Hopper'ın Yalnızları

Bir düzyazı şiir, o şiiri kurcalayan bir düzyazı metin,
"Otel Odası, 1931” ile belli sınırlar içinde yüzleşmemi sağlamıştı,

Hotel Room, 1931 Edward Hopper

Edward Hopper’ın resmine duyduğum yakınlığı onun tekniği ile kısıtlamaya kalkışmayacağım burada; bu yakınlığın onun dünyasına duyduğum yakınlık ile özdeşleştirilmesine hemen dikleneceğimi söylemek isterim. Hopper’ın resminin ağırlığı bu dünya ile bu tekniğin biribirilerinde denkleşmiş olmalarında biçimleniyor.

Anlatımcı ressam tanımını getirmek bana fazla bir çaba olarak görünüyor - bekiniyorum: Herşey, dolayısıyla her resim anlatır, anlatmaya koyulur, iş biraz da bizim ona nasıl baktığımıza bağlıdır.

Hopper gibi ressamlarda anlatı ekseni şüphesiz daha belirgindir. Gelgelelim, biriki adım daha atmak doğru olur, bu gözlem ileri sürüldüğünde:

Anlatı, bütün bütüne içinde midir Hopper’ın resimlerinin? Onu dışarı uzatan kimdir?

Bir de: Bütün resimlere, parçalanarak dağılmış bir tek anlatımın varlığa sözkonusu edilemez mi, Hopper’da; böyleyse, onu farklı hikayelere bölmek ne denli doğru olur, başı ucu açık bir anlatı okumaya çalışmak varken?




Looking (Soundtrack)









Looking S01E02 - Looking for Uncut



The Origin of War

The Origin of War (1989, Orlan)

Savaş, iç deşer; savaş bağırsakları boşaltır. Savaş, teni yakıp kavurur. Savaş organları bedenden koparır. Savaş, yıkıp yok eder. Ve savaş, insan türünün doğasından gelir. (Susan Sontag)

Fantezi

Alacakaranlıkta izlediğim bir fahişe bana en büyük fantezilerimden birini yaşama olanağı verdi. Kaldırımda yürüyordu ve beni görmemişti. Takıntımı gerçekleştirmeye karar verdim ve Tanrı’ya kadının arkasına bakmaması için dua ediyordum. Yüzünü görmemeliydim. Tenha ve dar bir yola saptı. Otuzunu geçmemişti; beli ince, uylukları genişti, yürüyüşü onun soyu iyi bir fahişe olduğunu gösteriyordu.

Her şey iyi gidiyordu, bir evin kapısından girdi, ona birkaç hamlede ulaştım. Avlu da ıssızdı. Avlunun ortasında bir odunluk vardı ve kapıları ardına kadar açıktı, arkasından sinsice yaklaştım ve kafasını iki elimle kavradım, böylelikle dönemeyecekti ve tehditkâr bir sesle: “Dönme, seni düzmek istiyorum, paran ödenecek ama yüzünü görmek istemiyorum. Odunluğa git” dedim. Sert biçimde vücudunu odunluğa ittirdim, o da “Bana sert davranma’ dedi. Odunluğa girdik, hoş bir çürümüş odun kokusu vardı. Yatıştırıcı bir şekilde, "Dediğimi yap, pişman olmayacaksın" dedim ve elimi karnına koydum ve diğeriyle beline bastım. Yardımcı olarak belini kavislendirdi, eteğini yukarı çektim ve vücudu altında çıplaktı. Kalbim penisimde atmaya başladı. 


Belini tekrar aşağıya bastırdım. O da itaatkâr bir şekilde elleri ve dizleri üzerinde eğilerek emekleme pozisyonunu aldı. Kıçının yanaklarını ayırdım ve yukarı kaldırdım. Vajinası açılmış dudaklarıyla ortaya çıktı. Gerçek güzellikti! Dudaklarının içinde, krem beyazı salgısı görülüyordu, yanaklarını tutarak, dizlerimin üzerine düştüm, bızırını yaladım. Kadın kedi gibi mırıldandı, onu hala yalarken burnumu vajinasına soktum, onu burnumla düzüyordum ve vajinasının nasıl ıslandığını hissedebiliyordum. Yıkanmış vajinanın akşama kadar artan kokusu sağlıklı ve muhteşemdi. Bu kokuya hayranım ve sevgililerime benimle randevularından önce kendilerini yıkamalarını yasaklarım. Onu tatlı bir mutluluk içinde rahatlamış görünce dizlerimin üzerinden kalktım. Ona etrafına bakmamasını hatırlattım ve şehvetten pembeleşen vajinasına penisimi daldırdım.

Batan güneş tahta duvarın çatlaklarından parlıyor ve gözlerimi kör ediyordu. Kadın epey gayret gösterdi ve geldiğimde bana doğru yöneldi ve ferah bir şekilde iç geçirdi. Arkasına bakmaması için onu tekrar uyardım, son anda her şeyi berbat edeceğinden korkuyordum. Kıyafetlerimi sırayla giydim, domalmış kıçına beş gümüş ruble koydum ve çabucak odunluktan çıktım. Avlu hâlâ ıssızdı. Fantezim gerçek olmuştu, yüzünü görmeden yabancı bir kadını düzmüştüm, eğer onu korkuttuysam bu üzücüydü. Yüzünü görmem için beni zorlayabilirdi ve bunu arzulamadığım öyle zamanlar olur ki.

"Gizli Günce" 
Puşkin

GİRLS by David Hamilton





Kanlı Düzüş

 Kan kadının büyülerinden biridir. Her ay doğa kadını orasından yaralar. Kadın her ay kanayan iyileşmek bilmeyen bir yara gibidir. Daha da güçlenen kokuyla titrerim ve bu zamanlarda bir kadın benim için özellikle arzulanır bir hale gelir. Onu o günlerde düzersem, penisim bana etine soktuğum bir hançer gibi görünür. Onu ne kadar uzun ve derin sokarsam uylukları o kadar çok kanla kaplanır ve zevkle karışık acıdan dolayı inler. Bu onun son nefesi mi yoksa şehvetinin sonu mu?

Kanlı düzüşü, penisimle küçük daireler oluşturarak derinliklere dalmayı çok seviyorum. Ayrıldığımızda sevgilim ve ben belimize kadar kanla kaplanmış oluruz. Sonra temizleniriz ve ayrılırken parmağımı vajinasına kaydırır ve kanı üzerinde kuruturum. Eve dönerken zaman zaman burnuma götürür ve o harika kokuyu içime çekerim. Parmağım ertesi gün bile içine daldırdığım cennetin tatlı anılarını sızdırır.

Puşkin
"Gizli Günce"

Richard Feynman

The Pleasure Of Finding Things Out,  1981


Fiziksel dünyanın veya gerçek dünyanın esas karakteriyle ilgileniyorsanız, -ki şu zamanda bunu anlamamızın tek yolu matematiksel düşünce tarzıdır- dünyanın özel yönlerinin hepsini veya çoğunu anlayabilmek, evrensel yasaların derin anlamlarını, olaylar arasındaki ilişkileri kavrayabilmek matematiği anlamaya bağlıdır. Bunu yapabileceğim başka yol bilmiyorum. Bunu kesin olarak tanımlayabilmek veya karşılıklı ilişkileri görmek için başka bir yol bilmiyoruz. Yani, matematiksel mantığa sahip olmayan bir kişinin dünyanın bu yönünü tamamıyla kavrayabileceğini düşünmüyorum. Beni yanlış anlamayın, anlamak için matematiğin gerekmediği dünyanın pek çok yanı var. Mesela, aşk ki onun kıymetini bilmek nefis ve harikadır ve hissetmek korkunç ve gizemlidir. Ve dünyadaki tek şeyin de fizik olduğunu da söylemiyorum. Ama siz fizik hakkında konuşuyordunuz ve eğer konuştuğunuz buysa, matematiği bilmemek dünyayı anlamaya büyük engeller oluşturuyor.

...

Eğer bilimin, ne olduğumuz, nereye gittiğimiz, bu kainatın anlamı nedir gibi harika
sorulara cevap vermesini bekliyorsanız, bence hayal kırıklığına uğrayacak ve bu sorulara mistik cevaplar arayacaksınız. Bir bilim adamı mistik cevapları nasıl kabul eder bilemiyorum, çünkü asıl mana anlamaktır, neyse bunu boşverin. Ben de anlamıyorum ama, bence burada yaptığımız şey keşfetmektir. Dünya hakkında elimizden geldiği kadar bir şeyler bulmaya çalışıyoruz. İnsanlar bana: "Fiziğin nihai kanunlarını mı arıyorsun?" diye soruyor. Hayır, aramıyorum. Sadece dünya hakkında
daha fazla bilgi edinmeye çalışıyorum. Eğer her şeyi açıklayan basit nihai bir kanun varsa, varsın olsun, bunu keşfetmek çok da güzel olur.  Eğer dünya soğan gibi milyonlarca katmanı olan bir şeyse ve katmanlara bakmaktan usanırsak, elden bir şey gelmez. Ama doğasından dolayı ne olması gerekiyorsa ortadadır ve öyle ortaya çıkacaktır. Bu yüzden onu araştırdığımızda hakkında
daha fazla bilgi edinmek dışında ne yapmaya çalıştığımıza önceden karar vermemeliyiz. Neden daha fazla şey öğrenmek istiyorsun diye sorarsanız, eğer daha fazla şey öğrenmeye çalışırsanız, derin filozofik sorulara cevap bulursunuz. Hatalı olabilirsiniz. Belki de doğanın karakteri hakkında daha fazla şey öğrenerek bazı sorulara cevap bulamayacaksınız. Ama ben böyle yapmam. Fiziğe olan ilgim sadece dünyayla ilgili şeyler bulmak. Ne kadar şey bulursam o kadar iyi, keşfetmeyi seviyorum. Ortada, hayvanlara kıyasla yapabildiğimiz yüzlerce şey hakkında çok sayıda kayda değer gizemler ve sorular mevcut. Fakat bu gizemleri cevabını bilmeden araştırmak istiyorum. Her şeye rağmen, kainatla ilişkimiz ile ilgili uydurulan özel hikayelere inanamıyorum çünkü, çok basit, çok bağlı, çok yerel, çok köylü duruyorlar. Yeryüzü, yeryüzüne geldi, Tanrı'nın bir sureti yeryüzüne geldi, unutmayın, ve dışarıda olan şeylere bakın. Hikayeler orantılı değil. Her neyse, tartışmanın anlamı yok, tartışamam, sadece söylemek istediğim sahip olduğum bilimsel görüşlerin inançlarımı neden etkilediğidir. Bir şeyin doğru olduğu kanısına nasıl varıyorsunuz sorusuyla ilişkili olan bir başka şey daha var. Bu şey hakkında farklı dinlerin farklı teorileri olduğunu görüyor, ve merak etmeye başlıyorsunuz. Şüphe etmeye başladığınızda, sanki şüphe etmeniz gerekiyormuş gibi bilimin doğru olup olmadığını sormuştun. Hayır, neyin doğru olduğunu bilmiyoruz, Doğruyu bulmaya çalışıyoruz
ve her şey muhtemelen yanlış. Her şeyin yanlış olduğunu düşünerek dini anlamaya çalış.

Bunu yaptığın anda, geri dönüşü olmayan bir şekilde uçurumdan kaymaya başlarsın, Bilimsel görüşe veya babamın görüşüne göre, neyin doğru olduğuna, neyin doğru olup olamayacağını görmek için bakmamız gerekiyor. Bir kere şüphelenmeye başladığınızda ki bence ruhumun en temel parçalarından biri şüphe ve sorgulamaktır, ve şüphe duyup sorguladığınızda inanmak biraz daha güçleşir. Gördüğünüz gibi, şüpheyle, belirsizlikle ve bilmeden yaşayabilirim. Bence bilmeden yaşamak, yanlış olan cevaplarla yaşamaktan çok daha ilginçtir. Farklı şeyler hakkında yaklaşık cevaplarım, olası inançlarım ve farklı kesinliklerim var, ama kesinlikle hiçbir şey hakkında emin değilim ve hakkında bilmediğim çok şey var. Mesela, "Neden buradayız?" diye sormak bir şey anlam ifade eder mi? Ve bu soru ne anlam ifade eder? Bunun hakkında biraz düşünebilirim ve bir sonuca varamazsam başka bir şeyle uğraşırım. Ama bir cevaba sahip olmak zorunda değilim, bir şeyleri bilmemekten korkmuyorum. Hiçbir amaç olmadan gizemli evrende kaybolmaktan korkmuyorum, ki şu ana kadar da öyle yaşadım. Bu beni korkutmuyor.


Yeniden Doğan

1948


Düşünceler hayatın hizasını bozuyor

*

... " Öldüğümde, dilerim desinler ki arkamdan: 
"Kan kırmızıydı günahları ama okundu kitapları."
(Hilaire Belloc)


10 Eylül

(SS'ın Andre Gide'in Günlükler'inin baskısının ikinci cildinin iç kapağına yazılmış ve tarih atılmış)

Bunu okumayı, satın aldığım gün sabah 2.30'da bitirdim - 

Daha yavaş okumalıyım, defalarca yeniden okumalıyım - Gide'le aramızda öyle kusursuz bir entelektüel uyum var ki onun dünyaya getirdiği her düşünceye uygun doğum sancısını ben çekiyorum! Dolayısıyla içimden geçenler "Bu düşüncenin berraklığı ne kadar olağanüstü değil", şöyle: "Dur! Bu kadar hızlı düşünemem! Veya daha doğrusu, bu kadar hızlı büyüyemem!"

Çünkü bu kitabı yalnızca okumuyor, bizzat yaratıyorum - bu benzersiz ve olağanüstü deneyim, geçen korkunç aylar boyunca aklımı tıkayan karışıklık ve kısırlığın çoğundan arındırdı beni - 

19 Aralık

Okumam gereken öyle çok roman, oyun, öykü var ki... 


25 Mart

soruyorum, nedir beni düzensizliğe sürükleyen? Kendime nasıl teşhis koyabilirim? En acil duyduğum, en ıstıraplı bir fiziksel aşk ve düşünsel dostluk ihtiyacı - henüz çok gencim ve cinsel tutkularımın huzursuzluk verici yanlarını yaşım ilerledikçe aşarım - açıkçası, umurumda değil aslında. [SS sayfanın kenarına 31 Mayıs 1949 tarihini atıp şu sözcükleri eklemiş: "Zaten umursamamalısın.”] İhtiyacım o kadar kuvvetli ki ve zaman, benim saplantıma göre, öyle kısa ki -

Büyük ihtimalle ileride dönüp baktığım zaman kahkahalarla güleceğim şeyler bunlar. Eskiden nasıl da dehşetli, nevrotik bir dindardım, ileride Katolik olacağımı düşünürdüm, işte şimdi de lezbiyen eğilimlerim olduğunu hissediyorum (bunu nasıl gönülsüzce yazıyorum) -

Güneş sistemini düşünmemeliyim - sonsuz uzayla sınırsız ışık yılının yoğurduğu sayısız galaksi - başımı kaldırıp gökyüzüne bir andan fazla bakmamalıyım - ölümü, sonsuzluğu düşünmemeliyim - bunları yapmamalıyım, yapmazsam aklımın elle tutulabilir bir şey gibi - aklımdan da fazlası gibi - bütün ruhum gibi - beni harekete geçiren ve 'benliğimi' oluşturan asıl, karşılık vermeye hevesli arzu gibi - geldiği korkunç anları yaşamam - Bunların hepsi belirgin bir biçim ve boyut alıyor - bedenim dediğim yapının bünyesine sığmayacak kadar geniş -  Bütün bu itmeler, çekmeler - yıllar ve güçlükler (şimdi duyumsuyorum) ta ki yumruklarımı sıkana kadar - yükseliyorum - kim hareketsiz kalabilir - her kas acı içinde - sınırsızlıkta kendini inşa etmeye çalışıyor - haykırmak istiyorum -
midem sıkıştırılıyor sanki — bacaklarım, ayaklarım, ayak parmaklarım ağrıyana kadar esniyor.

Bu zavallı kabuğu parçalayıp çıkmaya giderek yaklaşıyorum — biliyorum artık - sonsuzluğu derin derin düşünmek — akılca zorlanmak beni soyutlamanın basit duygusallığının tam aksini kullanarak dehşeti hafifletmeye yönlendiriyor. Ve çıkışı bilmediğimi anlamasına rağmen, iblisin biri yine de eziyet ediyor bana - acı ve öfke kaynatıyor içimde - korkarak, titreyerek — (büküldüm, yıkıldım - bitap düştüm): dizginlenemez arzunun spazmları ele geçirdi aklımı -



1949

...Yazmak istiyorum - Entelektüel bir çevrede yaşamak istiyorum - Bol bol müzik dinleyebileceğim bir kültür merkezinde yaşamak istiyorum -  bütün bunlar ve fazlası, ama... en önemlisi, üniversite hocalığının benim ihtiyaçlarıma en uygun meslek olması... ( Hocalık yorumunun yanına SS sonra "Aman tanrım!" notunu eklemiş.)

RİMBAUD


1949'da "RIMBAUD" adı Luxor tapınağındaki bir sütunun üzerinde, (daha sonraki kazılar sonrası) yerden yaklaşık üç metre yükseklikte bulundu. Bu durum büyük bir heyecan yarattı. R. Mısır'da "eski hikmet" arayışındaydı... E. Starkie'ye göre (1961) "İskenderiye yakınlarındaki" bu tapınak 640 km uzaklıktaydı. R. Luxor'u 1887 sonbaharında görmüş olabilir ama kazınarak yazılmış yazının tarzı daha eski bir tarihi düşündürüyor; muhtemelen Napolyon'un (1798 - 1801) seferine katılmış bir asker ve hatta R.'nun büyükdedesi Jean François; 1792'de bir pazar sabahı karısıyla kavga ettikten sonra, üzerinde bir yelek, pantolon ve bir takkeyle evi terk etmişti. - Graham Robb (Rimbaud biyografisi yazarı)


Günlükler ve Defterler (1947 - 1963), Susan Sontag

1950

Ölüm hakkında süregelen nevrotik kaygımın en mantıklı cevabı: Ölüm yok oluştur - her şeyin (organizma, olay, düşünce, vs.) bir biçimi, başlangıcı ve sonu var -ölüm de doğum kadar doğal - hiçbir şey sonsuza kadar sürmez, sürmesini de istemeyiz - Ölünce öldüğümüzü bile bilmeyiz, dolayısıyla yaşamayı düşün! Hayattan talep ettiğimiz şeyleri deneyimlemeden ölsek bile, öldüğümüzde artık fark etmeyecek - yalnızca ‘şu’ anı kaybederiz - hayat yataydır, dikey değil - biriktirilemez, dolayısıyla yaşa, sürünme.

***

Üç yıldır ilk kez [Jack London’ın romanı] Martin Eden’ı okuyorum, ilk okuyuşumdan dört yıl sonra, sanat eseri olarak pek önemli bulmasam da, kişiliğimde bıraktığı derin etkiyi açıkça görebiliyorum. Çocukken yetişkin kitapları okumuştum elbette (Sing Sing’de Yirmi Bin Yıl, Heavenly Discourse, Sefiller + Kuzu [Shakespeare’den Öyküler] - Hatırlıyorum, hepsini dokuz yaşından önce!). Fakat London’ın romanını hayata gerçek anlamda uyanışımla aynı zamanda okudum, on ikinci yaşımın sonunda defter tutmaya başlamam da bunun göstergesi. Martin Eden'da, ciddi biçimde inanmadığım hiçbir düşünce yok, geliştirdiğim kavramların çoğu bu romanın doğrudan etkisi altında ortaya çıktı — ateizmim + fiziksel enerjiye + dışavurumuna, yaratıcılığa, uykuyla ölüme, mutluluk ihtimaline atfettiğim değer!...

Pek çokları için ‘uyanış’ kitabı aynı zamanda büyük bir olumlamadır - Joyce’un Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi gibi - böylelikle yeniyetmelikleri umutlu tutkuyla dolar + düş kırıklığıyla yetişkinliklerinde tanışırlar. Oysa benim ‘uyanış’ kitabım umutsuzluk + yenilgi vaazıydı, kelimenin tam anlamıyla mutluluk ummaya asla cesaret edemeden büyüdüm...

Martin’in ‘aklında canlandırma numarası’ -yani, London’ın hoyrat yeniden canlandırma aracı- sayesinde hayatının her önemli anında geçmişinden bir geçit alayıyla karşılaşması -Bu, son dört senedir benim için bir tür gereklilikti: deneyimlerimi kaydetmek + yapılandırmak, mantıkla yorumlama kavrayışımın gelişimini anlamak - her anın bütünüyle bilincindelik, ki bu da geçmişi şimdiki zaman kadar gerçekçi duyumsamak anlamına geliyor. Bu hayat biçiminin, bu narsistik ilgilerin kaynağını ilk defa bu kitapta görüyorum... Umutlu tutku, dışsal arzu vasıtasıyla + onun için çabalamakla varlık bulur; benim en başından beri benimsediğim umutsuz ihtirasta yalnızca bir yansıtıcı besleme var - kendisiyle besleniyor - ve erişebileceği tek şey, bilgi... Bu tür karamsarlığın daha da küçültücü sonuçlarından biri de kişinin sosyal davranışlarında bulunabilir - İnsanı entelektüel bir vampire dönüştürüyor!...

17 Kasım

Yeniden oku: ‘erken’ tanıştığım ve benim gözümde olağanüstü önem taşıyan bir başka kitap da [Maugham’ın] The Summing Up’ı -on üç yaşında kibar ve aristokrat stoacılığa böyle bütünüyle kapılmak! Edebiyat beğenisi yapısıyla beni büyük ölçüde etkiledi elbette - hepsinden önemlisi de, yeniden, örüntüler.




1953

19 Ocak

Bugün Schoenhof'ta [Cambridge’te kitapçı] Descartes’ın Mektuplarının sonuncusunun da satıldığı anlaşıldıktan sonra midem bulanarak Philip’in, [Profesör Aron] Gurwitsch’e doğum günü hediyesi olarak kitap seçmesini beklerken, Kafka’nın kısa öykülerinden bir cildi açtım; Dönüşüm'ün sayfalarından birini. Fiziksel bir darbe gibiydi, yazısının mutlaklığı, salt hakikat, zorlama ya da üstü kapalı hiçbir şey yok. Bütün yazarlar bir yana, ona nasıl da hayranım! Onun yanında Joyce nasıl aptal, Gide ne kadar -evet- ne kadar tatlı, Mann nasıl boş + tumturaklı. Yalnızca Proust onun kadar ilginç - neredeyse. Fakat Kafka’nın en bozuk cümlesinde bile başka hiçbir modernde olmayan gerçeklik büyüsünden var - bir tür ürperti + dişinizi kamaştıran ezici, ani bir sızı. [Robert Browning’in] “Şövalye Adayı Roland Geldi Kara Kule’ye”sindeki gibi - Kafka’nın günlüklerindeki belli sayfalar, cümleler de. “Fakat yapamazlar; imkânlı her şey olur, yalnızca olan imkânlıdır.”


...

Çocukken ateşli küçük bir deisttim.

...

1957

Ulysses' Gaze (1995, Theo Angelopoulos)

Lenin'in heykelinin Tuna'dan geçirilmesi, şimdi dünyanın bir kısmında çok büyük bir konu olan dine ikili bir gönderme yapıyor bence. Komünizm dini bir yandan çökerken, diğer yandan köylüler heykeli taşıyan mavna geçerken haç çıkarıyorlar. Sanki köylüler hangisi olursa olsun acil bir din ihtiyacı duyuyorlarmış gibi. 

Bir zamanlar dinin işgal ettiği yeri alan karmaşa, doğrusu bu insanları - Eric Fromm'un deyimiyle - çok ihtiyaçları olan tılsımlı bir yardım'dan yoksun bıraktı. Ulysses'in Bakışı'ndaki Lenin heykeli benim gözümde çağın bitişidir. Bu sahne bu dev heykeli bir gemiye yüklemek için sökerlerken gördüğüm gerçek bir olaydan alınmadır. İçinde bir çift olan bir kayık Romanya'nın Köstence limanındaydı.  Adam Lenin'in dev heykelini görünce kalkıp şaşkın bir tavırla baktı. Kadın elini gözleri üzerine koyup haç çıkardı. Ancak bir bakıma bunun aynı zamanda bir cenaze töreni olduğunu unutmayalım, böyle durumlarda haç çıkarmak adettendir.

Theo Angelopoulos


müzik: eleni karaindrou

Thomas Mann / Susan Sontag


Yeniden Doğan
Günlükler ve Defterler
1947 - 1963
Susan Sontag


Mann'ın Büyülü Dağ'ı hayat boyu okunacak bir roman. Biliyorum! Büyülü Dağ okuduğum en iyi roman. Bu eserle yeniden ve şevkle tanışmanın tatlılığının, duyduğum huzurlu ve düşünsel derinlikli hazzın eşi benzeri yok.  (1 Eylül 1948)


[1951’in başlarına kadar uzanan kayıtların bulunduğu, SS'ın Thomas Mann’ı ziyaret edişini de anlattığı -ki bu ziyareti uzun yıllar sonra hatıralarını aktardığı az sayıda yazıdan birinde yine ele alacaktı- bu defterin ilk sayfasında, Bacon’dan alıntılanmış bir satır var: “Aklının ele geçirip özel bir hoşnutlukla üzerinde durduğu her şeyden şüphelenilecek.”]

E., F ve ben bu akşamüstü saat altıda Tanrı’yı sorguya çektik [SS sayfa kenarına Thomas Mann'ın telefon numarasını not etmiş.] Saat 5.30’dan 5.55’e kadar korkudan, meraktan ve saygıdan sersemlemiş halde evinin (1550 San Remo Yolu) önünde oturup prova yaptık. Kapıyı ince yapılı, yüzü solgun, saçları kül rengi eşi açtı. O, geniş oturma odasının uzak köşesinde, kanepede oturuyor, yaklaşırken havlamasını işittiğimiz iri, siyah bir köpeği tasmasından tutuyordu. Bej takım elbise, vişne çürüğü kravat, beyaz ayakkabılar - ayaklar birleşik, dizler ayrık  - Müthiş kontrollü, tıpkı fotoğraflarına benzeyen sıradan bir yüz. Bizi çalışma odasına götürdü (duvarları boydan boya kütüphaneydi elbette) - konuşması yavaş ve hatasızdı, aksanı da tahmin ettiğimden az belirgindi - “Ama — Ah söyle bize kâhin ne dedi” -

Büyülü Dağ hakkında:

1914’ten önce başlamış, sayısız kez bölündükten sonra 1934’te bitmiş -

“pedagojik bir deney”

“alegorik”

“bütün Alman romanları gibi bu da eğitici bir roman”

“Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Avrupa’nın karşılaştığı bütün sorunları özetlemeye çalıştım”

“Sorular sormak amacıyla, cevaplar vermek için değil -öylesi haddini bilmezlik olurdu”

“İnsanca yazılmış olduğunu — içinde iyimserlik barındırdığını hissetmediniz mi? Nihilist bir kitap değil, insanseverlikle, iyi niyetle yazıldı”

“Hans Castorp, savaştan sonra dünyayı özgürlük, barış ve demokrasi yolunda yeniden inşa edecek kuşağı temsil ediyor."

'Settemhrini, romanın hümanisti; Batı dünyasını temsil ediyor"

"kalleşçe”

[SS]: Hans’ın karşı karşıya kaldığı bütün ayartmalar-etkiler düşünülünce Hans’ın dağdan indiğinde Joachim’i hatırlatan şekilde eskisinden fazlasını bildiğini -olgunlaştığını- anlamak önemli.

[Mann devam ediyor:] “Savaştan önce Münih’te yaşadığım kişisel bir deneyimle ilgili - bugün bile gerçek olup olmadığını bilmiyorum
 - ‘meta psikolojik’

Beautiful Boyz (CocoRosie & Antony Hegarty)

İÇLİ GÖRÜŞME

İÇLİ GÖRÜŞME

Issız ve buz tutmuş eski meydanda, 
İki gölge geçiverdi bir anda.

Dudakları sarkık, ölgün gözleri,
Ve güçlükle duyuluyor sözleri.

Issız tarlada düşsel iki kişi,
İki gölge hatırladı geçmişi.

—Hatırında mı o büyülü anlar?
—Gayri hatırlasam da neye yarar?

—Beni düşlerinde görür müsün çok? 
—Yüreğin adımla vuruyor mu?—yok.

—Ah! O mutlu, o güzel günler gelir 
Gözlerimin önüne! —Olabilir.

—Umut büyük ve maviydi gökyüzü 
—Umutlar yenildi, bıraktı bizi.

Yürüyorlardı meydanda böylece 
Dinliyordu onları ıssız gece.

Verlaine
çeviri: erdoğan alkan



Les poetes de sept ans (Leo Ferre & Rimbaud)

RİMBAUD

ARTHUR RİMBAUD’YA

Ölümlü, melek VE şeytan Rimbaud, budalalar 
Varsın sana toy oğlan, esrik adını taksın 
Çayır ejderi, mektepli diye saldırsınlar 
Sen benim betiğimde ilk yeri alacaksın...

Çalmada belleğin zindanına girişini 
Lavtaların ezgisi, büyüsü saatların 
Zaferde şarkı söyleyecek ışıklı adın 
Çünkü sen sevdin beni ki sevmen gerekirdi

Genç ve güçlü adam, kadınlar görecek seni 
Güzel kişi şeytanca ve masum bir kız kadar 
Üstünde çetin bir kayıtsızlığın hazzı var

Tarih senle dikecek ölümün heykelini 
Uzanan yücesine saf aşırılıkların
Arzunun başı üstünde beyaz ayakların.

Verlaine
çeviri: erdoğan alkan



Öldüğünde, avangard çevreler dışında tanınmayan Arthur Rimbaud (1854-1891), yirminci yüzyıl kültürü üzerinde hem en yıkıcı hem en özgürleştirici etkisi olan kişilerdendi. Varoluşun doğasını değiştirme konusunda ilk kez bilimsel yönden inandırıcı bir yöntem bulan, bir toplumsal değişim modeli olarak ilk kez homoseksüel bir macera yaşayan ve hakkındaki kötü şöhrete hala kaynaklık eden söylenceleri hiçe sayan ilk şairdi.

Rimbaud’nun yirmili yaşlarının başında şiiri bırakması, Beatles’ın dağılmasından bile daha uzun ve yaygın bir şaşkınlık yaratmıştı. Fransız dekadanlarının onu bir “mesih” olarak selamladığı 1880’lerin ortalarında bile, kendi başlangıcından itibaren birçok şeyin yeniden beden bulmuş haliydi. On üç ülkeye yolculuk yapmış, fabrika işçisi, öğretmen, dilenci, liman işçisi, ücretli asker, denizci, kâşif, tüccar, silah kaçakçısı, sarraf ve Habeşistan'ın güneyindeki bazı yerlilerin gözünde de Müslüman bir peygamber olarak yaşamıştı.

Bizim bugün asi sanatçılar hakkında düşündüklerimizin birçoğundan Rimbaud sorumludur; “isyanın şairi ve hepsinin en büyüğü” demişti Camus. Onun, istenmeyen bir yük gibi geride bıraktığı şiirler edebi birer saatli bombaya dönüştü: “Sarhoş Gemi” (“Le Bateau ivre”), esrarengiz “Voyelles” [Sesliler] sonesi, Cehennemde Bir Mevsim (Une Saison en En fer), Illuminations adlı düzyazı şiiri ve Proustvari “Memoire” [Hatıra] ile Albüm zutique'te yer alan ve müstehcen, Freud öncesi parodileri gibi tuhaf bir şekilde kabul görmemiş diğer başyapıtları...

Rimbaud, ölümünden sonraki sembolist, sürrealist, Beat şairi, devrimci öğrenci, rock şarkı sözü yazan, gey öncüsü ve ilham kaynağı uyuşturucu kullanıcısı kariyerlerinde, dört kuşağın avangard çevreleri tarafından, gelenek evinden acil çıkış olarak görüldü. Paul Valery’ye göre, “Bilinen edebiyatın tamamı ortak aklın diliyle yazılmıştır; Rimbaud’nunkiler hariç."

Rimbaud’nun kendi “sözel simya ”sı dediği deneylerin, edebi metinlerin yaşamın profesyonellik dışı keşmekeşinden soyutlanarak incelenmesi gerektiği fikrinin oluşmasına yardım etmiş olması gayet ironiktir. En çarpıcı etkisini, yaşamını yapıtının temel bir parçası sayan yazarlar, müzisyenler ve ressamlarda göstermiştir: Pablo Picasso, Andre Breton, Jean Cocteau, Allen Ginsberg, Bob Dylan ve zaman zaman onun Paris’teki ölümünü taklit ettiği söylenen ve Rimbaud’nun peşinden Etyopya’ya giden Jim Morrison.






Şair doğulur, tüccar ölünür.
Romanya Atasözü



  Rimbaud's Tie
1947, Jacques Hérold







Arthur


...Anımsıyorum, babam bir gün bir bölme işlemi yaparsam bana yirmi metelik vereceğini söylemişti; işleme başladım: ama bitiremedim. Ah: bana kaç kez para, oyuncak, şekerleme ve hatta birinde beş frank vereceğini söyledi, kendisine birkaç satırlık bir yazı okuyabilirsem. Buna karşın, okula yazdırdı beni on yaşıma geldiğim zaman. Neden — diyordum kendi kendime — Grekçe. Latince öğrenmeliyim? Bilmiyorum. Bunlara bir gereksinimimiz yok aslında. Başarılı olmak umurumda bile değil, neye yarar başarılı olmak, hiçbir şeye, öyle değil mi? Ama. hayır; dediklerine göre ancak »başarılı olursa mevki sahibi olabilirmiş insan. Mevki falan istemiyorum ben: ben mirasyedi (rantiye) olacağım. Diyelim ki canım bir dil öğrenmek istedi, iyi ama niçin Latince öğreneyim. Kimse konuşmuyor bu dili. Kimi zaman gazetelerde Latince sözler görüyorum; ama. Allaha şükür, gazeteci falan olmayı düşünmüyorum. Tarih ya da Coğrafyayı da neden öğreneyim? Kuşkusuz, Paris'in Fransa'da olduğunu bilmemiz gerekir, ama hangi enlem derecesindeymiş bunun ne önemi var. Tarihte, Chinaldon'un, Nabopolassar'ın, Darius’un, Cyrus'un ve İskender'in ve şeytansı adlarıyla ünlü daha başka ahbaplarının hayatlarını öğrenmek işkence değil mi?

İskender'in ünü umurumda mı benim? İlgilendirmez beni... Latinler var mıydı yok muydu bilen kim? Belki de bir dil yarattılar; ve diyelim ki vardılar, ben kendim mirasyedi olmaya bakarım, onların dilleri kendilerinin olsun. Onlara ne kötülük yaptım da bunca eziyet ediyorlar bana? Gelelim Grekçe'ye. Kimse konuşmuyor bu pis dili, yeryüzünde kimse!...

Ah! anasının anasını satayım! canına yandığımın! ben mirasyedi olacağım; okul sıralarında pantalon kıçı eskitmek hiç de hoş değil, Allahıma!

Kundura boyacısı olmak için, kundura boyacısı mevkiini kazanmak için, bir sınavdan geçmek gerek: çünkü olmamız için bize uygun görülen görevler ya ayakkabı boyacılığı ya domuz çobanlığı ya da sığırtmaçlık. Kalsın, istemem ben. anasını satayım! Ödülünüz sille tokattır bunlar için: hayvan derler size, elbette doğru değil, adamcık falan da derler...

Ah! anasını sattığımın!.. Devam edecek.

ARTHUR (1864)
"ilk düzyazılar"

Patti Smith: Poem about Arthur Rimbaud



A poem about Rimbaud- Une saison en enfer- Patti Smith


UNE SAISON EN ENFER (Leo Ferre & Rimbaud)

Everett Ruess (Dave Alvin Song)






Tanrım, vahşilik nasıl da çağırıyor beni
Yalnız bir başıboşun yaşamından başka bir yaşam olamaz benim için
Dayanılmaz bir cazibesi var
Tenha yol en iyisi benim için

God, how the wild calls to me.
There can be no other life for me but that of the lone wanderer.
It has an irresistible fascination.
The lone trail is the best for me.


*


Tek başıma,
ben omuzlayacağım gökyüzünü,
ve meydan okumalarla küfredeceğim
ve fatihin şarkısını haykıracağım dört rüzgârlara,
Yer, deniz, güneş, ay ve yıldızlar.
BEN YAŞIYORUM.


Alone,
I shoulder the sky,
And hurl my defiance
And shout the song of the conqueror
To the four winds,
Earth, sea, sun, moon, and stars.
I LIVE!



*


Tek sığınağı mühim olmayan şeyler,
zihni düşünmekten uzak tutan emek ve arkadaşlık
egosuna eski erkekliğini bir parça da olsa geri veren

Fakat çıplak güzelliğe uzun zaman bakan kişi
asla dönemeyebilir cihana
ve ne kadar denese de,
boş ve nafile bulacaktır elindeki uğraşı
ve insan ilişkisini maksatsız ve abes
Tek başına ve kayıp,
ölmek zorundadır o güzelliğin sunağında


Beauty isolated is terrible and unbearable,
and the unclouded sight other kills the beholder.
His only refuge is in insignificant things,
in labor that keeps the mind from thought, and in companionship
that gives back to the ego some of its former virility.

But he who has looked long on naked beauty may never return to the world,
and though he should try, he will find its occupation empty and vain,
and human intercourse purposeless and futile.
Alone and lost, he must die on the altar of beauty.



*


Anlatın açlıktan geberdiğimi,
kaybolduğumu,
bitkin olduğumu
Anlatın çöl güneşinde yanıp kör kaldığımı
yaralı, susuz, hasta
Yalnız, ıslak ve üşümüş olduğumu
fakat
yine de

rüyama sahip çıktığımı!


Say that I starved,
that I was lost and weary;
That I was burned and blinded by the desert sun;
Footsore, thirsty, sick with strange diseases;
Lonely and wet and cold,

but that I kept my dream!





EVERETT RUESS 
1914 - 1934