Enis Batur
*
Sabırlı, ufuklu, kılı kırk yaran bir araştırmacının bir gün
çıkıp “yazan gövde"yi
konu edinen satırları, sayfaları toplamasını beklemek gerekiyor - ben aradım,
arandım, taradım: Böyle bir araştırmaya rastlamadım.
Bu tür bir antologya
oluşturulduğunda herkes farklı bir yorum çizgisi çekebilir şüphesiz; gene de,
seçilen (bulunan ve seçilen) metinlerin toplamı zaten bütün yorumları içinde
hapsedecektir sanısını taşıyorum: Kişi yazsın, hem de yazarken yazma halini
kurcalasın, söylediklerinden ötesini kim söyleyecek, söylesin?
Yazan gövde yazan kişiye zaten içkindir, denilebilir.
Tarihçiler tanıdım, tarih felsefesiyle ilişkileri sınırlıydı; Pek çok yazarla
karşılaştım, görüştüm: Yazı üzerinde derinlemesine düşünen yazın adamı karşıma
pek az çıktı.
Yazmak fiili, yazma edimi, yazı yazanların çoğunun gözünde
kendiliğindenlik taşır, ötesini didiklemenin tılsımı, büyüyü bozmak anlamına
geleceğine inananların sayısını abartmıyorum.
Yazı yazan derken, önce edip/muharrir, sonra Barthes’ın
ustalıkla sınırlarını belirlediği yazar/yazan ayrımına bakmak gerekir; daha
sonra da, yazı ile yazın’ın ortasında kalan, duran, dönem dönem büyüdüğüne
tanık olduğumuz boşluğa. Orada oyalanırsak, göreceklerimiz
vardır.
Yaşıtım bir romancımız, çok olmadı, nasıl yazdığımı sordu
bana. Düz, dümdüz, fizik ile ilgili bir soruydu bu, öyle yanıtladım: "Masada,
uzun uzun oturarak" dedim. Masada uzun uzun oturamadığını söyledi bana,
iyi bir cümle kurduğunda kalkıp yürüme isteği duyuyor, isteğini
bastıramıyormuş. Fizikten Kimyaya geçtiğimizi anladık böylece: İki ayrı
gövdeden, gövde gerçekliğinden söz ettiğimizin farkındaydık.
Yıllardır öyle çalışıyorum ben: Masabaşına oturuyorum Bazı
günler yazıyor, yazabiliyorum: yazamadığım günler, haftalar oluyor; her gün
oturuyorum masaya ama: hemen hemen her gün oturuyorum. Ne kadar oturuyorum. Koşullara,
olanaklara bağlı bu: Bir-iki saatla yetinmek zorunda kaldığım günlerin sayısı
az değil: ortalama yedi - sekiz saat, masabaşında geçirdiğim günlerin sayısı
da.
İlk bakışta “oturuyorum, yazıyorum” ya da “yazmak için
masabaşına geçiyorum” demek malumu ilân olarak görülebilir. Tam öyle değil.
Çok kişi oturur, yazamaz. Yazamadıkça masadan ürperir, korkar, uzak durur.
Uzanarak (Colette), ayakta (Gide) yazarak çözüm bulanlar azınlıktadır.
Genellikle, yazan gövde, masabaşında oturan gövdedir.
Eylemin, edimin, fiziksel ve kimyasal açıdan bir uyum
denklemi mi vardır? Fiziksel hazırlıklar genellikle pek bilinmezler, önemleri
üzerinde yeterince durulmaz. Gövde ayarı, yazan kişi için canalıcı bir boyut
taşır oysa: Masayla temasının ülküsel koşulları, oturma biçiminin belirleyiciliği
küçümsenilmemelidir. Yazarın, kullandığı malzemeyle ilişkisinin de fiziksel
koşulu bütünlediğini unutmamak gerekir: Bunlar, yazma ediminin bâtıl
aksesuarları sayılamaz, kimyasal ortamı etkileyebilen öğelerdir. Yazan, yazmaya
hazırlanan gövdenin elektrik yükü, kimyasal dengesi terazinin öbür kefesinde
bekler, ilk kefeyle yetinme yanılgısı, ülküsel anlamda fiziksel koşullar
yaratıldığında bile yazma eyleminin fitilinin ateşlenememesi durumuyla açıklık
kazanır. Yusuf Atılgan, bir seferinde, “herşey” olabildiğince yola koyulmaya
elverişli gözükürken, penceresine dadanan bir kuşun onu durdurduğunu
anlatmıştı. “Herşey” hazır değilmiş besbelli, herşey bir yana, asıl hazır olmayan
kendisiymiş.
Yazmaya karar veren zihin, yazmaya oturan gövdenin elektrik
yükünün eksikliği ya da fazlalığı, içindeki kimyasal ortamın eksi ya da artı
düzeyinde oluşmuş bileşkenliği nedeniyle derişemeyebilir. Yazma isteksizliği,
tutukluğu, kilitlenmesi çarçabuk kısa devre yapacaktır. Bu dengesizlik arasıra
ya da belli bir dönem gövdede egemen olup giderilebilir, kimi zaman. Kimi
zaman da, yerleşerek, kronikleşecek bir kilitlenme olgusu yaratabilir.
Yazma sancısı ayrı birşeydir, yazamama sancısı apayrı
birşey. Derişememe durumu gündelik hayatta, dilde, handiyse sıradan bir
vurguyla kullanılır çoğu kez; oysa, teksif olma sıkıntısı kalınlaşan bireyin,
her uğraş alanında olduğu gibi, yazma edimi bağlamında da en zorlu engeli gövde/zihin
işbirliğinde uyumsuzluk zarfını yırtamayışında biçimlenir.
Bütün bu saptamalar; ‘başarmak’, ‘üstesinden gelmek’ türü
kök-anlamlardan hareketle yaratıcı uğraş alanlarında epeydir ağırlığını duyuran
“performans” kavramının önünde yazarın duruş biçimine yakından bakmak için.
Üstesinden gelmeyi, üstesinden gelememe halinden soyarak
soyutlayarak okumak, anlandırmak bana olanaklı gözükmüyor. Sahne sanatlarında,
gösteri sanatlarında "track"tan sık sık dem vurulduğuna, gevşemek
için uyarıcılardan ya da uyuşturuculardan yararlanıldığına tanık oluyoruz.
Yazma edimi tıpı tıpına oynamaya, söylemeye benzeyen bir uğraş sayılamaz:
Kasılmış gövdeyi açmak, bundandır, her vakit yazma ediminin önünü açmaya yetmez;
tam tersine, gevşemenin bambaşka bir kilitlenme biçimini ateşlediği
örnek-durumlar saymakla bitmez: “Alkol” çerçevesinde yazdıklarıma bir kere
daha dönmek istemiyorum.
Buna karşılık, yazma anı üzerine gereğince bilgiden, birinci
elden bilgi ve görgü aktarımından geniş ölçüde yoksunuz. Doğal, bir bakıma:
Kişi hem yazsın, hem de, anı anına yazma edimini gözlesin, üzerinde akıl
yürütsün: Özel bir bilinç yarılması ister bu. Zihin ile gövde nasıl bir işbirliği
içindedir: Soruya yönelirsek, edim kesintiye uğrar, iki süreci çakıştırmak
olanaksızdır, olsa olsa yaklaşmalarını sağlamayı deneyebiliriz.
Öte yandan, zihnin işleyişiyle gövdenin ona ayak uyduruşu,
uyum sağlaması arasında kendiliğinden bir kayma olduğu gerçeğini yazmaya
başlar başlamaz öğreniriz. Bırakın zihindeki akışa, akışkanlık hızına
yetişmeyi, yazan gövde kolay kolay söze bile birebir ayak uyduramaz, onun
genellikle gerisinde kalır. Steno tekniği bundan geliştirilmiştir.
Bu “hız farkı” üzerinde, “Amerika Dersleri”nden birinde
durur Italo Calvino; De Quincey’in “İngiliz Posta Arabası"ndaki bir
gözleminden hareket ederek. Performans çerçevesinde dış dünyada gelişen bir hız
olgusuyla zihnimizin hızı algılama hızı arasındaki denklem bir yandaysa,
algılama hızımız ile algıladığımızı aktarma (yazma) tempomuz arasındaki
denklem bir başka yandadır. Şüphesiz, bireye özgü yetiler sözkonusu
denklemlerin ayrışmasına yol açar: Algı refleksi, derişme gizilgücü, yazma
kıvamı tutturma herkes için farklı bir sonuç ortaya koyar. Üstesinden gelmenin
kesin bir tanımı, yasası olduğundan söz edemeyiz.
CALVİNO: YAZMA,
OKUMA, ALGILAMA HIZI
Italo
Calvino’nun, tamamlayamadan -erken sayılabilecek bir yaşta- öldüğü ve “Amerika
Dersleri" başlığı altında kitaplaştırılan "Norton
Lecture"larının İkincisini Hız kavramına ayırdığını, Hector Bianciotti'nin
bir yazısından öğrenmiştim ilk. “Amerika Dersleri"ne ulaşana dek bir
aşamada, kitabı ele geçirip okuduktan sonra ikinci bir aşamada hız, hızlılık,
sürat, çabukluk kavramlarıyla didiştim. Bu alıştırmalar ve yan okumalar, biraz
da "Beyin Tutuşması"nın dümen suyunda, içine daldığım labirentin
koridorlarını artırdı: Tempo, düzen, düzenek, odaklaşma, yoğunluk ve yeğinlik
kavramları çerçevemi hayli genişletecekti.
Bianciotti,
Calvino’nun yaklaşımını, her zamanki fantezi eğilimi bir yana, Borges’ten bir
örnekle özetliyor: Borges, minör bir yazarın (Arthur Machen), Henry James’in
bir öyküsü için kaleme aldığı tanıtım notunun “üzerinde hayli çalışılmış özgün
metinden çok daha heyecan verici" olduğunu ileri sürmüş. Cerçekten de,
Calvino, Charlemagne’a ilişkin bir efsanenin başta Petrarca olmak üzere pek çok
usta kalemden versiyonu dururken, ayrıntılardan ve karmaşıklaşma sürecinden
ayrılan bir metni, Barbey d’Aurevilly’nin birkaç satırlık “bütün bütüne çıplak
özeti”ni yeğliyor: "Çünkü bu hızla ardarda dizilmiş olay akışında herşey
imgeleme bırakılmıştır.”
Calvino’nun
hız’dan, hızlılık’tan ne anladığını bir tek bu örnek mi, konferansın gövdesine
yazdığı bütün örnekler aydınlatıyor. Bir yazma hızı değil sözkonusu ettiği, tam
tersine okunma hızını öne çekiyor dense yeri.
Konferansın
neredeyse merkezinde, bir Latin deyişine geliyor Calvino: "Yavaşça acele et” diye çevirebileceğimiz Festina Lente. Ağır
ağır, her kelimesini tartarak, dağılıp gitmeden, binbir eksende avare bir yazı
kuracağına eksenini iki uca doğru
sonsuza açmayı seçen bir yazma türünü benimsediğini açıkça yazıyor: Üzerinde
çalışılmış, yoğunlaştırılmış, derişik
kılınmış bir metni daha övgüye değer bulduğu da ortada. Ama, diyor bir noktada,
soluklu ve kapsamlı bir anlatıda bu kıvamı tutturmak zordur - onun için de
kısa metinlerin gerilimi sağlaması daha kolay olur.
Neden bilmem, ikinci konferansın başlığı “Hızlılık"
da, konusu bana, metni okudukça "Kısalık"
gibi göründü. İlk ‘alıştırma'larım bağlamında üzerinde (başta da değindiğim
gibi, "Beyin Tutuşmasının ana izleğinin etkisiyle) kafa yorduğum
“sürat” ve "tempo” konularını açmak istememiş pek Calvino. Daha doğrusu
“sürat”i "hız”dan hem ayırmak, hem
de bu iki kavramın örtüştükleri, örtüşebilecekleri durumlara el atmak için
iki önemli örneği kuşatmış da, "yazma sürati"ni dışlamış.
Konferansta, biri De Quincey’nin "The English
Mail-Coach"una, diğeri Galileo’nun "Saggiatore” başta olmak üzere
bütün yazdıklarına bağlı olarak Calvino’nun at’ın farklı koşu hızlarıyla düşünme sürati arasın da koşutluğu çekici bulduğu göze çarpıyor. Canalıcı bir konu
şüphesiz. Hele, De Quincey'nin anlatısındaki denklemin ortaya koyduğu zihinsel
süreçlerin hız odağına bağlılıkları düşünülürse. Süratin fiziksel yanıyla
zihinsel yanını karşılaştırırken, Quincey, aynı yolda çarpışmalarına ramak
kalan iki atlı arabadan birinin üzerinde düşünür: "Fırlatılan bakış, insan
düşüncesi , melek kanadının çarpışı:
Soruyla yanıtın arasına onları bölerek girecek ölçüde hızlı olan hangisidir?”
Calvino
"hızlı zihni” yüceltmiyor, ağır çalışan ama etkili sonuç alan bir zihnin
etkinliği ile eşdeğer buluyor süratli aklın etkinliğini. Bunun yazıya yansıyan
sonuçları açısından da yansız gibi: "Üslûbun ve düşüncenin hızlılığı ilk
ağızda çeviklik, devingenlik, özgürlüğün biraz abartılı biçimi demeye gelir;
başıboş yol almaya hazır, bir konudan ötekine atlayan, yüz kez ipin ucunu
kaçırıp yeniden yakalayan bir yazıyla atbaşı giden pek çok kalite”. Ne var ki
digressif (kaçıp» giden, durmadan uzaklaşmaya yatkın, serseri mayın) bir yazıya
yatkın olmadığını da belirtiyor. "Yavaşça acele et"mekten anladığı,
yazma sürecine ait bir olumlama değil de, okunma sürecine ait, yazarın bir
yetisi ya da erdemi.
Bu
kavşakta "çabukluk” devreye giriyor. Karşımızda süratle yazan, süratli bir
yazar yok. Kurduğu metnin süratle okunmasını mı sağlıyor öyleyse? O da değil:
Kurduğu metnin dayandığı ekonomi sürati ve hızı içeriyor. Alabildiğine yoğun,
yeğin, derişik kılınmış bir yazı. Şiirle düzyazı arasında bir fark görmüyor
Calvino: "Mürekkebe su katma” açısından. Ama, bu inancın onu kısa
metinlere sürüklediğini yadsımadığı gibi, kısa metinlere bir övgü de düzüyor -
"Monsieur Teste "e, Ponge’un kısa parçalarına, Leiris’e ve
Michaux'ya. Arada, "metnin uzunluğunun ya da özlülüğünün dış ölçütler
olduğunu biliyoruz, ben burada özel bir yoğunluktan sözediyorum, bu soluklu
yapıtlarda da ortaya çıkabilir herhalde, gene de ölçü birimi kuytuda kalmış
sayfa olur” diyor.
Ne
yazık ki, belki de keskin bir tavır almaktan yana olmadığı için, bulanıklığı
göze alıyor Calvino - bir sonraki konferansıyla üstelik çelişerek. "Özel
bir yoğunluk”tan ne anlıyor? Neden "herhalde"ye başvuruyor?
Genelde
tahmine büyük pay bırakıyor.
* Italo Calvino,
"Rapiditâ", in "Leçons Amöricaines”, s. 59-93, Gallimard 1989.
** E/oge de la Rapiditt, Le
Monde, 7. VII. 1989.