Francis Bacon / David Sylvester

Gergedan Dergisi, 1988 sayı 17

D.S. Birden fazla figürü olan çok az sayıda resim yaptınız. Daha güç bulduğunuz için mi tek bir figürde yoğunlaşıyorsunuz?

   F.B.-Sanıyorum birden fazla figür söz konusu olduğu anda, figürler arası ilişkilerin hikâye yanı ağır basıyor. Ve bu da derhal bir anlatma olayını getiriyor. Hikâyesi olmayan çok figürlü resimler yapmayı istemişimdir hep.

   D S. - Neden hikâye anlatmaktan kaçınıyorsunuz?

   F.B - Hikâye anlatmaktan kaçınmıyorum. Ama Valery'nin söylediği şeyi yapmayı çok çok isterim- bir duyguyu anlatımının sıkıcılığına düşmeden aktarmak- Ve hikâye işin içine girdiği anda sıkıcılık başlıyor.

   D.S. - Bu mutlaka böyle mi olur yoksa siz mi bunu henüz yenemediniz?

   F.B. - Bundan kaçınamadım sanırım. Bugün kim bunun üstesinden gelebilmiştir. bilmiyorum.

   D.S. - Günümüzde ressam olmanın eskisine göre daha mı güç olduğunu düşünüyorsunuz?

   F.B. - Sanırım daha güç. çünkü eskiden ressamların çift rolü vardı. Gerçeği kaydettiklerini düşünüyorlardı, ama yaptıkları kaydetme işleminin çok ötesindeydi. Şimdi teyp, fotoğraf makinesi ya da film gibi birtakım mekanik kaydetme metotlarıyla, resimde daha temel, daha esaslı bir yere varmak zorundasınız. Çünkü yüzeysel kaldığına inandığım halde başka araçlarla daha iyi kayıtlar yapılabilir.- Filmden söz etmiyorum. kesilip pek çok değişik biçimde monte edilebilir, dolaysız kayıttan ve fotoğraftan söz ediyorum. Sanırım bunlar, ressamların geçmişte yapmak zorunda olduklarına inandıktan işin illüstratif yönünü üstlenmişlerdir. Ve sanıyorum soyut ressamlar bunu fark edip şöyle düşündüler Neden bütün ıllüstratif öğeleri ve bütün kaydetme kaygılarını atıp, sadece renk ve biçimin etkisiyle uğraşmayalım? Bu çok mantıklı. Ama yürümedi, çünkü hayatta tutkuyla bağlı olduğunuz bir şeyi aktarma çabası, sadece keyfinizin istediği gibi biçimleri ve renkleri bir araya getirme isteğinden çok daha fazla gerilim ve heyecan yaratmaktadır. Sanırım bugün çok garip bir durumdayız, çünkü hiç gelenek olmayınca, iki aşırı uç söz konusu oluyor. Polis raporuna çok yakın olan bir dolaysız kayıt ve sonra bir de sadece büyük sanat yapma çabası. Bu ikisinin arasında bir yerde denebilecek sanat da gerçekleri günümüzde yok.

   Büyük sanat yapma çabası derken, bugün herhangi bir kimse bunu yapabilecek demek istemiyorum. Ama garip durumu yaratan da bu zaten. Çunku bütün bu mükemmel kayıt yollarıyla, öteki aşırı uca gitmekten başka ne yapabilirsiniz? Gerçeğin yalnızca gerçek olarak aktarılmadığı, pek çok düzleme yayıldığı bir uca; imgenin gerçeğinden daha derine götüren duygu alanlarını deşeceğiniz, onun ham, canlı yakalanabilmesi için, ve orada, o şekilde kalması ve neredeyse fosilleşmesi için kuracağınız yapı...
   
D.S. - Durumu bu biçimde koyduğunu: zaman, ne denli tecrit edilmiş bir çalışma içinde olduğunuz anlaşılıyor. Tecrit olmanın kışkırtıcı bir yanı olduğu muhakkak, ama aynı zamanda bir tatminsizlik de yaratmıyor mu? Aynı yönde çalışan birkaç ressamın arasında olmak istemez miydiniz?

   F.B. - Sanırım bir arada çalışan ve alışveriş içinde olan birkaç ressamdan biri olmak daha heyecan verici... konuşacak birinin olması müthiş hoş olurdu. Bugün konuşacak tek bir kimse yok. Belki ben şanssızım ve bu insanları tanımıyorum. Tanıdıklarım da benimkinden çok farklı yaklaşımlara sahipler. Ama ressamların birbirlerine yardım edebileceklerine inanıyorum. Durumu birbirleri için daha açık, daha net bir hale getirebilirler. Arkadaşlığı her zaman, insanların birbirlerini deşip gerçekten darmadağın edebileceği ve belki bu yolla bir şeyler öğrenebileceği bir beraberlik olarak düşünmüşümdür.


   D.S. - Hiç olumsuz eleştiri aldınız mı? 

   F.B. - Sanırım olumsuz eleştiri, özellikle diğer ressamlardan gelirse, kesinlikle en yapıcı eleştiridir, İncelediğinizde yanlış olduğu kanısına varsanız bile, hiç olmazsa üstüne düşünüp, inceliyorsunuz. İnsanlar sizi övdükleri zaman, evet övülmek hoş bir şey ama size gerçekten hiç yardımcı olmuyor.

   D.S. - Bir arkadaşınızın işine olumsuz eleştiri getirebilir misiniz?

   F.B - Ne yazık kı pek çoğuna hayır, eğer onlarla arkadaşlığımı sürdürmek istiyorsam.
   
D.S.  Peki onları kişilikleriyle ilgili eleştirip hâli arkadaşlığınızı sürdürebilir misiniz?

   F.B.  Bu daha kolay, çünkü insanlar kişilikleriyle işlerinden daha az övünüyorlar. Sanırım kişiliklerine dönüşsüz bir biçimde mahkûm olmadıklarını düşünüyorlar. isterlerse uğraşıp kendilerini değiştirebilecekleri kanısındalar, ama başarısız olan bir işle ilgili hiçbir şey yapılamayacağına inanıyorlar. Gerçekten konuşabileceğim başka bir ressam olsun istemişimdir hep- inandığım, nitelikleri ve duyarlığı olan, yaptıklarını deşebilen ve yargısına güvendiğim biri-sanatın başka bir dalına geçersek, mesela, Eliot, Pound ve Yeats'in bir arada çalışmalarına çok gıpta ediyordum. Ve gerçekten Pound The Waste Land üzerinde bir sezaryen ameliyatı yapmıştır; Yeats'in üzerinde de çok güçlü bir etkisi vardı-her ikisi de Pound'dan çok daha iyi şair oldukları halde. Sanırım, 'bunu yap, bunu yapma, böyle yap. böyle yapma' diyebilecek ve sebeplerini de gösterebilecek birinin olması harika olurdu, çok yardımcı olurdu.

   D.S. - Bu tür bir yardımdan gerçekten yararlanabilir miydiniz?

   F.B. Hem de çok. Bana ne yapmam gerektiğini, neyi yanlış yaptığımı söyleyen insanlara çok ihtiyacım var.

   D.S. - Resim uğraşınızın yarısının kolayca yapabileceğiniz şeyleri engellemek olduğunu söylediniz. Bu kolayca yapabileceğiniz ama engellemek istediğiniz şey nedir?
  
 F.B - Oturup büyük bir kolaylıkla size harfi harfine benzeyen bir portrenizi yapabilirim. İşte engel olmak istediğim bu ‘aynı' olanı yapma, bu bire bir benzerlik... Çünkü hiçbir ilginç yanı yok bence.

   D.S. - Sanırım fırça kullanmak da, boyayı tuvale fırlatıp atmak ya da bezle sürmek kadar bu açıdan engelleyici olabiliyor.

   F.B. - Evet, kesinlikle. Yağlıboya çok akıcı olduğu için çalıştığınız süre içinde imge hiç durmadan değişir. Bîr fırça vuruşu diğerini güçlendirir ya da bozar. Biliyor musunuz, genelde insanlar yağlıboyanın ne denli gizemli bir araç olduğunu anlamıyorlar. Çünkü fırçayı bilinçli ya da hatta bilinçsizce, o yöne değil de bu yöne oynatmak imgenin anlamını tümüyle değiştirebilir. Ama bu olayı ancak oluşma aşamasında görürseniz anlayabilirsiniz. Yani» fırçanın bir ucu başka bir renkle doludur ve rastgele bastırdığınızda diğer lekelere bir yankı oluşturur, böylece imge gitgide gelişir. Bütün olay aslında, rastlantı ve eleştiri arasındaki sürekli çatışmadır. Çünkü rastlantı dediğiniz şey imgenin gerçeğine, akılcı bir lekeden daha doğru, daha yerinde bir leke oluşturabilir, ama bunu seçebilecek olan tek şey sizin eleştiri duyunuzdur. öyle ki eleştiri yeteneğiniz, bu yarı -bilinçli hatta genellikle tümüyle bilinçsiz olarak sürüp giden yaratıcılık olayıyla birlikte yürür.


   D.S. - Tabii rastlantıya güvenmek aslında bütün yaşam biçimimizi kapsıyor. Mesela parayla ilişkinizde çok açık bu. Sizi ilk tanıdığımda resimden pek fazla para kazanmıyordunuz, ama o zaman bile bir tablo sattığınızda etrafta olan herkese havyar ve şampanya ısmarlardınız. Bundan hiç kaçınmazdınız. Temkinden uzaktınız hep.

   F.B. - Evet. Bu benim açgözlülüğümden aslında. Hayata karşı açgözlüyüm ve ressam olarak hırslıyım. Bu kendini şansa bırakmak denebilecek şeyi de kısmen açgözlülüğüm biçimlendirmiştir-yemek için, içmek için, hoşlandığım insanlarla birlikte olmak için, olan biten şeylerin heyecanı için açgözlülük. Aynı şey kişinin işi için de geçerli oluyor. Bununla birlikte, karşıdan karşıya geçerken her iki tarafa da bakarım çünkü hayata karşı açgözlü olmam bunu bazı insanlar gibi "ölürsem de ölürüm" biçiminde oynamamamı sağlıyor. Hayat çok kısa, hareket edebildiğim, görebildiğim, hissedebildiğim sürece yaşamın sürmesini istiyorum.



Study for a Portrait of John Edwards



Studies for a Portrait of Pete Beard



Uydurduğu yerlere tutulmuş zavallı, sen

Jean Veber (1868-1928), ‘L'Ennui’, “Les Fleurs du Mal” by Charles Baudelaire, 1896


Çöle ve denize ta gönülden vurgunum
Gülüp gederim yasta, ağlarım şölende,
Ve en kekre şarapta hoş şarapta hoş bir tat bulurum;
Bana sık sık yalan gelir olup bitenler, 
Çukura düşerim göğe göz gezdirirken. 
Ama avutur Ses: "Sakla düşlerini, der 
Delinin düşü güzeldir Bilgeninkinğen!"



...



Dinsize dehşet, çılgın ermişe umut bağı; 
Gök ! büyük tencerenin o kapkara kapağı 
Altında geniş, bilinmez İnsanlık kaynayan


...



Yılgınım uykudan, gizli bir dehşetle çevrili.
 Nereye götürdüğü bilinmez bir çukur gibi 
Sonsuzluktur gördüğüm her bir pencerede ancak


...


Ve ruhum, hep böyle bir bas dönmesinin tuttuğu. 
Nasıl kıskanmasın hiçlikteki duygusuzluğu.
Ah! Sayılardan,Varlıklardan hiç kurtulamamak !







...

Ölüm, ey koca kaptan,yelken açalım artık
Sıkıldık bu ülkeden, Ölüm ! Tutalım yolu
Gök, deniz varsın olsun katran gibi karanlık, 
Yüreklerimiz, bilirsin, ışıklarla dolu !


...

Zehrini dök içimize, dök de güç alalım
Beynimiz ateşiyle yansın da onun iyi,
Uçuruma, ha Cennet ha Cehennem, dalalım 
Bilinmezin dibinde bulmak için yeni’yi!





...

Uydurduğu yerlere tutulmuş zavallı, sen 
Seni zincire vurup atmalı bir tarafa, 
Dipsizliği serapla daha derinleştiren 
Olmaz Amerika'lar kâşifi, ayyaş tayfa,

...

Bir koca sersem gibi, çamura batıp çıkan,
Burnu havada, parıl parıl cennetler kurar; 

...

 Yola düşeriz, uyup çalkantılara, sonlu 
Denizlerde sallanır durur sonsuzluğumuz:
...

 Kimi, rezil bir yurttan kaçtığına sevinir;
 Kimi, doğduğu yerden iğrenmiştir, 

...



   Deniz, engin deniz, avunç getirir bize ! 
Uğuldayan yellerin sınırsız orguna 
Uyan boğuk sesli şarkıcıya, denize 
Hangi şeytan bu eşsiz ninniyi sunan?

   Deniz, engin deniz, avunç getirir bize !
  Götür beni, araba ! kaçır beni, gemi!
  Uzak ! uzak ! çamur gözyaşından bu yerde ! - 
Kimi kez Agathe’m üzgün yüreği der mi: 
Son artık suçluluğa, pişmanlığa, derde, 
Götür beni, araba, kaçır beni, gemi ?

 Öyle uzaksın ki sen mis kokulu cennet, 
Duru gök altında o sevinçler, sevgiler, 
Sevilenin sevilmeye değdiği elbet,
 Yüreğin dopdolu bir hazza daldığı yer ! 
Öyle uzaksın ki sen mis kokulu cennet!


*
Baudelaire şiirlerinden

Yürürüm düşlerimde tek başıma kılıç oynatarak,

Viraneye dönmüş evlerin pancurlarının ardında  / Gizli zevklerin saklandığı eski varoşlar boyunca, 
Acımasız güneş indirdiğinde peş peşe darbelerini,  / Kente ve kırlara, çatılara ve buğdaylara         
Yürürüm düşlerimde tek başıma kılıç oynatarak, / Ve kokusunu alarak her köşede yeni bir uyağın, 
Kaldırım taşlarına takılır gibi tökezleyerek sözcüklerde,  /Kimi zaman da çarparak nicedir düşlediğim dizelere. (çeviri: Ahmet Cemal)


Carlo Farneti (1892-1961) -
Illustration for 1935 edition of Charles Baudelaire’s Les Fleurs du Mal, 1934


Les Hiboux (Baykuş)

Altında kara selvilerin
Tünemiş bir dizi baykuş var
Kızıl gözlü garip tanrılar
 Ufku süzerler derin derin.

Duracaklar kımıldamadan
Sürüp eğri güneşi artık
Yerleşene değin karanlık
 İç kapayan, kederli zaman.

 Duruşları bilgeye derstir
Bu dünyada kaçmak gerekir
 Devinimden ve şamatadan.

 Geçen bir gölgeyle mest kişi
Ceza gibi duyar her zaman
 Yer değiştirmek isteyişi.


çeviri: Sait Maden

Uzak İklimlerin Kokusu


  Uzun uzun koklasam yanan göğsünü senin
 Yayılmış ne kıyılar görürüm mutlu, engin. 
Bir değişmez güneşin ateşiyle aydınlık;

  Uzak bir ada, sarmış her yerini baygınlık. 
Bilinmedik ağaçlar. hoş meyvelerle zengin: 
Erkekleri hep sağlam yapılı, ince, gergin. 
Kadınların gözünde şaşırtan bir yalınlık.

Kokun beni o güzel iklimlere çeker de
             Bir liman görürüm hep, yelken, seren her yerde
  Nicedir yorulmuşlar çalkanıp duran suyla.

Havada gezen, burun deliklerime girer,
O yemyeşil demirhindilerin kokusuyla 
Gemici şarkıları içimde birleşirken.

Baudelaire Portraits











Başkaldırı / Baudelaire



 N’eyler ki Tanrı o küfür yükselmesinde 
Ki Başmeleklerine çıkmadığı gün yok ?
 Bir zorbadır ki uyur şarapla, etle tok, 
Korkunç ilentimizin o tatlı sesinde.

 Esriten bir ezgi hıçkırıkları, belli, 
Şehitlerin, işkenceye uğrayanların, 
Bütün o hazlarına malolmuş kanların 
Tadıyla gökler bir türlü yetinmeyeli!

 - Ah ! İsa, Zeytinler Bahçesi’ni bir kez an!
 Diz çöker, sadelikle yakarırdın yine 
Ona ki sefil cellatlar canlı etine 
Çivi çakarken gülüp dururdu yukardan.

   O gün ki tanrılığına tükürdü senin 
Aşağılık bir mutfak ve muhafız kolu,
   O gün ki duydun bütün İnsanlık’la dolu 
Kafana battığını bir sürü dikenin ;

 O gün ki uzanırdı gergin iki kolun 
Korkunç ağırlığıyla kırık gövdenin, kan 
Ve ter boşanıp giderdi solmuş alnından,
   Ki herkesin önüne hedef gibi kondun,
   
Düşündün mü o güzel, parlak zamanları, 
Hani geldin de sonrasız sözü tutmaya
   Uysal bir eşekçiğe binmiş giderdin ya
Çiçekler, dallar döşeli yollardan ağrı,


Hani, sarar da seni umut ve yılmazlık, 
Kırbaç çalardın bezirgan alçaklarına,
En sonunda baş oldun ya hani ? Bağrına 
işledi mi kargıdan çok önce pişmanlık ?

— Bense, kanıksayıp, çıkacağım elbette 
Düşle eylem kardeş olmayan bir dünyadan;
Kılıçtan ölenle birdir kılıç kullanan! 
Yadsıdı İsa’yı Saint Pierre... iyi etti!     

çeviri: Sait Maden

*
Nerval'in şiiri için: 

Nerval & Baudelaire

 "Balzac öldüğünde, ki beklenmedik, korkutucu bir ölüm değildi, Parislilerin ardından söylediği güzel sözleri hatırlamayan var mı? Henüz çok olmadı, — bugün 26 Ocak, tam bir yıl önce, — hayranlık uyandıran dürüstlükte, yüksek zekâya sahip ve bilinci daima yerinde olan büyük bir yazar, kimsenin haberi bile olmadan, gizlice sonsuza dek gittiğinde — öylesine gizlice ki onun bu ketumluğu aşağılamaya benziyordu — bulabildiği en karanlık sokakta ruhunu kendi eliyle teslim etti; — onun ardından da iğrenç din ve ahlak söylevleri geldi! — Nasıl da titizlikle tasarlanmış bir cinayet!" 


Poe'nun Öykülerin yayımlanması aynı zamanda Gerard deNerval'ın intiharının anma törenidir, intihar mı, yarı intihar mı yoksa Edgar Poe'nunki gibi bir üst-intihar mı? "Nasıl da titizlikle tasarlanmış cinayet" ifadesi, bu ölümdeki belirsizliğin ifadesidir zaten ve soru, Baudelaire'in bilinçli yaşamının sonuna kadar yani peşinde sürüklediği iple kendini boğduğu ana kadar, peşini bırakmayacaktır.



 Catul Mendes'in ağzından 1865 yılında bir gece, Baudelaire'i odasında yatağa yatırırken yaşadığı dokunaklı anı aktarmak gerekir. Karanlıktaki uzun konuşmaları şöyle biter:

"Birdenbire bir sır verir gibi kısık, neredeyse anlaşılmaz bir sesle: 'Gerard de Nerval'i tanır mıydınız? Hayır, dedim. Devam etti konuşmaya: 'O deli değildi. Asselineau'ya sorun. Asselineau, Gerard'ın asla deli olmadığını anlatacaktır size; deli olmadığı halde intihar etti, astı kendini. Biliyorsunuz bir batakhanenin yakınında, pis bir sokakta. Orada asılmış, kendini asmış! Neden ölmeye karar verdi de bayağı bir yer ve boynuna bir paçavra dolamayı seçti ki? Ölümü neşeyle veya en azından düşle başlatan, etkili, acı vermeyen, ustalıklı zehirler var...' Ağzımdan tek söz çıkmıyordu, konuşmaya cesaret edemiyordum. 'Yok canım, hayır, diye sesini yükselterek, neredeyse bağırarak devam etti, bu doğru değil, o kendini öldürmedi, öldürmedi kendini, yanıldılar, yalan söylediler! Hayır, hayır, o deli değildi, hasta değildi, o kendini öldürmedi! Ah! Yapacaksınız değil mi? Söyleyeceksiniz, onun bir deli olmadığını ve kendini öldürmediğini herkese söyleyeceksiniz, onun kendini öldürmediğini söyleyeceğinize söz verin!' Karanlığın içinde istediklerini yapacağıma dair titreyerek söz verdim. Konuşmaya devam etmedi. Bir an önce yatağıma uzanıp biraz dinlenmeyi düşünüyordum. Bir eşyaya çarpmak korkusuyla kıpırdamıyordum, bir de neyi, bilmiyorum ama öylece bekliyordum. Aniden bir hıçkırık sesi yükseldi, sanki büyük bir ağırlığın altında ezilmiş bir yürekten kopmuş gibi kısık ve boğuk. Elim ayağım kesilmişti korkudan. Paramparça olmuştum, aynadaki, karşımdaki karaltıyı görmemek için gözlerimi kapattım.

Uyandığımda, Baudelaire burada değildi artık..."


*
Michel Butor
Sıradışı Bir öykü

NERVAL

              "Gece Siyah ve Beyaz Geçecek: Beni Beklemeyin"


      Rue de la Vieille Lanterne, iki adım ötemde, Chatelet'deymiş: Merdivenli, dar, farelerin cirit attığı bir sokak. 

"Gece siyah ve beyaz geçecek" diye teyzesine bir pusula gönderen yenik, yorgun şair: "Beni beklemeyin".

      Morg kayıtlarına göz attım, yakından bildiğim bir metin, Ahmet Oktay'ın şiiri için çevirdiğim satırlar. İntihar sebebi: Bilinmiyor.

      Hiçbir intiharın asıl gerekçesi bilinemez: Karmaşık köklü, yumak gövdeli, çokdallıdır. Cesedi St. Michel morguna getirmişler. Bilmiyordum: Bizim evin tam karşısında, biraz aşağıda, Seine kıyısındaymış - hâlâ duruyor olsaydı bina, 1855'te duruyormuş, penceremden onu seyrediyor olacaktım. 30'u günü Nötre Dame'dan kaldırılmış Gerard'ın cenazesi.

      Gerard Labrunie: Geçen yüzyılın en koyu şairi - Lautreamont'la birlikte. Ondaki siyah başka hiç kimsede bu kadar kesinleşmemiştir, Lautreamont'unki kalın bir sistir sonuçta: Nerval'inki düpedüz taş duvar.

    Nerval'den Rimbaud'ya ve Gauguin'e, Avrupa'nın püskürttüğü bireylerin, belki Lord Byron ve Hölderlin gibi Yunan beldesinden sökmeye çalıştıkları ütopyalara da bağlanarak, uzaktan ne umdukları, merkezden neden firar ettikleri üstüste yerleştirilebilir mi?

    Nicedir bunun çabası veriliyor biliyorum. Gelgelelim, masabaşından bir yere kadar görülebiliyor krizin çehreleri. Bugünün Doğu'suna, dünün Doğu'suna Nerval'in yaklaşabildiği oranda yaklaşabilmiş kaç kişi var: Roditi mi, Goytisolo mu - gelip geçerken içinden süzüldükleri dünya onlara nüfuz edebilmiş midir?

    Nerval'in burada ördüğü duvarı anlamlandırmak da çok güç, biliyorum. 1840'a kadar onu neler sallamıştı? 1841 krizinden başlayarak yokuş aşağı onu sürükleyen etmenler, iç etmenler hangileriydi, onu ikidebir ayağa kaldıran güdü nasıl kan topluyordu?

    Nerval, dörtdörtlük bir imgelem motoruyla yazmış yazacağını. Düşselliğin tutulması, rasyonel söylemi kendi sınırına yaklaştırıveriyor. "Je suis le Veuf, le Tenebreux, l'Inconsole" - bu dizeyi yüz yıldır binlerce yorumcu didikledi: Anlamı hâlâ içinde kilitlidir. Şiirsel sözün bu kristal haline Baudelaire'de, Rimbaud'da bile rastlamayız: Nerval'de her zaman şiirden, edebiyattan fazla, öte bir töz bekler.

    En doğrusu, belki de ona kendi yolundan yaklaşmayı denemek. Bilmem kimin harcıdır?

    Kim kendi gecesini simsiyah ve bembeyaz kılmayı göze alacaksa onun.

*

E.B.
  

The Death of Nerval (La mort de Nerval)


  
*
Louis Marcoussis
(1878-1941)

Aurelia

Gerard de Nerval’in sağında, solunda, önünde, arkasında seçebileceği bir sürü uçurum açılmıştır. Bu korkunç çekiciliklerin dengesi Nerval’i o yaşantısının son beş yılının ve Aurelia'nın konusudur.
Ölümünden sonra arkadaşları onun kimliğini saptamak için geldiklerinde, Aurelia, Gerard de Nerval’in giyisileri içindeydi. Aurelia’nın metni, yaşam ve düş arasındaki çatışmanın öyle bir betimlemesiydi ki, -bu iki sözcük Goethe’de olduğu gibi edebi anlamlarında değil, öz anlamlarında kullanıldılar- yaşama son veren eylem için, intihar için, isteyerek ve tutkulu bir biçimde yazılmış önsöz niteliğini taşımaktaydılar. Bu, tereddütler içinde bocalayan bir ruhun aydınlanma ve kutsanma çabasıydı, Bengal’in bütün ışıklarında aydınlanan bir cesedin, hemen hemen umutsuz bir vakkanın neredeyse tıbben incelenmesiydi. Herkesin kutsal bir anlam yüklediği bu metni, Nerval'in, ölümünden, kendisinden başkasını sorumlu tutacak her türlü şaşırtmacayı ortadan kaldırmak için yazdığı söylenir. Aurelia, Nerval'in seçtiği ölüm gibi, bir yok oluşun, bir etten kemikten sıyrılışın, bir paltamanın öncülüğünü yapan çağrıdır, Aurelia, bize, bulunduğumuz düzlemde yazılmamış bir metin izlenimi verir; kimi zaman düş gücümüzün ortalarında yer alır, kimi zaman da büyük acılarımızın derin noktalarında değil ama ortalarında bir yerde yazıldığını duyumsatır. En yüksek noktadan en alttakine sürekli geçişler nefesimizi keser ve Narval'in bize sunduğu mekânları, yani bakımevlerini, yani tımarhaneleri, neredeyse “huzur” evleri olarak görmemizi sağlar. Bu cehennemi dünyanın ve de özellikle Paris’in heyecan verici bileşimine okuyucunun dikkatini çekmek gereksizdir çünkü, ne zaman bu buğu dağılsa, yabancı olmadığımız bir dekor netleşir. Şafak vakti Montmartre’dan bir tufan yükselirken Paris’in horozları öttüğünde, bu yazgılarla paramparça olmuş bedende Paris’le ilgili ne kaldıysa buna dikkat çekmek gereksizdir. Aniden inen sessizlikle bir köyün ya da Valois’daki bir ırmağın birden belirişine, okuyucunun dikkatini çekmeye gerek yoktur. Ben okurun dikkatini sadece, son sıralarda Aurelia üzerine yayımlanan çalışmaların yanlış yorumları üzerine çekmek istiyorum. Bu çalışmaların en dikkatli ve özenli olanı, geçen yıl, Pierre Audiat’nın Champion Yayınevi’nde çıkan incelemesidir. Pierre Audiat’nın ortaya koyduğu şekliyle, Aurelia'run öyküsü, ilk bakışta, aceleyle düşünülmüş ve yazılmış bir metin olmadığı yolundadır... Aurelia , Nerval'in daha önce de kullandığı bir dizi olayı ve betimlemeyi içerir... Nerval'in anlattığı olayların kronolojisi gerçek değildir... Ancak, P. Audiat’nın da amacı "efsane romanlarının, insanın kendi sırlarını açtığı romanlardan daha çok gerçeği içerir göründüklerini" ispatlamaktır. Daha da ileri gideceğim. Aurelia‘yı, Nerval'in alçakgönüllülükle kendini sanatına emanet edişini görerek okumak, mesleğine güvenişini, edebî bir yazın biçimini itiraflara tercih edişini hissederek okumak, bana çok daha heyecan verici geliyor. 

Aurelia'nın muhteşem bir şiir dersi olduğunu düşünüyorum. Şair, ters çevrilmiş bir yazıyı aynadan okuyan biri gibi yaşamını okuyor; yazısına ve edebî gerçeğe, yetenek dediğimiz bir düşünceyle, yaşamda her zaman olmayan bir düzeni aksettirmeyi biliyor. Gerard de Nerval, şiirsel bir yaşamın öğelerinin, metinde bolca ancak beceriksizce sıralandığını kabul edebiliyordu. Ona başka bir kadının acısını unutturmak üzere gelmesi gereken kadın, acı veren kadından önce gelmişti, sonra değil... Olacağı önceden haber veren düşler kimi zaman olaydan sonra görülmüşlerdi. Gerçek şair, insanların zaman içinde yaşadığını ve yaşantılardaki olayların neden-sonuç ilişkisinden oluştuğunu bilmeyen Tanrı’nın ve adalet duygusunun canlandırdığı bir insandan başkası değildir. Nerval, Aurelia’yı zenginleştirerek, biçimlendirerek sadece yaşamı iyi anladığını belirtmek istemişti. Bir yazarın -belki de bu onun için yegâne hoşluktur- kendi içindeki yaratıcı tanrı Demiurgosa güvenir gibi, yeteneğine güvenmesi hoş bir şeydir; çünkü, yetenek, yetenekli olma sevinci, Nerval’in üstündeki dehalara üstün gelmiştir; bu yüzden, Aurelia, bizim anlaşılmaz, tutarsız düş yorumlarımızı sunmak yerine, tam bir mantık, sonsuz mutluluk ve onama metni olduğu izlenimini verir. Günümüzde “fröydcülük” sözcüğünün Freud’den değil de Freudeî’den, yani mutluluk -sevinçten, geldiğini bilmeyi yeğleriz. Yaptığı işin içeriğiyle bağlantılı olarak ölen bir sanatçı, ölürken nasıl yücelirse, Nerval’e olan hayranlığımız da, onun özel hayatının en şeytansı, en uç noktasında, mesleğinin sevincini ve tutarlılığını yaşamıyla birlikte korumasını görmemizle birlikte artar.

 Jean Giraudoux (1918 - 1944)

*

Blogda Aurelia: 

GİTMEK


    ' Bu bir kitap değildir" diye başlıyor Gauguin "Önce ve Sonra"ya, bu leitmotiv zaman zaman çıbanbaşı gibi çıkıyor anılarının ortasında - Magritte o cümleyi tanımamış olabilir mi?

  1903'te tamamlamış kitabı, "Nereden Geliyoruz? Neyiz biz? Nereye Gidiyoruz?"dan altı yıl sonra. Resmin soruları, geçen yüzyıl sonunun en ağır soruları: Bu yüzyılı önceden çentikleyen işaretler: Ama kimi yanıtlar apaçık, kimileri dölüt halinde bekliyorlar orada; göz, zihin, bellek sökmeli(ydi) onları, yaşadığımız çağın altüst edici özelliklerini, kendini altüst edişini anlayabilirdik, anlayabiliriz.

    Uygarlığı terkediyor Gauguin, sağlam göç gerekçeleri derlemiş. Avrupa uygarlığı, ne kadar sallanacağını bazı öznelerinden öğrenebilirdi: Rimbaud'dan, Nietzsche'den, bir de Tahiti'ye giden bu adamdan. Onunkisi de bir firar değil özünde: Kaçıyor gibi gittiği doğru; eşikten atlama hizasını en yakın dostunda, Van Gogh'da okumuş - "önce" o var, birkaç sayfada, "olay"ın  tek gerçek tanığı çıplak, çiğ, yaralayıcı bir anlatımla söylenmesi gerekeni söylüyor.

 Öcü'yü görmüş Gauguin. Bir sonuç, bir seçenek Vincent'in ki: Şakül'den inhiraf, ağır bir intihar. Onun büyük enerjisi bunu seçmesinde, sonuna gidişte. Gauguin'in enerjisi de büyük: Şimdi gitmeliyim: Dünyanın ucuna. Böylesine gitmek, az rastlanan bir köktencilik. Çağdaşları arasında, öteki dünyayı tek tanıyan odur.



     Ocü'yü tanımlıyor Gauguin: Anladığı ama adlandıramadığı birşey değil kötülük. Onun bünyesinde Ahlâk var, farketmiş bunu: Gücünü eritebilecek bir kentli etikası: Para'ya, Polis'e, Vatan ve Aile'ye, kendi deyimiyle "göt meseleleri"ne dayanıyor. Bütün bu ikiyüzlülüğün, Van Gogh'da asit etkisi yaratan bu kem dünyanın bir tersi var: Yola çıkmış, uzakları seçmiş ve istemiş.

     İki hırçından biri kendini yoketmekte karar kılıyor; hırçınlığın ötesi bu: Van Gogh düpedüz kuduruyor. Ya da, Artaud'nun dediği gibi, Toplum onda (ve başkalarında) kuduruyor.
     
Gauguin'de kendini sevme gücü yüksek; haklılığına inançlı; yok edilmeye hazırlanıldığını görüp tası tarağı topluyor. Resminin büyüklüğünü hemen hemen kimse farketmiyor. Sergi katalogu için Strindberg'den önsöz istiyor, kuzeyli hırçından dörtdörtlük bir yanıt geliyor mektubuna - o metni Türkçeye getirtmek isterim, bizim ressamımız ve yazarımız için de ibretlik bir yanı olduğunu düşündüğüm için.

     Ne diyor Strindberg? Aslında, güçlü bir resimle karşılaştığını kavramış, gelgelelim kapıdan içeri giremiyor. Olanca açıklığıyla ifade ediyorum: Yazmam ben, diyor, yazamam: Resimlerinize ulaşamıyorum. Kendi de resim yapan; izlenimcileri ilk keşfedenler arasında yer alan biri: Nietzsche'yle yazışıyorlar da, Van Gogh'u göremiyor - olabilir.
     
Yapayalnız Gauguin. Tek dostu paramparça etmiş kendini Yalnızlığını hâlâ tutamıyoruz gerçekte - resimleri başköşedeymiş, ne değişir?

E.B.

"Nereden Geliyoruz? Neyiz Biz? Nereye Gidiyoruz?"

Nevermore'dan detay


 Gauguin, Cosmopolis dergisinin 1897 Mayıs sayısını görmüş müydü? Tahiti'deki, ölümüyle tamamlanacak son sürgününde Paris'le bütün ilişkilerini koparmamış olduğu biliniyor - örneğin Mercure de France'a abone (üstelik derginin hissedarı da), okuduğu her şey hırslandırıyor, tuvale saldırtıyor onu. "Bir Zar Atımı" çıktığında Mallarme de göndermiş olabilir Cosmopolis'i: Gauguin'in 'kargalı portresi' 1899'dan, biribirilerini önemsiyorlar. Bir ayrıntı daha: Gauguin'in "Nevermore" resmi de 1897 tarihini taşıyor - büyük olasılıkla, Poe'nun şiirini Mallarme aracılığıyla tanımış olmalı Tahiti'deki yorgun, hasta, umutsuz adam.

 Belinda Thomson, ressamın 1897'de "Nereden Geliyoruz? Neyiz Biz? Nereye Gidiyoruz?"u yapmaya karar verdiğini vurguluyor. Gauguin, gövdesinde açığa çıkan sifilis, kızının korkunç ölümü, yalnızlığı, Paris'e beslediği öfke, Tahiti'nin gözünün önünde yokoluşu ile ağır yaralı durumda: Ölmeye yatacağına intihar etmeyi yeğliyor. Ama son bir yapıt, bir başyapıt (sic!) çıkardıktan sonra. Boyalar, fırçalar ısmarlıyor Fransa'ya; onlar gelesiye bir eskiz yapıyor, arkasından da yaratıcılık yaşamının en büyük (139x375 cm. boyutlarında), en cüretli işine başlıyor - tabloyu bir ayda tamamlayacaktır.



   Tablo bittiğinde, nereye gideceğini biliyor Gauguin: Yanına bir şişe arsenik alarak dağa çıkıyor, aşırı dozda yükleme olduğu için gövde zehiri kusuyor, güç belâ atölyeye dönen ressam, yatağında hiç kıpırdamadan günlerce tablosuna bakıyor;  Thomson'dan aktarıyorum. 1903'e dek yaşamıştır sefilleşen koşullar altında. Tahiti'deki papaz tören yapmayı yadsımış, bazı tablolarını hemen oracıkta yakmışlar. Küçük fırça hareketleriyle işte hayatının son dönemi.   
                
    Gauguin'le XIX. yüzyıl kapanıyor, denilebilir mi?, Cezanne'la birlikte, XX. yüzyılı başlattıkları söylenebilir: Braque'ı, Picasso'yu, Kübizm'i; öbürü Dışavurumculuğu Fovizm'i hazırlamış, doğurmuştur. Batı resminde egzotik arayışın (sözgelimi Picasso ve arkadaşlarının Afrika heykelini keşiflerinin) kaynağında da Gauguin'i görüyoruz. Ama asıl yolunu açtığı dünya: Renk ve form adına kırdığı sınır çemberinin dışındadır - bir özgünleşme yolu.

    Başyapıta dönecek olursak: "Nereden Geliyoruz?" ile "Bir Zar Atımı"nın aynı yıl gerçekleşmiş olmalarında rastlantıdan ötesini görmek, okumak gerekir. Biri ötekinin karşılığı mıdır? Hayır, böyle yaklaşınca tutarlı bir yörünge kuramayız; koşutluğu farklı bir zamanda kurcalamak sağlıklı olur.

  
  "Nereden Geliyoruz?"un, plastik güzergâh açısından ataları, komşuları bellidir, hüdainabit bir yapıttan sözedemeyiz: Genel yapısı gözönünde tutulduğunda, sanat tarihçileri Puvis de Chavasnes'ın "Inter Artes et Naturem"ıyla (1890) bağlantıları göstermişlerdir; figür bakımından da kimi alıntılar gündeme getirilmiştir (Rembrandt, Monet, vb.). Esin kaynakları ne olursa olsun, "Nereden Geliyoruz?" Gauguin'in kişisel damgasını en ince ayrıntılarına dek taşır gene de - kesinkes ikincil bir yapıt sayamayız onu.

 Gelgelelim, "Bir Zar Atımı" düpedüz önce'siz, öncülsüz bir şiirdir: Mallarme'nin çağdaş yazın üzerindeki etkisinin gücü, herhalde bundan, Gauguin'in çağdaş resim üzerindeki etkisinin gücünden kat kat fazla olmuştur.

    Bu iki yapıtın tek ortaklığını gerçekleştirildikleri yıla odaklayacak değilim şüphesiz. 1897'de bir fetiş görmüyorum; bir eşik bu tarih: Yeni bir çağ başlıyor orada, peşpeşe ve içiçe gelişecek onlarca kolektif yeniliğin ilk doğum sancıları duyuluyor artık. Mallarme'nin şiiri bir köprü: Onunla başlayan çok şey var da, onunla biten bir dünya olduğuna da dikkat kesilmek gerekiyor: Avrupa uygarlığı, beşiği Eski Yunan'dan alıp üçbin yıl oyunca taşıdığı imgelere, simgelere, arketiplere ve izleklere bir son senfonik dokunuş getiriyor "Bir Zar Atımı"yla - bu gecenin sonunda eldeğmemiş bir karanlık bekliyor.

"Nereden Geliyoruz?" - Gauguin'in ilk sorusuyla bütün bir metafizik program açılıyor önümüzde. Bir yer soruluyor: /Yer/i bilinmediği için. Tablonun neresinde bu soru? İçinde, sol üst köşede yazılı durduğunu söylemek işin içinden sıyrılmak olur. (O üç satırı tabloyu bitirdikten bir süre sonra, başarısız intihar girişiminin ardından eklediğini biliyoruz). Tıpkı "Nereye Gidiyoruz?" gibi, bu sorunun karşılığının da tablonun dışında, ötesinde kaldığını ileri sürmek başka bir çözümsüzlük. İki 'yer'i birden, aynı yerde, tablonun içinde aramaktan geçiyor bize kalan tek çözüm yolu - belki orta-sorunun içinden: "Neyiz biz?".

    Gauguin'in resminin arkasında simgeci anlayışın, alegori geleneğinin yükünü görmek ve göstermek güç olmamalı - işin bu yüzünü aydınlatma görevini uzmanlar gereğince yerine getirmiştir. Ressamın, özellikle Tahiti'ye gidişiyle birlikte, yapıtına yazıyı eklemleme çabasının belirginleştiği üzerinde de herhalde durulmuştur. Ne ki, bu üç soruyu, sözgelimi "Ne o, kıskandın mı?" (1892) ile aynı düzlemde değerlendiremeyiz: Tabloyu, tablodaki durumu vaftiz etmenin ötesinde, adlandırma kaygısını aşan bir içerik geliyor burada önümüze - bu içeriği bize engelleyen birşey var.

Gauguin - "Zevk Evi"




Gauguin'in 1890-1901 arası Tahiti'deki kulübesinin kapısı için yaptığı oyma tahta panolar - Sanat, Hayat'la bunca çakıştığında arı bir görünüm kazanıyor.

 "Zevk Evi"nin kapısının etrafını ve cephesini kuşatan tahta kuşaklarda bir cennet mekân tasarısı canlanıyor: Aşk, Doğa, Ten'in utkusu.

 "Gizemli Olunuz" diyor kadınlara Gauguin:  

"Âşık Olunuz ki, Mutlu Olasınız".



Tahiti'de, ömrünün son perdesini oynamak için döndüğü öteki dünyada, ardında bıraktığı ölü dünyadan böyle soyunuyor ressam. Hristiyanlığın yaklaşık iki bin yıldır süren ağdalı estetika'sından demir almış bir göz bu - mirasa kafa kaldırıyor: Freskoların, retablelerin geçmişe ağdığı an.

Gauguin'le gerçekten yeni bir çağ açıldığını gösteriyor, "Zevk Evi"nin kapı kuşakları. Rönesans kapılarından beş yüzyıl sonra, artık, yeni bir parametre ile karşıkarşıyayız.

Altını, gümüşü, bronzu, kristali, mineyi çalışmış Doğu ve Batı uygarlıkları, Gauguin'le Okyanusya'dan, Matisse-Braque-Picasso üçlüsüyle Afrika'dan yeni, sert bir rüzgâr alacaklar Modernlerin tahtayı bir daha keşiflerinde manifesto niteliği göze çarpıyor. El ağaca, Doğa'ya dönerken bütün rokoko yükünden, rüküş süsçülüğünden çekip çıkarıyor Sanatı.

      Gauguin'in ıhlamuru oyan elleri bir başlangıç. Beuys'a kadar herkes biraz da bu davranıştan devralmıştır devralacağını.


E.B.

Baudelaire ve Poe


"Ne yani! Beni de suçluyorlar, Edgar Poe'yu taklit ediyormuşum! Poe'nun eserlerini neden bu kadar sabırla dilimize çevirdiğimi biliyor musunuz? Bana benziyordu çünkü. İlk defa onun bir kitabını okumaya başladığımda, korku ve coşku duyarak, benim düşündüğüm konuları, üstüne üstlük benim tasarladığım cümlelerle yirmi yıl önce yazdığını gördüm."


"Size eşi benzeri olmayan, neredeyse inanılmaz bir şey anlatabilirim. Poe'nun öykülerinden bazı bölümleri ilk defa okuyuşum 1846 veya 1847 yıllarındaydı: Hiç yaşamadığım bir sarsıntı hissettim. Yapıtları ancak ölümünden sonra tek bir kitapta toplanıp basıldığından Paris'te yaşayan Amerikalılarla Poe'nun yönettiği gazetelerin koleksiyonlarını ödünç almak için sabırla dostluk kurdum Bunları okuduğumda bulduğum, ister inanın ister inanmayın, benim de aklıma gelen, ancak belirsiz ve  karışık olan, düzenleyemediğim şiir ve öykülerdi, Poe,  düzenlemeyi ve mükemmele ulaştırmayı başarmıştı"


"Bende inanılmaz bir sempati uyandıran Amerikalı bir yazar buldum,  hayatı ve eserleri hakkında İki makale yazdım"


Beni kuşatan bu korkunç yalnızlığın ortasında Edgar  Poe'nun dehasını neden böylesine iyi anladığımı ve onun berbat  hayatını neden böylesine iyi yazdığımı şimdi anlıyor musun?"

Po(e)rtre

        
 Edgar Allan Poe, The Fail of the House of Usher'i 1839 yılının Eylül ayında, Burton's Gentleman’s Magazine'de ilk kez günışığına çıkarmış; sağlığında altı kez daha yayımlamış öyküyü: Dergi, kitap ve derlemelerde. Avrupa’ya, Baudelaire’in çevirisiyle 1855’de gelmiş Usherların Çöküşü. Eliot’ın kaşı çatık yorumu bilinir: Fransa’da Poe’nun abartılı bir önem kazanmış olmasının nedeni, Baudelaire’in ve Mallarme’nin onu hak ettiğinden yüksek bir konuma yerleştirmiş olmalarıdır. Paylaşılabilir mi Eliot’ın yargısı, bilemiyorum; bildiğim, Poe’nun yapıtının, genelde, farklı düzlemlerde okumalara açık (yatkın) bir özellik barındırdığı: indirgendiğindeyse bir korku ve düşlem yatağı olarak algılandığına, aşırıyorumlandığında, yetkin bir anlatım ekonomisinin temsilcisi sayıldığına tanık oluyoruz.

    Türkiye’de, öteden beri yankı uyandırmış bir yapıt, Poe’nunki. Elimizin altında ne yazık ki eksiksiz bir kaynakça çalışması yok hâlâ. Şürleri, anlatıları farklı çevirilerle sunuldu okura; buna karşılık çoğu, “marginalia” kapsamına giren 1540 sayfalık Essays and Reviews’una bugüne dek pek az yaklaşıldı. Memet Fuat’ın Morg Sokağı Cinayeti (1954), Mehmet Akter’in Altın Böcek (1955) derlemelerinden bu yana okurun yaygın ilgisini gören, Nisan ve Adam öykü dergilerinin özel bölümleriyle enikonu kuşatılan Poe’nun yapıtının ülkemizde, dilimizde bıraktığı ilk izlerden birine Yahya Kemal’in Hâtıralarım'ında rastlandığına daha önce değinmiştim: “Morg Sokağı Cinâyeti unvanlı bir hikâye de üzerimde derin bir tesir bırakmıştı. önce cinâî bir roman telâkki ettiğim bu hikâyenin Edgar Poe’nun şâheseri olduğunu böyle pek geç öğrendim.”

    Kitaplık dergisine, Edebiyat-Müzik ilişkisi bağlamında Usherların Çöküşünü önermemin uzun ve biraz kişisel bir arka hikâyesi olduğunu söylemeliyim. 1990 yılında Başkalaşımların ikinci cildine Hatay'da Bir Rolls Royce ile başlamamın ardından, o öyküye Uzandım: Po(e)rtre başlıklı, 49 parça olarak tasarladığım metnin ilk 10 parçasını yazdıktan sonra durakladım. Dört yıl sonra, Bilar'dan bir Çağrı üzerine düzenlediğim beş haftalık Edgar Allan Poe seminerini satır satır Usherların Çöküşü'nü sökmeye ayırdım. Arada, Gesualdo-Bir Tema için Çeşitlemeleri bitirmiştim; benzer bir yapı kurma niyetiyle, Poe’nun öyküsünü türevleriyle kuşatmaya yöneldim: 

Edgar Poe'nun Mezarında (Mallarme)

Tam kendi olunca en sonu ölümsüzlükte,
şair, yalın kılıç, meydan okuyor çağına.
ürkmüş dünya, şaşıyor nasıl duymadığına
ölümün çanlar çaldığını bu garip seste.

İrkildiler duyunca, kör dev gibi, meleğin
daha saf bir anlam kattığını kaba sözlere,
dediler: sarhoş, bir büyü katmıştır içine
o içtiği aşağılık kara kara içkilerin.

Yazıklar olsun! duygusuz toprak ve buluttan
bir heykel yuğurmazsa düşüncemiz yaşayan
pırıl pırıl donansın diye mezarı poe'nun.

Bir gök belasından arta kalan durgun kaya,
şu granit bari, gelecekte karşıkosun
sürü sürü, kara kanatlı, kör kuşlara."
çeviri:
 sabahattin eyüboğlu.

BAUDELAİRE'DEN POE

I

...Acımasız Kader’in azgınca, giderek daha azarak peşine düştüğü bahtsız usta; sonunda ezginden tek bir nakarat kalır geriye, sonunda umudunun kasvetli ezgileri şu melankolik nakaratı benimser: 

Asla!

Bir daha asla!

Edgar Poe, Kuzgun

Tunç tahtının üzerinde dünyayı umursamayan Mukadderat Acı safra emdirir sünger gibi onlara, Ve Zorunluluk kıvrandırır kıskacında.

Theophile Gautier, Karanlık


Şu son zamanlarda, mahkemelerimizin karşısına bir bahtsız çıkarıldı; alnı az rastlanır ve eşi benzeri olmayan bir dövmeyle süslüydü: Şanssız! Alnında, tıpkı bir kitabın adını taşıması gibi, hayatının damgasını taşıyordu, ve iri harflerle yazılmış bu tuhaf yazının gerçeğe zalimce uygunluğu sorgu tarafından kanıtlandı. Edebiyat tarihinde benzer alınyazıları, hakiki cehennem azapları vardır - esrarengiz harflerle yazılmış talihsizlik kelimesini alınlarının yılankavi kıvrımlarında taşıyan insanlar.


Onlar kefaretin kör meleğinin elindedir ve başkalarına örnek olsunlar diye bu melek onları var gücüyle kırbaçlar. Hayatlarının yetenek, erdem ve iyilik örneği olması boşunadır; toplum onları özel olarak aforoz etmiştir ve zulmünün neden olduğu zaafları nedeniyle onları suçlar. -Hoffmann’ın kaderi yatıştırmak için yapmadığı ne kalmıştı, Balzac feleği başından savmak için neler yapmadı ki?- Zarif ve meleksi yaradılıştaki insanları, arenalara atılan kurbanlar gibi, düşmanca ortamlara taammüden atan, mutsuzluğu beşikten itibaren hazırlayan şeytansı bir Tanrı mı var? Kendi yıkımlarının arasından ölüme ve zafere yürümeye mahkûm, sunakta kurban edilmeye adanmış kutsal ruhlar mı var? Karanlığın kâbusu bu seçkin ruhlara ilelebet musallat mı olacak? Boş yere çırpınıyorlar, Karanlığın öngörülerine, kurnazlıklarına karşı bu dünyada kendilerini boş yere yetiştiriyorlar; boş yere tedbirlerini artıracaklar, bütün delikleri tıkayacaklar, talihin mermilerine karşı pencereleri boş yere kıtıkla dolduracaklar; Şeytan kapının kilit deliğinden girer; bir delik, zırhlarının kusuru olur ve aşırı yetenek de çektikleri cehennem azabının tohumu. Kartal, kırmak için kafalarını, gökkubbenin yükseklerinden Açık alınlarına bırakacaktır kaplumbağayı Çünkü zorunludur ölmeleri... Yazgıları vücutlarının her zerresine yazılmıştır, bakışları ve tavırlarında uğursuz bir parıltıyla ışıldar, kanyuvarlarının her biriyle birlikte dolaşır damarlarında.

Çağımızın ünlü bir yazarı, şairin ne demokratik, ne aristokratik bir toplumda, ne bir cumhuriyette ne de mutlak ya da ılımlı bir monarşide kendisine yer bulabileceğini kanıtlamak için bir kitap yazdı. Ona kim kesin olarak karşı çıkabildi? Onun tezine dayanak olarak bugün yeni bir ermişin yaşamöyküsünü getiriyorum, kurbanlar listesine yeni bir aziz ekliyorum; şiir ve tutku zengini bu ünlü bahtsızlardan birinin hikâyesini, alçalmış ruhlar arasında dehanın zahmetli çıraklığını yapmak için başka birçok bahtsızın ardından bu dünyaya gelmiş birinin hikâyesini yazacağım.


Edgar Poe’nun hayatı içler acısı bir trajedi!. Ölümü, bayağılığı yüzünden korkunçluğu artmış, ürkütücü çözüm! Okuduğum bütün belgelerden, Amerika Birleşik Devletlerinin Poe gibi, daha hoş kokulu bir dünyada nefes almak için yaratılmış bir varlığın hummalı bir sıkıntıyla baştan başa dolaştığı geniş bir hapishane, gaz lambalarıyla aydınlatılmış büyük bir barbarlık olduğu ve onun şair ve hatta ayyaş olarak iç dünyasının, ruhsal yaşamının bu sevimsiz atmosferin etkisinden kaçmak için yaşam boyu süren bir çabadan başka bir şey olmadığı inancını edindim. Demokratik toplumlarda kamuoyunun merhametsiz diktatörlüğü! Ahlaki hayatın sayısız ve karmaşık durumlarına toplum yasalarının uygulanışında bu kamuoyundan ne merhamet, ne hoşgörü ne de herhangi bir esneklik dileyin. İnançsız sevgiden ve özgürlükten yeni bir despotluğun, yırtıcı duyarsızlığıyla Jagannatha’nın putuna benzeyen bir hayvanlar despotluğunun ya da zookrasinin doğduğu söylenebilir. Bir biyografi yazarı -çok iyi niyetlidir bu namuslu yazar- Poe’nun, dehasını düzene sokmak ve yaratıcı yeteneklerini Amerikan toprağına daha uygun bir biçimde uygulamak islemiş olsaydı, paralı bir yazar -a money making author- olabileceğini bize ciddi ciddi söyler; bir başkası -bu, katıksız bir edep düşmanıdır- Poe’nun dehası ne kadar hayranlık verici olursa olsun, keşke sadece yetenekli olsaydı, der; yetenekten es geçmek dehadan es geçmekten her zaman daha kolaydır. Gazete ve dergiler yönetmiş ve şairin arkadaşı olan bir başkası, Poe’yu çalıştırmanın zor olduğunu ve herkesin anladığının çok ötesinde bir üslupla yazdığı için ona diğer şairlerden daha az para vermek zorunda kalındığını itiraf eder. Joseph de Maistre’in deyişiyle, ambar kokuyor ortalık!

Klaus Schulze - Georg Trakl


Ne zamandır odamda çalıyor, Schulze'nin Trakl ismini verdiği elektronik parçası (X, 1978), (şimdilerde GYBE'nin yeni albümü Luciferian Towers'ı dinlemedeyim),

Trakl'ın Geceye Şarkı'sı eşliğinde paylaşıyorum:

Geceyarısının derinliğinde, sen ...


Georg Trakl (1887 - 1914)


    Birçok 3 Şubat doğumlu gibi sislerden çıkıyor Trakl; 1887, Koyu renklere, çamura, kana, dikenlere açıyor pencerelerini. Sevmeyi yasaklıyor kendine, kızkardeşini severek. Afyon tanrısına yakarıyor en gece gündüzlerinde bile: 

Yetinmiyor çünkü, karanlığın çekirdeğine inmekle. Ölümün köpüğünde duruyor gövdesi; patlamaya, yitmeye son kertede yakın.







 

 Ve evren bir tabut oluyor, diyor 1914 Temmuz'unda: Bu yolculuk bir düş.

    Bir taş cehennemde öldü yüzüm, diye yazıyor son şiirinde, bir ay sonra.







YAZMAMAK

YAZININ EN UCU

Yazmamak, yazamamak, yazmayı bırakmak: Üç durum. Aynı paydanın farklı payları. Edebiyat, Yazı/n tarihleri, doğal olarak, yazmayanları içermez: Onları yapmadıkları şey nedeniyle tanımayız. Yazmayı reddettiğini söyleyenlerle karşılaştığım olmuştur, bilemem, bilemezler: Yazabilecekken mi, bilinçli bir kararla, yazma edimine, uğraşma sırtlarını dönmüşlerdir? Kırılmaz bir paradoks bekler orada: Yazmadıkça yazmama kararı verilemez. Öyle ya: Yazabilirdim - nereden biliyorsunuz? Bu ‘hayalet ordusunun tek somut (ama çok güçlü) temsilcisi Sokrates: Konuşmayı seçen, yazmaya diklenen adam. Yazabileceğini Platon yazdığı için görüyoruz ya, benim gözümde paradoksu kırmaya yetiyor “söz”ü. (İzini süren Lacan’ın arkasında iki koca Yazılar cildi bıraktığını görmezden gelemeyiz).

   Yazamamak, yazmış olanların karşısına çıkan, içinde beliren, masalarında doğan ve büyüyen düğüm. Her yazı/n tarihi için bir son bölüm eklenebilir bu konuda: 25 yıl kalemi eline almayan Racine’den "Elveda"yla noktayı koyan Rimbaud’ya, şiir yazmayı bırakan Hofmannsthal’dan Denis Roche’a, kalemi arada bırakan Valery’den hepten bırakan Roger Laporte’a geniş bir aile. Gelgelelim, “kararlarla sınırlanamayacak bir durumun sularındayız: Yazamayışlarına yazarak direnmeye çalışanlar canalıcı bir kategori; Beckett’ten Vüsat O. Bener’e bir başka geniş aile.

   Kendi payıma, yazamamak ile yazmamak arasındaki bir bölgede gerçekleşen duruşları ayırıyorum - sözgelimi Valery yapıt vermeye ara vermiştir, yazmayı bırakmamıştır. Hofmannsthal ve Roche nesir yazmayı sürdürmüşlerdir. Rimbaud’nun son mektupları, genç yaşta ölmeseydi döneceğini düşündüren ifadeler taşır. Sonuç olarak, yazmayı hepten bırakan tek örnek, 1982’de noktayı koyan Roger Laporte’dur (1925-2001) - bilebildiğim kadarıyla tabiî.

  Yazmamak, Sokrates’te bir susma niyetine bağlı değildi: Onunkisi bir araç olarak yazıya güven duymamaktan kaynaklanan seçimdir: Ünlü Phaidrosunda altedilmesi pek güç gerekçelerini sıralar. Sözlerinin yazıya aktarılışı bir çelişki yaratmamıştır: Bütün diyaloglar Platon imzasıyla okura ulaşmıştır, orada Sokrates hâlâ bir “konuşan” kimliğiyle karşımızda duruyor.

 Yazamamak, az ya da çok kilitlenmek. Binbir türlüsüyle karşılaşıyoruz, geçmişe bakışımızı çevirdiğimizde. ‘Deşifre’ edilmesi, dolayısıyla yorumlanması kolay olmuyor herbir örneğin. Yazarken, yakın ve uzak çevremde ciddî tutukluk biçimlerine tanık oldum; gördüklerim kural aranamayacağını düşündürdü bana: Yazamamak, derin yazma sıkıntıları çekmek, her seferinde farklı sorunların işin içine karıştığı apayrı denklemler ortaya koyar - bütün yazı serüvenleri nasıl biricikse, bütün yazamama halleri öyle benzersizdir.

Karabasan / Fussli




"Karabasan"la  1973'de tanışmış, orta boy bir röprodüksiyonunu bulup çerçeveletmiştim. Yıllar yılı, Ankara'ya, Ankara’dan İstanbul’a, çalışma odalarımın duvarlarından bana baktıydı Daimon.    
                                                                                  
"Ama İblis, ama "uykularıma dadanan geçimsiz melek" "Yeni melek" ile "ikiz melek" arası, kılıktan kılığa girerek, uykuma ve uykusuzluğuma bekçi olan o Daimon'u, kaç kez aynadan bana gülümserken gördüğümü aktarmalı mıyım?"

Aslını görüp göremeyeceğimi sık sık kafamda kurmuş, Füssli'nin resmin iki ayrı versiyonunu yapmış olduğunu öğrendikten sonra ise o asılılardan hangisini (Detroit’teki 1782’dendir) "asıl" saymam gerekeceğini düşünerek, bunca yıldır yanıbaşımda duran röprodüksiyonun belki de ‘asıl’ olmaya yüz tutmuş olduğuna varmıştım.

    öyle ya - “Karabasan”a kim benim kadar bakmış olabilirdi? Müzenin bekçisi mi?

    Yoksa: Goethe mi?

Detroit'teki versiyon

     XVIII. yüzyıl Avrupa sanatının majör figürlerinden biri değildir Füssli. Resminin yazınsal tadı, plastik değerine göre çok daha fazla öne çıkmıştır. Bunda, Blake ve Goethe’yle kurduğu dostlukların payı olmuş mudur, bilemiyorum. Özellikle Shakespeare’in oyunlarını konu edinen yapıtlarına bakarak, onu Blake ile birlikte, çağının en özgün illüstratörü olarak konumlamak, hakbilir bir davranış olur sanıyorum.

     Ya Karabasan - onu nereye yerleştirebiliriz? Füssli üzerine yazılmış birkaç monografiye rastladım kaynakçalarda; onları okumuş, dahası görmüş değilim; görmek, okumak isteği de duymadım açıkçası. Gene de sorular takılıp kalmıştır aklımda, ola ki onları yanıtlayabilirdi bu monografiler:

     “Karabasan”ın Shakespeare ile doğrudan bir ilişkisi kurulabilir mi(y di)?

     Faust’u (1775) ne zaman okumuştu Füssli (1741-1825)?

     Londra da yaşadığı yıllarda, Blake ve ‘melek’leri üzerinde ne denli etkisi olmuştu?

     Bu (yanıtları belki de çoktan verilmiş) sorular beni uzun uzadıya kurcalamış olsaydı, büyük olasılıkla üzerine giderdim onların. Ama ne kaynaklarını öğrenmek için yanıp tutuştum Karabasan'ın, ne de sanat tarihinde tuttuğu yere ilişkin abartılı bir konumlama çabasına giriştim. Sonuç olarak o resimde beni böylesine çeken ana özellik kendisinden çok “aura”sına aitti.

    [Gene de, bir tür ‘kişisel sapma’dan söz etmeliyim bu noktada: Modernlerin nicedir yer’ine yerleştirip ondan uzaklaştıkları Romantizm, kara kanadı ile benim gözümde çekiciliğini korudu hep. Caspar David Friedrich’in resminden Schubert’in müziğine, Nerval’in şiirinden Novalis’in ansiklopedistliğine, akımın siyahlarıyla bir duyarlık akrabalığı taşıdığımı, bu duyarlığın aşılmış olduğunun genel kabul gördüğünü göre duya, söylemekten çekinmedim.]

    “Karabasan”ı seçerken, bütün bunlar yönlendirdi beni.


Okumak

"Aynı kitaba da, aynı sayfaya da dönmeyiz asla, çünkü, değişen ışığın altında biz de kitap da dönüşümden geçeriz ve anılarımız ışık alır, kararır, gene ışık alır ve hiçbir zaman kesin olarak öğrendiğimizi ve unuttuğumuzu, bizde kazılı kalanı bilemeyiz”. Alberto Manguel


1972 yılını kimi ana romanları okumaya ayırdıydım: "Şato", "Gecenin Sonuna Yolculuk", "Ses ve Öfke", Proust, Joyce, Yourcenar -her okuma tamamlandığında, Bilge Karasu'yla saatlar boyu oturur konuşurduk, hep söylemişimdir: Ben ondan yalnızca 'yazma sanatı' ile ilgili pek çok şey öğrenmedim, 'okuma sanatı' konusunda da kılavuzum olmuş olmasını büyük talihim sayarım. Onca anıdan biri, yeterince ipucu verecektir:
 
72 güzünde, kendi kendime Musil'in "Niteliksiz Adam"ını okumaya karar verdiğimde, Bilge zarif bir biçimde bunun 'erken' olduğunu imâ etti; anladım ve tepki verdim: "Ne yani", dedim, "benim Musil'i anlayamayacak bir durumda mı olduğumu düşünüyorsun?". Sabırlı üslûbuyla, "hayır" dedi, "öyle düşünmüyorum, demek istediğim şu: Bazı kitapların okunması için bazı yaşları beklemek bana şimdi daha doğru geliyor" - sonra ekledi: "Zamanında ben de zamansız işler yapmışımdır, hiç değilse sen yapma diye uyarıyorum".
 
Onu dinlemektense, kafamın dikine gitmeyi yeğledim. "Niteliksiz Adam"m ilk cildini ıkına sıkına 180. sayfasına gelebildim sonuçta. Bilge'ye gittim ve ona "haklıymışsın" diyeceğime, "Niteliksiz Adam"ın şişirilmiş, son derece durgun, cüssesini hak etmeyen bir yapıt olduğunu anlatmaya kalkıştım. "Dilerim" demişti, hiç unutmuyorum: "İleride bu konuya dönme olanağımız olur".

   Oldu. Tamıtamına on yıl sonra, 1982'de, L'Arc dergisinin Musil özel sayısında bir incelemeyi okumam gerekti; "hünsalık" konusuna eğilen bu çözümlemede romandan kimi parçalar alıntı olarak kullanılmıştı; gözlerime inanamadım: Dudak uçuklatıcı bir yaklaşım, sıkı bir anlatım, kor parçası kelimeler beni yeniden "Niteliksiz Adam"a götürdü. Romanı olağanüstü haz alarak okurken Bilge'ye uğramadan edemedim: "O zaman ne dediğini anlayacak hizada değilmişim, şimdi şunu görüyorum: 20 yaşımdayken kapısını aralayamadığım romanı 30 yaşımda keyifle okuyorum, ama onu adamakıllı anlayabilmem için sanırım bir de 50 yaşımda okumam gerekecek".

   Gözlüğünün altındaki ışık büyüdüydü.