David. M.
Halperin
Cinsiyetin [sex] tarihi yoktur.
Bedenin işleyişine gömülmüş, doğal bir olgudur ve böylelikle, tarihin ve
kültürün dışında yer alır. Buna karşılık cinsellik, bedenlerin belirli bir
yönüne veya niteliğine doğrudan atıf yapmaz. Cinsiyetten farklı olarak,
cinsellik kültürel bir üretimdir: insan bedeninin ve onun fizyolojik
kapasitelerinin ideolojik bir söylem tarafından temellük edilmesini
[appropriation] içerir. Cinsellik bedensel [somatic] bir olgu değil, kültürel
bir etkidir. Dolayısıyla, cinselliğin bir tarihi vardır - lâkin, (iddia
edeceğim üzere) bu çok uzun bir tarih de değildir.
Bunu iddia etmek, elbette ki,
-ifademdeki kesinliğe rağmen- malumu ilam değil; tartışmalı, kuşku uyandıracak
denli modaya uygun ve, belki de, kuvvetli bir şekilde sezgi karşıtı bir
iddiayı ortaya koymaktır. Böyle bir iddianın inandırıcılığı, son dönem Fransız
felsefecilerinden Michel Foucault’nun parlak, öncü fakat büyük oranda
kuramsal çalışmasına gösterilen itibardan başka, sağlam hiçbir temele
dayanmıyor görünebilir. Foucault’ya göre, cinsellik bir şey, doğal bir olgu,
insan öznelliğinin ebedi gramerinde sabit ve hareketsiz bir öğe değil, “bir
politik teknolojiler bileşiğinin” belirli bir kullanımıyla 'bedenlerde,
davranışlarda, toplumsal ilişkilerde yarattığı bir etkiler kümesi[dir].”
“Cinselliği” diyerek ısrar eder başka bir bölümde Foucault,
iktidarın kontrol altında tutmaya çalışacağı doğal bir veri
ya da bilimin [knowledge] yavaş yavaş açımlamaya uğraşacağı karanlık bir alan
olarak görmemek gerekir. Cinsellik tarihsel bir tertibata verilebilecek bir
addır: kavranması güç gizli bir gerçeklik değil, bedenlerin uyarılmasının,
hazların yoğunlaştırılmasının, söyleme kışkırtmanın, uzmanlık bilgilerinin
oluşumunun, denetim ve direnmelerin güçlenmesinin -bazı majör bilgi ve
iktidar stratejileri uyarınca- birbiriyle ilişkilendiği büyük ve yüzeysel bir
şebekedir o.
Foucault’nun otoritesinden
fazlasına ihtiyaç olduğunu da düşünüyorum. Halihazırda Faucault’nun temel
iddialarını desteklemeye ve ilerletmeye bu kadar çabaladığı tarihselci projeyi
ileri taşımak adına hem kavramsal hem ampirik birçok çalışmanın yürütülmüş
olduğu kesindir. Yine de, Foucault’nun ancak kaba hatlarını -kendisinin de
kabul ettiği gibi, biraz alelacele, biraz uygunsuzca- çizebilecek kadar zaman
bulabildiği resmi tamamlamak ve cinselliğin, gerçekten de -onun iddia etmiş
olduğu gibi— modernliğe özgü bir üretim olduğunu göstermek istiyorsak, daha
yapılması gereken çok şey var.
Klasik Antikite’ye dair
çalışmalar, bu tarihsel girişim içerisinde özel bir rol oynar. Eski dünyayı
modern olandan ayıran zaman diliminin kendisi öyle büyük kültürel dönüşümleri
kapsar ki, bunların yol açtığı karşıtlıkların onlara bakmakta olan birini
şaşırtmaması mümkün değildir. Klasik Antikite öğrencisi Antik dönem kayıtlarında
tümüyle alışılmadık bir dizi değer, davranış ve toplumsal pratikle, hayatın
neye benzediğine dair modern mefhumlara meydan okuyan ve bugün anladığımız
şekliyle “insan doğası”nın varsayılan evrenselliğini sorgulayan, deneyimi
düzenleme ve eklemleme biçimleriyle kaçınılmaz şekilde karşı karşıya kalır. Bu
tarihsel mesafe, sadece bizim Antik döneme ait sosyal ve cinsel uzlaşımları
[convention] belirli bir keskinlikle görmemize yol açmakla kalmaz, aynı zamanda
bizi, -tamamıyla uzlaşıma dayalı ve rastgele karakterdeki- kendi toplumsal ve
cinsel deneyimlerimizin ideolojik boyutuna daha açık bir biçimde odaklanmaya da
götürür. Cinsel deneyim üzerine halihazırda sorgulanmayan, Antikite
çalışmalarının masaya yatırdığı varsayımlardan biri, cinsel davranışın bireyin
“cinselliğini” yansıttığı veya ifade ettiği varsayımıdır.
Şimdi bu, bulunması görece
zararsız ve sorunsuz, her tür ideolojik içerikten yoksun bir varsayımmış gibi
görünebilir, ama bu varsayımda bulunurken esasen zihnimizde olan ne? Bilhassa
kendi “cinsellik” kavramımızdan ne anlıyoruz? Kanımca biz, “cinselliğin” insan
kişiliğinin pozitif, belirgin ve kurucu bir özelliğine; bireyde cinsel edimlere,
arzulara ve zevklere ayrılmış o karakterolojik yere -tüm cinsel ifadelerin
kendisinden türediği muayyen bir kaynağa- atıfta bulunduğunu düşünüyoruz. Bu
anlamda “cinsellik” yalnızca betimleyici bir terim, bir takım nesnel durumların
tarafsız bir temsili veyahut kendimize dair bazı tanıdık olguların basit bir
teşhisi değil; daha ziyade, bu “olguların” tertibi, düzeni ve izahının özgün
bir yoludur ve bu da, [cinsellik] oldukça fazla kavramsal çalışma icra ediyor
demektir.
İlkin, cinsellik kendini
psikofiziki insan doğasının genişçe sahasında ayrı, cinsel bir alan olarak
tanımlar. İkinci olarak, cinsellik bu alanın, -yakın zamanda cinselliğin
belirlediği sahâlârın daha eski taliplilerinden yalnızca birkaçını saymak
gerekirse- şehvet [carnality], cinsel birleşme/cinsel ilişki peşinde koşma
[venery], libertenlik [libertinism], cinsel güç [virility], tutku [passion],
aşka meyillilik [amorousness], erotizm [eroticism], mahremlik [ intimacy], aşk
[love], şefkatli duygular [ajfecîion], istek [appetiîe] ve arzu [desire] gibi
geleneksel olarak onu aşan, kişisel ve toplumsal hayatın diğer yörelerinden
kavramsal anlamda yalıtılmasını ve sınırlanmasını sağlar. Son olarak, cinsellik
cinsel kimlik üretir: her birimize, (en azından kısmen) özgün cinsel terimlerle
tanımlanmış kişisel bir öz, bir tekil cinsel tabiat bahşeder; insanların
cinsellikleri düzeyinde bireyleştiğini, birinin diğerinden cinselliği yoluyla
farklılaştığını ve, esasen, cinselliklerine istinaden farklı tip ve nitelikte
varoluşlara ait olduklarını ima eder.
Bunlar, en azından, halihazırda
kavramsallaştırıldığı üzere, bana “cinselliğin" önemli bazı dalları
[ramifications] gibi görünüyor. [Ben cinselliğin] Temsil ettiği bu bakış
açısının eskilerin kayıt altına alınmış deneyimlerine yabancı olduğunu iddia
edeceğim. Özelde, cinselliğin modern kavramsallaştırmasına içkin görünen, lâkin
Antik kaynaklarda zar zor yankı bulan iki tema, araştırmamın odak noktasını oluşturacak:
varoluşun (yaşamın diğer yörelerine derinlemesine sirayet eden, ama elbette
onlardan ayrı ve en az onlardan etkilendiği kadar onları etkileyebilir durumda
olan) münferit bir alanı olarak cinselliğin otonomisi ve insan tabiatlarında
bireyselleşme ilkesi olarak cinselliğin işlevi. Takip eden bölümlerde temayı
sırasıyla ele alarak, cinsel deneyimin Antik ve modern çeşitlilikleri
arasındaki farklılıkların derecesini belgelemeye deneyeceğim.
İlkin, varoluşun münferit bir
alanı olarak cinselliğin otonomisi. Değinmek istediğim esas noktaya halihazırda
Robert Padgug, cinselliği tarih içinde kavramsallaştıran, şimdilerde artık bir
klasik sayılan makalesinde değinmiş. Padgug iddia ediyor ki, Bugün “cinsellik”
olarak düşündüğümüz şey,burjuva-öncesi dünyada, birbirine zorunlu olarak
bağlı bulunmayan, ya da, eğer bulunacaksa, bizimkinden çok farklı yollarla
ilişkilendirilmiş bir grup eylem ve kurumdu. Cinsel birleşme, kan bağı, aile ve
cinsiyet [gender], |bir araya gelip cinsellik “alanı gibi bir şey
oluşturmuyordu. Daha ziyade, her cinsel eylem kümesi doğrudan ya da dolaylı
olarak ilintilendirilmişti - yani, bizim doğaları gereği politik, ekonomik veya
toplumsal olarak görme eğiliminde olduğumuz kurumların ve düşünce kalıplarının
bir parçasını oluşturuyordu; ve aralarındaki bağlantılar, cinselliğin bir şey,
diğerlerinden ayrılabilir bir şey, özel [private] varoluşun ayrı bir alanı
olduğu fikrini çapraz kesiyordu
Antik dönemden kanıtlar Padgug’ın
iddiasını epeyce destekler. Örneğin, Klasik dönem Atina’sında cinsel ilişki,
içsel nitelikleri veya eğilimleri ifade etmekten ziyade, toplumsal aktörleri,
Atina devletinin hiyerarşik yapısı içindeki politik konumlarına istinaden,
onlara layık görülen yerlere yerleştirmeye yarıyordu. Bu formülasyonu biraz
daha detaylandırmama izin verin.
Klasik dönem Atina’sında,
yetişkin erkek yurttaşlardan oluşan nispeten küçük bir grup toplumsal iktidarın
tekelini neredeyse tümüyle elinde bulundurmaktaydı ve şehir-devletinin sosyal
ve politik yaşamı içerisinde net biçimde tanımlanmış bir seçkinler sınıfı
oluşturmuştu. Klasik dönem Atina’sının toplumsal peyzajının en baskın özelliği,
yurttaşlardan meydana gelen bu üst sosyal grup ile kadınlar, çocuklar,
yabancılar ve kölelerden oluşan alt sosyal grup -tümü aynı derecede altta yer
almasa da hepsi yurttaşlık haklarından yoksundu- arasındaki statü temelli büyük
ayrışmaydı. Cinsel münasebetler sadece bu ayrışmaya riayet etmekle kalmıyor,
ona uygun olarak, keskin bir biçimde kutuplara ayrılıyordu.
Atina’ya dair belgelerde cinsel
ilişki, iki ya da daha fazla kimsenin müşterek biçimde dahil olduğu karşılıklı
bir girişim değil, toplumsal olarak üst seviyede olanın aşağıda olana
uyguladığı bir eylem gibi resmediliyordu. Asimetrik bir harekette olması
gerektiği gibi, cinsel ilişki -bir kimsenin bedeninin bir diğeri (ve özel
olarak fallus tarafından) tarafından penetre edilişi-, iştirakçilerini etkin
bir biçimde ayrıştırıyordu ve kökten farklı ve kıyaslanamaz kategorilere
(“penetre eden”e karşı “penetre edilen”), üst ve alt toplumsal kategorilerle
büsbütün uyumlu kategorilere ayırıyordu. Cinsel penetrasyon tahakküm olarak
tematize edilmiş olduğundan, diğerinin içine giren [insertive] ve içine alan
[receptive] cinsel partnerler arasındaki ilişkinin, toplumsal tabakalarda
üstün ve aşağı olanlar arasında geçerli ilişkiyle aynı türde olduğu
düşünülüyordu." Dolayısıyla, bu iki cinsel rol ister istemez üst tabaka
ve alt tabaka toplumsal statülerle eş- yapıdaydı; Atinalı yetişkin bir erkek yurttaş
ancak yasal olarak reşit sayılmayan biriyle (bunlar onun yaşça aşağısında
değil, toplumsal ve politik olarak aşağı statülerdeydi) meşru zeminde cinsel
ilişkiye girebilirdi: cinsel arzusunun uygun hedefleri, özellikle, her yaştan
kadını ve ergenlik çağını geçmiş ama yurttaş olmak için yeterince yaş almamış
özgür erkekleri (ben onlara kısaca “oğlanlar” diyeceğim) olduğu kadar, her
cinsiyetten yabancı ve köleyi içermekteydi.