DARWİN GALAPAGOS'TA


H.M.S. Beagle in the Galapagos Islands. Painting by John Chancellor


İnsanın, hatta bütün yaşamın köklerini nasıl biliyoruz? Alan Moorehead, Charles Darwin’in 1835’te HMS Beagle ile yaptığı uzun yolculuk sırasında evrimle ilgili kuramının ilk tohumlarının kafasında belirdiği yer olan Galâpogos adalarını ziyaretini sürükleyici bir dille anlatır.

Pasifik’teki bütün tropik adalar arasında Tahiti’den sonra en ünlüsü Galâpagos Adalarıydı. Ancak bu adalarda insanın beğenebileceği pek bir şey yoktu. Tahiti Takımadası gibi bereketli ve güzel olmadıkları gibi, denizde izlenen alışılmış yolların da çok dışındaydı. Adaların ünü tek birşeyden kaynaklanıyordu: Dünyadaki öteki adalardan farklı olarak son derece ilginçtiler. Beagle için çok uzun bir yolculukta sığınılacak limanlardan biriydi yalnızca, ama Darwin için bundan daha fazlaydı; çünkü burası, onun yaşamın evrimiyle ilgili tutarlı bir görüşe varmaya başladığı yerlerdi. Kendi sözleriyle; 

“Burada, gizemler gizemi o büyük olgunun, bu dünyada yeni varlıkların ilk ortaya çıkışının gizine zamanda ve uzamda biraz daha yaklaştığımızı hissediyoruz.”

Fakat Beagle’ın mürettebatı için adalar daha çok bir cehennemi andırıyordu. Gemi, takımadanın en doğusunda yer olan Chatham Adasına yaklaşırken, kıvrılıp bükülerek çevreyi kaplayan korkunç lavlardan oluşmuş, taşlaşıp kalan fırtınalı bir denizi andıran bir kıyı gördüler. Hemen hemen yeşil tek bir şey bile yoktu; iskelete benzeyen zayıf çalılar adeta yıldırımla kavrulmuş gibiydiler ve ufalanmış kayalar üzerinde tembel tembel iğrenç kertenkeleler yürüyordu. Kararan sıkıntılı gök havada asılı duruyor, baca şapkaları gibi dikilmiş küçük volkanik koni ormanı Darwin’e doğup büyüdüğü Staffordshire’daki dökümhaneleri anımsatıyordu. Havada bir yanık kokusu bile vardı. Beagle’ın kaptanı Robert Fitzroy’un yorumu “Cehenneme yaraşır bir kıyı” biçiminde oldu.

Beagle bir aydan biraz uzun bir süre Galâpagos’ta dolaşıp ilginç bir noktaya her ulaştığında bir kayık dolusu adamı keşif yapmaları için bıraktı. Bizi ilgilendiren grup James Adasında karaya bırakılan gruptur. Darwin burada iki subay ve iki gemiciyle birlikte, yanlarında bir çadır ve erzak, karaya ayak bastı, Fitzroy da bir hafta sonra geri gelip onları almaya söz verdi.

Deniz kertenkeleleri açık kocaman ağızları, boyunlarında keseleri ve uzun düz kuyruklarıyla yaklaşık bir metrelik minik birer ejder olup çıkmışlardı; Darwin onlara “karanlığın minik şeytanları” diyordu. Binlercesi biraraya toplanmıştı ve gittiği her yerde önünden kaçışıyorlardı. Üzerinde yaşadıkları ürkütücü kayalardan bile daha karaydılar. Sahildeki öteki yaratıkların da farklı tuhaflıkları vardı: Uçamayan karabataklar, ikisi de soğuk deniz yaratığı olan ve hiç tahmin edilemeyeceği halde burada tropik sularda yaşayan penguenler ve ayı balıkları, bir de kertenkelelerin üzerinde kene avlayan bir kızıl yengeç.

Adanın iç kesimlerine yürüyen Darwin dağınık bir öbek kaktüsün arasına vardı; burada da iki koca kaplumbağa karnını doyurmaktaydı. Küp gibi sağırdılar; ancak burunlarının dibine kadar yaklaşınca onu farkettiler. Sonra da yüksek sesle tıslayıp boyunlarını içeri çektiler. Bu hayvanlar o denli büyük ve ağırdılar ki yerlerinden kaldırmak ya da yana çevirmek olanaksızdı -bir insan ağırlığını da hiç zorlanmadan taşıyabiliyorlardı.

Kaplumbağalar daha yukarıdaki bir tatlısu kaynağına yöneldiler; birçok yönden gelen geniş patikalar tam orada kesişiyordu. Darwin çok geçmemişti ki kendini iki sıralı garip bir geçit töreninin ortasında buldu. Bütün hayvanlar ağır ağır ilerliyorlar, arada bir yol boyunca rasladıkları kaktüsleri yemek için yürüyüşlerine ara veriyorlardı. Bu geçit töreni bütün gün ve gece devam etti durdu. Sanki çok uzun çağlardır sürüp gidiyordu.

Bu dev hayvanlar çok savunmasızdılar. Balina avcıları gemilerine erzak sağlamak için bir kerede yüze yakınını alıp götürüyordu, Darwin’in kendisi de bunların yavru olanlarından üçünü yakaladı, sonra da Beagle’a yükleyip canlı canlı İngiltere’ye kadar götürdü. Doğal tehlikeler de onları bekliyordu. Yavru kaplumbağalar daha yumurtadan çıkar çıkmaz leş yiyici bir tür şahinin saldırısına uğruyorlardı.

Buradaki başka garip yaratık da kara iguanalarıydı. Bunlar hemen hemen deniz iguanaları kadar iri (bunların 1,5 metre olanları hiç de az değildi), onlardan biraz daha çirkindi. Bütün sırtlarını kaplayan dikenleri, sanki üzerlerine yapışmış gibi görünen portakal rengi ve tuğla kırmızısı ibikleri vardı. Karınlarını, daha etli parçalara ulaşmak için çok yükseklere tırmanarak, yaklaşık 9 metre boyundaki kaktüs ağaçları üzerinde doyuruyorlardı; çoğu zaman da kurt gibi aç görünüyorlardı. Danvin bir gün onların bir öbeğinin üzerine bir dal fırlattığında, bir kemik çevresinde dalaşan köpekler gibi dala saldırmışlardı. Yuvaları o kadar çoktu ki yürürken Darwin’in ayağı sürekli birine giriyordu. Toprağı bir ön bir art pençelerini kullanarak şaşırtıcı bir hızla kazabiliyorlardı.

Keskin dişleri ve tehditkâr bir havaları vardı, ama hiç de ısıracakmış gibi görünmüyorlardı. “Aslında yumuşak ve uyuşuk canavarlardı”; kuyruklarıyla karınlarını yerde sürükleyerek yavaş yavaş yürüyorlardı ve sık sık kısa bir tavşan uykusu için duruyorlardı. Bir keresinde Darwin onlardan birini toprağı kazıp tamamen altına girene kadar bekledi, sonra da kuyruğundan tutup çekti. Kızmaktan çok şaşıran hayvan birden döndü ve “Kuyruğumu neden çektin?” der gibi öfkeyle Darwin’e baktı. Ama saldırmadı.



Darwin James Adasında, hepsi de eşsiz, 26 kara kuşu türü saydı. “Çok nadir olduklarını tahmin ettiğim kuşları da dikkatle inceledim” diye yazdı eski hocası John Henslow’a. inanılmaz ölçüde uysaldılar. Darwin’i büyük ve zararsız başka bir hayvan olarak gördüler ve yanlarından her geçtiğinde çalıların içerisinde kımıldamadan oturdular. Darwin, Charles Adasında bir pınarın başına elinde bir değnek oturmuş, su içmeye gelen güvercinlerle ispinozları avlayan bir çocuk gördü; çocuk öğle yemeklerini bu basit yöntemle çıkarma alışkanlığındaydı. Kuşlar hiç de yaşadıkları tehlikenin farkında görünmüyorlardı. “Yerli sakinler çevreye yeni gelen bir yabancının beceri ya da gücüne alışana kadar, yeni gelen bu yırtıcı hayvanın çevrede çok büyük bir tahribat yaratacağı sonucuna varabiliriz” diye yazdı Darwin.

Büyülü bir hafta böyle geçti; Darwin’in kavanozları bitkilerle, deniz kabuklarıyla, böceklerle, kertenkelelerle ve yılanlarla doldu. Herhalde Cennet Bahçesi böyle olmazdı; yine de adada “bir zamandışılık ve bir masumluk” vardı. Doğa büyük bir denge içindeydi; orada bulunan tek davetsiz misafir insandı. Bir gün tam bir daire oluşturan bir krater gölünün etrafında yürüyüşe çıktılar. Göl yaklaşık bir metre derinliğindeydi ve parlak beyaz bir tuz tabanın üzerinde kımıltısız uzanıyordu. Kenarlarında pırıl pırıl yeşil bir perçem oluşmuştu. Bu doğa harikası yerde balina avına çıkmış bir geminin isyancı tayfaları kısa bir süre önce kaptanlarını öldürmüştü. Ölen adamın kafatası hâlâ toprağın üzerinde duruyordu.

Galapagos Islands


Karanlık Herakleitos

Sıradan, pratik hayat meselelerinde olası yanlış anlamalara netlik sayesinde imkan vermemek gerek. 
(Schopenhauer)

Aptal, kof bir kafanın, büyük olan her şeyi - nadir bir duygu için pek çok anlamdan birini taşıyan - kendi boş dünyasına çevirmektense anlamsız olarak ilan etmesi için, onun sadece kısa ve (bu yüzden) karanlık ifade edilmesi, aslında genel olarak yerindedir. Çünkü aptal kafaların çirkin bir marifeti vardır: En derin ve en zengin özlü sözde kendi sıradan fikirlerinden başka hiçbir şey bulmazlar. 

(Jean Paul)

Herakleitos

Borges'in kendi sesinden Arte Poetica (Şiir Sanatı)
Görsel: Heraclite l'obscur (1969) / Müzik: Yann Rouquet


zaman ve sudan oluşan ırmağa bakmak

ve anımsamak zamanın başka bir ırmak olduğunu,

bilmek kendimizi bir ırmak gibi yitirdiğimizi

ve yüzlerin sular gibi akıp gittiğini..


duyumsamak uyanıklığın başka bir uyku olduğunu

düşlerinde uyumadığını ve ölümü gören

bizim etimizin o ölüm olmadığından korkan

her gece yattığımız o ölüm , adına uyku dediğimiz..


günde ve yılda simgesini görmek

insanın günlerinin ve yıllarının ,

yılların yıkımını , aşağılamasını dönüştürmek

bir ezgiye , fısıldanan bir söylentiye , bir simgeye ,

ölümde uykuyu görmek , günbatımında

hüzünlü altını , böyledir işte şiir ,

ölümsüz ve yoksuldur.. şiir

döner gelir tan ağarır gibi , gün batar gibi..

kimileyin akşamları bir yüz

bakar biz e bir aynanın dibinden ;

sanat işte bu ayna gibi olmalı

bize kendi yüzümüzü açan ayna..


odysseus’un , tansıklardan bıktığını anlatırlar ,

ıtaca’sını daha uzaktan seçerken sevdadan ağlamış ,

yemyeşil ve alçakgönüllü yurdunu.. sanat işte bu ıthaka’dır

yeşil sonsuzluktan , tansıklarla yok bir işi..


sonsuz ırmak gibidir hem bir yandan da

akıp geçen ve durakalan ve camıdır yansıtan tıpkı

durmadan değişen heraklitos gibi , tıpkı kendisi olan

ve bir başkası , bir sonsuz ırmak benzeri...

Heraklit'in Suları


Ne zaman sokaklarda dolaşsam
Okul, sinema, sergi
Kullanıyorlar
Bendeki eski benleri.
Kalabalıklarda çoğalıyorum
Hangisine yetişeyim şaşkın
Tıpkı onun çizgileri
Karşıdan gelen şu kadın.
Bir küçük çocuk
Yıllarca öncem
Korkar mı gitsem yanına
Çocuk, sen bensin desem.
Üç delikanlı yürüyor
Bir dört yol ağzında her biri bir yana
Üçe bölünüyorum
Yolların her birinde birim gidiyor.
Biri eve derslerinin başına kitabı açıyorum
Biri parkta bir sevgili bekliyorum
Bir yerde çalışıyor üçüncü, okul dönüşü
Gecenin geç saati işimden dönüyorum.
Hey durun! diyorum, siz bensiniz, bensiz
Nereye gidersiniz hey durun:
Sessizce yürüyorlar benden habersiz
Durmuyorlar o kadar sesleniyorum.

Behçet Necatigil

CEBİ DELİK (Paul Auster)

Paul Auster, otobiyografik anlatısı Cebi Delik'ten (sf. 5 - 7)




Yirmileri devirip otuzlardan gün almaya başladığım yıllarda, elimi değdiğim her şeyin kuruduğu bir dönem geçirdim. Evliliğim boşanmayla sonuçlandı, yazdıklarım beş para etmedi, parasızlık canıma tak etti. Parasızlık derken gelip geçici bir sıkıntıyı, belirli bir dönem için kemer sıkmayı kastetmiyorum; ruhumu zehirleyen ve sonsuz bir panik havası yaratan sürekli, kemirici, soluk tüketici bir parasızlıktan söz ediyorum.

Bu duruma düşmemde benden başka kimsenin suçu yoktu. Parayla ilişkim hep çapraşık, karışık, çelişkili dürtülere bağlıydı. Bu konuda belirgin, tutarlı bir tavrı reddetmiş olmanın ceremesini ödüyordum. Öteden beri tek arzum yazı yazmaktı. Daha on altı-on yedi yaşlarımdayken bu hevese kapılmıştım, ama hiçbir zaman ekmeğimi bundan çıkarırım diye de kendimi aldatmamıştım. Yazar olmak, doktor ya da polis olmak gibi bir ‘meslek seçimi’ değildir. Yazarlıkta seçmekten çok seçilmiş olursun ve başka bir işe yaramayacağın gerçeğini de bir kez kabullenince, ömrünün sonuna kadar uzun, çetin bir yolda yürümeye hazırlıklı olman gerekir. İlahların gözdesi durumuna gelmedikçe (vay haline bunu bekleyenin), yazdıkların hiçbir zaman geçimini sağlayacak parayı getirmez ve eğer başını sokacak bir yer, açlıktan ölmeyecek kadar aş istiyorsan, faturaları ödemek için başka işler yapman gerekir. Bunu kavrıyordum, hazırlıklıydım ve yakınmıyordum. O açıdan çok şanslıydım. İlle de şuyum buyum eksik olmasın diye bir derdim yoktu, yoksulluktan da korkmuyordum. Tek istediğim, becerebileceğime inandığım işi yapma fırsatını yakalamaktı.

Yazarların çoğu çifte yaşam sürer. Akıllı uslu mesleklerde iyi para kazanıp yaşamlarından çaldıkları zamanı yazıya ayırırlar: Ya sabahın kör karanlığında, ya gece geç vakit ya hafta sonları ya da tatillerde yazarlar. William Carlos Williams ve Louis-Ferdinand Celine doktordu. Wallace Stevens bir sigorta şirketinde çalışırdı. T.S. Eliot önce bankerlik, sonra yayıncılık yaptı. Benim tanıdıklarımdan Fransız şairi Jacques Dupin, Paris’teki bir sanat galerisinin yöneticilerinden biridir. Amerikan şairi William Bronk, kırk yılı aşkın bir süre ailesinin New York’un kuzeyindeki kömür ve kereste tesislerini yönetti. Don DeLillo, Peter Carey, Salman Rüşdi ve Elmore Leonard yıllarca reklamcılık sektöründe çalıştılar. Kimi yazarlar da öğretmenlik yapıyor. Bu belki de günümüzdeki en yaygın çözüm yolu; belli başlı bütün üniversitelerde ve kolejlerde ‘yaratıcı yazarlık’ diye bir ders veriliyor, romancılarla şairler de buralardan birer post kapabilmek için habire bir şeyler karalayıp çiziktiriyorlar. Böyle yaptıkları için kim suçlayabilir ki onları? Ücretler yüksek olmasa da sürekli bir iş güvenceleri var, üstelik çalışma saatleri de elverişli.

Benim sorunum, çifte yaşam sürmek istemeyişimden kaynaklanıyordu. Çalışmaktan kaçındığımdan değil; ama beşten dokuza bir işte kart basmak fikri kanımı donduruyor, içimdeki bütün coşkuyu öldürüyordu. Yirmi yaşlarındaydım; durmuş oturmuş bir yaşam için kendimi fazlasıyla genç buluyor, istediğimden ya da gereksindiğimden daha fazlasını kazanacağım diye tükeneceğim zamanı başka şeylere ayırmayı planlıyordum. Para deyince, kıt kanaat geçinmeme yeterli olandan fazlasında gözüm yoktu. O devirde hayat ucuzdu; kendimden başkasını geçindirmek sorumluluğum da olmadığı için yılda yaklaşık üç bin dolarla idare edebileceğimi hesaplıyordum.

Bir yıl yüksek lisans öğrenimi yapmayı denedim; bunu da sırf Columbia Üniversitesi iki bin dolar burs verdiği için seçtim, yani okula gideyim diye üste para alacaktım. Ama böylesine elverişli koşullarda bile, o ortamda yer almak istemediğimi çok geçmeden kavradım. Okuldan gına gelmişti ve bir beş-altı yıl daha öğrenci olma fikri, ölümden beter bir yazgı gibi görünüyordu. Artık kitaplardan söz etmek değil, kitapları yazmak istiyordum. Bir yazarın üniversiteye kapanmasını, çevresini kendisi gibi düşünen insanlarla doldurmasını, rahata ve kolaycılığa alışmasını da ilke olarak yanlış buluyordum. Böyle bir ortam, insanı kendinden ve yaşamından hoşnut olacağı bir rehavete sürüklemek tehlikesini doğurabilir ve bir yazar o rehavete gömülürse, artık işi bitmiş demektir.

Yaptığım seçimleri savunacak değilim. Bunlar gündelik yaşama uygun, pratik çözümler olmasa da, işin doğrusu, ben gündelik yaşama uymak istemiyordum. Benim aradığım yeni deneyimlerdi. 

Dünyayı dolaşmak, kendimi sınamak, orası senin burası benim gezip görmek, olabildiğince çok şey keşfetmek istiyordum. Gözümü açmasını bilirsem, başıma ne gelirse gelsin hepsinin yararlı olacağını, bana bilmediğim bir şeyler öğreteceğini kestiriyordum. Bu size biraz modası geçmiş bir yaklaşım gibi gelebilir; belki de gerçekten öyleydi. Toy yazar ailesiyle, arkadaşlarıyla vedalaşır ve kendinde ne gibi bir cevher olduğunu keşfetmek için bilinmeyen yerlere doğru yola çıkar. Daha mı iyi olurdu, daha mı kötü bilmem, ama başka bir yaklaşımın bana uygun düşeceğini de hiç sanmam. Enerjim vardı, kafam yeni fikirlerle doluydu ve yerimde duramıyordum. Şu koskoca dünya önümde uzanırken aklıma en son gelecek şey, kendime güvenceli bir düzen kurmak olurdu.

Bunları anlatmak ve o duygularımı anımsamak hiç de zor değil. Asıl zor olan, yaptıklarımı neden yaptığım ve o duyguları neden hissettiğim sorusuna yanıt aramak. Benim konumumdaki diğer genç şair ve yazarların hepsi, gelecekleriyle ilgili aklı başında kararlar veriyorlardı. Bizler, ana babalarımızdan gelecek paraya güvenecek zengin çocukları değildik ve okulu bitirdiğimiz anda kendi ayaklarımızın üzerinde durmak zorundaydık. Hepimiz aynı durumdaydık, bizi nelerin beklediğini çakıyorduk; ama onlar bir başka yol tutturdular, ben bir başka yol tutturdum. Bunun nedenini hâlâ açıklayamıyorum. Arkadaşlarım neden öyle sağduyulu davrandılar da, neden ben böylesine pervasız olabildim?
...

Tore Down a la Rimbaud

Bütün küçümsemelerimde haklı çıktım: Çünkü kaçıyorum!
                                                                 Kaçıyorum!

Rimbaud

Rimbaud & Verlaine

"Aynı cinsten iki şairin ilişkisi, fiziksel bir temeli de olsa, yoğunluklu bir entelektüel yoldaşlığı ve heyecanı sağlayabilir. Eşcinsellik, en esaslı anlamıyla, entelektüellik üzerine kurulabilir. Esasen aşkın estetik bir kavrayışını temsil eder; genç bir erkeğin güzelliğinin daha yaşlı bir erkekteki bilgeliği aradığı, bilgeliğin de güzelliği tefekkür ettiği bir kavrayış." (Wallace Fowlie)



Rimbaud vakasındaki tek mesele, genç adamın (Rimbaud’nun) kendinden yaşça büyük şair Verlaine üzerinde baskın oluşuydu.  Rimbaud dominanttı (aktif), “Şeytani Damat”tı; ama ondan on yaş büyük ve evli olan Verlaine edilgen (pasif) olandı, "Aptal Bakire"ydi. Belli bir süre bu kitabın adını “Rimbaud: Üstün Ergen” diye andım. Aslında, Rimbaud kendinden büyük heteroseksüel arkadaşlarına tam tersini söyleyip onları afallatmaktan hoşlanırdı. Bir keresinde, maço romancı Alphonse Daudet’nin de bulunduğu bir ortamda Verlaine hakkında, 

“Benimle istediği kadar kendini tatmin edebilir. Ama o benim onun üzerinde çalışmamı istiyor. Hayatta olmaz! Aşırı derecede iğrenç biri o! Teni de berbat!”

SARHOŞ GEMİ

Rimbaud,  Paris'e geldiğinde, yanında, sonradan en büyük şiiri olacak olan 200 dizelik, denizi hiç görmemiş biri olarak deniz için yazdığı “Sarhoş Gemi” vardı. “Sarhoş Gemi” besbelli ki, Baudelaire’in eşit uzunluktaki “Le Voyage” şiirinin egzotikliğinden, yoğunluğundan, acayip renklerin düşsel görüntülerinden etkilenmişti. Çünkü o da, sık sık ihmal edilmiş, ya da terk edilmiş çocukların hülyalarına geri dönmektedir. Çünkü o da, okuru, güzel, bitip tükenmeyen ses uyumlarına, incelikli ama ısrarlı uyaklara sürüklemektedir.

Etkilendiklerinden biri Baudelaire ise, bir diğeri de, zamanının resimli macera dergileriydi (Le Magazine Pittorasque, sözgelimi). Çöllerin, balta girmemiş ormanların, Kutupların ve kükreyen aslanların, panterlerin hüküm sürdüğü, yüzen adaların keşif resimlerini ve hikayelerini barındıran dergilerdi bunlar. Rimbaud ayrıca, oğlan çocuklarının maceralarını anlatan Jules Verne kitaplarını okumuştu, özellikle, güneş ışıklarının derinlerde ayrışıp gökkuşağına dönüştüğü Denizler Altında Yirmi Bin Fersah’ı ve James Fenimore Cooper’ı (belki de şiirin başındaki "Kızılderililerdin kaynağı oydu). Edgar Allan Poe şiirlerinde, Arthur Gordon Pym'in Öyküsündeki, Kuzey Buz Denizi tasvirlerinden etkilemişti. Eleştirmenler sıklıkla, edebiyat türlerinde, izlekler ve teknikler yüksek sanat konumuna yükseldiğinde, yaratıcı kıvılcımların belirdiğini iddia ederler — ve Rimbaud, modern çağın bu düsturunu kavramış ilk şairlerinden biridir. 

Rimbaud, Charleville'deki aylaklık aylarında, sistematik olmasa da dağınık bir biçimde çok geniş yelpazede kitaplar okumuştu. Sarhoş Gemi Monitordan tutun da (o sırada daha yeni sona ermiş olan Amenkan İç Savaşı'nda, Kuzeylilerin zırhlı savaş gemisi), Eski Ahit Eyüp Kitabında geçen dev bir canavar olan Behemoth'a varıncaya kadar her şeye göndermede bulunan, geniş kapsamlı bir şiirdir. Dahası, Rimbaud sözde bilimlerin (manyetik ya da hipnozla tedavi gibi, frenoloji gibi, ya da kafatası yapısına bakıp karakter okuma gibi) kuvvetli bir karışımı olan “illüminizm’den, Asya dinlerinden ve ruhun bedenden bedene göçmesi inancından, elektrik ve uçmak ve ispritizma gibi büyük teorilerden de etkilenmişti. Bretagne sayesinde, simya, (ya da sonsuz hayatın sırları ve adi metalleri altına dönüştürme sanatı) için yazılmış eski kitapları, hatmetmişti.

Bütün bu şatafatlı şeylere, bu bilgi kırıntılarına ve efsanelere ek olarak, Rimbaud’nun dilsel yetenekleri de göze çarpıyordu. “Sarhoş Gemi”deki en az yarım düzine sözcük, kendi türettikleriydi, bir o kadar da anlamı belirsiz, Arden'ler yöresindeki kendi diyalektinden ödünç aldığı sözcükler kullanmıştır.

Eşit derecede göze çarpan da, bu şiirin ne olmadığıydı. Bu şiirle birlikte bütün eski çocuksuluklarından sıyrılmış oluyordu artık. Artık, ne başka şairlerin parodilerini yapıyor, ne kutsal şeylere abartılı bir şekilde dil uzatarak kiliseye saldırıyor, ne de cinsel kinayelerle kadınlara çamur atıyordu. Müstehcen ve tiksindirici olana (kaka, pislik, bit pire, ishal vs.) ilgisi azalmıştı. Bütün bu ergenlik ahmaklıkları, yerini aynı zamanda hem gerçek bir seyrüsefer (odise), hem de ruhsal bir yolculuk destanı tasvirine bırakmıştı. 

Edmund White / Bir Asinin Çifte Yaşamı


***

***







RİMBAUD




On altı yaşımdayken, 1956’da, Rimbaud’yu keşfettim. Detroit dışında bir erkek lisesi olan Cranbrook’ta yatılı bir öğrenciydim, ışıklar malum gece onda kapanırdı. Ama ben odamdan sıvışır, loş ışıklı tuvalete gider, oradaki sandalyede bacaklarım hissizleşene kadar uzun bir süre otururdum. Dışarıda, rüzgâr karı sürükleyip yüksek, beyaz, sessiz yığınlara dönüştürürken; içeride, yatakhanenin ürkütücü sessizliği... İşte orada, Rimbaud’nun şiirlerini tekrar tekrar okurdum. Fransızca’dan bölgesel bir ödül kazanmış olmama rağmen Rimbaud’nun sözcük dağarcığı ve grameri bana çok zor gelirdi, ben de sol sayfadaki Fransızca orijinalinden sağ sayfadaki (1952’de Louis Varese tarafından İngilizce’ye) çevirisine gözümü kaydıra kaydıra okurdum. O uzun şiiri “Sarhoş Gemi’nin verdiği duygusal coşkunlukla zevkten dört köşe, egzotik diyarların hayallerine dalar giderdim.


Mutsuz bir gey ergen olarak, can sıkıntısı ve cinsel gerginlikle boğuştuğumdan, kendimden nefretle paralize olmuş olduğumdan New York'a kaçıp gitmeyi ve yazar olmayı arzulardım, Rimbaud’nun özgür olmak, yayımlanmak, Paris’e gitmek arzuları ile tamamen özdeşlik kurmuştum. Bende eksik olan onun cesaretiydi. Ve dehası. Bütün ödevlerimi, öğleden sonraya sıkıştırırdım, diğer çocukların top oynadığı saatlere. Böylelikle akşamları iki saatlik zorunlu etüt zamanlarımı romanıma
çalışmaya ayırabilecektim. Bir roman yazdım, sonra İkincisini. Hep anlayışlı bir kadın olmuş olan annem, sekreterinden benim düzgün el yazımla yazdığım sayfaları daktiloya çekmesini rica etti. Kafamdaki şuydu; onları bir New York yayıncısına gönderecektim, onlar kabul edecekti, bir servet kazanacaktım - sonra da buralardan topuklayacaktım. Hem aile efradımdan (annem babam boşanmıştı) hem de onların parasına muhtaç olmaktan kurtulacak, okulu bırakacak ve New York'a gidecektim. Yaşça benden büyük bir erkeğin bana âşık olup benim için her şeyi yapması hayalleri kuruyordum...

Edmund White

Ben bir başkasıdır


 “Bir okullu Rimbaud vardı, kendini soyutlamış ve ağzı sıkı, ama o zaman bile, yani kendini yöneten demir yumruğun altında bile sakin görünürdü. Bir de ondan taban tabana zıt, tartışmalarımız sırasında beliren, içsel benindeki özgür iradeyi bir tür entelektüel taşkınlıkta ortaya çıkaran bir Rimbaud vardı. Rimbaud, kendindeki bu çift kişilikliliği, daha sonra mektubunda, bana şunu yazdığında, kendisi de anlamıştı:

 ‘Ben bir başkasıdır.’


Georges İzambard (Rimbaud'nun öğretmeni)

Sade & Rimbaud



1873. Rimbaud, Londra'da kaldığı bir dönem British Library'den Sade'ın kitaplarını ister.

Rimbaud da, (bir nebze daha erken tarihte olmak üzere, Marx dâhil) zamanın birçok yazarı gibi, British Museum’dan bir “okuyucu kartı” çıkarttı. George Gissing’in 1891’de yazdığı, yoksul yazar-çizer takımı hakkındaki romanı New Grub Street’te tasvir ettiği piyasa yazar-çizerleri gibi, Rimbaud da günlerini, ısınmanın ve ışığın bedava olduğu halk kütüphanesinde geçiriyordu - bir bakıma da, Paris’teyken bir kahve fiyatına rahatsız edilmeden oturulan kahveler gibi. Üstüne üstlük, Rimbaud, British Museum’un geniş kitap koleksiyonuna gömülebiliyordu - Komüncülerin yazdığı, Fransa’da bulunamayan kitaplar dâhil.  Marquis de Sade’ın Fransızca pornografik kitaplarına da bakma girişiminde bulundu, ama izin verilmedi - bu kitaplar birkaç “uzman” dışında herkese yasaklıydı.

Edmund White

Sade'ı Neden Ciddiye Aldım?


 "...hemen SADE hakkında ne düşündüğümü soruyor. Çok olumlu düşünüyorum tabii. Soluk benizi iyice solgunlaşıyor...."   (Philippe Sollers / Tanrısal Hayat)


Okuma modern bir ciddiyettir.

Ciddiyetin koşulu düşünümselliktir: Düşünümsellik olmadan, şeyin kendi üzerine geri dönüşü olmadan, düşünümsel şeyin bununla ilişkili özneye geri dönüşü olmadan, okumanın okura geri dönüşü olmadan, okumanın kendine geri dönüşü olmadan ciddiyet yoktur.

Sade'ı okumak özel bir deneyimdir ve Sade'ı ciddiye almanın koşulu, bizzat okuma eylemini ciddiye almaktır. Bu ciddiyet olmadan Sade kuşku yok ki sadece nadir kitap meraklıları ya da erotizm meraklıları için ilginç bir nesne olarak kalırdı.

Sade hepimizi ilgilendirir, bizim gerçeğimizdir ve yüzleşilmesi gerekir.

Sade ancak yirminci yüzyılda ciddiye alınabildi; 19. yüzyılda henüz felsefi olarak ele alınmamıştı. O, hovardalığın, yasaklı rafların, karanlık folklorik geleneğin bir parçası olarak duruyordu.

20. yüzyılda artık şairlerin ya da yazarların değil, filozofların elindeydi. Ve bunların çoğu Bataille'ın ortaya attığı terimle anti-filozoflardı.

*
Eric Marty
20. Yüzyılda Sade Neden Ciddiye Alındı?


merci de sade!




Uyuyan Adam

Evinden çıkman gerekmez. Masandan kalkma ve dinle. Hatta dinleme, yalnızca bekle. Hatta bekleme bile, kesinlikle sessiz ve yalnız ol. Dünya, maskesini düşüresin diye, gelip kendini sunacaktır sana, başka türlü olamaz; kendinden geçmiş bir halde eğilecektir önünde. (Franz Kafka)




ÖLMEDİN; daha aklı başında biri de olmadın.
Gözlerini kavurucu güneşe çevirmedin.
İkinci sınıf iki yaşlı aktör seni aramaya gelmediler, sana yapışıp üçünüzden ikisini ortadan kaldırmadan birinizi yok edemeyecekleri bir bütün oluşturmadılar seninle.
Bağışlayıcı yanardağlar seninle ilgilenmediler.
İnsan ne harikulade bir buluş! Isınsın diye ellerine, soğusun diye de çorbasına üfleyebilir. Çok tiksindirmiyorsa bir kınkanatlıyı başparmağıyla işaret parmağı arasında hafifçe tutabilir. Bitki yetiştirebilir, besinini, giyimini, kimi ilâçları, hatta kötü kokusunu gizlemeye yarayacak parfümleri onlardan sağlayabilir. Madenleri dövüp kap kacak yapabilir (bir maymunun yapamayacağı bir şeydir bu).

Büyüklüğün, çektiğin acı nice örnek hikâyede yüceltiliyor. Nice Robinson’lar, Roquentin'ler, Meursault’lar, Leverkühn'ler! 

Dibe ulaşmak, hiçbir anlam taşımaz. Ne umutsuzluğun dibine, ne nefretin dibine, ne alkole bağlı düşüşün, ne de kibirli yalnızlığın dibine. Ayağını dibe kuvvetle çarparak su yüzüne çıkan dalgıcın aşırı güzel imgesi...

Ama hiçbir gezgin Rachel, Pequod'nun mucize kabilinden korunan enkazının üzerinde bir yetim olarak sen de gelip tanıklık edesin diye yardım elini uzatmadı sana.

Annen giysilerini onarmadı. Milyonuncu kez, ne deneyimin gerçekliğini aramak, ne de ruhunun örsünde soyunun yaratılmamış bilincini dövmek için çıkıyorsun yola.

Geçmiş çağlardaki atalarından, zanaatçilerden hiçbiri ne bugün ne de başka zaman eşlik edecek sana.

Yalnızlığın bir şey öğretmediğinden, kayıtsızlığın bir şey öğretmediğinden başka hiçbir şey öğrenmedin. Bu bir aldatmacaydı, göz alıcı ve tuzaklı bir yanılsamaydı. Yalnızdın, hepsi bu, ve kendini korumak istiyordun; dünyayla senin arandaki köprüler sonsuza dek atılsın istiyordun. Ama sen bir hiçsin, dünya ise öyle kocaman bir sözcük ki: Büyük bir şehirde başıboş dolaşmaktan, birkaç kilometre uzunluğundaki cepheler, vitrinler, parklar ve rıhtımlar boyunca yürümekten başka bir şey yapmadın hiç.

Kayıtsızlık işe yaramaz. İsteyebilir ya da istemeyebilirsin, ne fark eder! Bir parti tilt oynamak ya da oynamamak; nasıl olsa biri aygıtın deliğine bir yirmibeşlik atacak. Her gün aynı yemeği yemekle kararlı bir hareket yaptığını sanabilirsin. Ne var ki reddedişin işe yaramaz. Yansızlığın hiçbir anlam taşımaz. Cansızlığın öfken kadar abes.

Kayıtsız bir halde caddelerden geçtiğini, yürüdüğünü, şehirde ikide bir yön değiştirdiğini, kalabalıkların yolunu izlediğini, gölgelerin ve çatlakların oyununu kavradığını, çözdüğünü sanıyorsun.

Ne var ki hiçbir şey olmadı: hiçbir mucize, hiçbir patlama.

Düşümde:


...gönlümce, bırakmışım kendimi kumsala, sarhoş bir uyku çekiyorum, ötemde, deniz güneşle birleşmiş, sonsuzluğu doğurmuş, uzanıyor ufka pırıltılar saçarak... çözülmüşüm, bütünüyle tamama ermişim, esenlik dolu her şey...

UYUYAN ADAM




Çalar saatin çalıyor ...kılını kıpırdatmıyorsun... yatağından çıkmıyorsun ...tekrar kapatıyorsun gözlerini... Önceden düşündüğün bir eylem değil... hatta bir eylem bile değil... eylem yoksunluğu... gerçekleştirmediğin bir eylem... gerçekleştirmekten kaçındığın bir eylem.

Hareket etmiyorsun, hareket etmeyeceksin.

Başka birisi, belki ikizin, belki de düzenli benzerin senin yapmadıklarını, birer birer senin yerine yapıyordur: Uyanıyor, yüzünü yıkıyor, tıraş oluyor, giyiniyor, dışarı çıkıyor.

Okulunu bitiremeyecek, diplomanı asla alamayacaksın. Artık ders çalışmayacaksın. Her günkü gibi kendine Nescafe yapıyorsun, her günkü gibi, şekerli konsantre süt ilave ediyorsun. Yıkanmıyorsun, üzerini bile güç bela giyiyorsun. Her günkü gibi alışkanlıklarına uyarak arkadaşlarına katılmak için kafeye gitmiyorsun.  




Ertesi sabah, arkadaşlarından birisi odana çıkan altı kat merdiveni tırmanacak. Kapını çalmasını dinleyeceksin. Bekleyeceksin. Tekrar çalacak. Sonra daha yüksek sesle. Yine bekleyeceksin. Daha sakin çalacak. Bağırmadan sana seslenecek. Duraksayacak. Sonra gerisin geri inecek.

Ertesi gün, daha ertesi gün, başkaları da geldi kapıyı çalıp, bekleyip, sana seslendiler, sana mesajlar bıraktılar. Daracık döşeğinde dizini içeri çekip ellerini ensende birleştirerek uzanmaya devam ediyorsun. Kimseyi görmek ya da konuşmak ya da düşünmek, veya düşünmek hatta kıpırdamak istemiyorsun. Yine böyle bir günde biraz daha geç, biraz daha erken saatte, hiç şaşırmadan, bir şeylerin yanlış olduğunu, nasıl yaşayacağını bilmediğini ve asla bilemeyeceğini fark ediyorsun.




ODAN



Odan dünyanın merkezi.

Odan ıssız adaların en güzeli, Paris ise kimsenin hiçbir zaman aşamadığı bir çöl. Bu dinginlikten, bu uykudan, bu sessizlikten, bu uyuşukluktan başka bir şeye ihtiyacın yok. Günler başlasın, günler bitsin, ağzın kapansın, ensendeki, çene kemiğindeki, çenendeki kaslar bütünüyle gevşesin, sadece
ve sadece göğüs kafesinin inip kalkması, yüreğinin atışları tanıklık etsin hâlâ sabırla var kalmana.



Odan, bir kazan gibi, bir fırın gibi sıcak. Bu sığınak, kokunu hiç kaybetmeyen, yatağına yalnız başına sokulduğun bu yüklükten bozma çatı katı, etajerin, muşamban, çatlaklarını, kabartılarını, lekelerini, çizgilerini, binlerce kez saydığın, tavanın, maket bir evin mobilyasını andıracak kadar küçük olan lavabon, pembe kabın, penceren, üzerindeki tüm çiçekleri ezberlediğin duvar kağıdın, defalarca okuduğun ve defalarca okuyacağın gazeten; yüzünü ancak birbirine eşit olmayan üç parça halinde gösterebilen bu kırık aynan; raflara dizilmiş kitapların: Böyle başlıyor ve sonlanıyor krallığın... 


Georges Perec: Uyumayan Adam


Perec Uyuyan Adam'ı yazdığında uyanmıştı



RİMBAUD



Pek yaşadın denemez, oysa her şey çoktan söylendi, çoktan bitti. Topu topu yirmi beş yaşındasın, ama yolun çizilmiş bile. Roller hazır, etiketler de: Bebekliğindeki oturaktan yaşlılığındaki tekerlekli sandalyeye varana kadar oturulacak tüm yerler orada durmuş sıralarını bekliyorlar. Serüvenlerin öyle iyi betimlenmiş ki, en şiddetli isyan bile kimsenin kılını kıpırdatmayacaktır. Sen istediğin kadar sokağa çıkıp insanların şapkalarını başlarından uçur, başına iğrenç şeyler tak, çıplak ayakla yürü, bildiriler yayınla, önüne çıkan bir kapkaççıyı geçerken kurşunla, boşuna, bir işe yaramayacak: Düşkünler yurdunun yatakhanesinde yatağın çoktan yapılmış, lânetli şairler sofrasında yerin ayrılmış. Sarhoş Gemi, sefil mucize: Harrar bir panayır eğlencesi, turistik bir gezidir. Her şey öngörüldü, her şey en ufak ayrıntısına kadar hazırlandı: büyük aşklar, soğuk alaycılık, ıstırap, bolluk, egzotizm, büyük serüven, umutsuzluk. Sen ruhunu şeytana satmayacak, ayaklarında sandaletlerle gidip kendini Etna'ya atmayacak, dünyanın yedinci harikasını yıkmayacaksın. Ölümün için her şey çoktan hazır: Seni öldürecek top güllesi çok uzun zaman önceden eritilip döküldü, tabutunun peşinden ağlayacak olan kadınlar çoktan tutuldu.





En yüksek tepelerin doruğuna ne diye tırmanasın ki, sonradan inmek zorunda kalacak olduktan sonra; inince de, yaşamını oraya nasıl çıktığını anlatarak geçirmemen mümkün mü? Ne diye yaşar gibi görünesin ki? Neden sürdüresin? Başına gelecekleri şimdiden bilmiyor musun sanki? Olman gereken her şeyi daha önce olmadın mı: anasına babasına lâyık bir oğul, küçük cesur izci, daha iyisini yapabilecek iyi bir öğrenci, çocukluk arkadaşı, uzak kuzen, yakışıklı asker, yoksul genç adam? Biraz daha gayret etsen, hatta buna bile gerek yok, birkaç yıl daha geçse, orta sınıftan, değerli bir meslektaş olacaksın. İyi koca, iyi baba, iyi yurttaş. Eski tüfek. Tıpkı kurbağalar gibi, toplumsal başarının küçük basamaklarını bir bir tırmanacaksın. Geniş ve çeşitlilik gösteren bir yelpaze içinden, arzularına en uygun düşen kişiliği seçebileceksin, tam senin ölçülerine göre titizlikle biçilmiş olacak. Nişan verilecek mi sana? Kültürlü mü olacaksın? Ağzının tadını iyi bilen biri mi? Böbrek ve kalp uzmanı mı? Hayvan dostu mu? Boş saatlerini akortsuz piyanonda, sana hiçbir zarar vermemiş olan sonatları katletmekle mi geçireceksin? Yoksa, sallanan bir koltukta, kendi kendine yaşamın iyi yanları da olduğunu tekrar ederek pipo mu içeceksin?







Hayır. Sen, yap-boz oyununun eksik parçası olmayı yeğliyorsun. Tasını tarağını topluyorsun. Şansını hiç denemiyor, hiçbir işe hiçbir umut bağlamıyorsun. Sabanı öküzün önüne koşuyorsun, her şeyden sıtkın sıyrılıyor, dereyi görmeden paçayı sıvıyorsun, elindekini avcundakini yiyip bitiriyorsun, sermayeyi kediye yüklüyor, palamarı koparıyor, ardına bakmadan çekip gidiyorsun.

Yararlı öğütleri dinlemeyeceksin artık. Çare nedir diye sormayacaksın. Kendi yolunda yürüyüp gidecek, ağaçlara, taşlara, suya, göğe, çehrene, bulutlara, tavanlara, boşluğa bakacaksın.

Yalnızsın




Yalnızsın.

 Yalnız bir adam gibi yürümeyi, aylak aylak dolaşmayı, sürtmeyi, bakmadan görmeyi, görmeden bakmayı öğreniyorsun. Saydamlığı, hareketsizliği, varolmayışı öğreniyorsun. Bir gölge olmayı ve insanlara sanki hepsi birer taşmış gibi bakmayı öğreniyorsun. Oturur durumda, yatar durumda kalmayı, ayakta durmayı öğreniyorsun. Her lokmayı çiğnemeyi, ağzına götürdüğün her parça yiyecekte aynı manasız tadı bulmayı öğreniyorsun. Resim galerilerinde sergilenen tablolara sanki duvar parçalarıymış, tavan parçalarıymış gibi, duvarlara, tavanlara da yağlı boya resimlermiş gibi bakmayı öğreniyorsun, üstlerindeki hep başa dönen onlarca, binlerce yolu, amansız labirentleri, kimsenin çözemeyeceği metni, parçalanmakta olan yüzleri bıkmadan yorulmadan izliyorsun.



Sokaklarda sürtüyor, bir sinemaya giriyorsun; sokaklarda sürtüyor, bir kahveye giriyorsun; sokaklarda sürtüyor, Seine nehrine, kasap dükkanlarına, trenlere, afişlere, insanlara bakıyorsun. Sokaklarda sürtüyor, bir sinemaya giriyor ve orada az önce gördüğüne benzer bir film görüyorsun; fazla akıllı bir beyefendi tarafından anlatılan aynı alıkça hikâye, incelik ve müzik dolu, sonra ara oluyor; yirmi kez, yüz kez gördüğün reklâm filmleri, haftanın belli başlı olayları üzerine, bu kez, yirmi kez gördüğün kısa bir film, sardalyalar hakkında, ya da güneş hakkında, Hawaii yada Ulusal Kütüphane hakkında bir belgesel, daha önce gördüğün ve yine göreceğin bir filmin parçaları, az önce gördüğün film bir kez daha başlıyor, parçalı jeneriği, Etretat plajı, denizi, martıları, kumda oynayan çocukları ile.



Dışarı çıkıyor, fazla ışıklandırılmış sokaklarda sürtüyorsun. Odana dönüyor, soyunuyor, çarşafların arasına sokuluyor, ışığı söndürüyor, gözlerini yumuyorsun. Bu, çok çabuk soyunan düşsel kadınların çevrene üşüştüğü saattir; bu, yüz kez okunmuş kitaplardan bunaldığın saattir; bu, bir türlü uyuyamadan yüz kez oradan oraya döndüğün saattir. Gözlerin karanlıkta fal taşı gibi açık, elin dar sedirin ayak tarafında bir küllük, bir kutu kibrit, son bir sigara aranırken, mutsuzluğunun büyüklüğünü sakin sakin ölçtüğün saattir bu.



Artık geceleri kalkıyorsun yataktan. Sokaklarda avare dolaşıyor, barların, Rosebud’ın, Harry's'in taburelerine tünüyor, Saint-Honore sokağında, neredeyse odanın karşısına düşen Franco-Suisse'e gidip oturuyor, Hal'deki bir kahveye gidiyor ve saatlerce orada kalıyorsun. Sonuna kadar, bir biranın, sütsüz bir kahvenin ya da bir bardak kırmızı şarabın karşısında oturarak. Girip çıkan ötekilere, kasap çıraklarına, çiçekçilere, gazete satıcılarına, akşamcı güruhlarına, yalnız sarhoşlara, fahişelere bakıyorsun.


PEREC'İN PARİS'İ

Keçi sakalıyla birlikte bir botanikçi ruhu vardı onda. Kimileri nasıl marulcuk ve sinekkapan bulmak için tarlalara koşarsa Perec de kentin azgın otlarından toplamak için yolları arşınlardı: Küçük olgular, işaretler ve düzensizlikler. 1969’dan başlayarak, altı yıl boyunca Paris’in on iki bölgesini yalnızca gördüklerini basit bir biçimde not etmek amacıyla belli aralıklarla düzenli biçimde gezdi. Doğduğu ve annesinin kuaförlük yaptığı Vilin Sokağı, çocukluğunda bir kaçış sırasında keşfettiği Franklin - Roosevelt kavşağı yakınındaki pulcular çarşısı, bir süre oturmuş olduğu Assomption Sokağı, Place d’İtalie, Place Saint-Sulpice ve bir kahvede oturarak incelediği Mabillon istasyonu. İşte Perec’in bitki bilimcisi olduğu Paris. Perec bu kentteki genellikle önemsiz kabul edilen, aceleci ve sıkışık bir yaşamın ihmal ettiği küçük yeşillikleri gruplandırdı. Bir mübaşir gibi özenle ve dikkatle notlar aldı. "Zamanın, insanların, arabaların ve bulutların dışında hiçbir şey geçmediği zaman olup bitenleri yazdı." Reklam mesajlarını, film adlarını, ışıklı tabelaları, peynir etiketlerini, güvercin seslerini, şemsiyelerini açarak, bir sepeti sürükleyerek geçip gidenleri, yürürken okuyanları, otobüsleri dolduranları, arabalarından inenleri, bira içenleri not etti.



Başıboş dolaşıyorsun sokaklarda...


Başıboş dolaşıyorsun sokaklarda, Bazen tüm gece yürüyorsun, bazen tüm gün uyuyorsun. Başıboş, uyurgezer, parazitin tekisin. Yaşama, bir şeyler yapma havanda değilsin: Sadece devam etmek istiyorsun... beklemeye ve unutmaya devam etmek. Hiçbir şeyi geri çevirmiyor, hiçbir şeyi reddetmiyorsun. İlerlemeyi bıraktın, çünkü zaten ilerlemiyordun, tekrar yola çıkmıyorsun, vardın bile, ilerlemek için bir gerekçe bulamıyorsun: bir Mayıs günü, hava çok sıcakken ucunu kaçırdığın bir metnin, tadı birden acılaşan bir fincan Nescafe'nin, kararan suda altı çorabın yüzdüğü pembe bir kabın bir araya gelişi fazlasıyla yetiyor, bir şeylerin kötüye gitmesine, çözülmesine yetiyor, adeta bir delinin kafasına geçirdiği huni gibi üzücü ve saçma bir şekilde.



Devam etmeye hevesin yok. Yalnızca gece ve odan, uzanıp esnediğin döşek, her an yeniden keşfettiğin tavan koruyor seni; Geceleyin,  kalabalığın ortasında yalnız kaldığında gürültü ve ışıkların içinde, koşuşturma ve unutuşların arasında neredeyse mutlu oluyorsun. Ölmüş vakitler, boş geçitler, gelip geçici ve kederli, hiçbir şey duymama, görmeme, sessiz ve hareketsiz kalma isteği. Yalnızlığa dair çılgın düşler. Körler ülkesinde gezinen bir unutkan: Geniş, dar sokaklar, soğuk ışıklar... bakıp da görmeyeceğin, ağzı olmayan suratlar. Sanki o sakin ve güven verici, uslu bir çocuk olduğun geçmişinde, o bariz büyüme ve olgunlaşma belirtilerinde, yani tuvalet kapılarına çizdiğin resimlerde, diplomalarda, uzun pantolonlarda, ilk sigarada, usturayla ilk temasta, alkolde, Cumartesi geceleri için paspasın altına bırakılan anahtarda, bekaretini kaybedişinde, ilk uçuşunda, ilk savaşında sanki orada olan ama sıkı sıkı tutulan şimdi de baştan keşfettiğin hayatının halısını dokuyan, terkedilmiş hayatının temellerini kuran bir iplik tutuluyordu hep: İçinde de üstü örtülü gerçeklerin bulunduğu fotoğraflar uzun zamandır ertelenen bu istifanın bu, durgunluğa çağrının puslu, cansız, aşırı ışık almış, neredeyse bembeyaz, neredeyse ölmüş, neredeyse fosilleşmiş fotoğrafları...


Belirsiz bir gölgesin sen, sert bir kayıtsızlık cevheri, başkalarının bakışlarından kaçınan nötr bir bakışsın. Sessiz dudakların, ölü bakışların. Yavaşlayan hayatının anlık yansımalarını su birikintilerinde, dükkan vitrinlerinde, arabaların parıldayan kaportalarında yakalayabileceksin artık.


Tek ihtiyacının şehir, taşları ve sokakları, seni sürükleyen kalabalıklar, olduğunu zannediyordun, tek ihtiyacının mahalle sinemanızda önden bir koltuk olduğunu, sadece odana, o barınağa, o kafese ihtiyacın olduğunu sanıyordun.

Fakirhanenden, budala sabrından, yanlışa mahal vermeden, seni her seferinde, en başa döndüren binbir dolambaçlı yoldan başka sığınacak yerin kalmadı. Parktan müzeye, kafeden sinemaya, denizin doldurulan kısmından bahçeye; istasyonların bekleme salonları, büyük otellerin lobileri, süpermarketler, kitapçılar, metronun koridorları.


Un homme qui dort / George Perec



Un homme qui dort / George Perec



Un homme qui dort / George Perec




 Un homme qui dort (1974)

Yönetmen: Bernard Queysanne
Senaryo: Georges Perec
Öykü: Georges Perec
Oyuncu: Jacques Spiesser