
nerede arayacağını bilemediğinden bir geçmişe bir de gelecekteki karanlığa
bakar, oysa Sade, bu özgürleşmede kendi içindeki bir ışıkla aydınlanan insanın
içindeki uçurumu görmek ister. Derindir bu uçurum, karanlıktır da belki, ama
onu da doğa yaratmıştır. Sade, doğa kavramını, yani insan doğası kavramını
iyice tersyüz eder; kötü insan doğası, onda doğal bir doğaya, ne iyi ne de kötü
bir doğaya evrilir. Tekrar söylemek gerekirse, Nietzsche bu bakış açısı içinden
çıkacaktır İyinin ve Kötünün Ötesinde.
Cinsellik de bu bakıştan payını alır: Ne zina, ne fiili
livata, ne sübyancılık, hiçbiri suç olmamalıdır Sade’a göre. Hatta savaşın
devlet eliyle yönetildiği bir dünyada cinayet bile suç olmaktan çıkarılmalıdır.
Her şeye gülmek, her şeyle ve herkesle dalga geçmek mümkün olmalıdır. Öte
taraftan bir ilki de savunur Sade, dünyanın en anlamsız cezası, ölüm cezası da
kaldırılmalıdır. Ama savrulmalar, çelişkiler, zıtlıkların dünyasındayızdır
Sade’da aynı zamanda: Hırsız yerine malı çalınan cezalandırılmalıdır, tecavüz
eden yerine tecavüze uğrayan. Tüm bunları kanıtlamaya kalkan Sade, Eski
Yunan’dan Roma’ya, Madagaskar’dan lroquoislar’a bir sürü örnek sıralar. Evlilik kurumu bir mülkiyet ilişkisidir; erkek hiçbir zaman
özgür bir başka bireyi mülkiyetine geçiremez. Tam tersi de doğrudur, hiçbir
kadın erkeğin sadece onun olduğunu düşünmemelidir. Her kadın her erkeğe, her
erkek de onu arzulayan her kadına aittir. Ve hiçbir yasa birinin öbürüne meşru
bir biçimde ait olduğunu ilan edemez. Mülkiyet hakkı özgür bireyler arasında
mümkün değildir. Daha da ileri gider Sade, her kadının her erkeğin arzusunu
tatmin etmesi gerektiğini söyledikten sonra, erkeklerin de kadınların her
türden cinsel arzusunu tatmin etmesi gerektiğini söyler: Mütekabiliyet iş
başındadır burada. Dolayısıyla cinselliğe ilişkin suçlar tamamen akıldışıdır.
İnsanın biyolojik bedeninin cinsel arzuları yüzyılların saçma kanunlarıyla
boyunduruk altına alınmaya çalışılmıştır, cezaların nesnesi olmuşlardır. Aynı
şekilde eşcinselliği de özgür kılmaya çalışır Sade, yine tarihten ve yine
"ilkel” kabilelerden örnekler vererek. Aynı türden akıl yürütme sübyancılık
konusunda da geçerlidir... Tüm arzuların özgürce ifade edilebilmesini, özgürce
tatmin edilebilmesini ister Sade; yeni bir cumhuriyet ise tüm bu arzuların
özgürlüklerinin güvence altına alınmasını sağlamalıdır, işte o zaman Devrim
amacına ulaşmış olacaktır. Ensest yasağı bile kaldırılmalıdır bu cumhuriyette,
işte o zaman devrimin temeli olan kardeşlik geçerli olacaktır.
Ve işte temel soru tekrar karşımızdadır: İnsanla bitkiler ve
doğadaki diğer hayvanlar arasında ne fark vardır? Hiçbir fark yoktur. İnsan da
diğerleri gibi bu dünyaya tamamen rastlantısal bir biçimde fırlatılmıştır.
Arslan’ın ilk sergisi için yazılan yazıyı hatırlayalım tekrar: “Bak böcekler de
öyle yapıyor". Tabii şunu da unutmamak gerek, Sade, fikirleri kadar, o
fikirleri anlatmak için yarattığı cinsellik dünyasının tüm taşkınlığıyla,
kelimelere taşıttığı o inanılmaz edebi akıcılığıyla yaratmıştır esas etkiyi.
Söylenemez olanı ilk kez gürül gürül söylediği içindir ki etkisi sürmüş ve
gelip yirminci yüzyıl başına dayanmıştır...
VI. Sade, Apollinaire
ve Sürrealizm.
Arslan'ın “Phallisme” dizisinden sonra giriştiği dizi,
“Portreler’’ adını taşır - ki bu portrelerde yazı, resmin asli bir unsuru
haline gelmeye başlar. Bildiğimiz beş portreden üçü doğrudan Marquis de Sade
portresidir. Biri Leonardo’nun portresi (ki burada Freud’un kitabında
zikredilen hatıranın ünlü başlangıç cümlesinin Fransızcasını okuruz: “un
vautour vint a mor, yani, “bir kuzgun geldi bana”), diğeri ise Comte de Phallus
portresidir.
Bu dizi 1959 yılına tarihlenir. Ferit Edgü’nün dediği
doğruysa, yani Sade okumaları 1956'da başlamışsa, bunun ilk “açık” etkisi 1959
portreleridir. Sade okumaları birçok açıdan ilginç. En önemlisi ise şu: Sade’ın
yirminci yüzyıl içindeki serüveni ve 1950’lerdeki basım hikâyesi, hem doğrudan
Arslan’ın düşünsel dünyasıyla, hem de 20. yüzyılın sanat serüveniyle doğrudan
ilgili.
Arslan, Sade’ı büyük ihtimalle 1947 yılında yeraltında ve
gizlice başlayan, yerüstüne ise 1952’de Yatakodasında Felsefe'yle çıkmış bir
yayın macerası sonucunda okumuş olsa gerek. Bu yayın macerası kıyıda köşede
kalmış, unutulmuş aykırı metinleri yayınlamak isteyen Jean-Jacques Pauvert’in
macerasıdır. Pauvert, 1952 yılından itibaren Sade’ın Bütün Eserleri"ni
yayınlamaya başlar. 1954 yılında fırtınalar koparan O’nun Hikâyesi (Histoire
d'O) gün yüzü görür. Yazarı Pauline Reage bir mahlastır. Nrf’in yöneticisi Jean
Paulhan’ın yardımcısı ve sevgilisi Dominique Aury’nin mahlasıdır. Keza, kitabın
önsözünü de Paulhan kaleme almıştır (Arslan’ın eserlerini gördüğünde "Ne
fırtına!” diyen ve Karagöz’ü ekleyen aynı Paulhan’dır). Pauvert bu yayınlarla
Fransa’da fırtınalar koparır. 56 yılında polis denetimindedir artık. Aynı 56
yılında Sade’ın kitaplarının yakılmasına karar verir mahkeme. Davayı Devlet
Bakanlığı açmıştır, muzır neşriyat, küçükleri koruma, kamu ahlakına ve adabına
mugayyır vs. vs. lakırdılarıyla. Yargıtay 1958 yılında kararı bozar ve beraat
eden Sade, mahkeme tarafından "şanlı bir edebiyatçı” olarak selamlanır.
İşte Arslan'ın Sade okumaya başladığı yıllardaki iklim. İyi
de, bu iklim nasıl başladı, gelişti ve yerleşti Batı dünyasında? 1909
yılındayız. Bir büyük şair, Guillaume Apollinaire, Bibliotheque des Curieux
yayınlarından çıkan "Maîtres de l’Amour" adlı dizi için Sade’ın
metinlerinden oluşan bir antolojiyi yayınlar: L’Oeuvre du Marquis de Sade.
Apollinaire metinleri seçmiş, notlamış, kaynakçaya ilişkin bir yazı ile bir
giriş metni kaleme almıştır. Apollinaire'in hazırladığı kitap, yeraltında zaten
bilinen Marquis’nin yeryüzüne ilk çıkışıdır. Büyük bir okuyucu kitlesi için hazırlanan
kitapta, Apollinaire, efsanenin ötesine geçip, Sade’a ilişkin hakikati deşmeye
çabalamış ve daha ziyade ahlaki ve siyasi görüşlerini öne çıkarmıştır.
Bu giriş yazısının özellikle ikinci kısmında Apollinaire
Sade’ın özgürlük konusundaki görüşlerini aktarır ve tüm bir yirminci yüzyılı
katedecek ünlü deyişini yazar:
“Sade bugüne kadar yaşamış en özgür
zihindir."
“Sürrealizm” (ya da gerçeküstücülük) sözcüğü de ilk kez
Apollinaire’in kaleminden çıkar. 1917 yılında yazdığı bir mektupta, sözcüğü sürnatüralizm’e
(yani doğalcılıküstü’ne) tercih ettiğini söyledikten sonra, müziklerini Yüksel
Arslan’ın da çok sevdiği Erik Satie’nin yaptığı “Parade" adlı bir bale
gösterisinde gördüğü Picasso’nun dekorları için bu sıfatı kullanır ve bu sayede
“yeni zihniyetin ilk belirtilerinin çıkış noktasını” bulduğunu ve bunun
“sanatları ve görenekleri temelden değiştireceğini” düşündüğünü söyler. Kendisi
de aynı şeyi “edebiyatta ve ruhsal dünyada” yapmaya çalışmaktadır.
Arture 294 |
“Bu eski dünyadan yoruldum" diyen Apollinaire, Arslan’ın
1983 tarihli 294. arture'unde karşımıza çıkar.
Levent Yılmaz'ın Yüksel Arslan üzerinde
yazısından (V. VI.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder