CHE "Bolivya Günlüğü"

Gece, İsviçreli Richard Dindo'nun 90 dakikalık "Che" belgeselini izledik Arte'de: "Bolivya Günlüğü". Kırık, mahzun bir rapsodi. Trintignant seslendiriyordu Che'nin satırlarını. Filmin görsel yakası bana güçlü göründü: Başta, Küba döneminden birkaç hareketli görüntüye dayanan sekans (Che'nin iki, Castro’nun bir konuşmasıyla Havana sokaklarının katedildiği sessiz bir sahne), sonda, birazdan değineceğim yaklaşık 30-40 saniyelik bir arşiv filmi arasında sıkı bir ekonomi uygulamış yönetmen: Birkaç Bolivyalı asker ve köylünün birebir tanıklığı (Özellikle öldürüldüğü köyün öğretmeni olan kadınla yapılan görüşme etkileyiciydi) ve Che'nin gerilla kampında çekilmiş bir düzine fotoğrafı sayılmazsa, görüntülerin çoğu Che ve arkadaşlarının 11 ay boyunca geçtikleri Bolivya topraklarının estetize edilmemiş, dümdüz verilmiş bölgelerine aitti: Makiler, ırmak kıyıları, dağ yolları, biriki dağ köyü, ağaçlar ve çalılar. Bir dış ses, günlük boyu hiç araya girmeden, girişte ve sonuçta devreye girmekle yetindi, gevezeliğe, ağır yorumlara, hatta bir sonuç-yoruma bile yönelmedi Dindo: Dörtdörtlük iş.

Bir fotoğraf ve kısa bir arşiv filmi belleğime çivilendi. Che'nin, Bolivya'ya Uruguay'lı bir iş adamı kimliğiyle girdiği gün yerleştiği otel odasında - bilmem La Paz'da mı? - kendi kendine çektiği fotoğrafta, aynalı dolabın önünde yatağa oturmuş, elinde fotoğraf makinası duruşu çocuksu bir hüzün taşıyordu sanki.

Self-portrait taken by Che disguised as Ramón Benítez Hernández in the Hotel Copacabana,

Arşiv filmindeyse, Che'nin cesedinin, infaz sonrası götürüldüğü hastanede yatırıldığı teneşir taşında, Bolivyalı subaylarla Küba çıkışlı CIA sorumlusu tarafından sergilenişi, gövdesine saplanan mermilerin tek tek gösterilerek 'ölümsüz Che'nin pekala ölebildiğinin kanıtlanması yer alıyordu. Siyasal etiğin lağımda boğulduğu bir tarihsel an. İnsan olmanın onuruna ilişkin tek bir kırıntının kalmayabildiğini işaretleyen bu filim parçası, sözkonusu onurun Tarih'in pek çok noktasında sıfırlandığını da veriyordu bana kalırsa.

Che'de bir kayıt adamı'nın gizlendiği göze çarpıyordu filimde. Tarih bilincine, tanıklık da etmeye, kılavuzluk misyonuna farklı dozlarla bağlanabilecek bir tavır: O şartlarda bile iki de bir fotoğraf çektirmeyi savsaklamaması, günlük tutmayı neredeyse olanaksız kılan koşullarda (fotoğraflardan birinde, düpedüz iri bir kuş gibi, büyük bir ağacın kalınca bir dalına tünemiş yazdığı görülüyordu) bu uğraşı sürdürmesi, sonrasız bir örnek-figür olarak kalacağına duyduğu inancı kanıtlıyor bence.

Bir an için o günlükle bu günlüğü yanyana koyup gülümsemeden edemedim. Herşey karşılaştırılabilir, hiçbir karşılaştırılacak şey yokmuş gibi göründüğünde bile. Ne tür bir ortak nokta, kesişme anı bulunabilir o fotoğraflar ve günlükle, bu fotoğraflar ve günlük arasında? İki hayat arasında? Aranırsa bulunur da. İki insan ne demektir ki: İki gövde, iki bilinç, iki kültür, iki dünyagörüşü, iki huy, iki yapı, iki ten, iki tin, iki hedef, iki acı, iki umut, iki umutsuzluk, iki düş, iki düşkırıklığı/ iki ikilem, iki kararlılık, iki -

Odaya girip tetiği çeken genç subayla da yapılabilir bu ikili karşılaştırma. Üç kişi aday olmuş, Che’yi vurmak için. Bu, tercih edilmek için sağlam bir gerekçe sunmuş: O gün, 27 Ekim, yaşgünüymüş - Che'nin ölüm günü, anonim cellatın doğum günüymüş.

Biliyorum: Hepimiz, herkes, ben, bir başkası oradayız gerçekte: Cellâtla kurban arası bir yerde. .

Önemli olan hangisine daha yakın olduğumuz değil mi?

*
"Kesif"
Saint Nazaire Günlüğü


(Öldürüldüğü köyün öğretmeniyle yapılan görüşmeden)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder