DOSTLUK

fotoğraf: herber list


Dünya tarihi, doğa yasalarının aceleci biçimde unutulması ve “haz uçurumlarına” dalınması şeklinde değil, ilkel gereksinimlerin giderek artan biçimde gevşemesi olarak görülmelidir; insan, kökeninde gereksinimin zorlamasıyla sıkıştırılmıştı; teknikler ve bilgiler (tekhnai ve epistemai) ona bu zorlamaların elinden kurtulma ve onlara daha iyi karşılık verme olanağı sundu; giysi, dokuma, ev yapma öğrenildi. Ancak dokumacının emeği hayvan postu karşısında neyse, mimarın sanatı korunmak için girilen mağaralar karşısında neyse, oğlanlara duyulan aşk da kadınlarla ilişki karşısında aynı konumdadır. Kadınlarla ilişki, başlangıçta, türün yok olmaması için elzemdi.

Oğlanlarla aşk ise çok daha geç ortaya çıktı; kesinlikle de Kharikles’in iddia ettiği gibi bir düşkünlük sonucu değil, tersine insanların daha fazla merak ve bilmeye doğru yükselmesi sonucu ortaya çıktı. Gerçekten de insanlar, onca gerekli hüneri öğrendikten sonra, artık araştırmaları çerçevesinde “hiçbir şeyi” ihmal etmemeye koyulduklarında, ortaya felsefe ve felsefeyle birlikte oğlancılık çıktı. Pseudo-Lukianos’un konuşmacısı bu ikili ortaya çıkışa ilişkin hiçbir açıklamada bulunmaz; ancak onun söylevi, her okur açısından kolayca anlaşılabilecek biçimde bildik göndermelerle doludur. Yazar, üstü kapalı biçimde, yaşamın öteki cinsle ilişki yoluyla aktarımı ile “teknik” ve "bilgi"nin öğretim, eğitim ve pir-mürit ilişkisi aracılığıyla aktarımını karşı karşıya koyar. Felsefe, özgül sanatların içinden sıyrılıp çıkınca, kendi kendini her şeye ilişkin olarak sorgulamaya başlamış, sağladığı bilgeliği aktarmak için de oğlanlarla aşkı keşfetmiştir: bu aşk, aynı zamanda erdeme yatkın, güzel ruhlara duyulan aşktır. Bu koşullarda, Kallikratidas’ın, rakibinin kendisine sunduğu hayvanlara ilişkin dersi bir kahkahayla reddetmesi kolayca anlaşılabilir; Erkek aslanların kendi türlerinin erkeklerini sevmemesi ve erkek ayıların erkek ayılara âşık olmaması neyi kanıtlar? İnsanların hayvanlarda bozulmadan kalmış bir doğayı kirlettiklerini değil, hayvanların ne “felsefe yapma”yı ne de dostluğun güzel olanı üretebileceğini bildiğini...

*
Foucault

Sokrates



SOKRATES'İN ARKADAŞI: 

Sokrates! Nereden böyle? Sanırım yine avlanıyordun. Ama söylemeliyim ki Alkibiades'i geçenlerde gördüm, halen yakışıklı bir çocuk gerçi artık büyümüş, sakalları çıkmış.

SOKRATES: 

Ne olur ki? Hem Homeros'un insanın en etkileyici yaşının bu sakalların çıktığı dönem olduğunu söyleyen düşüncelerine katılmıyor musun?

SOKRATES'İN ARKADAŞI: 

Peki şimdi aranız nasıl?
Onun yanından mı geliyorsun? Sana nasıl yaklaşıyor?

SOKRATES: 

Aramız iyi. Bugün diğer günlerden de daha iyiydi. Çünkü bugün ilk defa tüm tartışmalarda benimle aynı fikirdeydi. Fakat ilginç bir şey daha var, bugün sürekli onun yanında oturdum ama çoğu zaman yanımda olduğunu bile unuttum.


SOKRATES'İN ARKADAŞI: 

Peki ne oldu aranızda? Hem burada ondan daha güzel bir delikanlıyla karşılaşmış olamazsın diye düşünüyorum.

*
Platon - Şölen'den
bir diyalog

*

Q



Effeminatus


XIX. yüzyıl metinlerinde eşcinselin ya da ters ilişkide bulunan kişinin tipik bir portresi vardır. Davranışları, duruşu, süslenme biçimi, abartılı şıklığı, ayrıca yüzünün biçimi ve ifadeleri, anatomisi ve tüm bedeninin kadınsı biçimi gözden düşürücü bir betimlemenin içinde yer alır. Bu betimleme ise, hem cinsel rollerin tersine dönmesine, hem de bu durumun doğaya yapılan saldırının doğal bir damgası olduğu ilkesine gönderme yapar. İnsanın “doğanın kendisinin de cinsel yalana suç ortağı olduğuna”' inanası geldiği söylenir. Karmaşık bir tümevarım ve meydan okuma ilişkisi aracılığıyla fiili davranışların tekabül etmiş olabileceği bu imgenin uzun bir tarihinin yapılması gerektiği su götürmez.

Bu stereotipin son derece olumsuz yoğunluğunda, toplumlarımızın üstelik birbirinden farklı iki olguyla, yani cinsel rollerin değişmesi ve aynı cinsten olan kişiler arasındaki ilişkiyle bütünleşmesindeki kadim güçlüğü görebiliriz. Oysa, çevresindeki itici atmosferle birlikte bu imge yüzyılları aşmış durumdadır, bu imge, daha imparatorluk dönemi Yunan-Roma yazınında gayet güçlü bir biçimde belirginleşmişti. IV. yüzyılın anonim bir Physiognomonis’inin yazarının çizdiği Effeminatus portresinde bu imgeye rastlanır; Apuleius Lucius, Dönüşümler'de alay etliği Atargatis papazlarını betimlerken, Prusalı Dion Khrysostomos monarşi üzerine konferanslarından birinde sözünü ettiği aşırılık daimon'unu simgeleştirirken, Gpiktetos sınıfının arka sıralarından çağırıp kadın mı erkek mi olduğunu sorduğu güzel kokulara bürünmüş kıvırcık saçlı retorik öğrencilerine kaçamak atıflarda bulunurken”, Hatip Seneca çevresinde iğrenerek baktığı çöküş içindeki gençliğin portresini çizerken (“Efeminelerimizin yüreğini sağlıksız bir şarkı söyleme ve dans etme tutkusu sarıyor, saçlarını kıvırmak, kadın sesinin okşayıcılığıyla rekabet edebilmek için seslerini inceltmek, davranışların yumuşaklığı konusunda kadınlarla yarışmak, çok müstehcen şeylerin arayışı içinde olmak; İşte yeniyetmelerimizin ideali... Doğuşlarından itibaren gevşek ve sinirli olan bu gençler, isteyerek böyle kalıyor ve kendi ar ve namuslarıyla ilgileneceklerine, başkalarının ar ve namusuna saldırmaya hazır bulunuyorlar”) karşımıza çıkan yine aynı imgedir. Ama temel çizgileriyle bu portre daha da eskidir. Sokrates, Phaidros’taki ilk söylevinde, nazikâne bir biçimde gölgede yetiştirilmiş, boyalı ve ziynetler takan yumuşak oğlanlara duyulan aşktan söz ettiğinde aynı şeye değinir. Thesmophoria Bayramını Kutlayan Kanunlarda Agathon da bu görünümdedir, solgun bir ten, tıraşlı yanaklar, kadın sesi, safran rengi bir elbise ve fileyle tutturulmuş saçlarıyla belirdiğinde, karşısındaki muhatabı onun kadın mı erkek mi olduğunu düşünür.”

Bunda oğlanlara duyulan aşkın ya da daha genel olarak tanımladığımız biçimiyle eşcinsel ilişkilerin suçlanmasını görmek tamamen yanlış olur. Ama ortaya çıkanın eıkeklerarası ilişkinin bazı olası görünümlerine ilişkin oldukça olumsuz değerlendirmeler ve erkek rolünün saygınlık ve göstergelerine gönüllü olarak karşı çıkanların tümüne karşı duyulan güçlü bir iğrenme olduğunu kabul etmek gerekir. Erkeklerarası aşk alanı Antik Yunan’da, en azından modern Avrupa toplumlarına oranla çok daha “özgür” olmuş olabilir, ama yine de oldukça erken bir dönemde yoğun olumsuz tepkilerin ve uzun zaman sürüp gidecek olan dışlama biçimlerinin ortaya çıktığı da bir gerçektir.

Cinselliğin Tarihi

Cock + Devil (1982, Mapplethorpe)




*

Gymnasium'da Çıplaklık


 Thukydides iö 5. yüzyılda Lakedaimonyalılar hakkında şunları söylüyor:

"Beden hareketlerinde ilk soyunanlar, herkesin önünde giysilerini çıkartanlar ve yağ sürünenler de onlardı. Başlangıçta Olimpiyat Oyunları’nda yarışmacıların edep yerlerinde örtüleri vardı, buna ancak birkaç yıl önce son verildi."

Thukydides herhalde burada iö 448’de sona eren Pers Savaşları dönemini kastediyor, o dönemde kendisi henüz küçük bir çocuktu ve Platon daha doğmamıştı.


Platon da bir süre sonra, kızların sporunu itici bulanların “şimdi barbarların çoğuna utanmazca ve komik görünen şeyin, yani erkeklerin kendilerini çıplak göstermesinin, Yunanlılar’ın da öyle görünmesinin üstünden henüz çok zaman geçmediğini anımsamaları gerektiği görüşünü bildiriyor ve ekliyor: “Ve ilkin Giritliler, sonra Lakedaimonyalılar (Spartalılar) spor sahalarına çıktıklarında o dönemin tüm alaycıları, tüm bunlarla dalga geçerdi.”

İlyada ve Odyssea'da yarışmacıların giyinik olduklarını onaylayan bir tek Homeros değildir. Geç 5. yüzyıl siyah vazo resimlerinde de atletler, Pertioma, takarlardı, bu  bağ İkinci Dünya Savaşı'na kadar Japon sporcuları tarafından takılmıştır ve bugün bile  "çıplak şenlikler" şenliklere katılan erkekler tarafından takılmaktadır.

 Yunan erkeklerinin atletik çıplaklığının arkaik bir töre değil, bir uygarlık ürünü olduğu gerçeği bir yana, Klasik Yunanlılar'ın erkek çıplaklığı gerçekten de ayıp yüklü müydü?, çıplak Yunanlı atletlerin kendi aralarında kaldıklarını, başka bir deyişle kadın cinsinden olanların antrenman ve yarışma yerlerine girmesinin kesinlikle yasak olduğunu saptamak, pek de önemsiz sayılmaz. Olimpiyat Oyunları’nda hazır bulunabilen biricik kadın Demeter Khamphyne'nin rahibesiydi. Bir mermer sunağın üzerinde yarışmaları izlemesine izin verilirdi. Bunun nedeni de elbette bir zamanlar şerefine doğurganlığı teşvik edici düğün koşusu olarak stadyum koşusunun düzenlendiği tanrıçayı temsil etmesiydi.

Ancak sıradan kadınların oyunları izlemesi yasaktı ve Pausanias'a inanılacak olursa, gizlice araya karışan ya da sadece yarışma yerinin yakınına gelen bir kadını Eleer’ler Tympaion’un yüksek ve dik bir kayasından aşağıya atmışlardı.

Ancak, Helen delikanlılarının bu sınırlı kamusal çıplaklığı, Elias'ın öne sürdüğü gibi, sorunsuz değildi.

Bir yandan penis başının çıplaklaştırılması, yani sünnet derisinin geri çekilmesi, anlaşıldığına göre son derece ayıptı ve bu yüzden sanatta bile penis başının hemen hemen hiç görülmemesi şaşırtıcı değildir: hatta erekte olmuş penis başı bile tamamen sünnet derisiyle örtülü kalır. Ama Gymnasium’da genital organları gelişmiş sünnet derileri doğal bir biçimde geri çekilmiş bulunan gençler, biraz daha büyük penis başlarını başkalarının bakışlarından korumak için iki teknik uygulamış gibi görünüyorlar. Ya sünnet derisini penis başının üstüne çekip önden bağlıyorlar ve böylece penis bir sosis ucu gibi görünüyor; ya da -sözlükbilimci Phrynikes’in betimlediği gibi-penis arkaya doğru kıvrılıp, yukarıya doğru bağlanıyor.

İlk yöntemin avantajı, pedofil ideale uygun olarak, genç erkeğin penisini daha çocuksu göstermesiydi, bu yüzden vazo resimlerinde de sünnet derisi genellikle çok uzundur, kimi zaman penisin yarı boyu kadardır. Öte yandan, terbiyeli bir çıplak atlet asla bacaklarını açarak oturmaz ya da edepsiz bir biçimde çömelmezdi. Böyle davranan biri, böylelikle Platon'un betimlediği gibi— kendisine bakan erkekleri cinsel tahrik etmek isteyen ahlakı bozulmuş biriydi. Satyrler de hep bacaklarını açmış bir halde resmedilir; uygarlaşmamış varlıklar olarak, dizginsiz cinsel azgınlığın ve terbiyesizliğin cisimlenişi olarak genellikle -Yunan sanatında ender rastlanan bir biçimde- cepheden görülürlerdi.

Aristophanes’in eski göreneğin avukatını konuştururken, bazı Atina yurttaşlarının hislerine tercüman olduğu kabul edilebilir:

 "Ve güreş meydanında, kumun üzerine dinlenmek için oturduklarında, edeplice / bacaklarını öne eğmeleri gerekirdi ki, ayıp yerleri dışarıda çevredekilere görünmesin / Ve ayağa kalktıklarında, kumdaki izleri özenle ortadan kaldırırlardı / çiçek açan biçimleri, kalıp halinde, kirli hevesleri uyandırmasın;” 

Oysa bugünlerde genç adamlar kendilerini şehvetli erkeklere sergiliyorlardı.

Ganymede, photography by Pierre et Gilles




model: Frédéric Lenfant

*

*

Cyril Collard (1957 - 1993)


Janelas Verdes Sokağı’nı tırmanıyorum. Eski Sanatlar Müzesi’ne giriyorum. Karanlık ve serin. Koridorları dolaşıyorum. Büyük bir merdivenden çıkıyorum. Nuno Gonçalves’e atfedilen birkaç parçadan oluşmuş bir resmin önünde duruyorum; Kilise görevlileri, askerler ve burjuvalar Aziz Vincent de Fora’nın önünde diz çökmüşler.


Gideceğim ama tablonun yanında, bir çukurda, Aziz Vincent’i gösteren başka bir resim görüyorum. Aziz Vincent siyah bir sütuna dayanmış, sol bacağı öbürünün önünde, elleri arkasında, saçları koyu kestane, kulaklarında ve ensesinde uzuyor; hepsinin üstünde altın çizgili bir hale var.

Saint Vincent, belinden sarkıp cinsel organını saran bir kumaş dışında çıplak. Vücudu kuru, kaslı, adanmış, içeri doğru hafif kıvrılmış. İki gözü sanki aynı yöne bakmıyor. Ağzı açık, alt dudağı dolgun ve çekici.

Bir başkentin kaldırımındaki jigolo gibi şiddet ve şefkati, günahı ve anlığı birleştiriyor.

Dışarıda her şey değişti. Yağmur durdu. 9 Nisan Parkı’nda eski bir tahta sıraya oturuyorum. Güneş yüzümün sağ kısmına vuruyor. Rıhtım orada; aşağıda, Estoril’e doğru kıyı boyunca giden tren ve tramvay yolundan sonra; ardından Tago nehri, açık yeşil dalgacıklarla bezeli; karşı kıyıda yükselen dev İsa heykelini tamamıyla kaplayan vinçler; bacalar, gemi gövdeleri.




İki adam Panama bandıralı küçük gri bir gemiden iniyorlar: geminin adı Sambrine; bir tanesinin omuzundan sarkan palamar çıplak göğsüne vuruyor yürüdükçe.

Gözlerimin önünde yeşile boyanmış bir demir parmaklık var. Hava hiç olmadığı kadar güzel. Yaşıyorum; dünya' yalnızca oraya, benim dışıma konmuş bir şey değil: ona katılıyorum.




Bana sunulmuş. Büyük bir ihtimalle AIDS’den öleceğim, ama bu artık benim hayatım değil: ben hayatın içindeyim.

Bir araba tutuyorum ve güneye doğru gidiyorum. Geceyi Sagres yakınında Fortaleza do Beliche’de geçiriyorum. Otel, Saint-Vincent burnunun iki kilometre ötesinde, denize tepeden bakan eski bir kalenin içinde.


Ertesi sabah, öğle üzeri biterken, uluyarak konuşan Hollandalı turistlerden oluşmuş bir duvarı aşıyorum ve Avrupa'nın en uç kısmına doğru gidiyorum: Saint-Vincent burnundaki fenere. Bazı azizlerin vücutlarından Öldükten sonra çok tatlı bir kokunun yayıldığı söylenir, kutsanmışlığın kokusu. Kale siperiyle fenerin binasının birbirine ulaştığı yere doğru iniyorum: ulaşabileceğimiz en batı noktası. Ama o noktaya doğru ilerlerken, giderek keskinleşen bir koku havayı dolduruyor. Güçlü rüzgârın kovmadığı bir sidik kokusu. Yırtıcı gecelerin kokusu.


*


şiir



 Gerçek benim uyuşturucumdu; onu dönüştürmek, 
damarlarıma verebilmek için mutlaka şiir gerekiyordu. 


Ölüm

Sıçrayarak uyandım, Ölüm oradaydı; yatağımın ucunda, karanlığın içinde ayışığının belirginleştirdiği iskemlenin üstünde, üstüste atılmış giysilerden oluşma korkunç bir biçime bürünmüştü. İki yıldır, gün gün, dakika dakika oradaydı; beni dünyadan ayırıyordu. Beynim lapalaşmıştı. Kararmış, kanlı bir sığır ciğeri gibi yumuşak, biçimsiz bir kütleye dönüşmüş, kafatasımın içine sıkıştırılmıştı.


AIDS’le ilgili ilk yazıları okuduğum andan beri oradaydı. Hastalığın milyonlarca diğer lanetli gibi beni de götürecek olan gezegen çapında bir felaket olduğunu hemen kavramıştım. Hemen cinsel tavrımı değiştirdim. Eskiden sokakta hoşuma giden oğlanlar arardım; kolay kolay beğenmezdim. Kendimi arkadan düzdürürdüm. O anda, bir daha içime sokturmamaya, yatakta aşk yapmamaya karar verdim. Benzerlerimi aramak için şehre gidiyordum: bir bedenin içinde tatmin olmak istemeyenlerin, spermi kendiliğinden fışkırıp yeraltındaki toza karışanların yanına.

Mastürbasyon kısa sürede bana yetmez oldu. Yeniyetmeliğimin saplantıları geri döndü: organların biçimine bürünen dar pantolonların önleri, donları ıslatan sidik...


yırtıcı geceler

...içtik ve dansettik. Tekila aynı anda hem şeffaf hem de madeni bir içki. Kanımızdan süzülmüş, terimize karışmış bu maden tişörtlerimizi ıslatıyordu. Spotların ışığıyla havada asılı gibi duran bu maden parçaları yüzünden olsa gerek, dil geçidinden çıkmış, bir altın ve amber halesine bürünmüş tek başına ilerleyen bir kelime bana doğru geliyormuş gibi hissettim, “yırtıcı” kelimesi.

Samy bir yırtıcıydı. Ve kelimenin çevresindeki ışıklı hale kutsallığı çağrıştırıyordu.



Ayakları üzerinde dikilen büyük yırtıcıları düşünüyordum, benim yırtıcılarım küçük, sağlam, bir bacağı kıvrılmış ayağı betona dayanmış, baş dönük, hafifçe eğik, sabit, bakışı yukarı doğru kalkmıştı. Kızlar daha az sayıdaydı ve hareket halindeydiler. Benden uzaklaşırlar, yürüyüşlerinin ortasında dönüyorlar, başlarını çeviriyorlar, bakışlarını hâlâ hareket eden saç perçemlerinin arasından yakalayabiliyorum.

Yırtıcıların şiddeti yoğunlaşmış, kenetlenmiş, karışmış, kendi içine dönüktür. Bu, şiddet yeleleridir. Nereye yanağını dayayabilirsen, gücünü de orada hissedersin.

Alkolün buğusu ve dansın ritmi arasında şiirsel bir etkiyle “yırtıcı” sözcüğünü felaket gecelerimle birleştiriyordum.

Cehenneme yaptığım ziyaretler gölge oyunlarından başka bir şey değildi; kıçlar, memeler, cinsel organlar, yoklanan karınlar kimseye ait değildi. Özellikle sözcükler yasaklanmıştı, tek istisna bir arzunun derhal tatminini buyuran emir sözcükleriydi. Diğerleri kulağıma sahte geliyordu, yüzeydeki konuşmaların kötü kopyaları gibi.

Gölgelerin arasındaki gölgeler olarak kendimizi yeniden orada bulabilmemiz için, dokunma duyumuzun ötesinde, cehennem mekânının karanlığında gövdelerin nerede bulunduğunu da seçmek gerekiyordu. Yani vücutlarımızın gölgelerinin gecenin kendisinden de karanlık olması gerekiyordu. Bu gerçekleştiği anda, herkes arzuladığı vücutta, yoğun karanlığın gölgesini, kendi vücudunun yansımasını görüyordu. Ama bir gölge yansıyabiliyorsa, demek ki orada, yüzeyde, yukarıda, bir ışık kaynağı vardı. Benim için güneşle aynı anlama gelen bu ışık bize yırtıcılar tarafından veriliyordu.

Samy ve onun ırkı ışık saçıyordu. Işık yiyici olarak onlara tapıyordum.

Yırtıcı yıldızlar söndükleri, yani yoruldukları ya da çekip gittikleri zaman, sapıklık geceleri dönemsel olarak geri geliyordu. Ama onlar, Samy ve yırtıcılar, onların da bir güneşi var mıydı; yoksa sıcaklığı kendi yaydıkları, benim de onlara geri yansıttığım ışıkta mı buluyorlardı? Hedefledikleri bir kaçış noktası, beni de peşlerinden sürükledikleri bir yer var mıydı?

Jean




Gottfried Benn

Sarhoştum. Gottfried Benn’in hayaletinin bana doğru geldiğini görür gibi oldum. Omuzuma yapıştı, fısıldadı:

“Şiir hiçbir anlamdan gelmez, hiçbir değere gönderme yapmaz. Ondan önce ve sonra hiçbir şey yoktur. O, varolandır."

Elinden kurtulmak istedim, şaire benzer hiçbir yönü olmadığını haykırdım, ama hayalet yakama yapışmıştı:

“Teorik olarak belirttiğim ve pratik olarak yaşadığım anlamda çifte hayat, kişiliğin kolayca kapıldığı sistematik/bilinçli bir dağılmadır.”

Şölenden ayrıldığımızda, savunmasızdık. Samy bir çukura kustu. Ben arabalara çarpıyordum. Serge, kolundan yakaladığı genç bir Kuzey Afrikalıyı bir dostunun ödünç verdiği tatil evine götürmek üzere ayrıldı.

Benn'in hayaleti sokakta önüme çıktı ve kulağıma tiz bir sesle haykırdı:

“Yaşamak bir hayat deneyimi geçirmek ve ondan suni bir şeyler çıkarmaktır.”

Hayattan bir ölüm emri çıkarıyordum. Hayalet bana yapışıyordu. Ondan kurtulmak için havaya vuruyordum. Bir yüz görüş alanıma girdi ve omuzuma yanaştı: Samy’di bu. Vardı. Beni kollarının arasına aldı, sıktı.

Onbeşinci mahallenin kenarında bir kulenin onyedinci katında bir stüdyoda oturuyordum. Asansöre kadar Samy’yle yürüdüm. Birbirimize yaslanıyorduk. Kapıyı açtım ve dosdoğru yatağa yığıldım.

Samy soyundu, muhteşem vücudunun kaslarına baktım

Ona baktığımı fark etti: oğlanları sever misin?
tek bir yatak var ama yatabilirsin, tecavüz edecek değilim! 

 - Onüç yaşımda Amsterdam’da bir tramvay sürücüsü düzmüştü beni... ibne değilim, ama çok da korkmuyorum.”



 Uzanmış, çıplak, birbirimize doğru kayıyorduk. Samy vücuduyla gururlanıyordu; önce okşamama ses çıkarmadı. Sarsıldı; ben de onu izledim. Sonra sarıldık ve eli harekete geçerek tenimin, organımın, kıçımın üzerinde yol aldı. Gözlerim kapanıyordu, ama dudaklarını göğsüne, karnına, cinsel organına doğru indirdim. Haykırarak ağzıma boşaldı.

Uyandığımda başım ağrıyordu. Yataktan çıkıp valizimi hazırlamaya koyuldum. Samy hâlâ uyuyordu. Karnının üzerine yatmıştı ve çarşaflarda kalçalarının, kıçının izleri vardı.

Bu herifin yatağımda ne işi olduğunu düşündüm. Vücudu, teni, hareketleri, ağzı kadınları tercih eden bir oğlana aitti. Kadınlığımı arttırarak onu etkileyecek de değildim.

Samy için duyduğum aşk ortaya çıkarsa, kendi kendini de mahkûm etmiş olacaktı, bunu biliyordum. Ama bu olanaksızlık beni büyütüyordu; bu kez aşkı yenilgiye uğratacak olan şeyin alışılmış nedenlerle, yani eşcinselliği çok göz önünde olan oğlanlarda görülen cimrilik, aptallık, giyinme biçimi, vücudun herhangi bir ayrıntısı, bir kelime, bir hareketle hiçbir ilgisi yoktu.

Samy'i sevmeyi istemek gezegenlerarası bir savaşa katılma, tarihe girme biçimiydi. Bu savaşın da, henüz bulunmamış, ama o kadar çok arzu edilen büyük davalar uğruna başka savaşlara sürükleyeceğini düşünüyordum.

GENET



Televizyonu açtım. Haberler: Bir cezaevi gardiyanına yedi kez yıldırım çarpmış; saçları alev almış; kirpiklerini, ayakparmağını kaybetmiş; dumanlaşıp yokolmuşlar. işte: Benim hastalığım gardiyansız bir cezaevi. , Genet’yi düşünüyordum, kendi kendime dedim ki:

 “Hastalık benim kürek cezam, Guyana’m, Cayenne’m. Kan ve sperm virüse doğru bir hava köprüsü kurduğunda, gazetelerin birinci sayfasında topluma meydan okuyan, bazen de onunla çakışan paralel bir dünya. Aşk kesinlikle hücrelerin duvarlarını aşıyor ve gezinirken, en küçük bir bakış, en ufak bir sürtünme, dışardaki gibi en ateşli ilan-ı aşka, arkasından da güzel ve açık bir orgazma dönüşüyor. Eskiden, lanetli tropik ülkelerde, en acımasız katil bile seçtiği çocuğun kendisine sevgi göstermesini, vücudunun titremelerini sergilemesini beklerdi. Hiçbir hareket yapmadan o çocuğu hıçkıra hıçkıra ağlayacak kadar isteyebilir, ya da tam tersine ilk anda her şeyi zorla alabilirdi: kıçının çukurunu, taze dudaklarını ve kahreden yaşını.”

yırtıcı geceler

Bazen çıkmama gerek kalmıyor, yırtıcı geceler bana doğru geliyor. Viski, sigara ve kokainle yalnızım; bedenimle, onun giysileriyle, ürettiği sıvılar ve dışkılarla. 

Kentin yeraltı sokaklarında adamların bana iplerle, deriyle ve çelikle yaptıklarını ben kendi kendime yapıyorum.

En dibe gitmeye, şafağı görmeye, bulanık saati, ölüm saatini görmeye karar veriyorum. Pencereden karşı duvarı, kirli ve karanlık, çatlak, kimi yerlerinden patlamış, arada bir iki koyu kırmızı kiremit gözüken sıvayı çekiyorum. Çok az ressam şafağı resmetmiştir. Gericault’yu ve özellikle Caravaggio’yu düşünüyorum.


Ve gün giriyor, gri ve sert, çok hızlı, gürültücü; çöp kamyonları, Prisunic’e yapılan teslimatlar. Kimse beni bu kadar koşumlanmış, yaralanmış, kirlenmiş görmüyor. Öyle üzüldüğüm fazla bir şey yok; yalnızca kokainin yarattığı halin sonsuza dek sürmemesine ve sürse bile sürekli, utanılmayacak, toplam bir etkiye ulaşamadığına üzülüyorum.

Kısa boylu, tıknaz, deriler giyinmiş kırk yaşlarında bir adam  beni Ledru-Rollin Caddesi’ndeki kafenin önünde bekliyor. Onun evine çıkıyoruz, bana bir viski veriyor, sevimli geliyor bana. Odasına gidiyoruz; ağaçtan yapılma büyük bir sandıktan deri ve lateks bir yığın eşya çıkarıp yatağa seriyor. “Birkaç yıl yetecek şey var burada” diyorum.

Ledru-Rollin bana oyuncaklardan birkaçını denetiyor, sonra: “Seni asayım ister misin?” dye soruyor. Deriden bir eyer çıkarıyor, bacaklarımı ve kollarımı içinden geçiriyorum. Beni bir tabureye çıkarıyor, eyerin uçlarını koridorun tavanına asılmış iki pitona bağlıyor. “Umarım beni çeker!” diyorum, tabureyi kaldırıyor.

Asılıyım, yavaş yavaş gevşediğimi hissediyorum. Ledru-Rollin kasıklarımdaki tüyleri traş etmek istiyor. Ayaklarımdan başlayan sıcaklık dalgaları beynime kadar çıkıyor. Kusmak istiyorum, gözlerimin önünde beyaz yıldızlar çakıyor, bayılmadan beni yere indirmesini söylüyorum. Bir süre kımıldayamadan yatağın üzerine uzanıyorum. İlk seferinde hep böyle olduğunu, çünkü eyerin kan akışını kestiğini söylüyor.

"Korkma, ben doktorum” diyor.

GENET


Casa’ya gittim, uçağa bindim, Orly’nin gri rengine indim. Bir gazete aldım:

Jean Genet bir gün önce ölmüştü.

Onun kafamda dönüp duran şu cümlesini hatırladım: “Panterler şiirin yüzü suyuna yendiler.” Black Panters’ı, “bıçağın keskin tarafını” sevmişti. Amerika Birleşik Devletleri’nin geri kalan kısmı tereyağ idi.

Genet’nin 19 Aralık 1910’da doğduğunu okudum. Ben 19 Aralık 1957’de doğdum. Bu rastlantıdan yola çıkıp bende herhangi bir yetenek olduğu sonucuna varmıyordum. Ama buna karşılık kendi kendime, benim de bir gün onun gibi harekete geçmem gerektiğini düşündüm.

Bir patlayıcıyı ateşlemek, bir el bombasının pimini çekmek, bir otomatik tüfeğin tetiğine basmak. Genet’nin dudaklarından, buldog güzelliğindeki o dümdüz yüzünden fışkıran şu cümle beni sarhoş ediyordu:

“İnsanların acımasızlığını yalnızca şiddet yok edebilir.”

kan incileri


İtalya Meydanı, Vincent-Auriol Bulvarı, açık metro; nehre
dönüş, beton, yaz sonunda sidik kokusu.

Eller pantolonumun önünü açıyor, tişörtümü kaldırıyor, göğüslerimin ucunu çimdikliyor ve buruyor. Vücudumu kurban seçmiş bu ellerin uzantısında bir adamın vücudu var. Bu acı bana ait; gerekli bir ıstırap bu.