Bir düzyazı şiir, o şiiri kurcalayan bir düzyazı metin,
"Otel Odası, 1931” ile belli sınırlar içinde yüzleşmemi sağlamıştı,
Hotel Room, 1931 Edward Hopper |
Edward Hopper’ın resmine duyduğum yakınlığı onun tekniği ile kısıtlamaya kalkışmayacağım burada; bu yakınlığın onun dünyasına duyduğum yakınlık ile özdeşleştirilmesine hemen dikleneceğimi söylemek isterim. Hopper’ın resminin ağırlığı bu dünya ile bu tekniğin biribirilerinde denkleşmiş olmalarında biçimleniyor.
Anlatımcı ressam tanımını getirmek bana fazla bir çaba olarak görünüyor - bekiniyorum: Herşey, dolayısıyla her resim anlatır, anlatmaya koyulur, iş biraz da bizim ona nasıl baktığımıza bağlıdır.
Hopper gibi ressamlarda anlatı ekseni şüphesiz daha belirgindir. Gelgelelim, biriki adım daha atmak doğru olur, bu gözlem ileri sürüldüğünde:
Anlatı, bütün bütüne içinde midir Hopper’ın resimlerinin? Onu dışarı uzatan kimdir?
Bir de: Bütün resimlere, parçalanarak dağılmış bir tek anlatımın varlığa sözkonusu edilemez mi, Hopper’da; böyleyse, onu farklı hikayelere bölmek ne denli doğru olur, başı ucu açık bir anlatı okumaya çalışmak varken?
Bu teknik ile bu dünya getiriyor önüme bu atmosferi. Işık (günün bütün saatlarını deneyip sonuçta gecede karar kılan bir ressam), renk (paletin bütün renklerini deneyip sonuçta siyahta karar kılan bir ressam), çerçeve (uçsuz bucaksız, ıssız bir yeryüzü imgesinden sonuçta hep kadrajı apaçık koymakta karar kılmaya giden bir ressam) neredeyse her uzam ile uzun uzadıya tartılmıştır: Yalınkat, çırılçıplak Doğa (ıssız tepeler, kayalık kıyılar); Doğa’nın bir köşesine dayanmış uç yerleşme birimleri (dağ istasyonu evleri, deniz fenerleri); bir başına kır evleri, yol otelleri, motelleri, benzin istasyonları; büyük kentten merkez kesitler: Evler, oteller, bar, sinema, apartmanlar, tek katlı işyerlerinden dev bürolara uzanan bir yelpaze... bu konu çeşitliliği, dağınıklığı resminin mono özelliğini zedelememiştir: Aynı teknik, aynı dünya, tekrarlıyorum.
Ben mi iki “konu"yu biribirine bağlamak amacıyla çarpıtıyorum, sanmam: Hopper’da biri statikliği, öbürü dinamizmi getiren iki gözde izlek göze çarpıyor: Baştan uca odalara, sık sık da otel odalarına sıkışmıştır resmi, onlarda büyük bir varoluş, orada (burada) oluş sıkıntısı duyulur; bir de, baştan uca handiyse, raylar döşenmiştir resmine: Lokomotifler, lüks yolcu vagonları (gene odalar tabii), taşra istasyonları, iki ucu açık bir hat: Onlarda daha farklı bir içeriği vardır sıkıntının: Çekip gidilebilse, yola düşülebilse herşey yerinden oynayabilir duygusu gelir çöreklenir bakarken içimize.
Lobiden başlayan sıkıntı yumağının ucu, bir sarmaşık gibi katları, koridorları katettikten sonra odalarda çöreklenir. Hopper’ın otel müşterisi ya bir başınadır, yapayalnızdır; ya da bir başına değildir, yapayalnızdır. Tek kişilik odalarda, hemen hep bir kadınla karşılaşırız: Birinden mi kopmuş, uzaklaşmıştır, birine doğru yol mu almaktadır, bunu kestiremeyiz gerçi, gene de ayrılık yüzündeki hataların belirsizliğine oturmuştur.
Otel odasındakinin koyu sıkıntısını odanın anonim karakteristiği perçinler her seferinde: Bütünüyle işlevsel biçimde, her türlü kişiselliği dışta bırakan, belli ki komşu odalarda da tekrarlanan bir dekor pekiştirici özelliğiyle resmin sathını kaplar, öyle ki, müşteri oraya yamanmış mıdır, yoksa dekorun doğal bir parçası mı sayılmalıdır, karar vermek güçleşir.
Otellerindeki yalnızlığı taşımaz mı trenlerine, taşır. Sessiz, otel odasındaki gibi, birbaşınalığı ile bir köşeye ağırlığını koyan koyu kişiler dolaşır resimden resime. Bir ışık, bir umut, bir hülya götürmez raylar, tekdüzeliğin tekrenkliliği içre takırdar vagonların müziği: Duyulur.
1996, enis batur
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder