Majör Depresyon
ROBERT M. SATOSİCY
Elli Yıl Sonra
Hâlâ Hüzünlü Olacak mıyız?
Yeni yüzyılın ilk turuna girdiğimiz şu sıralarda karşı konulmaz
iki eğilim var. Birincisi döküm yapmak, yani bir anlamda geçen yüzyılın en
önemli olayına ya da başarısına zafer tacı vermek; İkincisi ise ileriye
bakmak. Benim uğraş alanımda olan biri için, görev yirminci yüzyılın hastalığını
seçmek ve önümüzdeki yüzyılda izleyeceği yörüngeyi saptamak.
Adaylar üzerinde düşünürken,
1900’den bu yana alt edilmiş olan hastalıklara odaklanabilir insan. Bu
alandaki mantıklı seçim çiçek hastalığıdır, çünkü ortadan kaldırılması tıbbın
büyük zaferlerinden biridir; ama duygusal tercih çocuk felci olacaktır
-dünyanın gelişmekte olan birçok kesiminde hâlâ kol gezmesinin rahatsız edici
bir gerçek olmasına karşın. Batı dünyasında bile birçok kişi çocuk felcinin
bir musibet olmaya devam ettiği geçen yüzyılın ilk yarısındaki “çelik ciğer”
dehşetini hâlâ hatırlar. Bundan sağ kurtulmuş, ellili ya da daha yüksek
yaşlardaki birçok kişi bu hastalığın son yankısı olan çocuk felci sonrası
sendromu yüzünden yatağa bağlanmış durumda. Bu sendromda çocuk felcinin zayıflattığı,
ama yok etmediği sinir-kas sistemlerinin aradan geçen yıllarda yaşlanması kas
zayıflığına ve dumuruna yol açar. Dahası, konunun Sabin/Saik aşıları
çekişmesinden dolayı insanların ilgisini çeken bir açısı var. Yoksa, yapılacak
seçim tarihteki seyriyle aşağı yukarı aynı hızda ilerleyen, yani modern
bilimce alt edilememesi açısından haber değeri taşıyan bir hastalığı mı esas
almalı? Bu durumda, sıtma yarışmaya uygun bir aday sayılır. Bir de geçen
yüzyılda nam salarak öne çıkmış hastalıklar var —kanser, kalp hastalığı,
yetişkin tipi diyabet ve Alzheimer hastalığının yanısıra, besbelli ki AIDS.
Fakat ödül insanı yıkıma uğratan,
şaşırtıcı biçimde modern tıbba dirençli kalan ve salgına dönüşmüş olan bir hastalığa
verilecekse, benim adayım majör
depresyon olacak. Bu terimle başımızdaki dert her neyse, dünyanın sonu olmadığını
kavrayana kadar bizi günlerce bedbaht durumda bırakan bir kötüleşmeyi
kastetmiyorum. Majör depresyon, pençesine kapılanları aylarca, yıllarca aciz
bırakır; bu kişiler bir keder kuyusuna batar, iş hayatında, aşkta, sosyal ilişkilerde,
uyku ve yemek düzeninde güçlükler çeker. Hayatı sürdürme gücünü bile
bulamayabilir; majör depresyon geçiren insanların yaklaşık yarısı Ömürlerinin
bir aşamasında intihar girişiminde bulunur. Depresyon klasikleşmiş modern
psikiyatrik hastalıktır: Genetik, sinirsel-kimyasal ve hormonsal yönler taşıyan
ve zihinsel “rahatsızlığa” yol açan bir biyolojik bozukluktur; çaresizlik
duyguları üreten bir ortama son derece duyarlı bir bozukluktur.
Majör depresyon içler acısı
düzeyde yaygındır; gelişmiş dünyada insanların yaklaşık yüzde 15'ine
ömürlerinin şu ya da bu aşamasında acı çektiriyor. Üstelik, gittikçe daha yaygın
hale geliyor: Batılı ülkelerde depresyon oranları son elli yılda muntazaman
yükselmiştir. Günümüzde depresyonlu insanların geçmişe oranla tıbbi yardım
istemeye daha yatkın olması ve sağlık görevlilerinin 1950’lerdeki doktorlara
oranla daha rahatlıkla depresyon teşhisi koyması nedeniyle, bazıları bu
bulguyu muhtemelen düzmece sayarak sorgulayabilir; ama söz konusu incelemeler
psikiyatride şimdiye kadar yapılmış ve böyle karışıklıkları hesaba katmak
anacıyla dikkatlice kontrol edilmiş en titiz epidemiyolojik incelemeler
arasındadır. Depresyon oranı gerçekten de sürekli artmaktadır.
Peki, majör depresyonun
önümüzdeki elli yılda izleyeceği seyir konusundaki görüşüm ne? Ne yazık ki, bu
tıbbi afetin yok olmaya doğru gitmediğini ve pekala daha yaygın hale
gelebileceğini sanıyorum.
Etiketler:
Bilim
Başkalaşım
Picasso's Bull Head
“Bir gün, bir bisiklet gidonu ve selesi aldım. Onları birbirlerine tutturdum ve bir boğa başı yaptım. Harika bir şey. Ama hemen ardından yapmam gereken şey, bu boğa başını fırlatıp atmaktı; sokağa, nehre, nereye olursa. Sonra oradan geçen bir işçi bunu bulacak ve bu boğa başından bir bisiklet selesi ve gidonu yapabileceğini düşünecekti. İşte bu muhteşem olurdu. Başkalaşımın gücüdür bu.”
Güzelim oğlu Pan'ın!
Güzelim oğlu Pan'ın!
Çiçeklerin, yemişlerle çevrili alnın sıra gözlerin,
o biricik yuvarlar, dönüp duruyor.
Esmer bir tortuyla gölgeli yanakların çukur çukur.
Pırıl pırıl dişlerin.
Bir gitara benziyor göğsün, o sarışın kollarında akıp giden.
İki cinsin birden uyuduğu karın boşluğunda küt küt atıyor yüreğin.
Geceleri kalçalarını,
önce birini, sonra ötekini,
sonra da sol bacağını yavaş yavaş sallayarak, çık dolaş! http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/02/rimbaud-siiri.html
ryan mcginley
ryan mcginley
Zamanımızın gerçek iblisleri psikiyatrlardır
"Psikiyatri hekimi bütün hekimlerin en beceriksizidir ve her zaman için üyesi olduğu bilim dalından çok, zevk için adam öldürmeye yatkın kişidir. Hayatım boyunca psikiyatrların eline düşmekten daha büyük bir korkum olmadı. Bunların yanında bütün ötekiler, hatta insana eninde sonunda bela getiren hekimler bile çok daha az tehlikelidir, çünkü psikiyatrlar bugünkü toplumla tamamıyla dayanışma halindeler ve bağışıklık kazanmış durumdalar, üstelik psikiyatrların dostum Paul'un üzerinde yıllar boyu fütursuzca uyguladıkları yöntemleri de gördükten sonra, onlardan çok daha fazla korkmaya başladım. Zamanımızın gerçek iblisleri psikiyatrlardır. Üstü kapalı işlerini sözcüğün en gerçek anlamıyla utanmazca bir dokunulmazlık içinde, ne vicdan ne de yasa dinlemeden yürütürler."
(Wittgenstein'in Yeğeni-bir dostluk, Thomas Bernhard, Metis Yayınları)
Etiketler:
Edebiyat
P.P.P.
"2 Kasım 1975 şafağında, Pasolini'nin cesedi liman şehri Ostie'de, derme çatma bir futbol sahasının ve bir dizi kulübenin yanındaki toprak yolda bulundu. Yüzü bozulmuş, bir kulağı neredeyse kopmuştu ve kafatasında derin yaralar vardı. Elleri yüzülmüş ve tırnakları ezilmişti; Dövülmüş, karın boşluğuna tekmeyle vurulmuş ve vücudunun üstünden kendi arabasıyla geçilmişti. Daha sonra suçu işlediğini kabul eden genç erkek Pasolini'nin birçok filminde oynayanların bir benzeri, tipik bir ragazzo di vita'ydi. Genç çocuğun suçu yalnız başına işlediğini söylemesine rağmen, yargıç "bir başka kişinin... saldırıya katılmış olduğu" sonucuna vardı. Ölümü politik bir idam mıydı, dehşete dönüşecek bir cinsel kaçamak, ya da vekaletle intihar mıydı? Esrar olduğu gibi duruyor. "
https://www.flickr.com/photos/zilda/sets/72157621941413597 |
Etiketler:
Pasolini
GİACOMETTİ'NİN ATÖLYESİ - Jean Genet
Giacometti, “El”, Bronz, 1947 |
Giacometti'nin parmakları, sarmaşık budayan ya da aşılayan bahçıvanınkiler gibi aşağıdan yukarı, yukarıdan aşağı inip çıkıyor. Parmaklar, heykelin gövdesi üzerinde oynadıkça atölyenin dört bir köşesi çınlıyor, yaşıyor. Garip bir duyguya kapılıyorum, sanki eski, bitmiş heykeller, Giacometti, her ne kadar onlara el sürmeyecek olsa da, sırf kendilerine bir kardeş yaptığı için bozuluyor şekil değiştiriyor.
Zemin kattaki bu atölye yıkıldı yıkılacak zaten. Atölye çürük ahşaptan gri tozdan, heykeller alçıdan
ve
üzerlerinde ipler, üstüpüler, bazen bir parça çelik tel görünüyor,
griye boyanmış tuvaller, boyacı dükkanındaki rahatlığını yitirmişler,
herşey lekeli, herşey ıskarta, herşey eğreti, yıkılıverecek, herşey
dağılmak üzere, askıda, sallantıda: Ne var ki bütün bunlar sanki mutlak
bir gerçeklik içinde yakalanmış gibi. Atölyeden sokağa çıktığımda, işte
asıl o zaman etrafımda hiçbir şey gerçek değil artık. Söylesem mi acaba?
Bu atölyede, bir adam usulca ölüyor , tükeniyor ve gözümüzün önünde
başkalaşıma uğrayarak tanrıçalara dönüşüyor."
Heykellere dokunmaktan kendimi alamıyorum. Gözlerimi kaçırıyorum; elim, gezisini tek başına sürdürüyor: Boyun, kafa, ense, omuzlar... Duyumlarım parmak uçlarıma akıyor: Hiçbiri ötekine benzemiyor, o kadar ki, elim son derece zengin, canlı bir manzarada dolaşır gibi.
II.FREDERIC. (ola ki, Sihirli Flüt'ü ola ki dinlerken) Mozart'a
- Ne kadar çok nota, ne kadar çok nota!
MOZART. - Efendim, tek fazlası yok.
Öyleyse parmaklarım Giacometti'ninkilerin yolundan gidiyor, ne var ki, onunkiler yaş alçı ya da toprakta kendilerine destek ararken, benimkiler adımlarını güvenle onun ayak izlerine basıyor. Ve nihayet! -elim yaşıyor, elim görüyor.
Güzelliği, -Giacometti heykellerinin, bana kalırsa, en uç uzaklıktan, en beri yakınlığa o sürekli, aralıksız gidip gelişten kaynaklanıyor: Bu gidip geliş bitmek bilmiyor; işte bunun için hareket edebiliyorlar diyebiliyoruz.
Etiketler:
Alberto Giacometti
Diane Arbus Lives in Us
Les Krims / Diane Arbus Lives in Us
New York 1971
*
Les Krims'e göre Diane Arbus'un vasiyeti:
Engellilerin bedenlerine bakışının
bir miras sayılması
*
Les Krims'e göre Diane Arbus'un vasiyeti:
Engellilerin bedenlerine bakışının
bir miras sayılması
Etiketler:
Fotoğraf,
Fotoğraf Okumaları
Leonardo Da Vinci
"Öteki, yani derinlerdeki Leonardo, tablolarındaki uçucu melankoliden, kadınlarının... müphem ve hafifçe şeytani gülümsemesinden sezebildiğimiz kadarıyla, büyük bir meçhuldü."
Otoportre, 1512 dolayları
"... Ve ruh, kendine özgü yazgı uyarınca
işte bu tende böylece ortaya koyar kendini; hem kendi hapishanesi, hem de
yegâne varolma imkânı olan bu tende... ”
İnsanlara ilişkin olarak kullanıldığında hiçbir kelime
“tanımak” fiili kadar aldatıcı olamaz. Günlük yaşantımız tanıdık simalarla
dolup taşar da, içlerinde en saydam görüneni bile düşlerinin anlaşılmaz derinlikleri ve ucubeleriyle bizi şaşkınlıktan
aptala çeviriverir. Bu şartlarda, erdemleriyle de kusurlarıyla da bunları kat
be kat aşan bir dahiden ne bekleyebiliriz?
Leonardo güzel bir delikanlıydı,
zarif kadife elbiseler giyer, toplantılarda konuşmayı severdi:
"fu nel
par iare eloquentissimo”; flöreyi mükemmele varan bir ustalıkla kullanırdı; en
azından o çılgın gençlik yılları boyunca da müthiş kibirliydi, gösterileriyle
çevresindekileri şaşkına çevirmeye bayılırdı.
Herkesin tanıdığı Leonardo böyle
biriydi işte.
Öteki, yani derinlerdeki adamsa,
tablolarındaki uçucu melankoliden, kadınlarının ve azizlerinin müphem ve
hafifçe şeytani gülümsemelerinden, Günlük’ünde yüksek sosyete mensuplarına ve
onların toplantılarına ilişkin kimi gözlemlerinden fışkıran derin aşağılamadan
belli belirsiz sezebildiğimiz kadarıyla, büyük bir meçhuldü. Kierkegaard'ın
bir gece, dehasıyla ortalığı ışıl ışıl aydınlattığı bir şölenden dönerken
içinden geçirdiği şeyi, yani intihar isteğini, o kim bilir kaç kez duydu yüreğinde?
O, yalnızlığına gömüldüğünde,
çehresi nasıl olurdu acaba? Yalnızlığı içinde korkunç, hatta biraz da trajik
bir çehreye büründüğünü düşünebiliriz. Çünkü hepimiz her zaman bir maske
taşırız yüzümüzde; günlük hayatta oynamak zorunda olduğumuz rollerin her biri
için ayrı bir maske: Şerefli aile babasının, gizli âşığın, baston yutmuş
öğretmenin ya da her türlü alçaklığı yapmaya hazır aşağılık herifin maskeleri.
Ama, günün sonunda, nihayet yapayalnız kaldığımızda, son maskeyi de çıkarıp
attığımızda hangi ifade kalacaktır peki yüzümüzde? Kimsenin ama hiç kimsenin
sorgusuna, sualine, baskısına ya da saldırısına hedef olmadığımız zaman?
Kara Ludovico’nun hizmetinde
çalıştığı dönemde atölyesine ayak bastığınızda, avlunun üslubu konusunda her
türlü bayağı yoruma karşı ziyaretçiyi daha baştan uyaran iki pano karşılardı
sizi; soldakinin üzerinde bir ejderha görülürdü; sağdakinin üzerinde ise
İsa’nın kırbaçlanması sahnesi. Ve bir kez içeri girip onu çalışırken
seyretmeye koyulduğunuzda da karmaşık bir ikilem çıkardı ortaya: Bilim adamı
aklın ışığını kullanırken, sanatçı da karanlık ve açıklanamaz bir evreni yoklamaktaydı
yalnızca şiirsel bir sezgiyle yoklanabilen bir evreni; girişteki iki simgeyle
bildirilen bir evrendi bu: Ölümlü insanların yalnızca düşlerinde
keşfedebileceği görüntüleri onun gündüz-körü gözlerinin anında yakalayıverdiği
bir ülke. Bu ülkede Leonardo’ya ıstırap çektiren şeyler kötülük ve onun metaforlarıydı:
Tüm efsanelerde kahramanın yere sermek zorunda olduğu ejderha; ve işkence
çekenlerden bir başkası olan Baudelaire’in "Ce qu'il ya d’etrange dans la
femme-predestination, c’est Qu’elle est â lafois le peehe et l’Enfer” diyen
anlamlı cümleciğini hatıra getiren kızgın yılan saçlı Meduza.
Leonardo da Vinci’yi tanımak
gerçekten çok zordur ama onun şifresini çözme konusunda gene de bize en çok
yardımcı olabilecek şey, onun o muğlak hiyeroglif vari işaretleridir şüphesiz.
Morgların ve kabul salonlarının
gediklisi olan bu adamın muamması, daha fizik öğrencisi olduğum yıllarda
büyülemişti beni; çünkü bana öyle geliyordu ki, bu muamma, zifiri
karanlıklardan en parlak ışıklara, düşlerin gece âleminden aydınlık
düşünceler diyarına, metafizikten fiziğe, ya da vice versa, geçip duran insanın
paralanmasını ortaya koyuyordu. Düşünüyordum ki ister iyiye doğru olsun, ister
kötüye, bir çağın kapanışıyla bir başka çağın açılışını aynı anda yaşamaya
yazgılı olan insanların (özellikle de dahilerin) başına gelen o ıstıraplı kopuş,
hiç kimsede olmadığı ölçüde Leonardo'da ortaya koyuyordu kendini. O’nun
varlığının Ortaçağ'da kalan bölümünde büyücülüğe ilişkin bir şeyler, bir
cehennemi mucize duyusu, İyi ile Kötü konusunda da şiddetli bir takınak göze
çarparken, kişiliğinin öteki bölümü Modern Çağ’ın ilk bilimsel ve teknolojik
zihniyetini ortaya koyar.
Arka ayakları üzerine dikilen
tuhaf hayvan, metafizik mutsuzluk âleminin açılışını yapmak üzere zoolojik
mutluluğu ebediyen terkeder. Ölüme adanmış zavallı bedenin içindeki gülünç
sonsuzluk özlemidir bu. Sadece kendi sonlarının farkında olmayanlar
kurtulacaklardır bundan: Yani biricik ölümsüzler olan çocuklar.
Dünya üstündeki herşey zamanın
acımasızlığına boyun eğer. Binlerce kölenin kanıyla inşa edilmiş o kibirli
firavun piramitleri bile, sonunda çölün fırtınasıyla kumuyla aşınıp giderler
ve sonsuzluğun birer taslağından başka birşey olmadıklarını gösterirler. Bu
yıkıcı güçler karşısında sapasağlam ayakta kalan, ağırlığı olmayan geometrik
şekildir yalnızca, o firavun piramitlerine matematik iskeletini veren de odur.
Calabria’nın berrak gökyüzü altında. sanatların en gayri maddi olanının
armonilerini dinleyen Kroton'lu Pytagoras üçgenlerin, beşgenlerin ve
çokgenlerin ebedi evrenini sezen ilk insan oldu.
Bundan birkaç yüzyıl sonra da
kötü kalpli bir dahi, bedeninin geçici oluşundan derin (ve belki de dramatik)
bir ıstırap duyan bir adam, kendi payına bu kusursuz evreni düşler, ve
öğrencilerine, bu evrene geometri yoluyla ulaşmaları için baskı uygular. Onun
en ünlü öğrencisi de, ölümlülerin bu 'topos uranos ’a varma yolunu bir
eğretilemeyle açıklamayı dener: Bir başka zaman diliminde, kanatlı iki at, ruhu
Mükemmel Biçimler Ülkesi'ne götüren bir arabayı çekmekteydi tanrıların
eşliğinde; ne var ki ruh, bu görkemli parlaklığı farketmeye başladığı anda, ve
belki de bu yüzden, atların denetimini yitirdi ve kendini yerde buldu; o gün
bugündür, zamana boyun eğmiş evrenin çalkantılarıyla oradan oraya itilip
kakılan bu biçimlerin kaba saba maddeleşmelerinden başka birşey görmemeye
mahkumdur. Buna karşılık, tanrılarla yoldaşlığından da birşeyler kalmıştır ona:
Zekâ ve zekânın en mükemmel başarısı olan geometri kasırgaların öfkesinin,
birbirini seven ve yok eden varlıkların, gururla yükselip rezilce yıkılan
imparatorlukların ötesinde sonsuz ve yıkılmaz bir evrenin var olduğunu olanca
sessizliğiyle gösterir ona.
Bundan bin yıl sonra da bir başka
dahi (ki, tıpkı öbür insanlar gibi, ama dâhîlere özgü bir şiddetle, aşkın ve
dostluğun geçici mutluluklarını tadıp zamanın kaçınılmaz mutsuzluğunun
acısını çekmişti), gene matematiğin yardımıyla, yalnızca gücü değil,
sonsuzluğu da aradı; ve matematiğin yeterli olmadığı noktada, üzerinde zamanın
geçmediği sanata başvurdu. Melankoli anlarında şöyle konuşacaktı bu adam: “ O,
tempo consunıatore delle cose; o, invidiosa antichita, per la quale tut te le
cose sono c onsuma t o dai dur i den t i de ıl a vecchiezza, poco apoco, con lenta morte!”
Kayalıklar Bakiresi
Bu narin imgelerin altına nasıl
olur da geometri'nin ebedi şekillerini yerleştirmezdi? Kayalıklar Bakiresine
bir göz atalım: Buğulu maviliği ve yeşilliği içinde, dünyanın
korkunçluklarından usulca uzaklaşmış bu gizli dolomit mağarada giysilerin
zarafeti ve davranışların dilsiz inceliği altında sade, süssüz üçgenleri,
ebediyetin iskeletini bulup çıkarırız.
To the Lighthouse başlıklı
romanda bir kadın ressam “herşeyin hafif ve en ufak bir esintide sallanmaya
hazır görünmesini, ama altta demirden bir yapı bulunmasını” ister.
Virginia Woolf'un uyguladığı
estetiktir bu; ve Leonardo’nunkinin aynıdır.
Olağanlıkların bu reddiyesi ile,
notlarında gönderme yaptığı bu necessita: Meleğin uzattığı gizemli işaret
parmağı, gereksiz ya da sadece süs için oraya konmuş bir öğe değildir;
tablonun öğrencileri ya da taklitçileri tarafından yapılmış olan ve- National
Gallery’de bulunan kopyasında bu jest kaldırılmıştır ve tablo da bu yüzden
garip bir şekilde niteliğinden birşeyler yitirmektedir.
Etiketler:
leonardo da vinci,
Resim
Rodin & Balzac
fotoğraf: Edward Steichen,
Balzac Toward the Light, Midnight, 1908
BALZAC, dünyanın bir ucundan öbür ucuna büyük adımlarla ilerleyen çok güçlü bir adam heykelidir. Rodin başyapıtı gözüyle bakıyordu ona. Rodin üzerine yazı yazanların hepsi onun kendisini Balzac'la özdeşleştirdiğinde birleşirler. Bu heykel için yaptığı çıplak eskizlerden birinde cinsel anlam oldukça açıktır: Sağ el, sertleşmiş penisi tutmaktadır. Bu, erkeklik gücüne dikilmiş bir anıttır. Frank Harris heykelin daha sonra yapılan elbiseli çeşitlemesi üzerine bir yazı yazmıştır; onun söyledikleri tamamlanmış heykel için de geçerli olabilir: "Kolları boş olan eski manastır cübbesi altında adam, elleriyle erkeklik gücünü kavramış, başını arkaya doğru atmış, dimdik durmaktadır." Bu yapıt, kendi cinsel gücünün öylesine doğrudan onaylanmasıdır ki Rodin bir defaya mahsus olmak üzere yapıtın kendisine egemen olmasına izin vermiştir. Başka biçimde söylersek, Balzac üzerinde çalışırken kil belki de yaşamında ilk kez Rodin'e eril bir şey gibi görünmüştür.
Rodin'in sanatını bozan ve bu sanatın bir bakıma en derin gene de olumsuz içeriğini oluşturan çelişki, pek çok açıdan kişisel bir çelişki olsa gerek. Ama bir tarihsel durumun da tipik çelişkisidir bu. Yeterince derinine inilerek çözümlendiğinde on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısındaki burjuva cinsel ahlakının doğasını Rodin’in heykelleri ölçüsünde gösterebilecek başka hiçbir şey yoktur.
Bir yanda güçlü cinsel arzuyu -sözde doyurulabilir olsa da- hummalı ve hayale dayalı kılma eğiliminde olan ikiyüzlülük, suçluluk; öte yanda (mülk olarak) kadınları elden kaçırma korkusu ve onları sürekli denetleme gereksinmesi.
Bir yanda kadınların dünyada düşünülmeye değer en önemli şey olduğuna inanan Rodin; öte yanda rahatça "Aşkta, önemli olan sevişme edimidir," diyebilen Rodin.
John Berger
Rodin & Balzac
balzac |
İçi Balzac’ın ruhuyla dolup taşan Rodin, eldeki bu
kaynaklardan yararlanarak işe koyuldu, yazarın dış görünümünü kurup çatmaya
çalıştı. Bunun için beden ölçüleri Balzac’ınkilere uygun düşen canlı modellere
başvurdu ve değişik pozisyonlarda hepsi de tamamlanmış yedi ayrı heykel
oluşturdu. Hantal bacaklar ve kısa kollarla tıknaz vücutlu modeller kullandı.
Söz konusu çalışmalardan yola koyulup yazarın Nadar tarafından
çekilen fotoğrafındaki anlayış doğrultusunda bir Balzac heykeli yarattı. Ama
bunun da henüz kesin ve son bir Balzac figürü oluşturmaktan uzak sayılacağını
hissediyordu. Lamartin’in Balzac portresine döndü yeniden. Balzac’tan şöyle
söz ediyordu Lamartin: “Bir doğa gücünün yüzü vardı kendisinde.” Sonra da
şöyle diyordu: “İçinde barındırdığı o büyük ruhsal dinamizm, ağır gövdesini
sanki bir tüy kadar hafifmiş gibi taşıyordu.” Rodin, kendisini bekleyen ödevin
büyük bölümünün bu cümlelerde yattığını sezmişti. Ön çalışmayı oluşturan yedi
ayrı figürün de sırtına yazarın çalışırken giydiğine benzer keşiş cüppeleri
geçirerek söz konusu ödevin çözümüne yaklaşmaya çalıştı. Sonunda cüppeli bir
Balzac doğup çıktı ortaya, fazlasıyla bir mahremiyet havasına bürünmüş, giysisinin suskunluğu içine fazlasıyla gömülmüş
bir Balzac.
Ama şekilden şekle geçmelerle
Rodin’in yazara ilişkin vizyonu büyüdü giderek. Ve sonunda aradığı Balzac
gözleri önünde belirdi, karşısında vücudunun tüm ağırlığını üzerinden aşağı dökülen
cüppesinin alıp götürdüğü geniş bedenli, yürüyen bir Balzac buldu. Saçları
kalın ense üzerine bastırmış bir Balzac, saçlara yaslanmış bakan, bakışının
esrikliğini yaşayan, yaratıcı güçle coşup köpüren bir yüz: Bir doğa gücünün
yüzü. O bolluk ve verimliliği içinde Balzac’tı bu, kuşakların yaratıcısı
Balzac, yazgıların saçıp savurucusu Balzac. Gözleri hiçbir nesneyi
gereksinmeyen adamdı bu; dünya boş olsa, bakışları onu nesnelerle
doldurabilirdi. Adeta o efsanevi gümüş madenleriyle zenginliğe ulaşmak
isteyen, yanında bir yabancı kadınla mutlu biri. Ete kemiğe bürünmek için Balzac
figürünü kullanan yaratı eyleminin kendisiydi bu; yaratmanın büyüklenişi,
gururu, coşkusu ve esrikliğiydi. Geriye atılmış baş bir fıskiyeden fışkıran
sular üzerinde dans eden toplara benziyordu. Tüm ağırlıklar hafiflemiş
yükseliyor, ardından düşüyordu.
Alabildiğine bir konsantrasyon ve
trajik bir abartı anında Balzac’ını görmüş ve onu bu durumda yaratmıştı Rodin.
Vizyon kaybolup gitmemiş, yalnızca değişime uğramıştı.
Rilke
EDWARD HOPPER: ya tenha, ya yalnız
Karanlık bir sinema. Boş
koltuklar, önlere doğru yer yer seyirciler görülüyor. Beyazperdeden geriye
doğru kırmızı ışıklar var. Perdeye yüzümüzü dönünce sağdaki duvar, kapı ve
süslü sütun, nispeten aydınlık. Resmin sağ yanında ise, şık koyu renk
üniformalı, şıkıdım papuçlu, sarı saçları yapılmış bir yer gösterici var. Genç
bir hanım. Dışarı açılan kırmızı perdeli (perdeler de yan yarıya açık) kapının
yanında, içerde duruyor. Tam tepesinde üç kırmızı abajurlu bir lamba var.
Hayli düşünceli bir genç hanım. Ve ne kadar, ne kadar yalnız.
Bir Edward Hopper tablosu
elbette: New York Movie (New York
Sineması-1939). Hopper, yalnızlığı her yerde bulurdu. 1930’lu yılların
sarayı andıran sinema salonlarında bile, insanların, Büyük İktisadi Bunalım’ın
onları ezip geçen cenderesinden kurtulmak için canlarını attıkları, beyazperde
fantezilerine sığındıkları o salonlarda bile. Herkes kendi düşüncesine dalıp
gitmiş. Genç hanım, beyazperdenin farkında bile değil, seyircilerin de. Hoş,
belki seyirciler de beyazperdenin farkında değildir. Onlar da kendi
düşüncelerine kapılıp gitmiştir. Resmin üstünde bir durgunluk, belirsiz bir
boşluk asılıdır sanki.
Sonra, Sunday (Pazar-1926), başka resimlerinin ikonografisinden bir kez
daha yararlanan resim.. Adam, ki doğal düzeni temsil eder, küçük, önemsiz
görünür. Düşüncelere dalmıştır. Kent düzeninin tesadüfi bir parçasıdır.
Baktığı, cıvıl cıvıl bir sokak manzarası değildir. Uygarlık diyarından ihraç
edilmiş ama doğadan da kabul görmemiştir. Boş bakışları, dükkânın boşa benzeyen
vitrinlerini yankılar. Kent de terk edilmiş, ölü gibidir.
Yalnız, tenha, bir başına, harap,
meyus, kederli. Terk edilmişlik, bir başına bırakılmışlık, ister canlı ister
cansız, Edward Hopper’ın resimlerinin süjeleri tarafından paylaşılan bir
kaderdir. Yalnız, kayıp, yutulmuş küçük insanlar; eski, boş, terk edilmiş
mekânlar.
Hopper, yalnızlığı, bir başına
olmayı resmeden bir ressamdı, yalnızca insanların değil, nesnelerin yalnızlığı
da ona konu olurdu. Az konuşan, derin derin düşünen Hopper, diğer ressamların
ihmal etmeyi tercih ettikleri sıradan manzaraları severdi. Onun Amerika’sı,
açılış saatinden önce bir dükkân, tek başına vakar içinde dikilen garip bir
eski ev, yaşlıca bir görevlinin dolanıp durduğu tenha bir benzin istasyonudur.
Rafine üsluplu resimlerdir bunlar. Her resim, kasvet ile huşunetin kıyısına
indirgenmiş bir acımasızlıkla, tek bir temaya odaklanmıştır. Bu fevkalade
kişisel üslup, bir Hopper resminin, aniden hatırlanan bir ân gibi, insanın
zihninde ışıklar saçmasına yol açar.
Gariptir, Hopper bu kişisel üslubu, resimden yıllarca uzak durarak geliştirdi. New York School of Art’da illüstrasyon ve resim eğitimi gördükten sonra, 1906’da Paris’e gitmiş ve gene resim üzerine çalışmıştı ama, insanların arasına pek karışmadı. Sanat çevrelerine çok ender girdi. Amerika’ya döndü. 1913’teki meşhur Armory Show’da bir resim sattı. Sonra da, on yıla yakın süreyle resim yapmayı bırakıp kendini ticari illüstrasyonlara verdi. Bir müddet de, oyma baskılar üzerinde çalıştı. Işık ve gölgeyi vurgulayışına son derece uygun bir türdü bu. Sonra suluboyaya başladı, derken yağlı boyaya döndü. Yağlıboya, onun yelpazesini genişletti.
Edward Hopper, Paris’ten ABD’ye
döndükten sonra hep aynı yerde oturdu, stüdyolarını da hiç değiştirmedi. Son
derece sakin ve düzenli bir hayatı vardı, ani değişimler ya da sarsıntıları
içermeyen. Hatta psikolojik ya da sadece coğrafî cinsten olsalar da (ikamet açısından).
Edward Hopper’ın mekânı, 1908’den itibaren hep New York’taki aynı adresti. Bu
tarihten öldüğü güne kadar, elli yılı aşkın süreyle, stüdyosu, 3 Washington
Square North’un üst katındaydı. 1920’lerden sonra şöhreti bulması da onu zerre
kadar etkilemedi. 1924 Temmuz’unda evlendiği karısı Josephine Verstille
Nivison, ya da kısaca Jo ile hep orada yaşadı, sakin sessiz. Hayatındaki tek
kalıcı değişik mekân, Cape Cod’daki South Truro’da bulunan, önce bir yıllığına
gidip, 1930'da satın aldıkları araziydi. Burada daha sonra bir evle bir stüdyo
inşa ettirdi.
Etiketler:
Resim
Bıçak Sırtında Bir Ressam: Francis Bacon
Francis Bacon, yirminci yüzyıl
resminin o “nev-i şahsına münhasır” kişisi, doğanın ender yaratıklarından
biriydi: Sınıflandırılmayan insan . . . Tabir-i amiyane ile, klasik bir “marjinal
adam” örneği. Sosyal hayatının, en azından bir dönemdeki hareketliliğine
karşın, yalnızlığını, hatta tecrit edilmişliğini hep korudu; korumakla da yetinmeyip
resimlerinin temel özelliklerinden biri haline getirdi. Onu başkalarından
ayıran birkaç temel özellikten biri. Tıpkı duyular yerine zekaya hitap
etmekten, yani anlatımdan, yani illüstrasyondan kaçınması gibi. Tıpkı karşıtlar
arasındaki sürtüşmeyi kendine temel alması gibi.
Karşıtlar arasındaki sürtüşme,
tuvalin her noktasına sızmış bir gerilim olmasa, Bacon’ın resmi de Bacon’ın
resmi olmazdı. İrade ile sezgi (ya da içgüdü), tesadüf ve yargı (ya da
kontrol), organik olanla yapay olan arasında bir sürtüşme. Bacon’ın resmini
“okuma”ya çalışanların hemen fark edeceği bir güç, bir tür ışın yayar bu
sürtüşmeler. Bu gerilim olmasa, onun gözünde, resminin de hayatiyeti kalmazdı.
Onun için de, sırf rahatlık uğruna, bu sürtüşmeyi ortadan kaldırmaya hiç mi
hiç niyeti yoktur. Aslında sürtüşme demek de yetersiz; karşıtların uyuşmazlığı
demeli belki de.
Sonra figür ile fon arasındaki
kasıtlı kopma, ikisinin karşıtlığı da var, tabii. Bu ayrılmayla, bölünmeyle-
figürler ve çevreleri arasındaki boyun eğmez zıtlıkla ne demek ister Bacon?
“Hiç” derdi mutlaka. Resmi üzerine konuşmaktan hoşlanmazdı. Sanat dalları arasında
bir etkileşimin mümkün olabileceğine nasıl inanmıyorsa, resmin dille
anlatılabileceğine de inanmıyordu.
Zaten aslolan, bizim onda, onun
resminde okuduğumuzdur. Kendi hayal ettiğimiz Bacon’ın bir adım ötesine geçme
gayretini gösterecek olursak eğer. Resimlerini bir kabusun başarılı
illüstrasyonları olarak niteleyerek, kafamıza göre (ve derinlemesine düşünme
zahmetinden kurtularak) bir "Bacon’ın dünyası" yaratma gafletine
kapılmazsak ...
Hayali olmayan Bacon, resimlerine
gerçek hayattan (daha çok, savaştan) yansıdığı varsayılan şiddetin,
gerçekliğin kendisindeki şiddeti yeniden yaratma çabasıyla ilintili olduğunu;
aynı zamanda, yalnızca boya ile iletilebilen ve imgenin kendi içindeki önermelere
ait bir şiddet olduğunu düşünür. Soyut ile figüratif arasındaki ince çizgide
bir tel cambazının dikkati ve kendine güveniyle gezinir. Aynı bıçak sırtı
dengeyi, tesadüfle iradi girişim ya da kontrol ve (özellikle insan/hayvan
imgelemelerindeki) soylu/bayağı karşıtlığında da bulur. Anlatımdan kaçındığı
için, figürleri arasında bir bağlantı olmamasına özen gösterir. Ya da figür
ile fon arasında. Ya da figür ile gene figürün kendisi arasında.
“Bakış” vardır, ve olgular (bazen
de fotoğraflar, ö-zellikle Muybridge’inkiler). Bunlar, onun referans
noktalarıdır, resimlerinin ilk eşiği olan “grafık"i oluşturabilirler.
Sonrası, akışkan ve neye varacağı bilinmez bir canlılığı olan boya ile,
süjeyle, ressamın niyeti yani sınırlı kontrolü ile tesadüfi olan arasında olup
biter. Bazen olur, bazen olmaz. Resme ekledikleri, çıkardıklarıdır aslında. Biz
eklenmiş olanlardan çok, çıkartılmış olanları fark ederiz. Belki de “okuma”ya
başlamanın çıkış noktası budur. Kendi eliyle yok etliği resimlerin yok oluş
nedeni budur (1942-44 arasında bu yok ediş, üzücü boyutlara varmıştır).
David Sylvester ile yaptığı çok
kapsamlı söyleşide bunu açıkça ortaya koyar. Bir şeyi bir adım daha ileri
götürmeye çalışırken nasıl kaybettiğini. Başlangıçta istediğini elde etmenin
nasıl imkansız olduğunu. Sınırı aşınca geri dönüşün nasıl zorlaştığını.
Başlangıçta istenene, bazen tesadüfler, hatta kazalarla ulaşılabilir ama, bu
tesadüfler de zaman geçtikçe azalmaktadır. İnsan bir tesadüfü nasıl yeniden
yaratabilir? Aynı tuval üzerinde bir başka tesadüf olabilir, evet, ama bu da
asla aynı şey olmaz. Her şeyi başka bir yere götüren bir ton, bir boya
parçası, görüntünün içeriğini tamamen değiştiriverir. Bacon da, yitirdiğini
geri alamayacağına karar verince, tıkanan tuval üzerinde çalışmaya başlamaz, o
resmi yok edip, başka bir tuvalde yeniden başlar. Neyse ki, gelip resimlerini
alırlar ondan. Yoksa belki de stüdyodan dışarı hiçbir şey çıkmazdı.
Başka? Soyut resmi hem moda, hem
kolaycılık olarak görür, sevmez. İllüstrasyonu, dekorasyonu (kendi de
uğraştığı halde, belki de bu yüzden), hikaye anlatan resmi sevmez. Zeka değil,
duyulardır hedefi. Tıpkı Grek trajedileri (özellikle çok sevdiği Aiskhilos)
gibi, duygular yaratmak ister izleyen kişide. Shakespeare'i sever. Yakın dostu
Michel Leiris, çok beğendiği bir yazardır. Ne yazık ki, çeviriye (çok iyi bir
yazar, örneğin Leiris, yapmamışsa) güvenmez (Aiskhilos’un aslında neler
yazdığını kim bilir?). Kendini Fransızca'da yetersiz bulur. Yani Proust,
Rimbaud ve Baudelaire’i de tam olarak kavrayamadığından endişededir.
Çağdaşlarının çoğu gibi
Nietzsche’den bir nebze etkilenmiştir. Freud’u keyifle okur ama, psikanaliz
konusunda kararsızdır. Bir işe yarayıp yaramadığını bilmez. Wagner’i ilginç
bulur, ona duygular verir çünkü. Maria Callas dinler. Ama müzikten anlamadığını
söyler. Zaten sanat dallarının etkileşimine de inanmaz. Ressamlardan da sevdiği
pek azdır. Picasso’yu sever, zaten resim yapmaya karar verişinde, genç yaşında
Paris’te izlediği bir Picasso sergisi etkin olmuştur. Van Gogh’un bir dahi
olduğunu düşünür. Velasquez ile Ingres’i ve Primitifleri beğenir. Bazı
ressamların da bazı ya da çoğu niteliklerini takdir eder ama, eserleri ona bir
şey söylemez.
Bir anlamda Varoluşçu olduğu
söylenir ama, bu pek doğru sayılmaz. Çünkü insanın toplumsal bir varlık olarak
ahlaki çıkmazı, ona pek hitap etmez. Bacon’a göre cevap, “beyinsel iyimserlik”
ile “sinirsel iyimserlik” arasındaki gerilimdedir (Metafizikle hiçbir alıp
vereceği olmadığı için, “ruh” -hatta “kişilik”— yerine “sinir sistemi” demeyi
tercih eder). Resimlerindeki distorsiyonlar bazen Dışavurumculuk sınıflamalarına
yol açmıştır. Ama onun “tesadüf’ü de, “kontrol"ü de, çok farklı biçimlerde
işler.
Gerçeküstücülüğe gelince, bu
akımın ressamlarıyla arasında ortak yanlar yoktur pek. Zaten onları beğenmez
de. Yazarları ona daha yakındır, hatta Bataille ile düşünüş biçimleri arasında
bir koşutluktan söz edilebilir belki. Ölümünden kısa süre önce Archimbaud ile
yaptığı söyleşide, 1936 yılındaki Gerçeküstücüler sergisine katılmak için sunduğu bir eserini "yeterince Gerçeküstücü
olmadığı" gerekçesiyle geri çeviren seçiciler kurulunu haklı bulduğunu söylüyordu.
On altı yaşında evden kaçıp
Londra'ya gitti. Berlin'de, Paris’te kaldı. Monte Carlo’da sıkça kumar oynadı.
Tanca da onca makbul yerler arasındadır. Londra’daki mekanı, Soho’daki Colony
Rooms barıydı. Eşcinseldi. Sabah altıda kalkar, öğlene kadar çalışırdı.
Hayatının son otuz yılında aynı stüdyoda kaldı. Resim hayatının gerçek
anlamıyla 1944’te başladığını düşünürdü. Yirmi yaşındayken tanıştığı işadamı
Eric Hall’den yıllar boyu maddi destek görmüştür. Fevri, eli açık, kumarı
seven, başkalarının zaaflarını olduğu gibi kabul eden, her yerde kendini evinde
hisseden bir insandı. İstemediği hiçbir şeyi yapmadı, ikinci sınıf olanı asla
kabul etmedi.
Daha? Hiç . . . Bir ressam, resim
üzerine konuşamaz. Mümkün değil. Konuşsa da, önemi olan o değildir zaten. Kim
bilebilir ki resmin nereden geldiğini? Bir ressam için önemli olan, resim
yapmaktır, hepsi bu. Her fırsatta resim yapmak mı? “Evet, sadece kopya bile
olsa, bir ressam resim yapmalı.”
Sevin Okyay
Etiketler:
Francis Bacon,
Resim
DAVA(LI)
Davanın “özgün hali”nin ne ve nasıl olacağını kestirmek elimizde değil: Kafka’nın bitiremediği, yakın dostu Max Brod’a yok etmesi yolunda son dileğini ilettiği bu romanı, pek çok başka yazma gibi, bir ihanete borçlu olduğumuzu biliyor, o karara çoğumuz şükrediyoruz; bununla kalmıyor oysa, okuduğumuz yapıtın bir tür versiyon sayılması gerektiğini unutuyoruz: Dava'nın bölümlerini böyle sıralayan, onlara bu düzeni veren de Max Brod — yakından bakanlar, kimi kararlarını ve uygulamalarını şüpheyle karşılamışlardır.
Sadakat ve ihanet, basmakalıp
yargıların üzerinde uçuştuğunu gözlemlediğimiz bir çizginin iki ucunda yeralan
kavramlar. Estetik düzlemde bile aktörel vurguların ağırlığını koyduğu bir
sorgulama alanı. Birbaşına handiyse bir dava kesitine açılıyorlar.
Kafka’yı Almancasından okumamış
her okur gibi traduttore traditori ’nin sıradan hışmına uğradığımın
farkındayım farkında olmasına; gelgelelim, mahut Haziran 1921 tarihli
mektubunda yazarın üzerinde durduğu “Almanca yazmamanın olanaksızlığı ve
Almanca yazmanın olanaksızlığı” noktasından baktığımda, ortada bir “özgün dil”
bile ol(a)madığı gerçeğine hafifletici sebep olarak sığınmaktan geri
durmadığımı da itiraf edebilirim.
Demek, başlangıçta, yazarın
kendi, handiyse doğal ihaneti sözkonusu — ya da zorunlu, kaçınılmazlaşmış bir
sadakatsizlik. Bunu, dörtdörtlük ihanetiyle Max Brod perçinlemiş: Vasiyeti
çiğneyerek, dahası kendi düzenlemesini dayatarak. Sonrasında, her çeviri
girişimiyle dönmeyi sürdüren çark.
Kaç okur Dava ile aracısız
tanışmış olabilir, sıcağı sıcağına karşılaşanlar ayrılırsa? Okuma uğraşına
gönül vermiş çoğu insanı serüvenleri boyunca elçiler yönlendirir: Yapıta
erişmelerini sağlayan bir işaret almışlardır. Araya giren yorumlar,
çözümlemeler bir yandan uyandırdıkları istekle, yarattıkları çağrıyla,
araladıkları perde ya da kapıyla yapıta sevkettikleri için yararlı, buna
karşılık, yapıda aramıza bir canlı levha yerleştirdikleri için tehlikelidirler:
İhanet, bir de o düzlemde işlemeye koyulur. Kafka ölçüsünde yoruma boğulmuş pek
az yazar tanıyoruz, modern edebiyat bağlamında: Blanchot ve Marthe Robert’den
Deleuze’e, herbiri, doğru ya da eğri, sapmalar doğurmuştur. Düşüncelerimde bir
yorgunu yokuşa sürme eğilimi görülürse doğrularım: Bunca yılın sonunda, her
okuma seansının sadakat sınırlarını zorlama eşikleri yarattığına vardım.
Çizdiğim çerçevenin, Orson
Welles’in Dava uyarlamasına yönelik, filmin gösterime girdiği dönemde yaşanan
sadakat sorgulamasını büsbütün saçma bulduğumu belirtmeme gerek bırakmadığı
ortada. Bir yapıt üzerine/üzerinden bir başka yapıt kurmak zaten başka bir şey
yapılacağının açık göstergesi: Öndeki yapıt arkadan geleni, gelecek olanı
tetiklemişse, yabana atılması olanaksız gerekçeler devreye girmiş demektir.
Orson Welles in, sözgelimi
Shakespeare’de de bahaneler bulduğunu biliyoruz. Bir noktada Davayı çevirmek
istemiş. Fiili pek masum bir düzlemde kullanmıyorum burada; Resnais’nin “je
tourne, parce que je veux voir comment ça tourne” cümlesine oturan fiil hem
(film) çevirme’yi, hem ‘herşeyin nasıl döndüğünü (çevrim yaptığını)’ mimliyor
ya, burada, demek Türkçede, farklı bir üstüste biniş sözkonusu: Welles, evet,
Davayı kendi dilin (d)e çevirmeyi hedef tutmuş, demeye getiriyorum.
“Fabula"yı, Max Brod’un
romanın sondan bir önceki bölümüne (‘teolojik gerekçelerle, miydi
gerçekten de?) yerleştirdiği kısa, çekirdek metni Kafka, sağlığında, bağımsız
bir metin olarak yayımlamıştı — dolayısıyla, bir biçimde yüzdüğü söylenebilecek
o kıssayı Welles’in filminin jeneriğine yedirmiş olmasına terslenmeyi, sırayı
bozma tutuculuğuna sapılmasını anlamak güç: Uyarlamak uymak da, ayak uydurmak
da değildir: Midir?
Kaldı ki, kendi payıma, filmin
jenerik bölümünün (belki o kesite filmin sonunda, Welles,in kendi
sesinden meta-söylemini de ekleyerek) özerk, bağımsız, birbaşına yeterli bir
kısa film sayılabileceğini düşünüyorum: Alexeieff-Parker çiftinin iğne
düzenekli çizgi-kareleri "tür"ün öncü örneklerinden birini
oluşturuyor: Sonradan çizgi-roman örnekleri çıkagelecek Dava’nın, hiçbiri "Ceza
Sömürgesi"nin suç bildirisini deri üstüne dokuyan iğneli aygıtı oysa
hesaba katmayacak.
Orson Welles’in Dava'nın
ardından, film hakkında bütün söyledikleri ucuca getirildiğinde, ana vurguyu
girişiminin kişiselliğine yüklediği apaçık görülüyor:
Kendisini bildi bileli taşıdığı suçluluk duygusu, Suç-
Devlet ilişkisinin olanca ağırlığıyla bireyin üstüne bindirilmesi karşısındaki
temel felsefi konumu onu Kafka'nın yapıtına yaklaştırmıştır: Büyük bir yazarın
büyük bir yapıtını ekrana taşıma tasası taşımadığının altını çizer. Burada,
asıl “auteur” kendisidir: Davayı en önemli filmi, çünkü en öznel çıkışı
saymıştır.
Bu noktada, Kafka’nın Davayı
nasıl yazdığı ne denli belirleyiciyse, Welles’in Davasını nasıl
gerçekleştirdiği o denli belirleyici denklemine geliyoruz: Ekranda, İkincisi
(1984) ilkinden (1962) yedi dakika kısa süren akışı hangi dil yoğuruyor?
Etiketler:
DAVA,
Enis batur
Black Eyed Dog (Nick Drake & Heath Ledger)
Heath Ledger'in ölmeden bir süre önce çektiği, Nick Drake'in Black Eyed Dog parçasının
yer aldığı video. Heath Ledger'ın ölümü de Drake gibi yüksek dozda antidepresan kullanımından gerçekleşmişti; üstelik Nick Drake gibi bir yatakta uzanmış vaziyette ölü bulunmuştu Heath Ledger. Bir tek başucunda Sisifos Söyleni eksikti Ledger'ın. Zira Nick Drake'in ölümünde intihar şüphelerini
artıran önemli bir bulgu sayılmıştı başucundaki bu kitap. Ledger'ın ölümündeki intihar şüphesini
düşündüren de Drake'e olan ilgisi, yaşamının benzer bir şekilde neticelenmiş olması. (Yİ)
yer aldığı video. Heath Ledger'ın ölümü de Drake gibi yüksek dozda antidepresan kullanımından gerçekleşmişti; üstelik Nick Drake gibi bir yatakta uzanmış vaziyette ölü bulunmuştu Heath Ledger. Bir tek başucunda Sisifos Söyleni eksikti Ledger'ın. Zira Nick Drake'in ölümünde intihar şüphelerini
artıran önemli bir bulgu sayılmıştı başucundaki bu kitap. Ledger'ın ölümündeki intihar şüphesini
düşündüren de Drake'e olan ilgisi, yaşamının benzer bir şekilde neticelenmiş olması. (Yİ)
Etiketler:
Müzik
Ya Edebiyat Ya Hayat!
Genç
İngiliz oyun yazarı Sarah Kane’in trajik intiharı, yaratıcı depresifler mitologyasında
şimdiden yerini almak üzere: Çektiği kişisel ıstıraptan kitlesel bir güzellik
yaratan bir sanatçı modeli söz konusu —genç ya da yaşlı olabilir, ama genç
olması yeğlenir. Menajerine göre Kane, “birçok sanatçıyı tökezleten, varoluşsal
umutsuzluk gibi bir duygu” içindeymiş.
Ne var ki
biz, bazı kişileri “vahşi tanrının kucağına iten o ölümcül sıçrayışın ya da
düşüşün nedenini bilmiyoruz kesinlikle. Edebiyat ve intiharın benzersiz bir
dökümünü verdiği Savage God (Vahşi Tanrı) adlı kitabında Al Alvarez’in de
belirttiği gibi, her intiharın “kendine özgü bir iç mantığı vardır.”
Sarah Kane’in kişisel intiharının nedenleri ne olursa olsun
-bilinen ve bilinmeyen bir sürü neden olacaktır tabii- o da yüzyılımızda
canlarına kıyan sanatçılarla yazarların ürkütücü listesine geçecek: Ouse’un
sularına kendini bırakarak intihar eden Virginia
Woolf; Seine’e süzülen Paul Celan;
kafasına bir tabanca dayayan Vladimir
Mayakovski ile kafasına tüfek dayayan Kurt
Cobain gibi...
Alvarez’in de açıkladığı gibi,
acı çeken sanatçı mitosu, kültürel mirasımızın bir parçası, en azından Romantik
şairlerden bu yana kuşaktan kuşağa devredilen bir söylencedir. Göründüğü
kadarıyla kültürümüz hem depresyonu hem de yaratıcılığı yüceltmek gereğini
duyuyor, hele ikisi bir araya gelirse daha da keyif alıyor. Belki de acı
çekmenin böylesine yüceltilmesi, acıyı biz değil başkası çekiyormuş gibi
göründüğünden ötürü daha kolay, ölmüş, değişmeyen, anlaşılabilir bir
sanatçıyla baş etmek, yaşayan, yapıtı bitmemiş birine oranla çok daha kolay
görünüyor.
Kültürümüz, 31 yaşında ölen Sylvia Plath’ın yazısına ve kişiliğine,
70 yaşında hâlâ ürün vermeyi sürdüren gündeşi Adrienne Rich’ten ne kadar farklı
davranıyor; 67’sinde intihar eden Mark
Rothko’ya yaklaşımımız, 70 yaşında doğal nedenlerle ölen, onun çağdaşı
sayılabilecek Richard Diebenkorn’dan ne kadar farklı. Plath ile Rothko’nun,
Rich ile Diebenkom’dan daha usta yaratıcı sanatçılar oldukları ileri sürülebilir,
ama intiharları, bu savın doğru ya da yanlış olduğunu kanıtlayamaz. ölüler,
çözümlememizin nesnesi haline gelirler, bizim en içten duygularımızla
davranışlarımızın bir odağı olurlar. Oysa yaşayanlar, hiç değilse kendi
yaşamlarını sürdürebilir, kendi öykülerinin yazarları olabilirler.
Depresyon, yaratıcılığa giden
yollardan yalnızca biridir. Sanatsal başarının kaynakları sürüyledir -aşk,
tutku, sevinç, bağlılık, yitim, özlem, öfke- ve hepsi büyük ve kalıcı yapıtlar
serpiltir. Ama duygular, kendi başlarına bir şey üretmezler. Bir yetenek, bir
beceri ve hepsinin üstünde bir iti, bir üretme güdüsü şarttır.
Aslında depresyonun, çoğu hasta
tarafından yaratıcılığa destek olmaktan çok ciddi bir köstek olarak yaşandığı
söylenebilir. Ne de olsa depresyon, dünyadan yüz çevirip içine kapanmakla belli
eder kendini; Freud’un Yas ve
Melankoli başlıklı makalesinde (1915) tanımladığı gibi: “Derinden acı veren bir
keder, dış dünyaya ilginin kesilmesi, sevme yetisinin yitimi, her türlü
etkinliğin baskı altına alınması... Kendine içerlemeler, sövmeler,”
Düşünür Emmanuel Levinas, “herkesten, her şeyden
sıkılmak gibi bir bıkkınlık, hepsinden öte kendinden bıkış”tan söz etmiştir,
varolmak, verilmiş bir sözün anımsatıcısı gibidir, “olanca ciddiliği ve
katılığıyla geri dönülmez bir sözleşmenin.”
Düşünür William James, bıkkınlığın “uyanmak gibi apaçık bir
görevle ayağı uzatıp yere basmak arasında yattığını” söyler.
Büyük yazar kendisiyle boy ölçüşülebilecek birisi değildir,
ama az çok belli ölçüde de olsa, kendisiyle özdeşleşilebilecek,
özdeşleşmek istenecek biridir.
Etiketler:
Edebiyat,
Roland Barthes
Orson Welles in F for Fake, Chartres
Bu yapı yüzyıllardır burada duruyor. Batı dünyasının belki de en eski yapısı. Ve üstüne bir imza bile atılmamış. Chartres. Tanrının azametinin ve insanın aczinin bir anıtı.
Bugünlerde tüm sanatçılar yalnızca etten kemikten ibaret gibiler. Çıplak, yavan, meydanda. Artık bir anıt yaratmak isteyen kimse yok. Evrenimiz, (bilim adamlarının devamlı söylediği gibi) tek kullanımlık. Bütün yaptıklarımızın içinde belki de- bu anonim eser, bu taştan orman, bu epik ilahi, bu göz alıcı güzellik, bu şehadet sancağı, bütün şehirlerimiz yok olduktan sonra öylece el değmemiş bir şekilde ayakta kalır ve nereden geldiğimizi, neyi başardığımızı bize gösterir.
Yaptığımız bütün taş yapıtlar, resimler, yazılar birkaç yıl (belki de bin yıl) hayatta kalıyor, sonrasındaysa miladını doldurup nihayetinde de toprağa karışıyorlar. Zaferler ve hileler. Hazineler ve taklitler. Hayatın değişmeyen bir gerçeği. Hepimiz ölümü tadacağız.
"Gönlünüzü ferah tutun" diye sesleniyor bizlere geçmişten seslenen merhum sanatçılarımız. "Türkümüzü kimse söylemeyecek. Ama ne olmuş söylemeyecekse? Biz şarkımızı söylemeye devam edelim."
Belki de bir kişinin adı o kadar da önemli değildir.
*
ORSON WELLES
F for Fake'den
Pier Paolo Pasolini Röportajı (Salo Üzerine)
Pier Paolo Pasolini Röportajı
Bu röportaj 31 Ekim 1975 tarihinde Paris’te Antenne-2 kanalında Dix de Der programında kaydedilmiş olup, Pier Paolo Pasolini’nin 1 Kasım 1975’te saldırıya uğramasından önce yapılmış son televizyon röportajıdır.
girdiğinde bizi yine bir skandal mı bekliyor?
Hayır. İnsanların kanını dondurmak doğru olanı, skandal olmak büyük bir zevk. Skandal olmanın zevkini reddeden kişi, bildiğiniz üzere bir ahlâkçıdır.
Cinsellik, politik mi?
Doğal olarak.
Skatoloji?
O da. Politik olmayan hiçbir şey yoktur.
Yamyamlık?
Bu, politik düşmanlarınızdan kurtulmak için en iyi yol mu?
Bakın, bugünlerde Swift gibi iki dürüst öneride bulunmuştum: İlkokul öğretmenlerini ve İtalyan Televizyon yöneticilerini parçalayarak yemek.
Çok sert değil mi?
Burjuva ve Burjuvaziye hep aynı kininiz mi var?
Bu kin değil, daha çok hem artan hem de azalan bir şey. Ne yazık ki, bu noktada kine karşı çıkıyorum, çünkü İtalya’da herkes burjuva oldu.
Peki, burjuvalar filmlerinizden birinin başarısını geçerse, bu sizi üzer mi?
Burjuvalar asla böyle bir şeyi yapamaz. Bunu yapsa yapsa elit burjuvalar yapar ki ben, kendim, onların içindeyim.
Neden savaşmıyorsunuz?
Hangi anlamda?
Artık bir politik savaşçı değilsiniz.
Hiç olmadığı kadar politik savaşın içindeyim. Bu zamana kadar hiçbir partiye üye olmadım. Ben bağımsız bir Marksistim. Savaşmaya devam ediyorum.
İnsanların size sokakta küfrettiği dönemleri arıyor musunuz?
Hâlâ küfrediyorlar ki.
Bu size zevk mi veriyor?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)