Cinselliğin Bir Tarihi Var mıdır?



David. M. Halperin

Cinsiyetin [sex] tarihi yoktur. Bedenin işleyişine gömülmüş, doğal bir olgudur ve böylelikle, tarihin ve kültürün dışında yer alır. Buna karşılık cinsellik, bedenlerin belirli bir yönüne veya niteliğine doğrudan atıf yapmaz. Cinsiyetten farklı olarak, cinsellik kültürel bir üretimdir: insan bedeninin ve onun fizyolojik kapasitelerinin ideolojik bir söylem tarafından temellük edilmesini [appropriation] içerir. Cinsellik bedensel [somatic] bir olgu değil, kültürel bir etki­dir. Dolayısıyla, cinselliğin bir tarihi vardır - lâkin, (iddia edeceğim üzere) bu çok uzun bir tarih de değildir.

Bunu iddia etmek, elbette ki, -ifademdeki kesinliğe rağmen- malumu ilam değil; tartışmalı, kuşku uyandıracak denli modaya uy­gun ve, belki de, kuvvetli bir şekilde sezgi karşıtı bir iddiayı ortaya koymaktır. Böyle bir iddianın inandırıcılığı, son dönem Fransız fel­sefecilerinden Michel Foucault’nun parlak, öncü fakat büyük oran­da kuramsal çalışmasına gösterilen itibardan başka, sağlam hiçbir temele dayanmıyor görünebilir. Foucault’ya göre, cinsellik bir şey, doğal bir olgu, insan öznelliğinin ebedi gramerinde sabit ve hareket­siz bir öğe değil, “bir politik teknolojiler bileşiğinin” belirli bir kul­lanımıyla 'bedenlerde, davranışlarda, toplumsal ilişkilerde yarattığı bir etkiler kümesi[dir].” “Cinselliği” diyerek ısrar eder başka bir bölümde Foucault,
iktidarın kontrol altında tutmaya çalışacağı doğal bir veri ya da bilimin [knowledge] yavaş yavaş açımlamaya uğraşacağı karan­lık bir alan olarak görmemek gerekir. Cinsellik tarihsel bir terti­bata verilebilecek bir addır: kavranması güç gizli bir gerçeklik değil, bedenlerin uyarılmasının, hazların yoğunlaştı­rılmasının, söyleme kışkırtmanın, uzmanlık bilgilerinin oluşu­munun, denetim ve direnmelerin güçlenmesinin -bazı majör bil­gi ve iktidar stratejileri uyarınca- birbiriyle ilişkilendiği büyük ve yüzeysel bir şebekedir o.

Foucault’nun otoritesinden fazlasına ihtiyaç olduğunu da düşünü­yorum. Halihazırda Faucault’nun temel iddialarını desteklemeye ve ilerletmeye bu kadar çabaladığı tarihselci projeyi ileri taşımak adına hem kavramsal hem ampirik birçok çalışmanın yürütülmüş olduğu kesindir. Yine de, Foucault’nun ancak kaba hatlarını -kendisinin de kabul ettiği gibi, biraz alelacele, biraz uygunsuzca- çizebilecek kadar zaman bulabildiği resmi tamamlamak ve cinselliğin, gerçek­ten de -onun iddia etmiş olduğu gibi— modernliğe özgü bir üretim olduğunu göstermek istiyorsak, daha yapılması gereken çok şey var.

Klasik Antikite’ye dair çalışmalar, bu tarihsel girişim içerisinde özel bir rol oynar. Eski dünyayı modern olandan ayıran zaman dili­minin kendisi öyle büyük kültürel dönüşümleri kapsar ki, bunların yol açtığı karşıtlıkların onlara bakmakta olan birini şaşırtmaması mümkün değildir. Klasik Antikite öğrencisi Antik dönem kayıtların­da tümüyle alışılmadık bir dizi değer, davranış ve toplumsal pratikle, hayatın neye benzediğine dair modern mefhumlara meydan okuyan ve bugün anladığımız şekliyle “insan doğası”nın varsayılan evrenselliğini sorgulayan, deneyimi düzenleme ve eklemleme biçimleriy­le kaçınılmaz şekilde karşı karşıya kalır. Bu tarihsel mesafe, sadece bizim Antik döneme ait sosyal ve cinsel uzlaşımları [convention] belirli bir keskinlikle görmemize yol açmakla kalmaz, aynı zaman­da bizi, -tamamıyla uzlaşıma dayalı ve rastgele karakterdeki- kendi toplumsal ve cinsel deneyimlerimizin ideolojik boyutuna daha açık bir biçimde odaklanmaya da götürür. Cinsel deneyim üzerine halihazırda sorgulanmayan, Antikite çalışmalarının masaya yatırdığı varsayımlardan biri, cinsel davranışın bireyin “cinselliğini” yansıt­tığı veya ifade ettiği varsayımıdır.

Şimdi bu, bulunması görece zararsız ve sorunsuz, her tür ideolojik içerikten yoksun bir varsayımmış gibi görünebilir, ama bu varsayım­da bulunurken esasen zihnimizde olan ne? Bilhassa kendi “cinsellik” kavramımızdan ne anlıyoruz? Kanımca biz, “cinselliğin” insan kişi­liğinin pozitif, belirgin ve kurucu bir özelliğine; bireyde cinsel edim­lere, arzulara ve zevklere ayrılmış o karakterolojik yere -tüm cinsel ifadelerin kendisinden türediği muayyen bir kaynağa- atıfta bulundu­ğunu düşünüyoruz. Bu anlamda “cinsellik” yalnızca betimleyici bir terim, bir takım nesnel durumların tarafsız bir temsili veyahut ken­dimize dair bazı tanıdık olguların basit bir teşhisi değil; daha ziyade, bu “olguların” tertibi, düzeni ve izahının özgün bir yoludur ve bu da, [cinsellik] oldukça fazla kavramsal çalışma icra ediyor demektir.

İlkin, cinsellik kendini psikofiziki insan doğasının genişçe saha­sında ayrı, cinsel bir alan olarak tanımlar. İkinci olarak, cinsellik bu alanın, -yakın zamanda cinselliğin belirlediği sahâlârın daha eski taliplilerinden yalnızca birkaçını saymak gerekirse- şehvet [carnality], cinsel birleşme/cinsel ilişki peşinde koşma [venery], libertenlik [libertinism], cinsel güç [virility], tutku [passion], aşka meyillilik [amorousness], erotizm [eroticism], mahremlik [ intimacy], aşk [love], şefkatli duygular [ajfecîion], istek [appetiîe] ve arzu [desire] gibi ge­leneksel olarak onu aşan, kişisel ve toplumsal hayatın diğer yörele­rinden kavramsal anlamda yalıtılmasını ve sınırlanmasını sağlar. Son olarak, cinsellik cinsel kimlik üretir: her birimize, (en azından kısmen) özgün cinsel terimlerle tanımlanmış kişisel bir öz, bir tekil cinsel ta­biat bahşeder; insanların cinsellikleri düzeyinde bireyleştiğini, birinin diğerinden cinselliği yoluyla farklılaştığını ve, esasen, cinselliklerine istinaden farklı tip ve nitelikte varoluşlara ait olduklarını ima eder.

Bunlar, en azından, halihazırda kavramsallaştırıldığı üzere, bana “cin­selliğin" önemli bazı dalları [ramifications] gibi görünüyor. [Ben cinsel­liğin] Temsil ettiği bu bakış açısının eskilerin kayıt altına alınmış dene­yimlerine yabancı olduğunu iddia edeceğim. Özelde, cinselliğin modern kavramsallaştırmasına içkin görünen, lâkin Antik kaynaklarda zar zor yankı bulan iki tema, araştırmamın odak noktasını oluşturacak: varoluşun (yaşamın diğer yörelerine derinlemesine sirayet eden, ama elbette onlar­dan ayrı ve en az onlardan etkilendiği kadar onları etkileyebilir durumda olan) münferit bir alanı olarak cinselliğin otonomisi ve insan tabiatlarında bireyselleşme ilkesi olarak cinselliğin işlevi. Takip eden bölümlerde temayı sırasıyla ele alarak, cinsel deneyimin Antik ve modern çeşitlilikle­ri arasındaki farklılıkların derecesini belgelemeye deneyeceğim.

İlkin, varoluşun münferit bir alanı olarak cinselliğin otonomisi. Değinmek istediğim esas noktaya halihazırda Robert Padgug, cin­selliği tarih içinde kavramsallaştıran, şimdilerde artık bir klasik sa­yılan makalesinde değinmiş. Padgug iddia ediyor ki,  Bugün “cinsellik” olarak düşündüğümüz şey,burjuva-öncesi dünyada, birbirine zorunlu olarak bağlı bulunmayan, ya da, eğer bulunacaksa, bizimkinden çok farklı yollarla ilişkilendirilmiş bir grup eylem ve kurumdu. Cinsel birleşme, kan bağı, aile ve cinsiyet [gender], |bir araya gelip cinsellik “alanı gibi bir şey oluşturmuyordu. Daha ziyade, her cinsel eylem kümesi doğrudan ya da dolaylı olarak ilintilendirilmişti - yani, bizim doğaları gereği politik, ekonomik veya toplumsal olarak görme eğiliminde olduğumuz kurumların ve düşünce kalıplarının bir parçasını oluşturuyordu; ve aralarındaki bağlantılar, cinselliğin bir şey, diğerlerinden ayrılabilir bir şey, özel [private] varoluşun ayrı bir alanı olduğu fikrini çapraz kesiyordu

Antik dönemden kanıtlar Padgug’ın iddiasını epeyce destekler. Örneğin, Klasik dönem Atina’sında cinsel ilişki, içsel nitelikleri veya eğilimleri ifade etmekten ziyade, toplumsal aktörleri, Atina devletinin hiyerarşik yapısı içindeki politik konumlarına istinaden, onlara layık görülen yerlere yerleştirmeye yarıyordu. Bu formülasyonu biraz daha detaylandırmama izin verin.

Klasik dönem Atina’sında, yetişkin erkek yurttaşlardan oluşan nispeten küçük bir grup toplumsal iktidarın tekelini neredeyse tü­müyle elinde bulundurmaktaydı ve şehir-devletinin sosyal ve po­litik yaşamı içerisinde net biçimde tanımlanmış bir seçkinler sınıfı oluşturmuştu. Klasik dönem Atina’sının toplumsal peyzajının en baskın özelliği, yurttaşlardan meydana gelen bu üst sosyal grup ile kadınlar, çocuklar, yabancılar ve kölelerden oluşan alt sosyal grup -tümü aynı derecede altta yer almasa da hepsi yurttaşlık haklarından yoksundu- arasındaki statü temelli büyük ayrışmaydı. Cinsel mü­nasebetler sadece bu ayrışmaya riayet etmekle kalmıyor, ona uygun olarak, keskin bir biçimde kutuplara ayrılıyordu.

Atina’ya dair belgelerde cinsel ilişki, iki ya da daha fazla kimse­nin müşterek biçimde dahil olduğu karşılıklı bir girişim değil, top­lumsal olarak üst seviyede olanın aşağıda olana uyguladığı bir eylem gibi resmediliyordu. Asimetrik bir harekette olması gerektiği gibi, cinsel ilişki -bir kimsenin bedeninin bir diğeri (ve özel olarak fallus tarafından) tarafından penetre edilişi-, iştirakçilerini etkin bir bi­çimde ayrıştırıyordu ve kökten farklı ve kıyaslanamaz kategorilere (“penetre eden”e karşı “penetre edilen”), üst ve alt toplumsal katego­rilerle büsbütün uyumlu kategorilere ayırıyordu. Cinsel penetrasyon tahakküm olarak tematize edilmiş olduğundan, diğerinin içine giren [insertive] ve içine alan [receptive] cinsel partnerler arasındaki iliş­kinin, toplumsal tabakalarda üstün ve aşağı olanlar arasında geçerli ilişkiyle aynı türde olduğu düşünülüyordu." Dolayısıyla, bu iki cin­sel rol ister istemez üst tabaka ve alt tabaka toplumsal statülerle eş- yapıdaydı; Atinalı yetişkin bir erkek yurttaş ancak yasal olarak reşit sayılmayan biriyle (bunlar onun yaşça aşağısında değil, toplumsal ve politik olarak aşağı statülerdeydi) meşru zeminde cinsel ilişkiye gire­bilirdi: cinsel arzusunun uygun hedefleri, özellikle, her yaştan kadını ve ergenlik çağını geçmiş ama yurttaş olmak için yeterince yaş alma­mış özgür erkekleri (ben onlara kısaca “oğlanlar” diyeceğim) olduğu kadar, her cinsiyetten yabancı ve köleyi içermekteydi.

Diyojen

Diogenes’in skandal yaratan hareketi malumdur: cinsel iştahını doyurması gerektiğinde, kentin meydanında kendi kendini rahatlatırdı. Kynikler’in birçok kışkırtması gibi bu da iki anlamlıdır. Gerçekten de kışkırtma –olayın herkesin içinde olması özelliğine ilişkindi- bu Yunanistan’daki her  türlü gelenek ve göreneğe tersti; yalnızca geceleri aşk yapılmasının nedeni, gözlerden rahatlıkla ırak durmanın gereği olarak açıklanabilirdi; ve bu tür ilişki içindeyken görülmeye karşı önlem alma, aprodisia’ların uygulanmasının insan da mevcut olan en soylu şeyi onurlandıran bir olay olmadığının göstergesiydi. Diogenes bu “davranışsal” eleştirisini işte bu saklılık (kamudan sakınma) kuralına yöneltiyordu; gerçekten de Laertes’li Diogenes, onun “her şeyi, yemeği de, aşkı da herkesin önünde” yaptığını ve şu mantığı yürüttüğünü aktarır: “Eğer yemek yemekte bir kötülük yoksa, herkes içinde yemek yemekte de bir kötülük yoktur.” Ama, besinle bu yakınlaşmaya girişmesinden dolayı, Diogenes’in davranışına bir anlam daha yüklenir: doğal olduğundan dolayı utanç verici olmayan aphrodisia’ların kullanılışı, bir gereksinimin giderilmesinden başka bir şey değildir ve Kynik midesini en basit şekilde dolduracak besine başvurduğu gibi ( çiğ et yemeye çalıştığı söylenir) aynı biçimde, mastürbasyonu da iştahını geçiştirmenin en doğruda biçimi olarak görür; hatta açlık ve susuzluğun da böylesine basit biçimde doyurulma olanağı olmamasına üzülür: “Tanrım, açlığı gidermek için karnımızı ovuşturmamız yetse ne iyi olurdu.”

Michel Foucault

Eşcinsel Aşkın Tarihi

Helenistik dönemde İ.Ö. 400 civarı 70 bin nüfuslu Atina'da olağanüstü şeyler olur. Demokrasinin temeli atılır; atom tanımlanır; estetik zirveye ulaşır. Eflatun erkekler arasındaki mükemmel ilişkinin  tanımını yapar. Genç erkek, tanrının güzelliğini paylaşır, yaşlı ise bilgeliğini. Gencin güzelliği yaşlıdan yansır ve ideal yakalanır. Eflatun İ.Ö. 387'de Akademi'sini kurar. Oradan mezun olanlar kendilerine akademisyenler derler. Mitolojiler tüm bu kavramları manifestolaştırır. Apollon'un kadınlardan çok erkeklerle yaşadığı aşkları vardır. Örneğin soylu bir ailenin oğlu ve yaşayan en  güzel delikanlı olarak bilinen Ganimet, Zeus tarafından kaçırılır ve ona 60 gün boyunca dünyanın tüm zevkleri tattırılır. Mitolojiler toplumun dini ve ahlaki rehberliği görevini de görür. Bu nedenle bu ilişki türü kendi haklı nedenlerini en üst seviyede açıklayabiliyordu.

Sokrates Eflatun'u, Eflatun Aristotales'i, Aristotales de Büyük İskender'i eğitir. Sonun da İskender ile Efestion arasında tarihin en büyük eşcinsel aşkı yaşanır. Bir şekilde Efestion'un ölümünden sonra o güne kadar tarihin gördüğü en büyük cenaze töreni gerçekleştirilir. İskender bütün hekimlerini öldürtür, bütün askerlerinin saçlarını kestirtir. Kısa bir süre sonra da kendisi ölür. Unutmamak gerekir ki İskender'e ilham kaynağı olan, Akhilleus ve Patrokles'in yaşadığı aşktı... Böyle bir bellekle Praksiteles, Myron ve Polykletos gibi heykeltıraşlar tarihin en yetkin erkek figürü heykellerini yarattılar. Bu heykeller tanrılar, krallar ve atletler diye kabaca üç kategoride toplanabilir. O dönemin atletleri ve sporcuları bugünden pek de farklı olmayan yöntemlerle pazarlanırlar. Büstleri seri bir şekilde üretilip uygun mermer bedenler üzerine oturtulup lüks evlerde yerlerini alır. Hamamlarda elde edilen terleri, küçük şişelerde çok yüksek fiyatlara afrodizyak olarak satılır. Burada söz konusu olan, erkek bedenine duyulan aşkın ve erkin yüceltilmesidir.

Ne var ki bu toplumda kadınlar söz sahibi değildir, toplumun devamlılığını sağlayacak birer unsurdurlar sadece. Seçme ve seçilme hakları yoktur. Çocuk büyütmekle yükümlüdürler, evlerine hapsolmuş durumdadırlar. Ancak kendisine yüklenen bu rolü reddeden bir kadın vardı: Sappho. Tüm bu yaşamın dışarısında, Lesbos Adası'nda hemcinslerini etrafına toplayıp alternatif bir yaşam kurdu. Kurduğu okullarda genç kızları eğittiği gibi, şiirlerinde de hemcinslerine duyduğu aşkı dile getirdi. Kurduğu komünün üzerinde yaşadığı Lesbos adası bu aşka adını verdi.

Erkekler ise cinselliği ve yaşamın güzelliğini dışarıda hemcinsleriyle kutlamaktaydılar. Denebilir ki, bu kısa dönem önümüzdeki 2000 yıla referans oluşturur. Platonik aşkın kuralları, tanımı yapılmayan eşcinselliğin mükemmelleştirilmesini temin eder. Etrüsk, Hindistan, Japonya'da özellikle Samuraylar, Roma, Bizans ve Osmanlı imparatorlukları bu geleneği farklı şekillerde sürdürürler. Sanatta helenistik dönemdeki bu olağanüstü yetkinlik bir daha yakalanamaz, ancak bahsi geçen uygarlıklarda minyatürler bu dünyaya ait ip uçlarını yine de barındırırlar.

Bizans'ın çöküşünden sonra Ortaçağ Avrupası'nda Şarlman (Büyük I. Karl) hüküm sürer. Capitula Angilramni - kilisenin ve devletin kanunları- bu dönemde yazılır. 840'ta Şarlman "kaybolan kanunlar" diye yeni sahte maddeler ekler. Bu maddelerde eşcinselliğin günah olduğu ilk kez yasallaşır. 1277'de Sodomi (üremeyle sonuçlanmayan herhangi bir cinsel ilişkiyi kapsayacak biçimde anılır; bu tür ilişkiler genelde, oral seks, anal seks ve zoofiliyi kapsar), Müslümanların Hristiyanlara zorla uyguladığı bir pratik olduğu bahanesiyle Haçlı Seferlerine neden olarak gösterilir. Sodomi, 1532'de suç olarak tanımlanır, yasalaştırılır ve cezası yakılarak ölüm olur. Özellikle Zürih, Amsterdam, Londra, ve Prusya gibi Batı şehirleri bu katliamın merkezleri olmuştur.

Rönesans'la birlikte gelen aydınlanma sürecinde Neo-Platonik okul 16. yüzyılda Marsilio Ficino tarafından tekrar öğretilmeye başlanır. Ficino öğretisinde daha çok aşkın göksel haline odaklanılmıştır. Bu öğretiye göre aşk, bedeni aşıp tanrıya ulaşmalıydı...Ama ne var ki bunu Eflatun'un öğretisiyle yapmak erkeklerin kendi aralarında yaşayabilecekleri aşkın yüceliğini tekrar hatırlatmak demekti.

Rafael ve Perugino gibi sanatçılar  Ficino'nun etrafında toplanıp yetişmeye başlarlar. Perugino, Apollon ve Marsyas isimli tablosunda belki de tarihinin en açık seçik belgesini resmederek hocasının öğrencisi Pico della Miirandola ile olan ilişkinin cinsel boyutunu betimler. Resim, anlattığı öykünün mitoloji gibi kanlı değil, aksine gökyüzünde resmedilmiş çiftleşen iki kuşun hali gibi bittiğini gösterir izleyicisine.

Rafael Atina Okulu freskini yapar, dolaylı olarak Platonik Akademi'ye gönderme yaparak resmin içine kendisini de yerleştirir. Ressam Eski Helen uygarlığının estetik normlarını tekrar hatırlatır. Gerek Perugino gerek Rafael yaptıkları resimlerde bu aşkı gizlice de olsa kompozisyonlara yerleştirirler. Özellikle her iki ressamın da Meryem'in Nişan Töreni tabloları incelemeye değerdir. Özellikle Perugino'nun resminde Meryem ve Yusuf'un nişan sahnesinde bu çok alenidir. Bu resim, dayatılan toplumsal ahengin karşısında konumlanmış net bir estetik tavrı ortaya koyar: Yusuf kabul gördüğü için elinde tuttuğu kamış yeşermiştir, ancak arka planda reddedilen genç elindeki kamışı kırarken, Helenistik tavırda çıplak bir erkek elini ona uzatır!

Donatello, Rönesans'ın kapılarını açan en önemli yapıtlardan birisi olan Aziz Yuhanna heykelini yapar. Tüm yakışıklılığıyla Aziz Yuhanna Altın Çağ'ın müjdecisi olur. Heykeltıraşın Davud'u ise bir savaşçıdan çok, yumuşak hatları ve çıplak bedeniyle daha ziyade Eflatun'un bahsini ettiği ergen oğlandır. Sanat dine hizmet etse de, tüm dini kahramanlar -Aziz Sebastian, Yahya ve diğerleri- eşcinsel aşkın sembolleri olarak betimlenirler. Boticelli ve Montagna devrim yaratacak örnekler verirler. Artık bazı ressamlar büyük servet kazanmış, himayesine girdikleri aileler tarafından koruma altına alınmışlardır.

Güzel Oğlan

kritios


Atina’nın güzellik tapımı, üstün bir temaya sahipti: Güzel oğlan. İlk de­kadan sanatçı olan Euripides, Apol­lonca altın güneşin yerine kanlı ayı koyar. Medea, Atina’nın kadınlara dair en korkunç kâbusudur. O, doğa­nın öç alışı, Euripides’in güzel oğla­na karanlık cevabıdır.

Yüksek Yunan kültürünün eşcinselliği, Winckelman’dan itibaren ga­yet açıktır, ama olgular, dönem ve bakış açısına göre ya ilgi çekmemiş ya da fazlasıyla öne çıkartılmıştır. Örneğin, geç dönem on dokuzuncu yüzyıl estetik anlayışı, “Yunan aşkı” konusunda birçok sıradan değerlendirmeyi içeriyordu. Tabiî, önemli ölçüde eksik kalsalar da Harvard’ın yeşil ve kır­mızı Loeb kitaplığındaki klasik edebiyat çevirileri on dokuzuncu yüzyıl başlarında yayımlanmıştı. Fakat şimdi, ağırlık gerçekçilik tarafındadır. K. J. Dover, Yunan Eşcinselliği (1978) adlı çalışmasında, cinsel pratiğin fiilî mekanizmalarını bir testinin üzerindeki resim aracılığıyla yeniden düzen­ler. Fakat ben, Yunan aşkının sosyolojiye dair mantıksal temelleriyle ilgi­lenmiyorum. Önceliğim estetiktir. Atina’nın kadından oğlana dönüşü, göz kamaştırıcı bir kavramsallaştırma eylemidir. Her ne kadar adaletsiz olsa ve netice itibariyle kendini kösteklemiş olsa da, Batılı kültürün ve kimliğinin hayat bulmasında can alıcı bir harekettir.

Daha önce işaret etmiş olduğum gi­bi, Yunan’daki güzel oğlan Batının en Önemli cinsel personalarından biridir. Artemis gibi onun da başka kültürlerde tam bir muadili yoktur. İtalyan Röne­sans sanatına benzer biçimde, Apollon­ca anlayışın geri döndüğü koşullar gü­zel oğlan tapıncını da kendisiyle beraber taşır. Güzel oğlan erdişidir, kesinlikle hem erkek hem kadındır. Kaslı vücut ya­pısıyla birlikte, nemli bir kızlık halini de içerir. Kas gücüne ihtiyaç duyan eylem Yunan’dan sirayet etmiştir. Palestra’da çabalayan nü’nün bedeni gözlere sunul­muştur. Yunan’da atletiklik, Yunan hu­kuku ile benzerlik gösteren kamusal bir cefadır. Yunanlılar matematiği doğaya uyarlamışlardır: Ne kadar çabuk? Ne kadar mesafe katetmiş? Ne kadar güç­lü? O güzel oğlan, Apollonca mekânın odağındadır. Gözler onun üstündedir.

Güzel oğlanın geniş omuzlu, ince belli bedeni, her bir kas gurubunun konturlarını belirleyen Apollonca eklemlenişin şaheseridir. Dahası, kalçaya ve cinsel organa bağlanan yeni bir kası vardır. Klasik Atinalıların güzellik tercihinde yağlı kadın bedenine yer yoktu, çünkü eylemin görsel araçları arasında yağlı kadın bedeni yoktu. Ulu Ana’nın öz oğlu ve de âşığı olan güzel oğlan Adonis, şimdi doğadan uzaklaşmış ve kitonyenden de arınmıştır. Aynı Athena gibi erkekler aracılığıyla yeniden doğmuş ve kendi katı bedeninin Apollonca zırhını kuşanmıştır.

Büyük Yunan sanatı, MÖ yedinci yüzyılın sonlarına doğru Arkaik kouros’la (“genç”), zafer kazanmış bir sporcunun doğal boyutlarından daha büyük yapılmış olan çıplak heykeli ile başlar.  O, Apollonca sükûnet içinde tahayyül edilen anıtsal insan iddiacılığıdır. Yumrukları Firavunvari biçimde sıkılıdır ve bir ayağı diğerinin önünde durur. Yine de Yu­nan sanatçılar eserlerinin nefes almasını ve hareket etmesini isterlerdi. Mısır’da binlerce yıl değişmeden kalan, Yunanistan'da tek bir yüzyıl içinde hayata dâhil olur. Kaslar şekilli ve şişkindir; âdeta peruk gibi, gür ve tutamlı saçları buklelidir. Gülümseyen kouros, sanatta kendi başına duran ilk heykeldir. Katı Mısır simetrisi, bir yöne bakarken ağırlığını öteki bacağın üstüne yayan ilk dönem klasikleri arasındaki Kritios Oğlanı heykeli kadar muhafaza edilmiştir. Eksik olsa bile Yunan elişçiliği hakkındaki kayıtlara göre, Kritios Oğlanı son kouros’tur. Kritios Oğlanı bir tip değildir, aksine ağırbaşlı ve gösterişli gerçek bir oğlandır. Düzgün ve biçimi güzel bedeninde masum bir şehvet vardır. Fakat Arkaik kouros etine dolgunluğu ve geniş kalçaları nedeniyle hem öne çıkarılmış hem de hoşa gitmiş Ancak Kritios Oğlan'ın kalçası, Venedik resimlerindeki göğüslerin erotikliğini andırırcasına kadınsı bir zarafeti sergiler. Zemin üs­tündeki pozisyonda bir bacak dizden hafifçe kırılır ve öteki bacak serbest kalır. Sanatçı onları, parlak ve dolgun elma ile armutlar şeklinde tahayyül eder.


Üç yüzyıl boyunca Yunan sanatı, taştan ve tunçtan güzel oğlanlarla dolup taşmıştır. Hiçbirinin adını bilmiyoruz. Yalnızlığı içinde desteğini kendi kendinden alan kouros, Apolloncu bir fikir, gözün bir özgürleşme­si olduğu için, bu heykeller için eskiden beri bir cins adı olarak “Apollon" adının kullanılmasının bir hikmeti vardır. Çıplaklığı polemikçidir. Bir eliy­le adak sunarken tasvir edilen arkaik kore (“bakire”) daima giyinik ve ya­rarcıdır. Kouros sehpası üstünde Apollonik dışsallık ve görülebilirliğiyle kahramanca bir yalınlık içinde durur. İki boyutlu Firavun heykellerinden farklıdır, seyirciyi ona takdirlerini sunmaları için sahneye davet eder. O kral ya da tanrı değil, genç bir insandır. Güzel oğlanın payı tanrısallık ve yıldızlık olmuştur. Sekülerleşme ve kişiliğin ayinsel hali tanrının tezahü­rüdür. Kouros Batı tarihindeki ilk kişilik tapımını belgeler. O. güzellik ta­pıncının putudur, bir haneden mirası olmaktan ziyade kendi kendini üret­miş bir hiyerarşiciliktir.

Kouros tuhaf bir meyveyle yüklüdür. Kadını ya da erkeği hangisini konu edinirse edinsin, dördüncü yüzyıldan itibaren Yunan heykel sanatı­nın bütün büyük işleri onun cesur berraklığı ve bütünsel tasarımından doğ­muştur. Yunan sanatı Helenistik sanata dönüşerek doğu Akdeniz boyun­ca yayıldı. Ondan da İsa Kutsal Bakire ve azizlerin asık yüzlü mozaik ikonlarıyla Yunanistan Türkiye ve İtalya'daki Ortaçağ Bizans sanatı ge­lişti. İtalyan Rönesansı Bizans üslubunda başladı. Böylece Arkaik Yunan kouroi'den, İtalyan tarzı sunakların ayakta tasvir edildiği azizlerine ve Gotik katedrallerin vitray camlarına ulaşan doğrusal bir çiz­giden bahsedebiliriz. Homerosvari ikonculuk, popüler bir İtalyan tema­sında tam daire olarak Aziz Sebastian'da, fallik okların bedenine saplan­dığı yarı-çıplak gençte varlığını sürdürür. Bu oklar saldırgan Batının göz kırpışları usta okçu Apollon'un ışınları oktan olan güneşidir.

Yunan kouros’u, Mısır’ın soğuk Apollonca gözünü miras alarak cinsellik, iktidar ve şahsiyetin büyük Batılı kaynaşmasını yaratmıştır.

Yunanistan’da güzel oğlan her zaman sakalsızdır ve zaman içinde donmuştur. Erkekliğe adım attığında, kendisi oğlanların âşığı olurdu. Yunan oğlan, Hıristiyan azizleri gibi bir şehir, doğanın tiranlığının bir kurbanıdır, (güzelliği kalıcı değildir, bu yüzden Apolloncu heykel tarafından en mükemmel çağında hapsedilmiştir. Falan ya da filan kalosu (güzeli) yücelten yüzlerce çömlek, seramik parçası ve grafik vardır, erkeklerin erkeklerce alenen ve cilveyle övülmesi. Dover, erkek cinsel organlarının tasvirinin bizimkiyle tamamen ters olan ölçütünü şöyle gösterir: Küçük ve ince penis revaçtayken, büyük penis kaba ve hayvansıydı. Kaslı Herakles bile küçük bir oğlanın cinsel organıyla tasvir edilmişti. Dola­yısıyla politik ataerkilliğine rağmen Atina, bir fallik-iktidarı -kaba bir ke­lime- olarak değerlendirilemez. Aksi­ne Yunan penisi ünlem işaretinden zi­yade kısa bir çizgiye benzer. Güzel oğlan arzulayan değil, arzulanandı. Yunan estetik ideali olarak cinsellik öncesi ve cinsellik ötesi bir boyut işgâl ederdi. Genel kabule göre, kendisi uyarılmamış olarak kalırken, yetişkin hayranı orgazm peşinde koşabilirdi. Güzel oğlan, dişi geçmiş ile eril gele­cek arasında salınan bir ergendi. Jü Van den Berg, on sekizinci yüzyılın icât edilmiş ergenliğinden bahseder. Bir zamanlar çocukların yetişkinlerin sorumluluklarına şimdi olduğundan daha hızlı geçtikleri doğrudur. Örne­ğin, Katolisizmde yedi sayısı, ahlâkî bilinçlenmenin şafağıdır. Birinci Komünyon’dan sonra, ya cehennem ya da efsunlu su vardır. Aslında, Rousseau ve Goethe’nin Romantik eserleri, doğum sancısını andıran kimlik bu­nalımlarıdır. Tabi ergenliği tamamıyla modern olarak tanımlayan Van den Berg’in yaklaşımı çok da uygun değildir. Yunanlılar, sanattaki bu biçimselleştirmeyi görmüş ve düzenlemiştir. Günümüzde Yunan’ın oğlancılığı erkek ergenlerin erotik cazibesini onurlandırmasına benzer bir durum yaşandığında kapıya polis dayanabilir. Çocuklarsa ebeveynlerinin tercih et­tikleri düşünüşten daha bilinçli ve sapkındır. Bruce Benderson’ın, çocuk­ların seçebildiği ve hattâ seçtiği görüşüne katılıyorum. Ergenliğin bir üst aşamasındaki ergen erkek, bedensel zindelik ve uyuşukluk arasında boca­larken hayaldedir ve bertaraf olmuştur. Kız-oğlanın erkekliği, çok eski ve puslu bir cam parçasından baktığımızda gördüğümüz, bulanık ve parılda­yan bir şeyi andırır. J.Z. Eglinton, Yunan şiirinde genç erkekler için kul­lanılan “çiçek açan” benzeri görüntüleri aktarır: “Çiçeklenen ergen, eril ve dişi güzelliklerin bir sentezidir.” Delikanlı biraz daha büyümüş ve ağır­başlı bir hal almışsa da, ancak yarı kadınsı görkemini sürdürmüştür. O de­likanlıya» üçgen alınlığa yerleştirilen Apollon, Delfili Savaş Arabası Sürü­cüsü, Chatsworth’teki tunç Apollon ve mezar taşının önündeki Erytraili savaşçının resmedildiği beyaz hamam testisinde de rastlarız. Bu gençler­de Eski Yunan’a ait yüz şekli seçilebilecek kadar belirgindir. Yüksek alın, güçlü ve düzgün burun, bir kızı andıran pembe yanaklar, gergin ve dolgun bir ağız ve kısa üst dudak. Bu, Maniyerist parlak müstehcen oğlanının, Elvis Presley, Lord Byron ve Bronzino’nun yüzüdür. Freud, Yunanlı ergenindeki erdişiliği görmüştü: “Erkeğe en fazla benzeyen erkeklere dönme­ler arasında rastlandığı Yunanlarda, erkeğin aşkını oğlanın erkek karakte­rinin tahrik etmediği gayet açıktır; onu tahrik eden şey, utangaçlık, ağırbaşlılık, talimata ve yardıma ihtiyaç duyma gibi kadınsı psişik özellikle­riyle birlikte, kadına olan fiziksel benzerliğiydi.” Özellikle sarışınlar arasındaki bazı oğlanlar, ergen güzelliğini âdeta yetişkinliğe de taşırlar. Bunlar, Billy Budd modeli adını verdiğim, taze, etkin ve gençtir, kalıcı bir eşcinsel zevk sınıfı oluşturur.







Juvenalis ve Martial


Petronius’un ardından, her ikisi de on birinci yüzyılda Roma'da yaşayan ve aynı kuşağa dahil olan iki büyük ahlaksızlık ahlakçısı ortaya çıktı: Juvenalis ve Martial. Yozlaşmış Romalıların cinsel bozukluklarını titizlikle ama okura, böyle alışkanlıkları taklit etme isteği asla vermeyen iğneleyici bir biçimde betimlediler, önceleri hatip olan Juvenalis, hayranlık duyulacak kişiler olarak kabul edilmek isteyen sefihlerin bu is­teklerine şiddetle karşı çıktığı Satirler'ine kırk yaşlarında başladı. Oğlancılara karşı yazdığı 11. Satir'inde sergilediği tipler iğrençtir: Saydam ihramla savunma yapan avukat Cretius kadın gibi giyinen ve cam falluslardan içen Baptlar, ya da evlilik yıldönümünü bir sirk müzisyeniyle gizlice kutlayan Graecchus. Ahlaksız ilan ettiği evli kadınlara karşı yazdığı VI. Satir'i daha da ateşlidir; prozodisini çınlatan ve sahnelerinin açık saçıklığını iyice vurgulayan bir öfke vardır. Kaba bir adama gönlünü kaptırdığından, bir gladyatör okuluyla birlikte Mısır'a kadar giden bir senatör karısını, Eppia, açıkça kınar; bir gene­levde Lycisca adı altında fahişelik yapan Imparatoriçe Messalin'i de lanetler. Aralık başında Roma'da kadınlar için düzenlenen Güzel Tanrıça şenliklerini olağanüstü bir biçimde gözler önüne serer; ve burada, birbirlerini kötü biçimde kışkırtan ve Admitte viros! ("Erkekleri içeri alın!"), diye son bir çığlık atarak, kendilerini köle olsun, suçlu olsun, kim olursa olsun herkese teslim eden Saufeia ve Medullina gibi çılgın lezbiyenlerin sefahat alemini anlatır.
Juvenalis, sahibinin cimriliğinden yakınan genç bir eşcinselle olan diyaloğunu aktardığı IX. Satir'de olduğu gibi, ironiyi de kullanır; bu eşcinsel fahişe öyle acınacak durumda gözükür ki, bir insanın bu kadar alçaldığını görmek tiksinti verir. Juvenalis, Satirler kitabını ancak seksen yaşında yayımladı, ve oğlancılara yönelik iğnelemeleriyle kendisini he­deflediğini hisseden İmparator Adrian'ın onu, çölde konaklayan bir piyade bölüğüne komutan olarak atayarak kalleşçe inti­kam aldığı söylenir; yaşlı şair, görevinin başına gelir gelmez, gurbete düştüğü için ölür.

Martial'ın etkisi Juvenalis'den farklıdır, çünkü o tiksinmez: Ahlakı bozuk olanları, oldukları gibi, kinik biçimde betimler. Beau, Martial'ın ondört epigram kitabından en müstehcen yüz ellisekiz şiiri seçmiş ve onları konularına göre sınıflandırmıştır: Dil düşkünlüğü (erkeğin ve kadının cinsel organını emme), anüs düşkünlüğü (aktif ve pasif oğlancılık), dışkıcılık (dışkıların tadına ilişkin nükteler), vs. Bu, cinselliğin tüm anor­malliklerini ve sapmalarını betimleyen bir katalogdur. Martial, etrafında bir sürü kadının dolaştığı lezbiyen Bassa ile ve beden eğitimi okulunda atletlerle yarışan, oburca yiyen, kusuncaya kadar şarap içen ve gününü, orta yerlerini yiyip yuttuğu (plane medias vorat puellas) kızlarla yatarak tamamlayan erkeksi kadın Philaenis'le alay eder:

Dt mentem tibi dent tuam, Philaeni,
Cunnum lirıgere quçe putasz virile;

("Tanrılar seni sağduyuya getirsinler, Philaenis, sen ki bir vulvayı yalamanın erkek gibi davranmak olduğunu hayal ediyorsun!")

Aktif ve pasif homoseksüellere karşı Martial, müthiş acı alaylar yöneltir. Pis kokan soluğu nedeniyle herkesin sırt çevirdiği oğlancıyı; arkası yaralandığı için oturamayanı; anüsü göbeğine kadar yarılıncaya dek (seçti podicis usque ad utnbilicutn) kendini ..düzdürtmeye hazır, delik kıçlı Charinus'u; erdem üzerine söylevler veren, ama güçlü kuvvetli bir oğlan çocuğu geçtiğinde dayanamayan vücudundaki bütün kılları kazımış Chrestus'u komik duruma düşürür: "Söylemeye utanıyorum, Chrestus, bize sadece Caton’dan söz ettiğin bu dille ona neler yaptığına." Martial’a kurbanlarını damgalaması için bir distik yeter:

Merıtula cum doleat puero, tibi, Naeoole, culus,
Non sum divinus, sed scio quid facias.

("Bu çocuk penisinin ağrıdığından şikayet ettiğinde, ve sen kıçından, Naevolus, ben müneccim değilim ama ne yaptığını bilirim.")

Martial, diğer cinsel sapıklara karşı daha az acımasız değildir ve her çeşit onursuz kadını alaya alır: Tanıkların önünde yatan Lesbia, çocuğu olmasın diye sadece hadımlarla yatan Gellia, üç tel saçı ve dört dişiyle baştan çıkaracak genç erkek arayan yaşlı Vetustilla, vs. Bu canavarlar sergisi karşısında, cinsel özgürlüğün sınırlarının olması gerektiği anlaşılır.

Yine de Martial, erdemlilik örneği taslamamaktadır, aşklarından açıkça söz eder, yatakta yeterince şehvetli olmayan ilk karısına sitem eder, genç kızlarla ve hatta genç erkeklerle olan sapkın ilişkilerini itiraf eder. Çok şey isteyen bir ahlakı yoktur, sadece iğrenç olanı reddetmekle, heveslerini tatminde doğru bir ölçüyü korumakla sınırlıdır. 81 yılından 96 yılına kadar İmparator Domitianus'un himayesinde olan Martial İmparatorun gözdeleri Earinus’la Spendophore'un savunmasını yaparak kendini alçaltır; bu konuda, böyle zayıflıkları olmayan Juvenalis kadar saygın değildir.

Erotik Edebiyat Tarihi

Relief of an Athlete with a hoop by unknown
 circa 1st century B.C - 1st century A.D.

Şen Bilim (Gay Science)



Şen Bilim*

Nietzsehe’ye (Gay Science) yapılan doğrudan atıf dışında, buradaki söz oyununa da dikkat çekmek gerekiyor. İngilizce karşılıkta “şen" anlamına gelen “gay“ sözcüğü. Türkçede mümkün olmaya¬cak bir şekilde, eşcinsel anlamına gelen gay’e de tekabül ediyor. Burada aynı zamanda Foucault'tıun ortaya koyduğu şekliyle, cinselliğin (ve paralelinde eşcinselliğin) moderniteyle birlikte bilimsel dikkatin konusu haline gelmesine de bir gönderme var.
Michel Foucault ile Söyleşi

Le Bitoux: Cinselliğin Tarihi'nin ilk cildinin tüm kitaplarınız içinde en yanlış anlaşılan kitabınız olduğunu düşünmenizin sebebi nedir?

Foucault: (uzun bir sessizlik) Bir kitabın anlaşılıp anlaşılmadığını söylemek zor. Çünkü ne de olsa, belki kitabı yanlış anlayan kişi onu yazan kişidir. Çünkü onu anlamış veya yanlış anlamış kişi, okuyucu olmayacaktır. Ben bir yazarın, kitabı hakkındaki yasayı kendisinin koy­ması gerektiğini düşünmüyorum. Yine de kitabımın bazı okuyucular tarafından alımlanışına şaşırdığımı söyleyebilirim. Çünkü bana aşırı kullanılmış, fazlaca belirlenmiş, eskimiş kavramların bazılarını - “bas­kı” gibi - tekrar ele almanın mümkün olduğu bir duruma ulaştık, bu durumun ne anlama geldiğini görmemiz gerekiyor gibi gelmişti. Her şeyden önce, bu kavramların, -her ne kadar son yirmi yılda biçimi de­ğişen bir dövüş [combat] ya da tartışma kapsamında dahi olsa- şu an, bu yeni durumda nasıl işler hale getirilebileceğini görmemiz gerekiyor diye düşünmüştüm.

Sanırım artık her şey yerli yerine oturdu ve, nasıl diyeyim, bu ilk baştaki şaşkınlık geçti. Bununla beraber, bu şaşkınlık izlenimi, belki de benim önceki pozisyonlarımın basitliğinden (gülüyor) ve beni, ne­rede ve ne şekilde olurlarsa olsunlar, her türlü baskı biçimlerine karşı mücadelenin “izci-vari” bir kavramlaştırmasıyla ilişkilendirmenin ko­laylığından kaynaklanıyordu. Bu noktada, sanırım bana atfedilen yada başkalarına ait pozisyonlarda ufak bir kayma oldu.

[...]

Le Bitoux: Sizce 19. yüzyıl burjuva aile cinselliğinde mastürbas­yon neden ensestten bile daha büyük bir tabu?

Foucault: Mastürbasyon bence kilit noktayı oluşturuyor. Çünkü çocuğun cinsellikle bir yasak ilişkisi kurmasını başlatan şey kesin­likle mastürbasyonun yasaklanması. Yasaklanan şey, mastürbasyon yani vücudun bu anlık hazzı, çocuğun kendi vücudundan ürettiği bu haz olduğu için, çocuk vücudunu da, hazzını da bu yasağın gölge­sinde yaşıyor.

İkinci olarak, mastürbasyon önemli bir yasak olduğu kadar, tarih­te cinselliğe dair -tam anlamıyla- bilginin [savo/r] inşa edilmesine de temel oluşturuyor. Çünkü 15. ile 16. yüzyıllar arasındaki döneme kadar ne olduğuna bakarsak, insanlara arzularının sorulduğunu, bu arzuları itiraf etmelerinin beklendiğini görüyoruz. Bu pratikler her zaman kişinin ilişkilerini ilgilendiriyordu. Yani bir bakıma cinsel­likle hukuk [juridical] açısından ilgileniliyordu. Evlilikte eşine olan görevlerini yerine getiriyor musun? Karına sadık mısın? Onunla doğal haklara uygun bir şekilde sevişiyor musun? Başka bir kadın ya da adamla sevişiyor musun? Uç durumda, partnerin bir hayvan olabilir mi? Dolayısıyla cinsellik hakkında ilişkilere odaklı bir yargı [jurisdiction]. Bu ilişkisel yargı niyetlerle, arzularla ya da şehvet denilen şeyle değil, reel pratiklerle ilgileniyordu.

16. yüzyılda büyük pedagoji reformuyla, veya çocukluğun kolonizasyonu - daha doğrusu, bireylerin hayatında çocukluğun özel kronolojik bir kategori olarak ayrılması - ile eş zamanlı olarak görü­nürlük kazanan; günah çıkarma kılavuzlarında, “vicdanın denetimi” üzerine risalelerde ortaya çıkmaya başlayan temel bir problem var. Bu problem şudur: arzu her şeyden önce ve öte seninle ilgili değil midir? Artık günah çıkarma rehberlerinde temel sorunun “Karına sadık mısın?” ya da “Eşin dışında başka bir kadını görüyor musun?” olmadığını görmek ilginç. İlk soru “Ara sıra kendine dokunuyor musun?” olmaya başlıyor. Burada [artık] birincil olan kişinin kendisiyle [of the self to it self] ilişkisi.

Bu noktada, bambaşka bir bilgi [savoir] gelişecektir. Bu artık, cinsiyetler arasındaki ilişkinin hukuki statüsüne değil; bizzat cinsiyetin mahremiyetine dair bir bilgi [connaissance] olacaktır - onun doğumundan, ilk hareketlerinden, ilk izlenimlerinden, ilk kendisiyle olan ilişkisinden itibaren şekillenen bir bilgi. 17. yüz­yıl sonu 18. yüzyıl başlarında. Bunun sonucunda tamamıyla yeni bir psikoloji doğacaktır; cinsiyetlerin haklarıyla değil, cinselliğin doğasıyla ilgili bir psikoloji. Ve cinsellik kavramının kendisi de tam burada, Hıristiyanlığa özgü itiraf ile tıbbın kesişim noktasında oluşacaktır.

Ve giderek cinsellik şehvetin yerini alacaktır. Şehvet cinsel iliş­kilere bağlanıyordu. Cinsellik [ise] kişinin kendi içinde olan bir şey; bir çeşit dinamik, hareket; ilk hazza, yani kişinin kendi vücudundan duyduğu hazza yönelen daimi bir dürtü olarak ele alınıyor. Bu ne­denle mastürbasyon, cinselliğin yasaklanmasının, ve tarihsel olarak sorunsallaştırılmasının ilk şekli olduğu için, Batı’da stratejik olarak çok önemli bir konum işgal ediyor. Bu yüzden mastürbasyona çok önem atfediyorum. Hemen hemen aynı dönemde, 16. - 17. yüzyıl­larda, mastürbasyonun nasıl hem Katolikler hem de Protestanlar için temel bir problem haline geldiğini görmek ilginç. Mastürbasyon hastalığının yayılmasıyla insanoğlunun sonunun geleceğine dair o meşhur mitin tantanalı bir şekilde dile dökülmesiyle, 18. yüzyılda çocuk mastürbasyonuna karşı büyük kampanyalar düzenlenecek.

Çok ilginç bir şekilde, mastürbasyon neredeyse önceki nesillerin hiç bilmediği yeni bir salgın olarak görülüyor.

Mitolojide Hermaphroditos


Hermes'le Aphrodite'nin oğlu Hermaphroditos'un adı Salmakis efsanesinde geçmektedir. Erkek ve dişi cinsi kendinde birleştiren Hermaphroditos tipinden insanların atası olarak Platon da söz etmektedir. "Şölen"diyaloğunda söz alan komedya şairi Aristophanes, insanların en ilkel çağlarda hem erkek, hem de dişi olduklarını, sonra bu yüzden fazla güç kazandıkları için tanrılarca ikiye bölündüklerini anlatır. İki cins arasındaki tutku ve birbirleriyle birleşme isteği çok eski zamanlardaki bu birlikten doğma imiş. (Plat. Şölen, 189e-191d.)

Azra Erhat,
 Mitoloji Sözlüğü




Efsaneye göre cinsel kimliğin kadın ve erkek olmak üzere ikiye bölünmesi, haddini bilmeyen insanlığın küstahlığından kaynaklanır. Bu bağlamda Hermaphroditos ucube değil, farklı cinselliği aynı bedende yaşayan ilk insanın bir türlü özümseyemediği ayrıcalıktır. Aden yurttaşı tinsel ve seksüel alanda sahip olduğu bu olağanüstü güçten aldığı cesaretle Tanrılara kafa tutunca olan olmuş sonuçta ikiye bölünmüştür beden; bundan böyle kadın ile erkeğin birlikteliği, ödenmiş bir bedelin karşılığı olarak, hem ceza, hem de armağandır. Platon, Symposion'da bu konuyla ilgili çarpıcı açıklamalarda bulunur; androgoynos dediğimiz üçüncü cins çoktan tarihe karışmış olup, sözünün edilmesi bile artık ayıptır. Ne var ki, bu ayrılmadan sonra bir yarının öbür yarıya muhtaç olması, hiç beklenmedik yeni bir sorunu gündeme getirir: İnsanoğlu yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır; çünkü rasgele sarılarak seviştiği öteki yarısı, kimi zaman hemcinsidir. Tam bu noktada Tanrılar yine devreye girer; zira kendilerine kurban sunulabilmesi için insanın varlığı zorunludur. Öyleyse hemen bir şey yapılmalıdır; Zeus paçaları sıvar -edep yeri öne alınan insanlar, bundan sonra ağustos böceği gibi toprağa yumurta döküp tesadüfen çoğalmak yerine, yüz yüze -birbirlerinin cinsel kimliğini dikkate almak koşuluyla çiftleşerek kesintisiz üreyeceklerdir. 

Mehmet Ergüven,
Pusudaki Ten

Bir sohbet (Corydon)

III

Güzellik dedikçe aklımıza gelmesi gereken Yunan heykelciliğinde erkeği çıplak ve kadını giyinik gösteren de belki bir "özel duygu"dur değil mi? Evet, Yunan sanatında gençlerin, delikanlıların bedenlerine gösterilen bu değişmez sevgide, kadın bedenini örtmede gösterilen bu inatta, yalnız estetik nedenler bulmak yerine bunu, M. de gourmont gibi "cinsel sapıklıkların en çirkini" olarak görmeyi yeğ mi
tutuyorsunuz?

- Nasıl istersem öyle düşünürüm! Cinsel sapıklığın Yunanistan’ı nasıl kırıp geçirdiğini sizden mi öğreneceğim? Ayrıca, bu genç modellerin seçilmesi yalnız birtakım zevk düşkünü sanat koruyucuların ahlak dışı eğilimlerini okşamak için değil miydi? Heykeltraşın sanatçı içgüdü­süne değil de, daha çok hizmetinde olduğu kimselerin eğilimlerine bo­yun eğdiğinden kuşku duyulamaz mı? Uzun sözün kısası; o zamanlar, örneğin Olimpiyat oyunları sırasında, sanatçıyı sınırlayan, beğenisini yönelten birtakım zorunluklar ve gelenekleri, oranın kutsallığına karşı duyulan saygıdan ötürü ve arzularımızı uyandırmamak için Mikelangelo'yu Sistin Kilisesi’nin tavanına kadın değil de, çıplak erkek resimleri yapmaya zorlayan gelenekleri bugün anlayamayız. Öyle de olsa, Rousseau gibi düşünerek, Yunan ahlakının bu görülmedik bozukluğundan bir ölçüde sanat sorumlu tutulduğu zaman...

- Ya da Floransa ahlakının. Çünkü her önemli sanat rönesansı ya da bolluğunun, hangi ülkede olursa olsun, her zaman sapkın taşkınlıklarla birlikte yürümüş olması dikkate değer.
- Tüm duyguların taşkınlığıyla demeniz daha doğru olurdu.

- Plastik sanatlarla ilgisi yönünden bir cinsel sapma tarihi yazma­ya kalkışıldığı gün görülecektir ki, cinsel sapkınlık, sanatın gerilediği çağlarda değil, tam tersine, övünçlü ve sağlam olduğu çağlarda, en öz­lü ve yapmacıktan en uzak olduğu çağlarda gelişmiştir. Buna karşılık, bana öyle geliyor ki, her zaman değil ama, çoğu zaman kadının plastik sanatlarda baş köşeye geçirilmesi bir gerileme belirtisi olmuştur, aynı şekilde geleneklerine göre tiyatroda kadın rollerinin genç erkekler tarafından oynanması gereken birtakım topluluklarda, bu gençler yerlerini kadınlara bırakmaya başlayınca dramatik sanatın gerilemeye yüz tuttuğunu görüyoruz.

- Neden ve sonucu işinize geldiği gibi birbirine karıştırıyorsunuz Bu seçkin dramatik sanat akıldan çok duygulara seslenmeyi amaç edindiği gün gerileme başladı; o zaman çekicilik yaratabilmek için kadın sokuldu sahneye ve bir daha da çıkarılamadı. Ama biz yine plastik sanatlara dönelim. Birdenbire aklıma Giorgione’nin bildiğiniz gibi bir parkta yan yana iki çıplak kadınla giyinik iki müzik sanatçısını gösteren "Kır Konseri" adlı çok güzel tablosu geldi (umarım ki bunu resimde bir gerileme örneği olarak görmezsiniz).

- Plastik, hiç olmazsa edebi yönden bu kadın bedenlerinin güzel oldukları savunulamaz; Stevenson’un dediği gibi; "çok şişman"; ama o açık kumrallık ne güzel belirtilmiş! O ne yumuşak, derin ve şakrak ışık! Erkek güzelliğinin heykelde ağır basmasına karşılık kadın bedeninin renk oyunlarına daha uygun geldiği söylenemez mi? Bu tablonun önünde, işte eski sanatın tam karşıtı diye düşündüm: Delikanlılar giyi­nik, kadınlar çıplak; bu şaheserin yeşerdiği toprak kuşku yok heykel­den yana çok kısır kalmıştır.

- Cinsel sapıklıktan yana da, öyle mi?

- Eh! Bu konuya gelince, Titien’in küçük bir resmi beni daha ile­ri gitmekten alıkoyuyor.

- Hangisi bu?

- "Trente Toplantısı" adlı tablo. Ön planda, ama yanda, gölgede, iki orada, iki burada, pek başka anlama çekilemeyecek durumlarda soylu kişiler görülür. Belki de bu durumlardan, sizin az önce "oranın kutsallığı" dediğiniz şeye karşı bir tür edep dışı tepki anlamı çıkarmak gerekir ama, şuna da kuşku yok ki, o çağda yazılmış birtakım anılarda da anlaşıldığı gibi, herhalde böyle davranışlara oldukça sık rastlandığından olacak, bu küçük resimde soylu kişilerin yanındaki mızraklı erlerin yaptığı gibi bu durumun garip karşılanmaması gerekir.

- Söylediğiniz resme belki yirmi kere baktım ve yadırganacak hiçbir şey görmedim.

 - Herkes ancak ilgi duyduğu şeyleri görür. Ama şurada, burada, şu resim kadar bu Venedik tarihinde cinsel sapıklık (ki, artık orada gençlere dönüklük anlamına geliyordu) bana içten gelen bir eğilim gibi görünmüyor; bu artık zevk düşkünlerinin, bıkkınların meydan okuma- ahlaksızlığı, olağanüstü bir eğlencesi oluyor. Kendimi şöyle düşün­mekten alıkoyamıyorum: Aynı şekilde halktan çıkma ve içten gelme olması Yunanistan ve Floransa toprağından ve bu toprağın hakin­in şiddetle fışkırmış bulunması düşünülemeyen, Taine’in "çevredeki şehvetin tamamlayıcısı" dediği Venedik sanatı, I. François zamanında İtalya’dan alınışı çok pahalıya oturan, çok kadıncıl Fransız rönesansı gi­bi, zenginleri keyiflendirmeye yaradı.

- Daha açık konuşun.

IV

- Evet, kadının önem kazanması, büyük sapkın sanat dönemleri­ne göre daha yapmacıklı, daha yabancı bir sanatın işaretidir. Cesareti­mi bağışlayın, her iki cinste de kendi cinsine dönüklüğün, karşı cinse dönüklükten daha içtengelme, daha yapmacıksız olduğu kanısındayım.

Omzumu silkerek:

- Artık peşinizden kimsenin gelmediğini anlayınca çabuk gitmek güç değildir, dedim ama, sözüme kulak bile vermedi.

- İşte Barres bunu o kadar iyi anladı ki. "Berenice" adlı kitabında doğaya çok yakın ve yalnız içgüdülerine göre hareket eden bir kimseyi anlatmak istediği zaman bunu küçük "Bougie Rose"un arkadaşı bir se­vici olarak düşündü. Onu ancak eğitimle karşı cinse dönük sevgiye yük­seltir.

- Maurice Barres’e kendisinde olmayan gizli niyetler yakışmıyor­sunuz.

- Bu niyetlerin ne gibi sonuçlar doğurabileceklerini belki önce­den kestiremiyordu da diyebilirsiniz; çünkü bildiğiniz gibi, dostunuzun kitaplarında heyecan bile bir niyete dayanır. Dogmatik olarak ”Benm için Berenice" diyor, "esrarlı kuvvet, evrensel itki demektir"; birkaç satır sonra, "içine doğan her şeyi yaşamayı iş edinmenin rahatlığından söz ederken bu sözlerde anajenetik rolünün ince bir önseziyle tanımlanmasını bile buluyorum; katajenetik "zihin karışıklığı" ile karşılaştırdığı ve ona karşı tuttuğu iş.

Barres’in kitabını bir tartışmaya girebilecek kadar anımsamıyordum; o konuşup duruyordu:

- Merak ediyorum, acaba Barres, Goethe’nin sapkınlık hakkında söylediği ve Başbakan Müller’in anlattığı (Nisan 1830) kendi görüşüne çok yakın olan sözü biliyor muydu?) İzin verirseniz okuyayım:

"Goethe entwickelte, wie diese Veirrung eigentlich daher komme dass, nach rein aesthestischem Masstab, der Mann wit Schöner, vor. I züglicher, vollendeter als die Frau sei."

- O kadar kötü okuyorsunuz ki, anlamakta güçlük çekiyorum. rica ederim dilimize çevirin hemen.

- "Goethe bu sapkınlığın aslında şundan geldiğini anlattı bize:

 Arı estetik kuralına göre erkek bedeni kadın bedeniyle karşılaştırıldığı zaman daha güzel, çok daha estetik ve daha yetkindir."


Sabrım tükenerek sözünü kestim:

- Bakın Barres’den okuduğunuz parçayla hiçbir ilgisi yok.

- Biraz durun bakalım; şimdi dönüm noktasına geliyoruz: "Böyle bir duygu bir kez uyanmaya görsün, kolayca hayvanlığa kaçar. Cinsel    sapıklık, insanlık kadar eskidir (Die Knabenliebe sei so alt wie die Menscheit, und man köhne daher sagen, sie liege in der Natur) demek ] ki, doğal bir şey olduğu ve doğaya dayandığı söylenebilir (ob sie gleich j gegen die Natur sei) ama yine de doğanın yararına çalışmaz. İnsan do­ğadan kazandığı, ondan çekip aldığı şeyi artık elinden kaçırmaz, ne fi­yata olursa olsun geri vermez onu (Was die Kultur der Natur abgevvon- j nen habe, vverde man nich wieder fahren lassen; es um kemen Preis aufgeben).

- Kendi cinsine dönük davranışlar Germen soyunda, birtakım Almanlara doğal gelecek kadar derinlere kök salmış olabilir (son zamanlarda Rhin ötesindeki kepazelikler bunun böyle olduğunu düşünmeye zorluyor bizi) ama Goethe’nin bu kuralı, hiçbir zaman tam Fransız kafasına sığacak bir şey olmayacaktır, bunu böyle biliniz.

- Madem ki işe ulusçuluk sokmak istiyorsunuz, bildiğime göre, atalarımızın töreleri konusunda bize bilgi veren ilk yazarlardan biri jpiodore de Sicile’in Keltlerle ilgili şu birkaç satırını okuyayım size: Kadınları hoş olmasına hoş ama, erkeklerin onlara bağlılıkları pek zayıf, oysa erkek alışverişine karşı olmadık bir tutku gösteriyorlar. Her iki yanlarında bir yatak arkadaşıyla toprağa serilmiş hayvan postlarının üzerine uzanmayı âdet edinmişler."

[ - Yunanlıların barbar saydıkları bu insanların böylece alçaltılmak
istendiği açıkça görülmüyor mu?

_ o zamanlar bu huylar hiç de alçaltıcı değildi. Aristoteles de "politika" adlı yapıtında arada bir Keltlerden söz ediyor ve Lykurgos’un kadınlarla ilgili yasaları bir yana bıraktığından yakınndıktan sonra güçlü ve savaşçı uluslarda erkeklerin kadın baskısı altına girmeleri alışılmış bir eğilim olduğundan, özellikle erkekler bu yöne kayınca" bu­nun büyük kötülüklere yol açacağını söylüyor. "Bu arada" diye ekliyor, "erkeklerle sevişmeye saygı duymaktan çekinmeyen Keltleri ve başka birkaç ulusu bundan ayrı tutuyorum."

- Sizin Yunanlıların anlattıkları doğruysa itiraf ediniz ki, zor kur­tarmışız kendimizi!

- Evet, kendimizi biraz eğitmişiz; işte Goethe’nin dediği de tam
bu.

- Demek benim de onun gibi düşünmemi ve bir cinsel sapığı şöy­le bir kimse olarak görmemi istiyorsunuz: Çağından geri, eğitilme­miş...

- Belki de değil; ama cinsel sapıklığı çok yapmacıksız ve değişik bir içgüdü olarak almanızı...

- Az çok iğreti olarak Arkadya’nın yapmacıksız yaşantısını tekrar­lamak isteyen Yunan ve Latin çoban şiirlerinin çoğu zaman kendi cinsi­ne dönüklükten aldığı ilhama karşı bulduğu mazeret herhalde bu- dur...

- Çoban şiirleri, şair artık çobanı sevmez olunca iğretileşmeye başladı. Ama kuşkusuz doğuda Arap ya da Acem şiirlerinde olduğu gibi, bu şiir türünde de söz konusu değişimi kadının kazandığı önemin bir sonucu olarak görmek ve üzerinde durmak gerekir; bir alışkanlık sorunudur bu... Goethe’nin sözlerinden özellikle eğitime, daha doğru, şu karşı cinse dönüklüğe alıştırmaya yer verenleri unutmamak istiyorum. Çocuk erkeğin, ilkel erkeğin kesin olarak çiftleşmeyi değil, kendisi de farkına varmadan, dokunmayı, okşamayı araması doğal bir şey olabilir; artık ne çekicilik ve ne de bir koku ona yol gösterdiğine göre çoğunluk, bir başka cinsin gizli yönlerinden ötürü daha şaşkın ve daha yılgın bir duruma düşebilir. (Cinsel çekiciliğin kesinlikle güzellikle ilişkili olduğunu düşünmediğimden, gördüğünüz gibi güzelliğin sözünü bile etmiyorum.)

 Platon’un "Şöleninde Aristophanes’in söylediği gibi kuşkusuz kimilerini bu cinslerin birinden çok diğer cinsin ve yalnız o cinsin çekimine kapılsa bile, kendini bütünüyle kişisel inisiyatifine bıra­kan erkek, gereken hareketi yapmaya pek kolay cesaret edemeyecek, ne yapması gerektiğini her zaman bilemeyecek ve önceleri beceriksiz davranacaktır.

- Aşk her zaman âşığa kılavuzluk etmiştir.

- Kör kılavuz; madem ki henüz kullanmak istemediğim bu aşk sözcüğünü şimdiden ortaya attınız, şunu da ekleyeyim; seven erkek ne kadar âşıksa, o kadar beceriksizleşir; evet, arzusunun yanında çok da­ha gerçek bir aşk bulunacaktır; evet, arzusu salt bencil olmaktan çıkın­ca sevdiği varlığı incitmekten korkabilecektir. Hayvanlardan bile olsa, aldığı birtakım örneklerden, birtakım derslerden ya da ön öğretimler­den, hatta sevilen kadının kendisinden bir şeyler öğrenmedikçe...

- Yok canım! Sanki erkeğin arzusu kadının karşılıklı arzusuyla bir bütün haline gelmiyor da!

- Buna Longus ne kadar inanıyorsa, ben de o kadar inanıyorum. Daphnis’in yanılgılarını, bocalamalarını hatırlayınız. Nasıl! Bu koca­man beceriksiz âşığın bir kibar yosmadan ders almaya ihtiyacı yok muy­du?

- Söylediğiniz beceriksizlik ve tutukluklar çok çıplak olan bu ro­manın konusunu biraz zenginleştirmek ve birtakım serüvenlerle süslemek için konmuştur.

- Hayır, hayır! Bu hayranlığa değer kitapta, ince özenti örtüsü altında M. de Gourmont’un "Aşkın Fiziği" dediği şeyin derin bir bilimini görüyorum, benim için "Daphnis ve Kloe'nin öyküsü örnek olacak kadar doğaldır.

_ Nasıl bir sonuç çıkarmak istiyorsunuz bundan?

- Şunu: Teokritos’un cahil çobanları daha yapmacıksız hareket ediyorlardı; "içgüdü" bu karşı cins bilmecesini çözmeye her zaman yetmez: Birtakım uygulamalar gerekir bunun için. Goethe’nin sözlerine küçük bir ek...

İşte bundan ötürü Virgilius’da Galatea kaçtı diye Damoitas’ın sö­ğütler altında ağlayıp durduğunu, buna karşılık Menelcas’ın dünyaya metelik vermeden Amyntas’la zevke daldığım görüyoruz.

"İstekle benim oldu, beni yakan Amyntas."

Leonardo da Vinci ne güzel söylemiş: "Seven sevdiğinin yanındayken dinlenir."

- Eğer karşı cinse dönüklük bir süre eğitilmeyi gerekiyorsa, itiraf ediniz ki, bugün köyde olsun, şehirde olsun, eğitilenlerden Daphnis ka­dar erken yaşta gözü açılmış olanların sayısı az değildir.

- Oysa günümüzde köylerde bile (ya da özellikle köylerde) kendi cinsine dönüklük oldukça ender görülen ve iyi karşılanmayan bir şey­dir. Evet, bir gün önce söylediğiniz gibi: Töre ve yasalarımızda her şey bir cinsi öbürüne doğru iter. Daha arzu duymaya başlamadan önce kü­çücük bir çocuğu, tüm zevklerin kadınla tadıldığına, onun dışında zevk mevk olmadığına inandırmak için, gizli olsun, açık olsun, amma da en­trika çevriliyor. Erkeğin sistemli olarak silinmesi, çirkinleştirilmesi, gülünçleştirilmesine karşılık "güzel cins"in çekicilikleri konusunda saçma­lığa kaçan nice abartmalar yapılıyor. Ama birtakım sanatçı topluluklar en fazla hayranlık duyulduğu, en yiğit çağlarda bu tutuma karşı koya­caklardır.

- Bu konuda ne düşündüğümü daha önce söyledim.

- Hatırladığıma göre, siz de, M.Perrier gibi, kadın cinsinin ötedenberi ve her yerde erkeğin arzusunu canlandırmak, yetersiz bir gü­zelliğin eksiklerini tamamlamak için başvurduğu o değişmez süslenme kaygısını övmüştünüz.

- Evet: Sizin "yapma çekicilik" dediğiniz şey. Neyi kanıtlayabildiniz? Süslenmenin kadınlara yaraştığını. Doğrusu da bu! Hiçbir şey süslenip püslenen, yüzünü boyayan bir erkekten daha tiksindirici olamaz.

- Tekrar söyleyeyim, bir delikanlının güzelliğinde tellenip pullanmanın payı yoktur. Yunan heykellerinde erkek vücudunun çıplaklığa nasıl ağır bastığını görmüştük. Bu kınamanızda Doğu ülkelerindeki tö­releri de hesaba katınız; çünkü Doğuluların her konuda bizim gibi düşünmediklerini bilirsiniz. Delikanlıyı saklayacak, çirkinleştirecek yer de süsleyin biraz onu, güzelliğini ortaya çıkarın, ne sonuç vereceğini Montesquieu şöyle anlatıyor:

"Roma’da sahneye kadınlar değil, iğdiş edilmiş kadın kılığında er­kekler çıkar. Bunun ahlak üstündeki etkileri çok kötüdür: Çünkü Romalılarda hiçbir şey bundan daha fazla fizyolojik aşk uyandıramaz." Daha ilerde şunu diyor: "Ben Romadayken Capranica Tiyatrosu’nda iğdiş edilmiş iki çocuk vardı; Mariotti ve Chiostra, sahneye kadın kılığında çıkarlardı, hayatımda gördüğüm en güzel yaratık­lardı bunlar ve bu konuda en sağlam ahlaklı kimselerde bile Gomore zevkleri uyandırabilirlerdi.

Genç bir İngiliz, bunlardan birinin kadın olduğunu sanarak, deli gibi aşık oldu ve bu tutkunluğu bir aydan çok sürdü. Eskiden Floransa'da grand dük Cöme III, aşırı tutkusundan ötürü böyle bir düzen kur­muştu. Bir kere düşününüz, bu konuda yeni Atina demek olan Floransa’da bunun etkileri ne olur artık!"(Voyages, cilt I, s. 220-221), yine bu konuda Horatius’un şu sözünü tekrarlıyor:
"Doğal olanı kovdunuz mu, dörtnala geri döner":
"Naturam expelles furca, tamen esuqe recurret" istediğimiz anlatıma çekebiliriz bunu.

- Şimdi sizi iyice anlıyorum artık: Sizin için "doğal demek kendi cinsine dönüklük demektir; insanlığın doğal ve normal kabul etmek densizliğini gösterdiği ilişkiler, erkekle kadın arasında olanlar; işte sizce yapma olan bunlardır. Haydi! Söyleyin de kurtulun...

Kısa bir süre sustuktan sonra:

- Düşüncemi saçma göstermek kuşkusuz kolay bir şey, ama kitabımda bu görüşümün az önce ortaya koyduğumuz öncüllerden kendili­ğinden çıktığını belirttiğim zaman hiç de o kadar temelsiz görülmeyecek.

Uzun süredir bir yana bıraktığımız bu kitaba dönmesini rica ettim ondan. Tekrar konuşmaya başladı:

V

- Dün size hayvanlardaki "önsel içgüdü" buyruğunun her zaman, sanıldığı kadar zorlu ve kesin olmaktan uzak olduğunu göstermeye gay­ret etmiştim ve bu "cinsel içgüdü" deyiminin fark gözetmeden kapsadı­ğı: Organın katıksız gereği, baskısı, beğeninin değişmesi, dış güdüye, nesneye boyun eğmek gibi karışık anlamların neler olduklarını aydınlat­maya çalışmıştım; tüm eğilimlerin, ancak yumurtalık çalışmalarından çıkan koku erkeği yönettiği ve onu çiftleşmeye ittiği zaman yoğunlaş­mış ve çözülmüş olduğunu ortaya koymuştum.

Bugün de şunları söyledim: Hiçbir koku, erkeğin duygularını ege­menliği altına alamaz ve her çeşit arzu doğurma yeteneğinden (dişi hayvanın kısa süren dayanılmaz çekiciliğini anlıyorum bundan) yoksun olan kadın artık her zaman istek uyandırıcı olmaktan başka bir şey iste­mez olur ve (hiç olmazsa Batı ülkelerinde) yasaların, törelerin ve daha bir sürü şeylerin onaması, teşviki ve yardımı ile bilgisini buna harcar. Diyordum ki, çoğu zaman yapma şeyler ve gizleme (soylu şekliyle utanç) süs ve örtünme bu çekicilik yetersizliğini karşılar... Bu, süslerin­den iyice sıyrıldıkları zaman kadınların (ya da özellikle bir kadının) çekimine birtakım erkekler karşı durulmaz bir şekilde kapılmayacaklar mı demektir? Kesinlikle değil! Nasıl ki, birtakımı da güzel cinsin bütün çekiciliklerine, kesin buyruklara, öğütlere, tehlikelere bakmayarak dayanılmaz bir şekilde delikanlıların çekimine kapılıp giderlerse. Ama şunu savunuyorum ki, yeni yetişenlerde uyanan arzu, çoğu zaman belir­li bir istek olmaktan uzaktır; şehveti ne cinsteki bir varlığa karşı duyarlarsa duysunlar, bundan hoşlanırlar ve ahlakları arzularından doğan kararlardan çok, dışardan aldıkları derslerle şekillenir; isterseniz şöyle de anlatabiliriz bunu: Arzunun deneye dayanmadan kendiliğinden kesinleşmesi pek olağan değildir, ilk deneylerde verilerin salt arzudan gelmesi, bunların tam arzunun seçtiği veriler olması ender görülen bir şeydir. Yoldan çıkarılması en kolay olan eğilim nefse değgin olandır ve... 

- Öyle de olsa ne çıkar!.. Sözü nereye getireceğinizi anlıyorum; şimdiden şu kanıyı aşılamak istiyorsunuz: Her genç kendi haline bırakı­lırsa ve dış baskılar işe karışmazsa -diğer bir deyimle, eğer uygarlık gevşerse - kendi cinsine dönüklerin sayısı daha da artar.

Goethe’nin sözünü size söylemek sırası şimdi de bende: "Kültü­rün doğaya karşı kazandığı bu zaferi hiç elden kaçırmamak, ne fiyata olursa olsun geri vermemek gerekir."


Edouart Henri Avril'den Greek