marilyn

Pasolini'nin Monroe’nun intiharından (4 Ağustos 1962) üç ay sonra yazdığı şiir. Görüntüler La Rabbia belgeselinden. 





geçmiş dünya ile gelecek dünyadan
yalnızca güzellik kalmıştı geriye, bir de sen
çaresiz küçük kardeş,
abilerinin peşinden koşan,
onlara öykünüp, onlarla ağlayan.
sen, en küçük kardeş,
alçakgönülle taşıdın sırtında güzelliği
ve halkın içinden gelen kızın ruhu
hiç bilmedi güzel olduğunu,
bilseydi güzellik olmazdı ki.

dünya öğretti sana güzelliğini
ve güzelliğin dünyanın oldu.







korku salan geçmiş dünya ile korku salan gelecek dünyadan
yalnızca güzellik kalmıştı geriye, bir de sen,
uysal bir gülücük gibi sürükledin onu peşinden.
uysallık bol gözyaşı dökmeyi,
kendini vermeyi, gülen gözlerle
acıma dilenmeyi gerektirdi.

ve alıp götürdün güzelliğini,
yitip gittin bir altın zerresi gibi.

Yazısızlık

Yazı:
İsteyenin ve seçenin okuyacağı metin, sessizliğe çağrıdır; kimseye ulaşamayacağını, ulaşsa bile birleştirici, harekete geçirici olamayacağını bilen, birleştirici, harekete geçirici olma isteklerinin tehlikelerinden beslenen bir yazı; başka bir hayat olarak hayatla örtüşen, örtüşemediği yerde yazma arzusuna dönüşen sessizlik; zihindeki çağrışımları, imgeleri gizli kalacak, yazarın ve okurun suskunluğuna denk düşecek bir metin; tereddüt ve feragat; lanet tasarısı ve bir küfür olarak ütopya...



YAZISIZLIK:

Yazının icadından binlerce yıl sonra; basılı bunca metnin ardından; okudukça insana her şeyin
söylenmiş olduğu duygusunu vererek yazmayı (eylemi) engelleyen yapıtların ardından; bu yapıtların
varlığına rağmen yoksunlaşmış ve yozlaşmış insan ruhunun baştacı edilmesinin ardından; yazıyı anlamsız ve imkânsız kılan bunca şiddetin ardından; günümüzde, onca yoksunluk ve yoksulluk varken, görüntü ve gürültü bunca yaygın ve baskınken... her an her şeyin başımıza gelebileceği kaygısı içimize işlemişken, bir metin yazmayı, hayata dair sözler sarf etmeyi ve bunları yaymayı düşünmek, şahsi bir tavra, huzursuzluk ve öfkenin yol açtığı bir şiddet edimine atıfta bulunmaktır:

İnsanlığa lanet bırakmak!

Yazının kolaylıkla yazılabilir ve dağıtılabilir bir hal aldığı bu yüzyıl sonunda, ufukta (aynada, yüzeyde) ne yeni bir aydınlanma ne de anlamlı soru ve cevaplar var. Hayatın ve insanın maddi manevi çöküşüne; artan sefalet, yoksulluk, sömürü, baskı, şiddet ve ölüm ihtimalleriyle kuşatılmış ekolojik ve etik yokoluşuna koşut bu sürecin paradoksu, yazının ve fikrin paradoksudur. Fikir, hayattan elini eteğini çekmiş, zekâ gösterisine ve ironiye dönüşmüş; akademinin ve ruhen akademisyenleşenlerin (ve medyanın) tekeline girmiş, meslek konusu halini almıştır. (Yaygınlaşan şey tekelleşir de; anonimleşerek, sıradanlaşarak...) Söz gibi yazı da yaygınlaştıkça, aracılarla aktarıldıkça, yüzeyselleşir, yüzeye dönüşür: Ardında elektronik bağlantılardan başka birşey olmayan ekranın düz yüzeyindedir söz ve yazı; anlam yoktur, aktardığı tek şey kendi aptallaştırıcı varlığıdır artık. Dertleri ve meseleleri olan insanların uykusuz gecelerine ya da günün ara zamanlarına sığdırdıkları, içten gelen dürtüyle yazdıkları, esin ürünü eserler değil, hiyerarşinin tepelerine çıkma ihtimali ve ihtirası içindeki uzman teknisyenlerin “format”a uygun, “zorunlu” yayınları –“makaleler”i– yaygınlaşırken, hayat ve insan, düşünmenin, tefekkürün alanından uzaklaşmış, otobiyografilerimiz –çağımızın röntgeni– karbon kağıdıyla çoğaltılabilirlikten kopyalanmaya, klonlanmaya uzanan bir yelpazede, yazının konusu olmuştur. Söz, yüz yüze ilişkinin, varlıklarıyla, vücutlarıyla, arzularıyla karşı karşıya gelen insanların diyaloğu olarak hayatın kendisiydi; bir yaşama sanatıydı diyalog.

Sözden yazıya eksilerek geçti insan. Kağıdın ve kâğıt üzerindeki işaretlerin dolayımı yoluyla,
kolektif söz ortamlarından mahremiyete, monoloğa çekiliş... Yine de yazı, yalnızken yazılan, yalnızken okunan, hayal gücünün okuduğu yazı, insana –içe– ışık tutabilen, dışa, başka hayatlara uzanmayı bilen yazı; paranın, akademik formasyonun ve ekranın tuzağına düşmeden önce, düşmediği
sürece, düşmemenin yollarını aradığı sürece, sözün doğrudanlığıyla değilse de, yazıya özgü içkinlik, sessizlik ve yalnızlıkla, hayata değmeyi bilmiş olmalıdır. Ama hayata değdikçe, hayatı değiştirme ihtimalini de tüketmiş olmalıdır, hayattan çekilmiş olmalıdır, iktidarsızlaşmış olmalıdır. Değiştirme gücüne sahip olan iktidarlı yazının, yazının iktidarının yarattığı faciaların da yüzyılıdır
çağımız.

Söz yaratmaktan yazı yaratmaya, yazı yaratmaktan görüntü yaratmaya geçiş ve iç boşaltma; herkes hem röntgenci hem de teşhirci artık. Kurumsal ve hiyerarşik alanların mahpus ve gardiyanları, yaygın, demokratik, erişilebilir, ama yaşamayan, cansız iktidar aygıtları: Söz, yazı, görüntü. Yazının (sözün, hatta görüntünün) bittiği, biterken de, onca sözün, yazının, görüntünün boğduğu insanı da peşinden sürüklediği bir dönemde, bu metin, ümitsiz, hüzünlü, karabasanlı bir edim, iktidarsızlığıyla varolabilen bir teşebbüs olarak, ancak laneti bulaştırma arzusundadır. Doğa ve zaman karşısındaki tutsaklığına, nesnelerin, kurumların, ses-söz-görüntü toplamının tutsaklığını da eklemiş olan insan, olsa olsa aşağılanmaya layıkken, bu metin sessizliğe ve düşünmeye çağrı yaparak, kendi paradoksunu çaresizce üstlenir. Onca yaşantıya, söze ve vesikaya rağmen, yaşamını bayağı bir ampiriklikle kuran, hayatını soylulaştırmak yerine aşağılanmayı tercih eden insan karşısında bu metin de benzerlerinin akıbetine seveseve katlanacaktır: Yokluğa, sözün de bittiği yerdeki gönüllü yokluğa kendini fırlatıp atarken, yokluğa firar ederken, insana küfredebilmiş olmanın hazzı...

Hayata ve insana dair yazmak, bir ihtimali hep saklı tutmaktır: Yazanın ya da okuyanın hayatta
kalma, hayatta olma ihtimali! Facianın ardından, facia sırasında, göçüğün, yıkıntıların, harabenin altında: Ütopya, toplum, insan, doğa, yokluk, yok olurken... Bu nedenle bu metnin tüm referansları kendine ve hayatadır. Kendi içine kapalı bu metin, hafıza oluşturmanın ve kalıcılığın, bu eğretilik ve yıkıntılar ortasında dışa açılmanın yolu olabilir: Unutamamanın kâbusu, yokoluşun kendini hep hatırlatması, isyan ihtimali, facia beklentisi, belki...

sf. 55 - 58
Sessizliğin Anarşisi
Işık Ergüden

Kaos'un Kutsal Kitabı




"Ahir zaman"; hem "yeni", "son" anlamında, hem de "dünyanın son günleri, kıyametin kopmak üzere
bulunduğu günler veya yıllar" anlamında bir ibare. Albert Caraco bu iki anlama da denk düşen bir yazar, düşünür. Keza, "sınıflandırılamaz"; tıpkı öncelleri gibi, bütün nihilist fikir ve düşünürler, Schopenhauer, Nietzsche, hatta Malthus, Cioran ... nev-i şahsına münhasır şahsiyetler, düşünürler ... İnsanlığın artık rastlamadığımız bir soyu ... 

Yaklaşık dört yüzyıldır Türkiye'de yaşayan Sefarad bir ailenin oğlu olarak 10 Temmuz 1919'da -sürgünler ve göçler zamanında- İstanbul'da doğmuş Albert Caraco. Önce Orta Avrupa'ya (Viyana, Prag, Paris) göç etmiş Caraco ailesi, sonra İkinci Dünya Savaşı arifesinde, Nazi tehdidi karşısında Güney Amerika'ya. 

Albert Caraco'nun mutlak anlamda yazıya adanmış, münzevi yaşamında biyografinin ne kadar önem taşıdığı yine ancak eserlerine bakarak anlaşılabilir. Ama savaş sonrası Paris'ine geri dönüşünün onda yarattığı yıkım ve felaket duygusunu, insanlığa dair umutsuzluğunu şahsi kararıyla ölçebiliriz: intihar kesin ve tek sondur. Ancak ailesini üzmemek için, bunca yıkımın üzerine bir de bunu eklememek için erteler. Önce annesi ölür; "Bayan Anne"nin ölümünün hemen ardından yazdığı Post Mortem , doğmuş olmanın nafile ve telafisiz duygusunun -Türkçe ifadeyle "Batsın Bu Dünya!"nın- en yeğin ve yoğun anlatılanndan biridir: Anneden nefretin ve anne sevgisinin incelikli, ender anlatılarından biri. Sonra baba ölür; daha fazla bekleyecek hiçbir şey kalmamıştır: Albert Caraco, babasının ölümünden birkaç saat sonra intihar eder (Eylül 1971). 

Bu kadar rasyonel ve tartışmasız, kesin bir hayatın tartışmasızlığından geriye çok sayıda yayımlanmış (ve okuyucu bulamamış) ya da hiç yayımlanmamış sayısız eser kalmıştır; çünkü Caraco, yıllar önceden kararlaştırdığı intihar -ve ölüm-anını beklerken, tek iş olarak, düzenli ve sistematik olarak yazar, başka bir şey yapmaz, sadece yazar, her gün aynı saatlerde, altı saat yazar, tek bir düzeltme yapmadan yazar, inzivayı -ve dünyayı- yaşar. 

Hayatından anlayabiliriz; çok kültürlü, çok dilli biridir Caraco. Ama bir eseri sınıflandırılamaz yapmaya bu kadarı yetmez elbette. Yirminci yüzyılın son peygamberi Caraco'nun eserinden rahatsız edici hakikatler birer havai fişek gibi fırlar ve patlar. Bu fişeklerin soğukluğu, doğrudanlığı, berrak karamsarlığı az rastlanır türdendir; ne Nietzsche'de ne de Ciaran'da rastlarız böylesine. Caraco "acı gerçekler"i çarpar yüzümüze; hem de Klasik yazarlara özgü bir sadelik ve akıl gücüyle. O bir "nesnellik fanatiği"dir. Guy Debord'u andıran -doğru çıkan- bir kehanet gücü vardır. Bedduası ve laneti "nesnel"dir: Ürememize, üretmemize ve tüketmemize itiraz eder; dünyanın sonunu hazırlayan şehirlerimize, üst üste koyduğunuz beton yığınlarına, budala politikacılara ve yok olmaya mahkum kitlelere, sürüleredir onun laneti, böcekleşmiş yığınlara, gökten firar etmiş tanrılara bu yüzden de "doğru"dur. Kendini anarşistlere ve nihilistlere yakın hissetse de, geleceğe dair mutlak umutsuzluğu, felaket beklentisi onu geçmişe, "reaksiyoner" -ikili anlamda: Tepkici ve gerici- tavra da yöneltir; kimi ibarelerini monarşi yanlısı, hatta ırkçı olarak görebiliriz, ama şimdiki zamana dair yaşadığımız "acı gerçeği" burada ayırt etmemek imkansızdır. Dünyada en çok sevdiği şeyin , uygarlığın ihanetine uğramış birinin öfkesidir onunki. Sınıflandırılamazlık, bu genelleşmiş nefretin ve nerede duracağı belli olmayan sorgulamanın insanda yarattığı tedirginliğin de karşılığıdır.

 Cinsellikten Yahudi sorununa, sembolizmden felsefi meselelere ve edebiyata dek her alanda yazmış, şu ana dek yirmi iki ciltlik eseri yayınlanmış bir yazar olan, ancak pek az tanınan , pek az okunan, tanınmayı ve bilinmeyi ise hem içerik hem de biçim bakımından hak eden Albert Caraco'nun eserinin en özlü kısmı olan "Kaos'un Kutsal Kitabı" ideal bir saldırı malzemesi, bir dinamit, bir tahrip kalıbıdır: Yoğun, kısa, esinli, terörist, sert, kehanet dolu, provakatif, karanlık, gizli -ve yeterli ...

 İnsan katmanlarında gezinen aşırı ahlakçı Caraco bir kıyamet habercisidir; yıkım ve felaket kehanetinde bulunur. Nietzsche gibi o da "ebedi tekerrür"den söz eder; kaynağa geri dönüş, ona göre dişi ilke'nin egemen olmasıdır .. . Ama onu yeryüzüne bağlayan tek şey edebiyattır. Kelimenin tam anlamıyla bir Aydınlanma düşünürü , bir Ansiklopedist, bir erüdit olan Caraco'nun "karanlık nihilizmi"nin ürünü olan kesinlikle karanlık, karamsar, insandan kaçan kitapları, hiçbir umuda, hiçbir pozitifliğe yer vermez. Her türden ırkçılığın ve fanatizmin yükselişine tanık olduğundan, her türden hümanizmanın imkansızlığını açıkça belirttiğinden dayanması ·güç, okunması güç -ama mükemmel bir dilde yazılmış- bu kitaplar, özellikle de "Kaos'un Kutsal Kitabı", felsefeden ziyade bir ahlak ve tarih kitabıdır; çağdaş dünyanın karanlık ve umutsuz, aynı zamanda peygamberce bir teşhisi, mutlak sonun kesin çağrısı olarak okunabilir.

En sonuncu ve en radikal ahlakçının, öfkeli beddualarla dolu, kısa fragmanlardan oluşan bu kitabı,
bir tür kutsal kitap, kıyamet deyişi olarak okunabilir; ama daha ürkütücü, çünkü gerçekçidir - çünkü zamandışı bir yerden konuşur Caraco. Kendini herkesin, her şeyin, politikanın, çıkarın, zamanın dışına yerleştiren, başka bir yerden konuşan biri. .. 

Bu sesin karşılık bulmadığını söylemek için henüz erken. Aykırı, irkiltici seslerin reddedildiğini, yok sayıldığını biliyoruz; Caraco'nun sesi de bize insan denen canlının doğa karşısındaki fuzuli varlığını, yokluğun un doğayı hiç "ilgilendirmeyeceğini", belki de "rahatlatacağını" hatırlatan, haddimizi bilmeye, boyumuzun ölçüsüyle davranmaya davet eden ender metinlerden... İnsan, (büyük ya da küçük harfli) tanrı olmasa da edebini takınabilir, takınmalı... Az sayıda kişinin okuduğu metinlerde edep duygusu, insanlık kadar eski ve ezoterik bir bilgi hep saklıdır; "Kaos'un Kutsal Kitabı" da bunlardan biri. ..

"İyi okumalar" ...

Işık Ergüden

BÜYÜK ŞEHİR

Zerdüşt sayısız halkın ve şehrin arasından yavaş yavaş dolanarak, kendi mağarasına döndü, dolambaçlı yollardan. Ne var ki, kendisini ansızın büyük şehrin girişinde buldu: ama burada, kollarını açmış bir deli önüne fırladı ve yolunu kesti.

Bu deli şöyle konuştu zerdüşt’le:
“Ey zerdüşt, burası büyük şehirdir; burada bir şey bulamazsın ve her şeyi kaybedersin sen. Neden bu çamurdan yürümek istiyorsun? Ayaklarına acısana! En iyisi şehrin kapısına tükür de – geri dön!
Burası bir cehennemdir münzevi-düşünceler için: Burada büyük düşünceler diri diri haşlanır ve ufalıncaya kadar pişirilir. Burada çürüyüp gider tüm büyük duygular: Burada sadece kuru kemik gibi kalmış duygular takırdar!

Tin mezbahalarından ve mutfaklarından gelen kokuyu duymuyor musun? Bu şehirde boğazlanmış tinlerin dumanı tütmüyor mu?

Ruhların gevşek, kirli paçavralar gibi asıldığını görmüyor musun? – Bir de gazete yapıyorlar bu paçavralardan!

Tinin burada bir sözcük oyunu haline geldiğini duymuyor musun? İğrenç sözcük-bulaşığı kusuyor tini – ve bir de gazete yapıyorlar bu sözcük-bulaşığından.

Birbirlerini kovalıyorlar, ama bilmiyorlar nereye? birbirlerini kızıştırıyorlar, ama bilmiyorlar neden? tenekeleriyle tangırdıyor, altınlarıyla şıngırdıyorlar. Üşüyorlar ve yanık sularda ısınmaya çalışıyorlar; kızışıyorlar ve donmuş tinlerde serinlemeye çalışıyorlar; hepsi mustarip ve müptela olmuştur kamuoylarından.

Tüm zevklerin ve günahların yuvasıdır burası; ama erdemliler de vardır burada, usta işi, işe yarar sayısız erdem vardır: –çok sayıda usta işi erdem vardır, kalem tutan parmakları ve oturmaya ve beklemeye dayanıklı kaba etleri olan; küçük göğüs yıldızlarıyla ve altları yastıklarla desteklenmiş, makatsız kız evlatlarla kutsanmıştır bunlar.

Burada dindarlık çoktur ve tanrının sürüleri önünde bol bol salya-yalayıcılık ve yaltakçılık da vardır. yukarıdan’ aşağıya damlar yıldız ve inayetli salya; yukarıyı özler her yıldızsız göğüs.Ayın kendi sarayı vardır ve sarayın da ayran budalaları vardır: ama saraydan aldığı her şeye dua eder bu dilenci halk ve her türlü usta işi dilencilik-erdemi.

‘Hizmet ediyorum, hizmet ediyorsun, hizmet ediyoruz’ – böyle dua eder bütün usta işi erdemler hükümdarlarına: Sonunda hak ettiği yıldız dar göğsüne konsun diye! Oysa ay dünyevi olan her şeyin çevresinde döner; hükümdar da en-dünyevi olanın çevresinde dolanır işte böyle –: buysa tüccarların altınlarıdır işte.

Sürülerin tanrısı külçe altınların tanrısı değildir; hükümdar düşünür, oysa tüccar – güder. içindeki ışıklı, güçlü ve iyi olan her şeyin adına, zerdüşt! Tükür bu tüccarların şehrine ve geri dön!

Burada çürük, ılık ve köpüklü bir kan akar tüm damarlarda; tükür bütün rezilliklerin bir arada köpürdüğü büyük bir çöplük olan bu büyük şehre!

Tükür bastırılmış ruhların ve dar göğüslerin, alaycı gözlerin, yapışkan parmakların şehrine, yapışkanların, utanmazların, kalem oynatanlarla lafebelerinin, azgın hırslıların şehrine. Ne kadar çürümüş, kokuşmuş, şehvetli, karanlık, vıcık vıcık, irinli, entrikacı varsa, hepsinin bir araya toplandığı bu şehre: – tükür bu büyük şehre de geri dön!” –
Ama zerdüşt ağzı köpüren delinin sözünü burada kesti ve ağzını kapattı.
“Yeter artık! – diye bağırdı zerdüşt. – Çoktandır tiksindiriyor beni konuşman ve karakterin! Madem öyle, neden uzun süredir bu bataklıkta oturdun da, kendin de bir kurbağaya dönüştün? senin damarlarında da çürük, köpüklü bir bataklık kanı dolaşmıyor mu, kurbağa gibi ötmeyi ve küfretmeyi öğrenmeni sağlayan?

Neden gitmedin ormana? Ya da işlemedin toprağı? Denizde bol bol yeşil ada yok mu?  Aşağılıyorum senin aşağılamanı; eğer beni uyarıyorsan, – neden uyarmadın kendi kendini? Sadece sevgiden havalanır benim aşağılamam ve benim uyarıcı kuşum: bataklıktan değil!  Benim maymunum diyorlar sana, ağzı köpüklü deli seni; böğüren domuzum derim ben sana, – böğürmelerinle öldürüyorsun deliliğe övgümü de.

Seni ilk defa böğürten neydi peki? Kimsenin sana yeterince yaltaklanmaması: – bu yüzden oturdun bu çöplükte, uzun uzun böğürmek için bahanen olsun diye. Bol bol intikam alacak bahanen olsun diye! tüm bu köpürmelerin intikamdan, kibirli deli, çözdüm senin sırrını!

Ancak, senin deli-sözün zarar veriyor bana, haklı olsan bile! Ve zerdüşt’ün sözü yüz kere haklı olsaydı bile; benim sözümle her zaman – haksızlık yaparsın sen!”


Böyle söyledi zerdüşt;  sonra büyük şehre bakıp iç çekti ve uzun süre sustu. sonunda şöyle konuştu:

Sadece bu deli değil, bu büyük şehir de tiksindiriyor beni. İkisinin de ne iyileşecek, ne de kötüleşecek bir yanı var.

Yazık bu büyük şehre! – İsterdim ki göreyim onu yanıp tutuşturan alevleri! Çünkü böyle alevler gelmelidir büyük öğleden önce. Ama bunun da bir zamanı ve kendi kaderi var.


Sana da veda ederken şunu öğreteyim deli:

 artık sevemediğin yerin – önünden geçip gitmeli! –

Böyle söyledi zerdüşt ve delinin ve şehrin önünden geçip gitti. 
***

fotoğraf: Will Mcbride

Kristof killed by T.V.

        Kristof killed by T.V. , 
 Will Mcbride



Sessizliğin Anarşisi


Bu dünyadan ve dünyadaki varlıktan memnun olmamak; üstinsanı, insanın sahici ya da yabancılaşmamış halini, olmayan insanı aramak; teorilerle, pratiklerle, varlığı -ideal varlığı- yarına, geleceğe taşımak; geleceği, geleceğin geleceğini tahayyül etmek; ama tüm bunları, şimdiki zamanda, bu dünyada, mevcut halle yaşamak; zaman akarken, gündelik hayatın içinde, varlığın (varlıkların) asgari ve azami ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırken, kendinin (başkalarının) cennetinde ve cehenneminde, kendiyle (başkalarıyla) kaçınılmaz olarak birlikte, ilişkiler kurarak ve ilişkilerden kaçarak, o geleceğin gel(e)meyeceğini tahayyül etmek...

İntihar etmeyip yaşıyor olmak; hayatın en büyük ve en basit gerçeği. Bu dünyayı ve bu varlığı değiştirme arzusu ile gündelik hayatı, olduğu gibi, geldiği gibi kabullenmenin, sürdürüyor olmanın zorunlulukları (içgüdü, istek, arzu, irade) ve zorlukları arasındaki gerilim; bu yüzyıl sonunda, kişiyi ve isyanını var kılan yegâne imkân.

Red ile kabul arasında, insan, gidip gelen ve hep
aynı yerde -farklı.

Aynı yerde ve farklı. Zamanın düz bir çizgi olduğuna, zamanla birlikte kendisinin de ilerleyeceğine,
değişeceğine, değişmesi gerektiğine inanan insan... Dünyadan ve hayattan umudunu kestikçe, dünyanın ve hayatın altında kaldıkça kendini kemiren insan...


Bir yüzyıl sonundan öteki yüzyıl sonuna insan; sözü, bakışı ve bedeniyle, tercihi intiharsızlık olan
insan; boşluğa bakan, boşluğu gören, boşluğun içini oyan –sözü, bakışı ve bedeniyle– insan; ütopyasına yer açmak isterken kendi heterotopyasını kuran... Kapanan, kapatılan insan, hayatsız, dünyasız; ruhu, –boşluğun ta kendisi değilse ya da pazarda bir meta– tevekkül ile delilik arasında...
Hayatta, ayakta kalmaya çabalama hali ile çaresiz ve ümitsiz bir isyan arasındaki gerilimde yatar
yüzyıl sonu insanlarının tevekkülü, deliliği...
Işık Ergüden

(Kimliksiz olmayı ve farkedilmemeyi istediğinde çoktan nüfus, okul, mahkeme ve hapishane kayıtlarına geçmişti. Esersizliği arzuladığında ise birçok kitabın ve yazının künyesinde "yazan", "çeviren", "yayıma hazırlayan", olarak geçiyordu adı.

Kimliksizliğin anonimlik anlamına gelmediğini düşündüğünden bu metnin altına da yazdı adını.)

"Sessizliğin Anarşisi"

Sessizliğin Anarşisi





en büyük edebi eseri, tanrıyı
ve en güzel ütopyayı, anarşiyi
yaratabilmiş insana...
bunca yaratıcılıktan bunca bayağılığa düşebildiği için...

Giuseppe Arcimboldo (1526-1593)

Arcimboldo, resmi olarak, Maximilian'ın portre ressamıydı. Ancak yaptığı işler ressamlığı bayağı aşmıştı: Armalar, dükalık armaları, vitray ve halı taslakları yaratmıştı, kilise orgu galerileri dekore etmişti ve renkölçümsel bir müzikal çevriyazı yöntemi önermişti, bu yöntemle "bir melodi kâğıt üzerinde küçük renk benekleriyle gösterilebilirdi"; ama özellikle prensleri eğlendirirdi, bir gösteri adamıydı: Çeşitli gösteriler organize etmiş ve sahneye koymuştu, eğlence araçları (giostre) icat etmişti. Yirmi beş yıl boyunca Alman imparatorlarının sarayında çizmiş olduğu bileşik portreleri sonuç olarak salonlarda oyun işlevi görmüştür. Çocukken Aileler diye bir oyun oynardık; her oyuncunun elinde resimli kartlar olurdu Ve oyun arkadaşlarına, teker teker, toplamaya çalıştığı aile figürlerini sorardı: Domuz kasabı, kasabın karısı, oğulları, kızları, köpekleri, vb.; Arcimboldo'nun bileşik başlarından birinin önünde de, aynı oyundaki gibi Kış ailesini toplamam gerekir: Buradan bir çotuk, oradan bir sarmaşık, bir mantar, bir limon, bir paspas, ta ki gözlerimin önünde tüm kış teması, ölü sezon ürünlerinin "aile"si belirene kadar, Ya da yine, Arcimboldo ile, "Çin portreleri" diye bilinen oyunu oynarız: Biri odadan çıkar, diğerleri bulunması gereken kişinin kim olacağına karar verirler ve soru soracak kişi geri geldiğinde, eğretileme ve düzdeğişmeceleri sabırla kullanarak bilmeceyi çözmelidir: Eğer bu bir yanak olsaydı, ne olabiirdi? - Bir şeftali.- Eğer fırfırlı bir yaka olsaydı? - Olgun buğday başakları. -Eğer bu bir göz olsaydı? Bir kiraz. - Buldum: Cevap Yaz.

Roland Barthes


Four Seasons (Giuseppe Arcimboldo)




Four Elements (Giuseppe Arcimboldo)


Hopper'ın Yalnızları

Bir düzyazı şiir, o şiiri kurcalayan bir düzyazı metin,
"Otel Odası, 1931” ile belli sınırlar içinde yüzleşmemi sağlamıştı,

Hotel Room, 1931 Edward Hopper

Edward Hopper’ın resmine duyduğum yakınlığı onun tekniği ile kısıtlamaya kalkışmayacağım burada; bu yakınlığın onun dünyasına duyduğum yakınlık ile özdeşleştirilmesine hemen dikleneceğimi söylemek isterim. Hopper’ın resminin ağırlığı bu dünya ile bu tekniğin biribirilerinde denkleşmiş olmalarında biçimleniyor.

Anlatımcı ressam tanımını getirmek bana fazla bir çaba olarak görünüyor - bekiniyorum: Herşey, dolayısıyla her resim anlatır, anlatmaya koyulur, iş biraz da bizim ona nasıl baktığımıza bağlıdır.

Hopper gibi ressamlarda anlatı ekseni şüphesiz daha belirgindir. Gelgelelim, biriki adım daha atmak doğru olur, bu gözlem ileri sürüldüğünde:

Anlatı, bütün bütüne içinde midir Hopper’ın resimlerinin? Onu dışarı uzatan kimdir?

Bir de: Bütün resimlere, parçalanarak dağılmış bir tek anlatımın varlığa sözkonusu edilemez mi, Hopper’da; böyleyse, onu farklı hikayelere bölmek ne denli doğru olur, başı ucu açık bir anlatı okumaya çalışmak varken?




Looking (Soundtrack)









Looking S01E02 - Looking for Uncut



The Origin of War

The Origin of War (1989, Orlan)

Savaş, iç deşer; savaş bağırsakları boşaltır. Savaş, teni yakıp kavurur. Savaş organları bedenden koparır. Savaş, yıkıp yok eder. Ve savaş, insan türünün doğasından gelir. (Susan Sontag)

Fantezi

Alacakaranlıkta izlediğim bir fahişe bana en büyük fantezilerimden birini yaşama olanağı verdi. Kaldırımda yürüyordu ve beni görmemişti. Takıntımı gerçekleştirmeye karar verdim ve Tanrı’ya kadının arkasına bakmaması için dua ediyordum. Yüzünü görmemeliydim. Tenha ve dar bir yola saptı. Otuzunu geçmemişti; beli ince, uylukları genişti, yürüyüşü onun soyu iyi bir fahişe olduğunu gösteriyordu.

Her şey iyi gidiyordu, bir evin kapısından girdi, ona birkaç hamlede ulaştım. Avlu da ıssızdı. Avlunun ortasında bir odunluk vardı ve kapıları ardına kadar açıktı, arkasından sinsice yaklaştım ve kafasını iki elimle kavradım, böylelikle dönemeyecekti ve tehditkâr bir sesle: “Dönme, seni düzmek istiyorum, paran ödenecek ama yüzünü görmek istemiyorum. Odunluğa git” dedim. Sert biçimde vücudunu odunluğa ittirdim, o da “Bana sert davranma’ dedi. Odunluğa girdik, hoş bir çürümüş odun kokusu vardı. Yatıştırıcı bir şekilde, "Dediğimi yap, pişman olmayacaksın" dedim ve elimi karnına koydum ve diğeriyle beline bastım. Yardımcı olarak belini kavislendirdi, eteğini yukarı çektim ve vücudu altında çıplaktı. Kalbim penisimde atmaya başladı. 


Belini tekrar aşağıya bastırdım. O da itaatkâr bir şekilde elleri ve dizleri üzerinde eğilerek emekleme pozisyonunu aldı. Kıçının yanaklarını ayırdım ve yukarı kaldırdım. Vajinası açılmış dudaklarıyla ortaya çıktı. Gerçek güzellikti! Dudaklarının içinde, krem beyazı salgısı görülüyordu, yanaklarını tutarak, dizlerimin üzerine düştüm, bızırını yaladım. Kadın kedi gibi mırıldandı, onu hala yalarken burnumu vajinasına soktum, onu burnumla düzüyordum ve vajinasının nasıl ıslandığını hissedebiliyordum. Yıkanmış vajinanın akşama kadar artan kokusu sağlıklı ve muhteşemdi. Bu kokuya hayranım ve sevgililerime benimle randevularından önce kendilerini yıkamalarını yasaklarım. Onu tatlı bir mutluluk içinde rahatlamış görünce dizlerimin üzerinden kalktım. Ona etrafına bakmamasını hatırlattım ve şehvetten pembeleşen vajinasına penisimi daldırdım.

Batan güneş tahta duvarın çatlaklarından parlıyor ve gözlerimi kör ediyordu. Kadın epey gayret gösterdi ve geldiğimde bana doğru yöneldi ve ferah bir şekilde iç geçirdi. Arkasına bakmaması için onu tekrar uyardım, son anda her şeyi berbat edeceğinden korkuyordum. Kıyafetlerimi sırayla giydim, domalmış kıçına beş gümüş ruble koydum ve çabucak odunluktan çıktım. Avlu hâlâ ıssızdı. Fantezim gerçek olmuştu, yüzünü görmeden yabancı bir kadını düzmüştüm, eğer onu korkuttuysam bu üzücüydü. Yüzünü görmem için beni zorlayabilirdi ve bunu arzulamadığım öyle zamanlar olur ki.

"Gizli Günce" 
Puşkin

GİRLS by David Hamilton





Kanlı Düzüş

 Kan kadının büyülerinden biridir. Her ay doğa kadını orasından yaralar. Kadın her ay kanayan iyileşmek bilmeyen bir yara gibidir. Daha da güçlenen kokuyla titrerim ve bu zamanlarda bir kadın benim için özellikle arzulanır bir hale gelir. Onu o günlerde düzersem, penisim bana etine soktuğum bir hançer gibi görünür. Onu ne kadar uzun ve derin sokarsam uylukları o kadar çok kanla kaplanır ve zevkle karışık acıdan dolayı inler. Bu onun son nefesi mi yoksa şehvetinin sonu mu?

Kanlı düzüşü, penisimle küçük daireler oluşturarak derinliklere dalmayı çok seviyorum. Ayrıldığımızda sevgilim ve ben belimize kadar kanla kaplanmış oluruz. Sonra temizleniriz ve ayrılırken parmağımı vajinasına kaydırır ve kanı üzerinde kuruturum. Eve dönerken zaman zaman burnuma götürür ve o harika kokuyu içime çekerim. Parmağım ertesi gün bile içine daldırdığım cennetin tatlı anılarını sızdırır.

Puşkin
"Gizli Günce"

Richard Feynman

The Pleasure Of Finding Things Out,  1981


Fiziksel dünyanın veya gerçek dünyanın esas karakteriyle ilgileniyorsanız, -ki şu zamanda bunu anlamamızın tek yolu matematiksel düşünce tarzıdır- dünyanın özel yönlerinin hepsini veya çoğunu anlayabilmek, evrensel yasaların derin anlamlarını, olaylar arasındaki ilişkileri kavrayabilmek matematiği anlamaya bağlıdır. Bunu yapabileceğim başka yol bilmiyorum. Bunu kesin olarak tanımlayabilmek veya karşılıklı ilişkileri görmek için başka bir yol bilmiyoruz. Yani, matematiksel mantığa sahip olmayan bir kişinin dünyanın bu yönünü tamamıyla kavrayabileceğini düşünmüyorum. Beni yanlış anlamayın, anlamak için matematiğin gerekmediği dünyanın pek çok yanı var. Mesela, aşk ki onun kıymetini bilmek nefis ve harikadır ve hissetmek korkunç ve gizemlidir. Ve dünyadaki tek şeyin de fizik olduğunu da söylemiyorum. Ama siz fizik hakkında konuşuyordunuz ve eğer konuştuğunuz buysa, matematiği bilmemek dünyayı anlamaya büyük engeller oluşturuyor.

...

Eğer bilimin, ne olduğumuz, nereye gittiğimiz, bu kainatın anlamı nedir gibi harika
sorulara cevap vermesini bekliyorsanız, bence hayal kırıklığına uğrayacak ve bu sorulara mistik cevaplar arayacaksınız. Bir bilim adamı mistik cevapları nasıl kabul eder bilemiyorum, çünkü asıl mana anlamaktır, neyse bunu boşverin. Ben de anlamıyorum ama, bence burada yaptığımız şey keşfetmektir. Dünya hakkında elimizden geldiği kadar bir şeyler bulmaya çalışıyoruz. İnsanlar bana: "Fiziğin nihai kanunlarını mı arıyorsun?" diye soruyor. Hayır, aramıyorum. Sadece dünya hakkında
daha fazla bilgi edinmeye çalışıyorum. Eğer her şeyi açıklayan basit nihai bir kanun varsa, varsın olsun, bunu keşfetmek çok da güzel olur.  Eğer dünya soğan gibi milyonlarca katmanı olan bir şeyse ve katmanlara bakmaktan usanırsak, elden bir şey gelmez. Ama doğasından dolayı ne olması gerekiyorsa ortadadır ve öyle ortaya çıkacaktır. Bu yüzden onu araştırdığımızda hakkında
daha fazla bilgi edinmek dışında ne yapmaya çalıştığımıza önceden karar vermemeliyiz. Neden daha fazla şey öğrenmek istiyorsun diye sorarsanız, eğer daha fazla şey öğrenmeye çalışırsanız, derin filozofik sorulara cevap bulursunuz. Hatalı olabilirsiniz. Belki de doğanın karakteri hakkında daha fazla şey öğrenerek bazı sorulara cevap bulamayacaksınız. Ama ben böyle yapmam. Fiziğe olan ilgim sadece dünyayla ilgili şeyler bulmak. Ne kadar şey bulursam o kadar iyi, keşfetmeyi seviyorum. Ortada, hayvanlara kıyasla yapabildiğimiz yüzlerce şey hakkında çok sayıda kayda değer gizemler ve sorular mevcut. Fakat bu gizemleri cevabını bilmeden araştırmak istiyorum. Her şeye rağmen, kainatla ilişkimiz ile ilgili uydurulan özel hikayelere inanamıyorum çünkü, çok basit, çok bağlı, çok yerel, çok köylü duruyorlar. Yeryüzü, yeryüzüne geldi, Tanrı'nın bir sureti yeryüzüne geldi, unutmayın, ve dışarıda olan şeylere bakın. Hikayeler orantılı değil. Her neyse, tartışmanın anlamı yok, tartışamam, sadece söylemek istediğim sahip olduğum bilimsel görüşlerin inançlarımı neden etkilediğidir. Bir şeyin doğru olduğu kanısına nasıl varıyorsunuz sorusuyla ilişkili olan bir başka şey daha var. Bu şey hakkında farklı dinlerin farklı teorileri olduğunu görüyor, ve merak etmeye başlıyorsunuz. Şüphe etmeye başladığınızda, sanki şüphe etmeniz gerekiyormuş gibi bilimin doğru olup olmadığını sormuştun. Hayır, neyin doğru olduğunu bilmiyoruz, Doğruyu bulmaya çalışıyoruz
ve her şey muhtemelen yanlış. Her şeyin yanlış olduğunu düşünerek dini anlamaya çalış.

Bunu yaptığın anda, geri dönüşü olmayan bir şekilde uçurumdan kaymaya başlarsın, Bilimsel görüşe veya babamın görüşüne göre, neyin doğru olduğuna, neyin doğru olup olamayacağını görmek için bakmamız gerekiyor. Bir kere şüphelenmeye başladığınızda ki bence ruhumun en temel parçalarından biri şüphe ve sorgulamaktır, ve şüphe duyup sorguladığınızda inanmak biraz daha güçleşir. Gördüğünüz gibi, şüpheyle, belirsizlikle ve bilmeden yaşayabilirim. Bence bilmeden yaşamak, yanlış olan cevaplarla yaşamaktan çok daha ilginçtir. Farklı şeyler hakkında yaklaşık cevaplarım, olası inançlarım ve farklı kesinliklerim var, ama kesinlikle hiçbir şey hakkında emin değilim ve hakkında bilmediğim çok şey var. Mesela, "Neden buradayız?" diye sormak bir şey anlam ifade eder mi? Ve bu soru ne anlam ifade eder? Bunun hakkında biraz düşünebilirim ve bir sonuca varamazsam başka bir şeyle uğraşırım. Ama bir cevaba sahip olmak zorunda değilim, bir şeyleri bilmemekten korkmuyorum. Hiçbir amaç olmadan gizemli evrende kaybolmaktan korkmuyorum, ki şu ana kadar da öyle yaşadım. Bu beni korkutmuyor.


Yeniden Doğan

1948


Düşünceler hayatın hizasını bozuyor

*

... " Öldüğümde, dilerim desinler ki arkamdan: 
"Kan kırmızıydı günahları ama okundu kitapları."
(Hilaire Belloc)


10 Eylül

(SS'ın Andre Gide'in Günlükler'inin baskısının ikinci cildinin iç kapağına yazılmış ve tarih atılmış)

Bunu okumayı, satın aldığım gün sabah 2.30'da bitirdim - 

Daha yavaş okumalıyım, defalarca yeniden okumalıyım - Gide'le aramızda öyle kusursuz bir entelektüel uyum var ki onun dünyaya getirdiği her düşünceye uygun doğum sancısını ben çekiyorum! Dolayısıyla içimden geçenler "Bu düşüncenin berraklığı ne kadar olağanüstü değil", şöyle: "Dur! Bu kadar hızlı düşünemem! Veya daha doğrusu, bu kadar hızlı büyüyemem!"

Çünkü bu kitabı yalnızca okumuyor, bizzat yaratıyorum - bu benzersiz ve olağanüstü deneyim, geçen korkunç aylar boyunca aklımı tıkayan karışıklık ve kısırlığın çoğundan arındırdı beni - 

19 Aralık

Okumam gereken öyle çok roman, oyun, öykü var ki... 


25 Mart

soruyorum, nedir beni düzensizliğe sürükleyen? Kendime nasıl teşhis koyabilirim? En acil duyduğum, en ıstıraplı bir fiziksel aşk ve düşünsel dostluk ihtiyacı - henüz çok gencim ve cinsel tutkularımın huzursuzluk verici yanlarını yaşım ilerledikçe aşarım - açıkçası, umurumda değil aslında. [SS sayfanın kenarına 31 Mayıs 1949 tarihini atıp şu sözcükleri eklemiş: "Zaten umursamamalısın.”] İhtiyacım o kadar kuvvetli ki ve zaman, benim saplantıma göre, öyle kısa ki -

Büyük ihtimalle ileride dönüp baktığım zaman kahkahalarla güleceğim şeyler bunlar. Eskiden nasıl da dehşetli, nevrotik bir dindardım, ileride Katolik olacağımı düşünürdüm, işte şimdi de lezbiyen eğilimlerim olduğunu hissediyorum (bunu nasıl gönülsüzce yazıyorum) -

Güneş sistemini düşünmemeliyim - sonsuz uzayla sınırsız ışık yılının yoğurduğu sayısız galaksi - başımı kaldırıp gökyüzüne bir andan fazla bakmamalıyım - ölümü, sonsuzluğu düşünmemeliyim - bunları yapmamalıyım, yapmazsam aklımın elle tutulabilir bir şey gibi - aklımdan da fazlası gibi - bütün ruhum gibi - beni harekete geçiren ve 'benliğimi' oluşturan asıl, karşılık vermeye hevesli arzu gibi - geldiği korkunç anları yaşamam - Bunların hepsi belirgin bir biçim ve boyut alıyor - bedenim dediğim yapının bünyesine sığmayacak kadar geniş -  Bütün bu itmeler, çekmeler - yıllar ve güçlükler (şimdi duyumsuyorum) ta ki yumruklarımı sıkana kadar - yükseliyorum - kim hareketsiz kalabilir - her kas acı içinde - sınırsızlıkta kendini inşa etmeye çalışıyor - haykırmak istiyorum -
midem sıkıştırılıyor sanki — bacaklarım, ayaklarım, ayak parmaklarım ağrıyana kadar esniyor.

Bu zavallı kabuğu parçalayıp çıkmaya giderek yaklaşıyorum — biliyorum artık - sonsuzluğu derin derin düşünmek — akılca zorlanmak beni soyutlamanın basit duygusallığının tam aksini kullanarak dehşeti hafifletmeye yönlendiriyor. Ve çıkışı bilmediğimi anlamasına rağmen, iblisin biri yine de eziyet ediyor bana - acı ve öfke kaynatıyor içimde - korkarak, titreyerek — (büküldüm, yıkıldım - bitap düştüm): dizginlenemez arzunun spazmları ele geçirdi aklımı -



1949

...Yazmak istiyorum - Entelektüel bir çevrede yaşamak istiyorum - Bol bol müzik dinleyebileceğim bir kültür merkezinde yaşamak istiyorum -  bütün bunlar ve fazlası, ama... en önemlisi, üniversite hocalığının benim ihtiyaçlarıma en uygun meslek olması... ( Hocalık yorumunun yanına SS sonra "Aman tanrım!" notunu eklemiş.)

RİMBAUD


1949'da "RIMBAUD" adı Luxor tapınağındaki bir sütunun üzerinde, (daha sonraki kazılar sonrası) yerden yaklaşık üç metre yükseklikte bulundu. Bu durum büyük bir heyecan yarattı. R. Mısır'da "eski hikmet" arayışındaydı... E. Starkie'ye göre (1961) "İskenderiye yakınlarındaki" bu tapınak 640 km uzaklıktaydı. R. Luxor'u 1887 sonbaharında görmüş olabilir ama kazınarak yazılmış yazının tarzı daha eski bir tarihi düşündürüyor; muhtemelen Napolyon'un (1798 - 1801) seferine katılmış bir asker ve hatta R.'nun büyükdedesi Jean François; 1792'de bir pazar sabahı karısıyla kavga ettikten sonra, üzerinde bir yelek, pantolon ve bir takkeyle evi terk etmişti. - Graham Robb (Rimbaud biyografisi yazarı)


Günlükler ve Defterler (1947 - 1963), Susan Sontag

1950

Ölüm hakkında süregelen nevrotik kaygımın en mantıklı cevabı: Ölüm yok oluştur - her şeyin (organizma, olay, düşünce, vs.) bir biçimi, başlangıcı ve sonu var -ölüm de doğum kadar doğal - hiçbir şey sonsuza kadar sürmez, sürmesini de istemeyiz - Ölünce öldüğümüzü bile bilmeyiz, dolayısıyla yaşamayı düşün! Hayattan talep ettiğimiz şeyleri deneyimlemeden ölsek bile, öldüğümüzde artık fark etmeyecek - yalnızca ‘şu’ anı kaybederiz - hayat yataydır, dikey değil - biriktirilemez, dolayısıyla yaşa, sürünme.

***

Üç yıldır ilk kez [Jack London’ın romanı] Martin Eden’ı okuyorum, ilk okuyuşumdan dört yıl sonra, sanat eseri olarak pek önemli bulmasam da, kişiliğimde bıraktığı derin etkiyi açıkça görebiliyorum. Çocukken yetişkin kitapları okumuştum elbette (Sing Sing’de Yirmi Bin Yıl, Heavenly Discourse, Sefiller + Kuzu [Shakespeare’den Öyküler] - Hatırlıyorum, hepsini dokuz yaşından önce!). Fakat London’ın romanını hayata gerçek anlamda uyanışımla aynı zamanda okudum, on ikinci yaşımın sonunda defter tutmaya başlamam da bunun göstergesi. Martin Eden'da, ciddi biçimde inanmadığım hiçbir düşünce yok, geliştirdiğim kavramların çoğu bu romanın doğrudan etkisi altında ortaya çıktı — ateizmim + fiziksel enerjiye + dışavurumuna, yaratıcılığa, uykuyla ölüme, mutluluk ihtimaline atfettiğim değer!...

Pek çokları için ‘uyanış’ kitabı aynı zamanda büyük bir olumlamadır - Joyce’un Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi gibi - böylelikle yeniyetmelikleri umutlu tutkuyla dolar + düş kırıklığıyla yetişkinliklerinde tanışırlar. Oysa benim ‘uyanış’ kitabım umutsuzluk + yenilgi vaazıydı, kelimenin tam anlamıyla mutluluk ummaya asla cesaret edemeden büyüdüm...

Martin’in ‘aklında canlandırma numarası’ -yani, London’ın hoyrat yeniden canlandırma aracı- sayesinde hayatının her önemli anında geçmişinden bir geçit alayıyla karşılaşması -Bu, son dört senedir benim için bir tür gereklilikti: deneyimlerimi kaydetmek + yapılandırmak, mantıkla yorumlama kavrayışımın gelişimini anlamak - her anın bütünüyle bilincindelik, ki bu da geçmişi şimdiki zaman kadar gerçekçi duyumsamak anlamına geliyor. Bu hayat biçiminin, bu narsistik ilgilerin kaynağını ilk defa bu kitapta görüyorum... Umutlu tutku, dışsal arzu vasıtasıyla + onun için çabalamakla varlık bulur; benim en başından beri benimsediğim umutsuz ihtirasta yalnızca bir yansıtıcı besleme var - kendisiyle besleniyor - ve erişebileceği tek şey, bilgi... Bu tür karamsarlığın daha da küçültücü sonuçlarından biri de kişinin sosyal davranışlarında bulunabilir - İnsanı entelektüel bir vampire dönüştürüyor!...

17 Kasım

Yeniden oku: ‘erken’ tanıştığım ve benim gözümde olağanüstü önem taşıyan bir başka kitap da [Maugham’ın] The Summing Up’ı -on üç yaşında kibar ve aristokrat stoacılığa böyle bütünüyle kapılmak! Edebiyat beğenisi yapısıyla beni büyük ölçüde etkiledi elbette - hepsinden önemlisi de, yeniden, örüntüler.




1953

19 Ocak

Bugün Schoenhof'ta [Cambridge’te kitapçı] Descartes’ın Mektuplarının sonuncusunun da satıldığı anlaşıldıktan sonra midem bulanarak Philip’in, [Profesör Aron] Gurwitsch’e doğum günü hediyesi olarak kitap seçmesini beklerken, Kafka’nın kısa öykülerinden bir cildi açtım; Dönüşüm'ün sayfalarından birini. Fiziksel bir darbe gibiydi, yazısının mutlaklığı, salt hakikat, zorlama ya da üstü kapalı hiçbir şey yok. Bütün yazarlar bir yana, ona nasıl da hayranım! Onun yanında Joyce nasıl aptal, Gide ne kadar -evet- ne kadar tatlı, Mann nasıl boş + tumturaklı. Yalnızca Proust onun kadar ilginç - neredeyse. Fakat Kafka’nın en bozuk cümlesinde bile başka hiçbir modernde olmayan gerçeklik büyüsünden var - bir tür ürperti + dişinizi kamaştıran ezici, ani bir sızı. [Robert Browning’in] “Şövalye Adayı Roland Geldi Kara Kule’ye”sindeki gibi - Kafka’nın günlüklerindeki belli sayfalar, cümleler de. “Fakat yapamazlar; imkânlı her şey olur, yalnızca olan imkânlıdır.”


...

Çocukken ateşli küçük bir deisttim.

...

1957

Ulysses' Gaze (1995, Theo Angelopoulos)

Lenin'in heykelinin Tuna'dan geçirilmesi, şimdi dünyanın bir kısmında çok büyük bir konu olan dine ikili bir gönderme yapıyor bence. Komünizm dini bir yandan çökerken, diğer yandan köylüler heykeli taşıyan mavna geçerken haç çıkarıyorlar. Sanki köylüler hangisi olursa olsun acil bir din ihtiyacı duyuyorlarmış gibi. 

Bir zamanlar dinin işgal ettiği yeri alan karmaşa, doğrusu bu insanları - Eric Fromm'un deyimiyle - çok ihtiyaçları olan tılsımlı bir yardım'dan yoksun bıraktı. Ulysses'in Bakışı'ndaki Lenin heykeli benim gözümde çağın bitişidir. Bu sahne bu dev heykeli bir gemiye yüklemek için sökerlerken gördüğüm gerçek bir olaydan alınmadır. İçinde bir çift olan bir kayık Romanya'nın Köstence limanındaydı.  Adam Lenin'in dev heykelini görünce kalkıp şaşkın bir tavırla baktı. Kadın elini gözleri üzerine koyup haç çıkardı. Ancak bir bakıma bunun aynı zamanda bir cenaze töreni olduğunu unutmayalım, böyle durumlarda haç çıkarmak adettendir.

Theo Angelopoulos


müzik: eleni karaindrou

Thomas Mann / Susan Sontag


Yeniden Doğan
Günlükler ve Defterler
1947 - 1963
Susan Sontag


Mann'ın Büyülü Dağ'ı hayat boyu okunacak bir roman. Biliyorum! Büyülü Dağ okuduğum en iyi roman. Bu eserle yeniden ve şevkle tanışmanın tatlılığının, duyduğum huzurlu ve düşünsel derinlikli hazzın eşi benzeri yok.  (1 Eylül 1948)


[1951’in başlarına kadar uzanan kayıtların bulunduğu, SS'ın Thomas Mann’ı ziyaret edişini de anlattığı -ki bu ziyareti uzun yıllar sonra hatıralarını aktardığı az sayıda yazıdan birinde yine ele alacaktı- bu defterin ilk sayfasında, Bacon’dan alıntılanmış bir satır var: “Aklının ele geçirip özel bir hoşnutlukla üzerinde durduğu her şeyden şüphelenilecek.”]

E., F ve ben bu akşamüstü saat altıda Tanrı’yı sorguya çektik [SS sayfa kenarına Thomas Mann'ın telefon numarasını not etmiş.] Saat 5.30’dan 5.55’e kadar korkudan, meraktan ve saygıdan sersemlemiş halde evinin (1550 San Remo Yolu) önünde oturup prova yaptık. Kapıyı ince yapılı, yüzü solgun, saçları kül rengi eşi açtı. O, geniş oturma odasının uzak köşesinde, kanepede oturuyor, yaklaşırken havlamasını işittiğimiz iri, siyah bir köpeği tasmasından tutuyordu. Bej takım elbise, vişne çürüğü kravat, beyaz ayakkabılar - ayaklar birleşik, dizler ayrık  - Müthiş kontrollü, tıpkı fotoğraflarına benzeyen sıradan bir yüz. Bizi çalışma odasına götürdü (duvarları boydan boya kütüphaneydi elbette) - konuşması yavaş ve hatasızdı, aksanı da tahmin ettiğimden az belirgindi - “Ama — Ah söyle bize kâhin ne dedi” -

Büyülü Dağ hakkında:

1914’ten önce başlamış, sayısız kez bölündükten sonra 1934’te bitmiş -

“pedagojik bir deney”

“alegorik”

“bütün Alman romanları gibi bu da eğitici bir roman”

“Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Avrupa’nın karşılaştığı bütün sorunları özetlemeye çalıştım”

“Sorular sormak amacıyla, cevaplar vermek için değil -öylesi haddini bilmezlik olurdu”

“İnsanca yazılmış olduğunu — içinde iyimserlik barındırdığını hissetmediniz mi? Nihilist bir kitap değil, insanseverlikle, iyi niyetle yazıldı”

“Hans Castorp, savaştan sonra dünyayı özgürlük, barış ve demokrasi yolunda yeniden inşa edecek kuşağı temsil ediyor."

'Settemhrini, romanın hümanisti; Batı dünyasını temsil ediyor"

"kalleşçe”

[SS]: Hans’ın karşı karşıya kaldığı bütün ayartmalar-etkiler düşünülünce Hans’ın dağdan indiğinde Joachim’i hatırlatan şekilde eskisinden fazlasını bildiğini -olgunlaştığını- anlamak önemli.

[Mann devam ediyor:] “Savaştan önce Münih’te yaşadığım kişisel bir deneyimle ilgili - bugün bile gerçek olup olmadığını bilmiyorum
 - ‘meta psikolojik’