Egon Schiele: Eros ve Seksus


Eros, 1911



"Erotik sanat eserinin de kutsallığı vardır!" 

Schiele'nin bu ifadesi, aynı zamanda hem kendi yaratısının bir savunusu­dur, hem de Eros'un varlık açısından taşıdığı derinliğin bilinci­nin dile getirilmesidir. Ölümün Schiele açısından taşıdığı çeki­cilik, sanatçının Eros ve cinsellikle yoğun düzeyde ilgilenme­siyle karşılıklı bir etkileşim içersindedir. Schiele'nin dışavu­rumcu nitelikteki ilk eserleri, Eros ile Thanatos arasındaki geri­lim alanına indirgenebilir. Schiele'nin "her şeyi yaşamaya çalı­şın" sloganı, başka deyişle engel tanımaz merakı, doğal olarak tabulaştırılmış bir alana yöneliktir. Schiele'nin kadın nülerini işlediği karakalem ve suluboya resimleri, sayısal olarak yaratı­sının en büyük bölümünü oluşturur. Bu alanın Schiele'nin eserleri açısından taşıdığı odak noktası olma niteliği, benzer bir biçimde Klimt'de de vardır, Ancak Schiele'nin nülerindeki ve yarım nülerindeki zayıf, kemikli, uzun uzuvlu kızları, be­denlerindeki çeşitli bükülmeler ve bunların çoğu kez izleyiciyi tedirgin eden bir biçimde ele alınmış oluşu, Klimt'in betimledi­ği çoğu kez yumuşak karakterli, kendi içersinde dingin çıplak­lıktan çok farklıdır. Schiele'nin erotik betimlemelerindeki ödün tanımazlığı ve kendi yaşama biçimi, 1912 yılında sanatçının yirmi dört günlük bir hapis cezasına çarptırılmasına yol açmış, bu duruşma sırasında sanatçının erotik nitelikteki bir kalem çalışması da ibret dersi olması amacıyla yok edilmiştir.

Schiele’nin anlatım gücünden yana çok zengin bir dizi erkek resmi yapmış, buna karşılık oldukça düşük sayıda kadın portresi yaratmış oluşu, dikkat çekicidir. Betimleme biçimindeki köktencilik göz önünde tutulduğunda, sanatçının kadın re­simleri bakımından az sipariş almış olmasında şaşılacak bir yan yoktur. Yüzyıl sonu Viyana'sında kadın resmi, kimi zaman bir süslemeler denizinde kendisi de dekoratif bir öğe niteliğini taşıyan güzel ve şık kadınlara ağırlık tanımaktaydı. Böyle bir durumda Schiele'nin işlevi, doğal olarak maskeleri kaldırmak ve dış görünüşü olabildiğince çarpıtmaktı. Entelektüel yapısı dışavurumculuk deneyi bakımından elverişli olan bir erkekler dünyası ve incelmiş bir cinselliği sergilemesi öngörülen bir kadınlar dünyası doğrultusundaki ayırım, iki cins arasındaki geri­limi yansıtır. Schiele, böyle bir ayrımın zorunluluğundan derin­den etkilenmişti. Bu nedenle sanatçı, ancak geç dönemlerinde erotizmi daha esnek olarak ele alıp işlemiştir; 1917 tarihli Ya­tan Kadın ve 1918'de yapılan Çömelmiş Bir Çift Kadın resim­leri, bunun örnekleridir. Kirchner ya da Heckel'in ilk dönemlerindeki kimi olgular, örneğin cinselliğin taşıdığı arkaik doğal­lık, bunların yaşamla doğrudan bağıntılı kılınışı, Schiele'nin betimlediği, sorunlarla yüklü cinsellikle büyük bir karşıtlık oluşturur. Alman dışavurumculuğunun erken dönem sanatçıla­rının resimlerinden yansıyan özgür cinsellik de, Schiele'nin ço­ğu kez trajik ya da melankolik bir atmosfer içersinde işlediği erotizmle çatışır.

Aşk Acısı


Caspar David Friedrich


Romantik bir tabloda kutup ışığı altında bir yığın don­muş yıkıntı görülür; hiçbir insan, hiçbir nesne yoktur bu ıssız ve hüzünlü yerde; ama aşk acısına kapılmaya göre­yim, sırf bu yüzden, bu boşluk kendimi hemen buraya yansıtmamı ister; bu kitlelerin üzerine oturmuş, sonsu­za dek bırakılmış bir küçük yontu gibi görürüm kendi­mi. "Üşüyorum, dönelim", der aşık, ama yol yoktur, ge­mi parçalanmıştır. Aşığın özel bir üşümesi vardır, ana sıcaklığına gereksinimi olan küçüğün (insan, hayvan küçüğünün) üşegenliği.

Bir Aşk Söyleminden Parçalar

(bkz:Batmak /2014/10/)




günler...

Fellini's Satyricon (1969)





Aylaklar’ı yaptığım günlerden beri Casanova, Decameron ve öfkeli Roland'la birlikte Satyricon, beni daha çok il­gilendiren Strada ya da başka şeylere karşılık yapımcılara, ağızlarına bir parmak bal çalmak için vadettiğim filmlerin arasında yer alıyordu. Aslında, bu vaatleri tutmayı hiçbir zaman düşünmemiştim. Allerjik zatürreden yatarken, nekahat döneminde Petrone'yi yeniden okumuştum. Ve da­ha önce yakalayamamış olduğum bir ayrıntıdan çok etkilendim. Eksik kalan parçalar, yani iki koro ezgisi arasında kalan konuşmalı bölüm ile diğeri arasındaki karanlık... Daha lisede Pindare öncesi eski yapıları araştırırken, bölümler arasındaki boşlukları hayal gücüyle doldurmaya çalışırdım. Öğretmenimiz, bir şairden kalma tek dizeyi, "uzun mızrağıma dayanmış içiyorum"u kırık sesiyle gür biçimde okuduğunda, on altı yaşındaki çocukların heyecanlanmalarını beklerken gülünç duruma düşüyordu. Ben de ona teklif edeceğimiz bir dizi parçayı uydurarak şama­tanın başını çekiyordum.



  


Bu parçalar hikâyesi beni çok cezbediyordu. Yüzyılların tozlarının tamamen durmuş bir kalbin atışlarını muhafaza ettiği fikri, beni büyülemişti. Manziana'da, nekahat döne­minde kaldığım küçük aile pansiyonunun kitaplığında bir Petrone buldum. Ve bir kez daha çok heyecan duydum. Kitap beni omurgalara, kafalara, olmayan gözlere, kırık bu­runlara, Appia Antica'nın mezarlık sahnelerine, hatta genel olarak arkeoloji müzelerine götürdü. Büyük bölümü yerin­den oynatılmış ve unutulmuş, bir rüyadan da çıkmış olabi­lecek türden, oraya buraya dağılmış parçalar, kalıntılar. Belgelere dayanarak filolojik bakımdan oluş şekli tasarlana­bilecek, müspet olarak kanıtlanmış bir tarih değil; karanlı­ğın içine gömülmüş, ışık saçarak uçuşan parçaları bize ka­dar ulaşan büyük bir düş galaksisi. Öyle sanıyorum ki, bu rüyayı yeniden kurma imkânı, onun bulmacayı andıran şef­faflığı, anlaşılamamış aydınlığı beni büyülemişti. Aslında rüyalarda da aynı şey olur. Rüyaların da derinden bize ait olan içerikleri vardır, kendimizi onlarla ifade ederiz, ama gün ışığında. Onları tanımak için bize verilen tek imkân, kavram düzeyindedir, fikri düzeydedir. Bu yüzdendir ki bi­lincimiz, rüyaların hava gibi uçup gittiğini, anlaşılmaz ve yabancı olduklarını sanır. Kendi kendime, "İlkçağ dünyası hiçbir zaman var olmadı, kaçınılmaz olarak biz yarattık onu" diyorum. Bizim çabamızın esası, rüya ile hayal gücü arasındaki sınırı yok etmek, her şeyi icad etmek ve bu fantastik işlemi daha sonra dışa vurmak, onu keşfedebilmek için hem dokunulmaz hem de tanınmayacak kadar çok de­ğişmiş bir şey gibi onu bizden uzaklaştırmaktır.





Giton


Ne biçim bir geceydi, ey tanrılar, tanrıçalar,
nasıldı yumuşacık yatak.
Yanıp tutuştuk sarılarak
bir oradan bir buradan öpücüklerle
ruhlarımız gitti geldi birbirimize.
Ey ölümlü dertler, güle güle size.
Öldüm bittim böylece.




Fellini's Satyricon (1969)

Durup dururken, kendi kendime sevindim. Çünkü içkinin verdiği rahatlık üzerime çöküp de sarhoş kollarım gevşeyince, her türlü pisliğin başı Ascyltos, geceleyin oğlanımı benim yanımdan alıp kendi yatağına götürmüştü ve kendisinin olmayan bir erkek kardeşle sarmaş dolaş olmuştu, başkasının oğlanının koynunda insani duyguları unutup derin bir uykuya dalmıştı, oğlan ise ya götürüldüğünü hissetmemiş ya da hissetmemiş gibi davranmak işine gelmişti. Bu yüzden, uyanıp da yatağımı elimle şöyle bir yokladığımda, sevgili­min olmadığını anlayınca (...) âşıklarda birazcık bağlılık duygusu olsa, her ikisini de uyurlarken kılıçtan geçirip ölüme yollasam mı diye bir an kafamdan geçirdim. Sonra, daha sağlıklı bir karara varıp, Giton’u dürtükleyerek uyandırdım, Ascyltos’a ise sert bir bakış fır­latıp, “Güvenimi kötüye kullanıp aramızdaki dostluğu bozduğuna göre, hiç zaman geçirmeden pılını pırtını topla ve kendine kirlete­ceğin başka bir yer ara,” dedim.





Fellini's Satyricon (1969)





Satyricon


Fellini's Satyricon (1969)


Çeşit çeşit tablolarıyla hayranlık uyandıran bir resim sergisine yolum düştü. Zeuxis’in76 zamana yenik düşmemiş sanat yapıtlarını gördüm ve Protogenes’in77 doğanın gerçekliğiyle yarışan kaba taslak çizimlerini son derece etkilenerek inceledim. Apelles’in78 Yu­nanlılarca ‘tek bacaklı’ diye anılan tablosuna hayran kaldım. Çünkü çizdiği resimler gerçeğine öylesine yakındı ki onların ruhlarını çiz­diğini sanırdın. Resimlerin birinde, yükseklerde bir kartal, Ganymedes’i79 kapmış gökyüzüne götürüyordu. Başka bir resimde, güzel Hylas80 su perisi Naiad’ı yanından uzaklaştırmaya çalışıyordu. Apollon8 suçlu ellerini lanetliyordu ve telleri gevşek lirini daha yeni açmış bir çiçekle süslüyordu. Resimleri yapılan âşıkların yüzlerine bakarken sanki yalnız başınaymışım gibi bağırmaya başladım: “Tan­rılar da âşık oluyor. Juppiter gökyüzündeki evinde sevecek kimse bulamadı, günah işlemek için yeryüzüne indiğinde yine de kim­seye haksızlık etmedi. Hylas’a âşık olan su perisi, Hercules’in bunu yasaklayacağını bilseydi, kendi aşkını dizginlerdi. Apollon çocu­ğun ruhunu bir çiçekte canlandırıp yaşattı; Tüm bu öykülerde geçen aşklarda rakip yoktu. Ama ben arkadaş diye Lykurgos’tan82 daha acımasız birini bulmuşum.”

İşte ben bu sıkıntılı düşüncelerle uğraşırken, saçları ak pak ol­muş, endişesi yüzünden okunan yaşlı biri içeri girdi, hangi büyük yükün altına girdiğini bilmediğim bu yaşlı adamın üstü başı pek düzgün değildi, öyle ki, varsılların hep nefret ettikleri edebiyatçılar­dan biri olduğu kolayca anlaşılıyordu. Gelip yanımda durdu (...)


76) Ünlü Yunanlı ressam (İÖ yaklaşık 450). Olasılıkla Karadeniz kıyısındaki Herakleia kentindendir.

77) İÖ 4. yüzyılda yaşamış ünlü Yunanlı ressam. Kimi kaynaklara göre Rodoslu, kimilerine göre de Anadolu’daki Karia bölgesinin kıyı kenti Kaunoslu’dur (Bugünkü Dalyan).

78) İÖ 4-yüzyılın sonunda yaşayan Apelles, Yunanlı ressamların en ünlüsüydü.

80) Mitolojiye göre, Hercules’in âşık olduğu Hylas, Argonautlar ile birlikte altın postu aramaya gitmiştir. Su alırken güzel su perisi Naiad onu suya çekmiş ve Hylas suların içinde yitip gitmiştir.

81) Tanrı Apollon, âşık olduğu Spartalı Hyakinthos’u bir yanlışlık sonucu öldürmüştür. Bu çocuğun kanından sümbül çiçeği çıkmıştır.

82) Sparta’nın ünlü yasa koyucusu. İlk yasaların her zaman oldukça katı olduklarına inanılırdı.



Fellini's Satyricon (1969)

Fellini's Satyricon (1969)

- Ganymede... Narcissus... Apollo... genç erkeklerin gölgesini birer çiçeğe dönüştüren kişi. Tüm mitler bize, rakipsiz evliliklerin aşklarından bahseder. Ama ben kalbimin derinliklerine acımasız bir ziyaretçi aldım. Ben şairim. "Neden bu kadar fakir giyiniyorsun?" diye sorabilirsin. Tam olarak nedeni şu ki sanat aşkı kimseyi zengin yapmaz.

Neden bilmiyorum, ama yoksulluk daima üstün yeteneğin kız kardeşidir.

Parayı arzulamak! Bir zamanlar, insanların idealleri  birer erdemdi, saf, katıksız ve basit. İşte bu yüzden liberal sanatlar ilgi çekiyor. Eudoxus bir dağın tepesinde, gezegenlerin hareketlerini inceleyerek yaşlandı. Lysippus tüm hayatı boyunca|aynı modeli çizmeye devam etti... ve açlıktan öldü. Ama biz, içiciliğimiz ve fahişeliklerimizle bu şaheserlerin varlığından bile bihaberiz. Peki diyalektik tartışmaya ne dersin? Astronomiye ne oldu? Ya bizim tek rehberimiz felsefe nerede?
Apelles ve Phydias'ın altın kâseler üzerine yaptığı güzellikleri gördükten sonra...
resim sanatının ölmesine hiç şaşırmadım. Şu şapşal Yunanlar!

Encolpius


Bir quaestor'un (*Roma da devlet hâzinesinden sorumlu kamu yüksek görevini yürüten quaestor’lar, eyaletlerde de maliye memuru olarak görev alırlardı.) yanında maaşlı olarak Asia’ya gittiğimde, Bergama’da bir evde konuk olarak kaldım. Ben burada yalnız rahat ettiğim için değil, ev sahibinin son derece güzel oğlu için de seve seve kalıyordum. Oğlanın babasının benden kuşkulanmaması için düşünüp taşınıp bir yol buldum. Yemekte ne zaman güzel çocuk­ların deneyimleri söz konusu edilse, o denli öfkelendim, açık saçık konuşmaları duymaktan o denli sert bir biçimde rahatsız olduğu­mu belirttim ki, çocuğun annesi benim filozof olduğumu düşündü. Artık oğlanı beden eğitimi çalışmalarına götürmeye, derslerini düzenleyip çalıştırmaya ve bedenini ele geçirecek birinin eve alın­maması için uyarılarda bulunmaya başlamıştım. 

“Bir bayram tatili nedeniyle okul kapalı olduğu için ve uzun süren eğlence yüzünden üzerimize bir ağırlık çöktüğünden, yemek odasında uzanmış yatıyorduk, aşağı yukarı geceyarısına doğru oğlanın uyumadığını anladım. Çok alçak sesle mırıldanarak bir adak adadım: ‘Ey tanrıçam Venüs, şu oğlanı anlamayacağı biçimde öpe­cek olursam, yarın ona bir çift güvercin armağan edeceğim.’ Oğ­lan, isteğimin karşılığını duyunca, horlamaya başladı. Böylece, yaklaşıp uyuyormuş gibi yapan oğlanı öpücüklere boğdum. Bu başlangıçtan çok mutlu olarak, sabahleyin erkenden kalktım ve bir çift güvercin seçip bekleyen çocuğa verdim ve adağımı da yeri­ne getirmiş oldum. Ertesi gece de aynısını yapmama izin verince, isteğimde değişiklik yaptım ve, ‘Şu oğlanı yanıp tutuşan elimle, o hissetmeden elleyecek olursam, yarın ona son derece dövüşken iki horoz armağan edeceğim,’ dedim. Bu adağını üzerine oğlanın ken­disi harekete geçti ve sanırım benim uyuyup kalmamdan korkma­ya başladı. Çocuğun merakını yatıştırdım ve en büyük zevki bir yana bırakıp tüm bedeniyle tatmin oldum. Sabah olunca, sözümü tuttum. Üçüncü gece de bir fırsat yakalayınca, çocuğun kulağına, Ey ölümsüz tanrılar, şu uyuyan oğlanla, hissetmemesi koşuluyla, tam ve arzu ettiğim gibi birleşirsem, bu mutluluğun karşılığında ona çok iyi bir Makedonya atı armağan edeceğim,’ diye fısıldadım. Oğlan daha derin bir uykuya daldı. Önce ellerimle memelerini Kavradım, sonra onu öpücüklerimle öpe öpe bitirdim, en sonunda tüm isteklerimi yerine getirdim. Sabahleyin yatak odasında oturmaya ve her zaman yaptığım şeyi beklemeye başladı. Güvercin ve horoz satın almanın bir at almaktan ne denli kolay olduğunu bilirsin ve bu denli büyük bir armağan alırsam benden kuşkulanırlar diye korkuyordum. Birkaç saat dolaştıktan sonra eve döndüm ve çocuğu öpmekten başka bir şey yapmadım. O ise çevremde dolaşarak kollarını boynuma doladı ve, ‘Efendim, at nerede ?’ diye sordu. 

 Sözümü tutmadığım için açmış olduğum kapıyı yüzüme kendi elimle kapamama karşın, 
bir olanak daha elde ettim. Aradan bir­kaç gün geçtikten sonra, yine başlangıçtaki duruma döndük, 
babasının horlaya horlaya uyuduğunu görünce, benimle barışmasını istedim, yani onu tatmin etmeme 
ve gem vurulmuş şehvet duygu­sunun gerektirdiği bu türden şeylere izin vermesini istedim. Ama 
kızgın olduğu için, ‘Uyu, yoksa babama söylerim,’ deyip duruyor­du. Yüzsüzlükle elde edilemeyecek 
denli zor bir şey yoktur. ‘Ba­bamı uyandıracağım’ derken, yine de yavaşça sokuldum ve direnmesine 
karşın isteğimi elde ettim. Benim bu kurnazlığımın hoşuna gitmediği de söylenemez. Uzun uzun 
kendisini kandırdığımdan, komik duruma düşmesinden ve sık sık varsıllığımdan söz ettiği 
arkadaşları arasında alay konusu olmasından yakındıktan sonra, Ben senin gibi olmayacağım, ne 
istiyorsan yap,’ dedi. Her türlü kırgınlığı bir yana bırakıp barıştık ve onun iyi niyetinden yarar­lanıp 
uykuya daldım. Ancak tam olgunluk çağındaki oğlan, sabır gösteremeyecek bir yaşta olduğu için, iki 
kezle yetinmedi. Bunun için beni uykudan uyandırdı ve, ‘Bir şey istiyor musun?’ diye sordu. Hiç de 
tatsız bir görev değildi. Soluk soluğa ve kan ter içinde kalsam da, istediğini elde etti ve mutlulukla 
rahatlayıp yeniden uykuya daldım; daha bir saat geçmemişti ki, beni dürtüklemeye ve Neden bir 
daha yapmıyoruz?’ demeye başladı. O zaman, ikide bir­de beni uyandırmasına kızdım ve az önce bana söylediklerini ben ona söyledim: Uyu, yoksa babana söyleyeceğim. ” 

sf 80 - 82
 Petronius, Satyricon

Ascyltos & Encolpius



Fellini's Satyricon (1969)



Satyricon - Petronius





Çevirmenin Sunuşu:

Latin Edebiyatı’nda gerek yazarı ve adı, gerek olayın geçtiği yer, gerekse yazıldığı dönem bakımından Satyricon denli tartışmalı başka bir yapıtın varlığından söz etmek zordur. Yapıtın yazarı Petronius’tur; ancak özgün kaynaklara göre aynı yıllarda yaşamış ve bu adı taşıyan iki ayrı kişinin adı geçmektedir; hangisinin bu yapıtın yazarı oldu­ğu ya da bu iki ayrı kişinin gerçekte aynı kişi mi olduğu tartışmalıdır. Tacitus’ta (Annales, 16.18) ‘Gaius’ ön adlı bir Petronius’tan söz edil­mektedir. Aynı kişi için, Plinius (Hist. Nat. 37.20) ve Plutarkhos (Mor. 60 d) ise ‘Titus’ ön adını kullanmışlardır. Herculaneum’da bulunan tabletlerde ise Titus Petronius Niger diye birinin konsül olarak adı geçmektedir. Bununla birlikte, Efes kaynaklı bir belge, İS 62 yılının Temmuz ayında, Publius Petronius Niger diye birini atanmış konsül (consul suffectııs) olarak açıkça belirtmektedir.

Seneca ile aynı zamanda imparator Neron’un sarayının bir üyesi olan Petronius, çoğu modern araştırmacı tarafından Petronius Arbiter olarak bilinmektedir; çünkü Tacitus, yapıtı Annales'te ondan arbiter elegentiae diye söz etmiştir. Ancak Tacitus’un Petronius için kullandığı “Arbiter” adı aileden gelen resmi soyadı değil, onun zevk ve güzellik yargıcı olarak ününden dolayı elde ettiği takma bir addır. Bu yüzden, ‘Arbiter’ adı, önceleri aynı kişi oldukları, uzunca bir zamandır da kimi araştırmacılar tarafından iki ayrı kişi olarak düşünülen Petronius Niger ile Petronius Arbiter arasında ayırt edici bir ölçüt olarak düşünülemez; yukarıda söz edilen kaynaklar da göz önüne alındığında arbiter sözcüğünün Petronius Niger’e takı­lan ve zevk sahibi kişiliğini açıklayan bir ad olduğunu düşünmek daha doğru olacaktır.

Tacitus, yapıtı Annales XVI.l7’de Petronius’un yazgısından, XVI. 18’de ise yaşantısından söz etmiştir. Tacitus’un anlattığına göre, Gaius Petronius gündüzlerini uyuyarak, gecelerini ise görevleriyle uğraşarak ve yaşamdan zevk alarak geçiriyordu; nasıl başkaları çalışkanlıkla ün kazandıysa, Petronius da tembelliğiyle ün kazan­mıştı, mallarını mülklerini sonuna dek bitirenler gibi aşırı derece­de yiyip içen ve savurgan biri sayılmazdı, ama ince zevkleri olan biriydi. Yine de Bithynia’da prokonsül olarak ve kısa bir süre sonra da konsül (I.S.62) olarak çalışkan ve görevine bağlı biri vasfıyla kendisini göstermiştir. Sonra, arbiter elegantiae (saraydaki ziyafet ve şölenlerin yarı resmi düzenleyicisi ve yöneticisi) olarak İmpara­tor Neron'un yakın çevresine girmiştir. Öyle ki, Neron onun beğe­nip onayladığından başka bir şeyi kabul etmez olmuştu. Bu durum, imparatorluk sarayının ileri gelenlerinden Tigellinus’un Petronius’tan nefret etmesine ve yaşamdan zevk alma konusunda ken­disinden daha zeki olan Petronius’u rakibi olarak görmesine yol açmıştır. Petronius’un IS 65 yılındaki Piso tertibine katılan Scaevi-nus Memor’la arkadaşlığı ise bu konuda suçlanması için yeterli bir neden olmuştur. IS 66 yılında imparator Neron canına kıymasını buyurduğunda, günün modasına uyup bilek damarlarını kestire­rek acısız ve zevk verici bir biçimde ölmeyi yeğlemiştir; damarların­daki kan akarken ciddi konuları değil de, arkadaşlarının uçarılık­larını onların ağzından dizeler halinde dinlemiş, konuşup şakalaş­mış, yemek yemiş, hatta arada uyumuştur. Damarlarını bir ara diktirmiş, sonra yeniden açtırmıştır; imparatora yaltaklanma dolu ve alışılmış bir vasiyet değil de, kendine özgü başlıklar altında im­paratorun çapkınlıklarını anlatan bir belgeyi yüzüğüyle mühürleyip Neron’a yollamıştır. Vasiyetinde ne Neron’u ne Tigellinus’u ne de ileri gelen başka birini övmüştür. Üstelik yaptığı listede Neron’un ahlaksızlıklarını sıralamış, mühür olarak kullandığı yüzüğünü de, sonradan başkalarının başını yakabilecek uydurma belgelerde kul­lanmasınlar diye parçalayıp yok etmiştir. Tacitus, yapıtında (Annales, 16.19) bu konudan şöyle söz etmiştir: “Vasiyetinde ölmek üzere olan birçok kişinin yaptığı gibi ne Neron ne Tigellinus ne de ileri gelen başka biri için övücü sözler kullandı. Yetişkin delikanlıların ve kadınların adları altında önderin yüz kızartıcı ayıplarını ve her bir tensel ilişkiye getirdiği yeniliği baştan sona yazdı ve yüzüğüyle mühürledikten sonra Neron’a yolladı, ileride başkaları için tehlike oluşturmasın diye yüzüğünü parçaladı."

Petronius



Ovidius'un yaşlılık döneminde Marsilya'da doğan Petronius, Latin sefahat dünyasının en tanıtıcı elkitabını, Satyricon, bıraktı. Fellini'nin filmi nedeniyle, Satyricon'un akıl almaz bir sefahat aleminin hikâyesi olduğu sanılmamalıdır: Trimalcion'un yemeği bölümü (1688’de, Belgrad'daki elyazmaları içinde tek başına bulunmuştur), hangi sıra içinde birbirlerini izleye­cekleri bilinmeyen değişik kaynaklı parçaların bulunduğu bu geniş kitabın sadece tek bir bölümüdür. Ayrıca başlığı iğneleyici bir romana işaret etmiyor, bu bir satura lanx'dır, yani sebzelerin ve meyvelerin karıştırıldığı bir tür salatayı belirten mutfak terimidir; gerçekten Satyricon, uydurma bir öyküleme içine yerleştirilmiş hikâyelerin, söylevlerin ve şiirlerin karışımıdır. Nihayet Satyricon, Roma'daki yaşamın betimlenişini vermez; olay, Napoli yakınlarındaki bir Güney İtalya şehrinde geçer.

Kahramanları, mevkilerini kaybetmiş, eşcinsel iki genç öğretmendir, Encolpe ve Ascylte; kimi zaman biriyle, kimi zaman diğeriyle yatan onaltı yaşındaki genç bir oğlanla, Giton, birlikte bir handa kepazeliklerle dolu hayat sürerler. Giton'a tek başına sahip olmak için, birçok kez kan çıkıncaya kadar birbirleriyle dövüşürler. Birlikte kötülük yaparlar; palto çalarlar, bir bayanın, Quartilla, Priape'ye kurban edilişini engellerler ve kadın onlardan intikam almak için onları bir soytarıya kırbaçlattırır ve tecavüz ettirir; Giton'u, yedi yaşındaki bir kız çocuğunu, Pannychis, iğfal etmeye zorlar ve Encolp'e mastürbasyon yaparken olayı izler. Üç dalavereci ortak daha sonra, kötülüklerle dolu arlanmaz parababası Trimalcion'un şölenine katılır, ve orada öyle aşırılıklar yaşarlar ki sonunda "olayların aşırı iğrençliğe vardığı" (ibat res ad summam nauseam) konusunda anlaşarak kaçarlar. Ama Ascylte, handa, Giton'a ar­kadan tecavüz etmek için Encolpe'un uykusundan yararlanır ve ikisi birlikte gitmeye karar verirler.

Açıkça itiraf etmek gerekir ki Satyricon'un kişileri iğrençtir. Onları iğrençlikten kurtaracak hiçbir duyarlılık çizgileri yoktur. Yine de, onların tüm pisliklerini en saf biçemlerden biriyle betimleyebilen yazarın başarısı hayranlık vericidir. Giton'un peşinden koşan Encolpe, bir resim sergisinde, şehvet düşkünü yaşlı bir şaire, Eumolpe, rastlar. Daha sonra bu Eumolpe, üstüne binen genç bir fahişeyle sevişirken görülür; çiftleşme ha­reketleriyle yorgun düşmesin diye yatağının altına gizlenmiş kölesi Cordax onu düzenli aralıklarla indirip kaldırır. Encolpe, Giton ve Eumolpe’un niçin ve nasıl bir gemiye bindikleri bilinmez; gemide, kaptanın karısı, Tryphone, Encolpe'den kopardığı Giton'un metresi olur. Encolpe, diğerlerini şaşkına çevirerek şunları söyler: "Onların tüm öpüşmeleri, bu ahlaksız kadının hayal edebileceği bütün okşayışlar kalbimi sızlatıyor. Yine de hangisini daha çok isteyeceğimi bilemiyorum, metresimi alan oğlanı mı, yoksa sevgilimi baştan çıkaran metresimi mi."

Satyrica üzerine

Satyrica üzerine:




Sade - Roland Barthes


Kitap: Yazı ve Yorum,
Tahsin Yücel'in çevirisinden
 Barthes Yazıları derlemesi

Sade, Fourier, Loyola

Marquis de Sade yazından dışlanmış bir yazardır, Charles Fourier ütopyacı bir düşünür, Ignace de Loyola ise cizvitlerin ermişi. İlk ba­kışta, bu üç kişi arasında hiçbir benzerlik yok gibidir. Ama Barthes bulur, her üçü de birer dil kurucudur: birincisi cinsel hazzın, İkincisi toplumsal mutluluğun, üçüncüsü dinsel söylevin dilini kurar, üstelik üçü de bütün gücü, bütün tutkusuyla girişir işine. Bu da her birinin üzerinde ayrı ayrı yapılmış incelemeleri bir araya getirmek için yeter­li bit nedendir. Hiç değilse Barthes için. Ayrıca, Barthes'a bakılırsa, bu kişiler arasındaki benzerlik yalnızca birer "dil kurucu" olmalarıy­la sınırlı kalmaz, kurdukları diller de birbirine çok benzer: her üçün­de de şaşırtıcı bir sınıflandırma, bölme, sayma, dizgeleştirme tutkusu görülür, her üçü de ilk amacı iletişim olmayan, yapay bir dil kurar.

Barthes bu kitapta yer alan dört incelemede (Sade üzerine iki in­celeme vardır), öncelikle bu dilleri incelemeye girişir. Ama Sade'ın, Fourier'in, Loyola'nun dillerinin incelenmesi aynı zamanda bu ya­zarların kurdukları dizgenin ve/ya da dünyanın sergilenmesi olarak belirir. Ayrıca S/Z'ten sonra yayımlanmış olmalarına karşın (1971) bu incelemeleri rahatlıkla yapısal, hatta göstergebilimsel olarak niteleyebiliriz.

Buraya kitabın ilk incelemesini ("Sade I") tümüyle aldık.

                                          
SADE