Richard Long / Arazi Sanatı

 Basit, pratik, duygusal, sessiz ve etkin sanat hoşuma gidiyor.

    Yürümenin sadeliği,

    Taşların sadeliği...





 İnsanın elinin altında bulabileceği sıradan malzemeler, özellikle de taşlar hoşuma gidiyor... Dünyayı oluşturan malzemenin taş olması düşüncesi hoşuma gidiyor.

    Sıradan şeylerin sanat olarak algılanması hoşuma gidiyor. 

    Bir tekniğe bağlı olmayan duyarlılık hoşuma gidiyor.





Sanatımın görünürlüğünün ve ulaşılabilirliğinin koşullara bağlı oluşu, ayrıca aynı anda hem kamusal hem özel olabilmesi, hem sahip olunabilmesi hem de olunamaması hoşuma gidiyor.

    Yerlerle zamanlar, mesafeyle zaman, taşlar ve mesafe, zaman ve taşlar arasındaki şekillerin simetrisini kullanmak hoşuma gidiyor.

Bruce La Bruce

Kişisel olanın kesinlikle politik olduğunu düşünüyorum; cinsel olan politiktir, hatta tuvalet bile politiktir, her şey politiktir. 

Seksi açık seçik kullanmaya ilk deneysel filmlerimde başladım, bir deney yapar gibi hatta. Beni nereye götüreceğini merak ederek temsilin sınırlarını zorladım. İlk filmlerimde yer alan müstehcen gey seks, insanlara eşcinselliğin özünü, o yokmuş gibi davranamayacakları hatta görmezden gelemeyecekleri bir şey olarak, suratlarına fırlatmama yardım eden politik bir araçtı.

Bruce La Bruce


Fotoğraf / Ölüm


River Phoenix, My Own Private İdaho'da


Bir filmde öldüğünü bildiğim oyuncuları gördüğümde ya da yeniden gördüğümde bir tür melakoliye kapılırım hep: Fotoğrafın kendisinin melankolisidir bu... Töremlerin gerilemesiyle çağdaş olan fotoğraf bizim çağdaş toplumumuzda simge, din ve törem dışı bir ölüm'üm, birdenbire ölüm'e dalışın karşılığıdır belki de." 

 Roland Barthes / Camera Lucida


*
ilgili okuma: 
https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2016/04/olum.html

Sonnet du trou du cul (Kıç Deliği Sonesi)





Montaigne & Tasso

"O antik ve saf şiirin, hiçbir İtalyan ozanın uzun zamandır olamadığı şekilde, en akıllılarından, en beceriklilerinden ve en olgunlarından biri olandaki kıpırtıyı ve sevinci alıp götüren ne?"

Montaigne, melankolinin pençesine düşmüş Tasso'yu ziyaret eder. 

François Marius Granet (1775 - 1849) Montaigne visits Tasso in Prison



Michel de Montaigne Ferrara’da bulunduktan ve Sant’Anna tımarhanesinin sonsuz karanlığında Torquato Tasso’yu gördükten sonra, kendi duygulanım ve kaygısını yeniden dile getirir, deliliğin anlam ve anlamsızlığını yeniden ifade etmeye ve cevabı olmayan muammalara ilişkin bir şeyler anlamaya çalışır:

François Fleury-Richard (1777 - 1852) Montaigne and Tasso


"Sessizlik bile yalvarmayı
ve kendini duyurmayı bilir."

T. Tasso

another dream






David & Saul

David and Saul (Rembrandt)

O günden sonra, Tanrı’nın gönderdiği kötü ruh ne zaman Saul’un üzerine gelse, 
Davut liri alıp çalar, Saul rahatlayıp kendine gelirdi. Kötü ruh da ondan uzaklaşırdı
(Samuel, 16,23.1)



 Ressam Hugo van der Goes lanetli olduğunu, sonsuz bir lanete Uğradığını söylüyordu, kendini öldürmek istiyordu; Başrahip Thomas çağrıldı; onunla konuşup muayene ettikten sonra, hastanın Saul’un hastalığına tutulduğunu söyledi. Ardından Davut kitarasını çaldığında Saul’un rahatladığını hatırlayıp, Hugo’ya hemen bol bol müzik çalınmasını ve başka dinlendirici gösteriler düzenlenmesini istedi, bunlar aracılığıyla onun aklındaki çılgınlıkları kovmayı umuyordu.


*
ilgili okuma:


Melancholia / Giorgio de Chirico


1912


*
ilgili okumalar:

Experimental Self: Edvard Much


NİETZSCHE & BATAİLLE


"Ben kendisini, Nietzsche'nin bir yorumcusundan ziyade 
onunla aynı gören tek kişiyim."


Bataille'ın  yoğun biçimde Nietzsche'ci olduğu iki dönem vardır kuşkusuz: İlki inanç yitimine ve dünyayı onaylamasına denk düşer.  Şunu söyleyebilirim ki, eğer Bataille ömrü boyunca bir ahlaka ve tek bir ahlaka boyun eğmişse, bu, Nietssche okumasından çıkardığı bir ahlaktır. Bataille 1923 yılında dünyaya Evet demeye karar verir. O dönemden itibaren bu Evet'e cevap vermeyen ve hem deneyimi hem de düşünceyi yargılamakta mihenk taşı olmayan hiçbir şeyi artık ne söyleyecek ne de yazacaktır. Bataille yine de bir süre Nietzsche’ye olan sevgisini yitirdiği -kimi zaman olumlanan bir dönem yaşayacaktır.

...

 Bataille’ı gençliğindeki dinsel deneyimden çıkartan kuşkusuz Nietzsche’dir; kapanma arzusundan onu kurtarıp dünyanın canlılığını ona keşfettiren Nietzsche’dir. Fakat 1939 yılında, onu yeniden başka türde bir dinsel deneyime daldıran ve ona canlılığı mahkûm ettiren de yine Nietzsche’dir.

...

 Bataille resmi eğitim almış bir filozof değildir- etkilenmiştir. öncelikle de bilgilendirici kitapları okumuştur. Sonradan ne okursa okusun -görüleceği gibi: Proust, Dostoyevski, Nietzsche- bunları, sofuluk ve coşkuyla Tanrı’yı “okuduktan” sonra (aynı şekilde okuyarak da denebilir) okuduğu gerçeğini hiçbir şey değiştiremez (ve silemez).

https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2018/01/Acephale

Bataille’ın Madrid ’te Proust’vari bir kitap yazmaya başladığı bilinmektedir; demek ki Proust’u önceden ve uzun uzun okumuştu. Proust onu dinsel dünyadan ilk uzaklaştıran olabilir. 1922’de Gide (Yeryüzü Nimetleri ve Paludes) ve özellikle Nietzsche (Vakitsiz Mülahazalar ve İyinin ve Kötünün ötesinde) geldi: bunların da onu dinden iyice uzaklaştırdığına kuşku yoktur. Nietzsche okumanın önemini (ancak 1923’te okumuş olmasına rağmen) Bataille defalarca belirtmiştir. Proust’un aşındırmaya başladığı şeyi Nietzsche temelinden yıkar. Hem de öyle şiddetle yıkar ki (kuşkusuz, fazla şiddetlidir) Bataille irkilir: “Yenilmiştim ve direniyordum.” Bu kadar altüst edici bir okumanın etkilerini azaltmaya yardımcı olabilecek her şeye ilk kez sıkı sıkı sarıldı: “Kendi yazgısıyla karşılaşan bir insanın öncelikle gerilemesi doğaldır.” (Bataille’ın nasıl gerileyebildiği gayet iyi görülür: örneğin Notre-Dame de Rheims'in konusuna paralel olan ve 1918’de başlayan “iş”e devam etmek için bir dayanak noktası olarak kullanabileceği Claudel'in Cinq grandes odes'unu okur.)

Dolayısıyla Bataille ancak 1923’te, kendi kaderine boyun eğer gibi Nietzsche’ye “razı oldu.” Fakat razı olurken de, Nietzsche’nin yapmış olduğu deneyimi tekrarladı: “Nietzsche’nin karşılaştığı güçlüklerle -Tanrı’yı ve iyiyi ardında bırakırken, iyilik ya da Tanrı için canlarını verenlerin ateşiyle yanarak- sıram geldiğinde ben de karşılaşacağım.” Bataille Hıristiyanken olduğu gibi ateşler içindedir, yanar.

Fakat Nietzsche’nin ona çağrısı, henüz Nietzsche’nin bir rolü yokken, yıllar önce her şeyin (örneğin Londra’da keşfettiği gülmek) ona çağrısı, Tanrı’yı ve iyiliği terk etmekti: Aslında, o zamana dek savunduğu her şey. Daha önce önünde diz çökmesine yol açan inanç değişimi kadar önemli fakat tersinden bir inanç değişimidir bu. Bu dönüşümün sonuçlarını kuşkusuz anında ölçememiştir, ama yine de ne kadar kökten olduğunu hissedebilmiştir. Hemen fark ettiği gibi, Nietzsche sadece güç istencinin değil, (Bataille’ın dediği gibi) kötülüğün de filozofu olduğu ölçüde bu dönüşüm son derece köktendir. Tanrı’nın haklı gösterdiği iyilik yerine, Nietzsche, bir eldiven gibi tersine çevrilmiş bir ahlak buyruğu olarak kötülüğü belirtir. Geride, ölü (ya da, ölüden ziyade, namevcut) Tanrı kalır ve onun yerine hiçbir şey konamaz; yeri boştur. Tanrı geçersiz ilan edilince, vaizlerin “falanca ya da filanca şeyi yap” demesi hiç değerindedir. Dinlemeye rıza gösterdiği tek vaaz Zerdüşt’ünkidir; Zerdüşt, Tanrı’dan daha fazla, “üstlendiği görevlere gülen bir baştan çıkartıcıdır." Bataille’ın 1920 yılında Londra’da -ardından Siena’da- keşfettiği gülmenin, bütün derin afetleri içinde, Tanrı tarafından asla haklı gösterilmeyeceğini, kendisinin, sadece kendisinin haklı gösterdiğini -bu kez Nietzsche sayesinde- anlamıştır:

“[...] Kahkaha konusunu mümkün olduğunca derinlemesine düşünmeye başladığım andan itibaren, ilk etki, dogmanın sunduğu her şeyin, bir tür akış içinde sürüklenip götürüldükten sonra parçalandığı hissi oldu. O an, inancımı ve buna bağlı davranışlarımı sürdürmenin oldukça mümkün olduğunu, ama üzerime çöken kahkaha dalgasının bu inançları bir oyun haline getirdiğini, inanmaya devam edebileceğim, fakat kahkahanın bana verdiği oyun dinamiğiyle aşılmış bir oyun haline getirdiğini hissettim.”

Artık hiçbir proje, hiçbir kurtuluş ona bağlı değildir. Nietzscheci sarhoşluğun ölçüsüzlüğünü Bataille kuşkusuz Siena'da hissetmişti. Tanrıyı inkâr eden Bataille (Bataille tanrıyı inkâr eder; fakat daha önce bütünüyle Tanrıya bel bağlamış biri ancak onu gerçekten, şiddetle inkâr eder), çırılçıplak bırakılmış teni tercih eder: Teni tutuşturan arzudan ve onu sarsan kahkahadan daha fazla hiçbir şey bunu doğrulayamaz. Sadece ten, Tanrı neyse odur: dipsiz bir uçurum. Bir anlamda, babasının bıraktığı ders budur; fakat bu kez sakat bir şey yoktur, ölümcül ya da bunaltıcı bir şey yoktur:

“İşte, benlik: İnsanların her konuda birbirine bel bağladığı, insanın uzun çocukluğundan çıkış, uyanış.”

Şuna geri dönmek gerekir: “Benim dindarlığım bir firar teşebbüsüydü: Ne pahasına olursa olsun, kaderden kaçınmak istemiştim, babamı terk etmiştim.” 1914’teki inanç değişikliği ona Hayır’ı söyletti, 1923’teki “yeniden inanç değişimi” tamamen koşulsuz bir Evet demesini buyurur; söyleyenin dünyada bulduğu, keyiflilik, oyunculluk kadar derin bir Evet. Bunu vurgulamak gerekir, çünkü Bataille (kelimenin yaygın anlamıyla) ani bir dinsizlikle Hıristiyanlığı terk etmez, çünkü ona atfettiği mutlaklığın yerine daha yoğun bir mutlaklık geçirir, çünkü Hıristiyanca Hayır ne kadar mutlaksa, Nietzscheci Evet de o kadar mutlaktır.

Bataille bunu, çok daha sonra, ömrü boyunca Hıristiyanlığı ve “Nietzscheciliği” içinde tutacağı dar ve görünüşte paradoksal yakınlığın yol açacağı her türlü yanlış yorumun önüne geçmek için şimdiden tekrarlamanın yeri olan terimlerle söyleyecektir: 

“Nietzsche’nin ateizmi kendine özgü niteliktedir, Tanrı’yı bilen, Tanrı’yla azizlerinki gibi bir deneyim yaşamış birinin ateizmidir. [...] Nietzsche’nin öğretisinin takip edilebilmesi için önceden Hıristiyanlığı özümsemek gerektiğine inanmaya yöneltir her şey.”

“Atalarımız, inançları uğruna mallarını canlarını, devletlerini ve vatanlarını feda eden, eşi benzeri olmayan sadakatte Hıristiyanlardı. Biz de aynısını yapıyoruz. Neden peki? İnançsızlığımızdan mı? Her türden inançsızlıktan mı? Hayır, siz bunu çok daha iyi biliyorsunuz, dostlarım! Sizde gizli olan Evet, sizi ve çağınızı bir salgın gibi etkileyen bütün Hayırlardan ve bütün Belki’lerden çok daha güçlüdür ve siz göçmenlerin denize açılması gerektiğinde, sizi buna bir inanç mecbur edecektir..."

Yukardaki buyruğu herkesten iyi benimsemiş olan Bataille’ı da (Nietzsche gibi) bir nihilist yapmak, paradokstur: "...kendisi dünyaya hiç sınırsız ve çekincesiz Evet demeye devam ederken, imkânsızın sınırındaki bir ifadeyi kaygıyla aramaya adanmış olan eserinin çoğu zaman azgın bir inkâr görünümüne bürünmesi eserinin çelişkilerinin en önemsizi değildir.”

*
Michel Surya
BATAİLLE

SADE OLAYI

“Sinirleri buran ve varlığın sessiz hazzına çılgınca  tanrısal ve gizemli bir hiddet veren bu şehvetli cinayetin haşin susuzluğu, hiç kuşkusuz,  öncelikle utangaç ve kaygılı beklentiye,  sonra da, doğrudan doğruya,  erkeklerin ve kadınların şehveti olan,  olasılığın haşin ve daima öfkeli parçalanmasına tek başına cevap verir.”

1956 yılında, edebiyat tarihinin tuhaf bir özeti ve ikiliklerinin ilave bir etkisi olarak, birçok yasadışı kitabın bilinmeyen yazarı olan Bataille, D.A.F. de Sade’ın dört kitabını yayımladığı için Jean Jacques Pauvert’e açılan davada tanık oldu.

Kovuşturulan dört kitap şunlardı: 

Yatak Odasında Felsefe,

 Yeni Justine,

 Juliette

ve

Sodome’un Yüz Yirmi Günü.



Tanıklığı, ikiyüzlü bir muğlaklık modelidir: Bastırılmış bir hayranlığı ve “bilimsel” doğrulamayı ortaya koyar (Bataille, bir filozof olarak, hiç beklenmedik bir tanıklıkta bulundu: Koşullar her gerektirdiğinde, kendisini uygun bir dille ifade etmeyi daima bilmiştir -gereklilik burada Pauvert’in rahatlığı ve suçlanan kitapların serbest dolaşımıydı):

“Günümüzde, bir tür dehşet uçurumuna Sade aracılığıyla inme olasılığını elimizde bulundurmalıyız. Bu dehşet uçurumunu tanımamız gerekir; üstelik bunu öne çıkarmak, aydınlatmak ve tanıtmak özellikle felsefenin görevidir -benim burada temsil ettiğim felsefenin. İnsanın anlamının dibine dek inmek isteyen biri için Sade okumanın sadece tavsiye edilir değil, gayet gerekli olduğu kanısındayım.”

Bataille’ın konumu sadece cesur olmakla kalmaz» sürekli talep ettiği şeye de sadıktır: Hiçbir şeyi es geçmeyin! Sade’ın soğukkanlılıkla buyurduğu şeye sadıktır: “İnsanları ne ölçüde ürpertirse ürpertsin, her şeyi söyleyin.” Bataille bu buyruğu benimsedi ve büyük ölçüde yaydı, çünkü bir filozof olarak insanın anlamının en derinlerine kadar gitmekle ilgiliydi: İnsanlar ne denli ürperirse ürpersin, her şeyi düşünmek gerekir. İnsan olarak en derinimizde, Sade okumamızı bizden talep etmeyen tek bir insani anlam yoktur (ya da düşüncenin insana geçici olarak ödünç vermediği tek bir anlam yoktur); Sade’ın yazdığı her şeyi (hiçbirini es geçmeden) okumalıyız. Bu durumda, Sade’ı okumak sadece tavsiye edilmekle kalınmaz, üstelik gayet zorunludur. Bu konuda da Bataille ömrü boyunca düşündüğü (ve kuşkusuz harekete geçirdiği) şeye sadıktır: Tenselliğin özgür hareketine ihanet etmek bir yana, aşırılık onun anlamına delalet eder. Yavan ailevi sevincin herhangi bir şekilde alkışlanmasından çok daha iyi yapar bunu. Bir yanda, hoş bir şehvetin tatmin ettikleri vardır ve bunlar çok sayıdadır, bunlar tutkunun baş döndürücülüğüne ilgisizdirler. Diğer yanda, olasılığın korkunç altüst oluşunu takınak etmiş olanlar -belki bunlar da çok sayıdadır, belki sadece tek bir kişidir-, imkânsıza erişene dek dur durak bilmeyenler vardır. İlk gruptan insanlık korkunun onlara daha önce öğretmiş olduğundan başka bir şey öğrenmedi. İkincilere (örneğin Sade’a) ise, olasılığın ötesine geçerek, bir anlamda imkânsızı azaltmayı, onun bir daha kesinlikle imkânsız olmamasını borçludur.

Bu durumda adalet onların eylemine (olasılığın ötesine geçme eylemine), onların hatasını, olmak istedikleri hatayı aşketmekte gecikmez ve böylece mahkûm eder (mevcut haliyle, mahkûm etmezlik yapamazdı, onu mahkum etmemek, bu hatayı, imkansıza bu geçişi, aradığı anlamdan yoksun bırakmak olurdu). Bataille bunu tanıklık ettiği davadan üç yıl önce güçlü bir şekilde söyler:

"[...] suç, mahkûm eden yasalar olmadan, belki imkânsız olurdu, ama imkânsız kabul edilemez. Ve imkânsıza takınaklı kimse, takınağının nesnesinin gerçekten imkânsız olmasını ister [...] Genellikle, suçlu suçun karşılığının ölüm olmasını, nihayet onu cezalandırmasını ister, bu ceza olmadan suç, suçlunun istediği, olduğu şey olmak yerine, olasılık olur."


Bu nedenle, XVII. Asliye Ceza Mahkemesinin başkanının ısrarlı sorusuna (Sade tehlikeli midir? Okunmasını yasaklamak mıyız?) Bataille "dolambaçlı" cevap verir (başkan onu böyle suçlar).

Kuşkusuz Bataille anlaşılmamaktan ya da yanlış anlaşılıp bulaşıcılığı teşvik etmekten çekindiği için değil, başkanın sorusu, tersine dönmesi dışında, pek az anlam taşıdığından böyle cevap verir. Kimse Sade okuyarak Sade ya da kişilerinden biri olmayacaktır. Onu okumak yetmez: Bu eserde, alışılmadık boyutlarda, baştan çıkartıcılık yoktur. Bununla birlikte bazıları Sade’ın kafasına taktığı şeye kafayı takabilir. Buna kafayı takabilirler, çünkü tutku oyununun mantığı budur, olasılığın ötesine geçerek imkânsızı ister. Ve öncelenmiş bu cevap (1953 tarihlidir) yine hukuku ilgilendirmektedir: Gerçekten de adaletin bu “korkunç altüst oluşla uygun cevaplarının olmadığına inanmasına gerek yoktur. Genellikle, olasılıktan geçen kişi, böylece arzusunu sonuna dek taşıyarak, suçunun karşılığını ölümden bekler. Sadece ölüm -ve adalet bu ölümü ona vermekte suçsuz kalır- onu suça teşvik etmiş olan imkânsız niteliği bu suça verebilir.

* Bataille Sade karakteri ile ahlaki gerekliliğin aykırı bir yakınlaşmasını gerçekleştirmekte tereddüt etmedi. Değer tutku olduğundan, saf tutku, yani itaatsizlik olduğundan, “aldatıcı görünümlere (ya da kasti muğlaklıklara) rağmen, ahlaki gerekliliğin Sade’la ilişkiden kazanacağı çok şey vardır.”
Bu cümle davadan on yıl öncesine aittir (OC XI, 249-250).

*
Michel Surya
BATAİLLE

SADE & GERÇEKÜSTÜCÜLÜK & BRETON & BATAİLLE


“Ödleğe ödlek diye hitap etmeye can atan ben, öncelikle, boğazında kanlı balgam biriktiğini hisseden biri varsa, onu da benimle birlikte Andre Breton’un, gözlerini kapatarak Sade’ı gerçeküstücülüğün gizli özentilerine uyarlayan o palyaçonun, yüzüne tükürmeye davet ediyorum.”




  Sade, Andre Breton ve arkadaşları nezdinde eşi görülmemiş bir prestijden yararlanıyordu. Gerçeküstücülerin kendi aralarında uydukları dar ahlaki kategorilerden kurtulma ayrıcalığına sahip birinin prestiji. (ve bu prestij sadece onda vardı.) Ne kadar tiksinti verici olsa da (Gerçeküstücüler onu bu şekilde görerek daha mantıklı davranmış olurlardı.), bütün köleliklerden özgürleşmedeki ölçüsüz şiddetinde yüceltilmedik hiçbir şey yoktu. Breton'un gözünde kuşkusuz bu köleliklerin bunaltıcı niteliği Sade'ın uygun gördüğü her şekilde davranmasını haklı çıkarıyordu; bu a priori yıkıcı görülüyordu. Argümanın çok tuhaf bir şekilde ahlakçı çarpıtılmasıyla - çünkü sonuçta Sade'ın sadece kendi özgürlüğünün peşinde koşmayıp, yıkıcılık istediğini kanıtlayan hiçbir şey yoktur - Sade'a keyfi olarak atfedilen amaçlar, gerçeküstücülüğün başka yerde istisnasız teşhir ettiği araçları kullanmasını haklı gösteriyordu.

Bataille bütün bunları bir aldatmaca olarak gördü: Gerçeküstücülerin Marki'nin ganimetine sahip çıkma haklarının hiç olmadığını söyler. Hatta bu mirasta en son hak iddia edebilecek konumdadırlar.     Gerçekten de Breton kadar aşırı iffetlilik taslayan biri, hovardalıktan nefret ettiğini söyleyen, genelevlerden (tıpkı hapishaneler ve tımarhaneler gibi) tiksinen, tek eşli "deli" aşkı ve sadakati her gün öven ve en ailevi ve en az sapkın, en az dengesiz erotizmi her türden saldırıya karşı savunan (Cinsellik Üzerine Araştırmalar'da bunu gördük) biri bunu nasıl iddia edebilir? Eti kemiği ayıklanmış ve tamamen ölü bir Sade değilse, hangi Sade sahip çıkabilir? (Sade'ın Breton hakkında ne söyleyeceğini hayal edebiliriz)?

 “Bildiğim kadarıyla, asla erotik kitap yazmamış olan Breton’un Sade’ı sevmesi ender tutarsızlıklarından biriydi. Onu sevmemesi gerektiğini günün birinde ona belirttim” 
(Andre Masson, yazarla söyleşi).

Bununla birlikte Fontaine Sokağı'nda Sade'dan bol bol, hatta dinselce söz edilir. Ona saygı gösterilir, göklere çıkarılır, yine de herhangi bir kişinin "Sadecı" olmasına izin verilmez. Fakat Gerçeküstücü ve Sadecı olmayı yasaklamaktan bile daha kötüsü, bu iddiada  bulunan birinin gerçeküstücü olamamasıdır. Bu, Bataille'ın gözünde fazlasıyla ikiyüzlücedir. (ki bu da sadece ahlaki bir yargıdır.), bir aldatmacadır: "Günümüzde onun yazılarını ve onlarla birlikte yazarın kişiliğini bunlara karşı çıkartılabilecek her şeyin ya da hemen hemen her şeyin üzerine yerleştirmek uygun görülse de, özel yaşamda olduğu kadar toplumsal yaşamda da, teoride olduğu kadar pratikte de bunlara en ufak bir yer vermek söz konusu olamaz."

Sade'a Breton'un yaptığını yapmak, yani onu düşsel bir idea, daha kuşku verici bir şekilde, bir idol yapmak tamamen trajik bir şekilde, hem yüceltilen hem nefret edilen, hem tapılan hem de tiksinilen ilkel bir tanrı yapmak (Bataille şeytanca ekler: hem de dışkılanan: “onun bir yüceltme aktarımının konusu olması için, bu aktarımın onun dışkılanmasını kolaylaştırması gerekir”) uygun mudur? Her iki durumda da Bataille Breton'u ve gerçeküstücüleri “ikiyüzlü” ve “dolandırıcı” kabul eder. Bataille bu öfkeyi uzun süre taşıyacaktır, fakat öfkesi “Açık Mektuplarda" olduğu kadar şiddetli asla patlamayacaktır. Bir tercih yapılmalıdır: Ya Breton ve çevresi Sade’dır (Sade’ı okumalarının bunu yöneltmesi ölçüsünde), en azından bunu denemeye izin verirler ya da suskun kalırlar. Fakat Sade’da hayranlık uyandıran şeyden dolayı Bataille’ı suçlamak hiçbir koşulda hoşgörülebilir (ya da mantıklı) değildir. Bataille Sade olmayı, ileri sürmemiştir (bu konuda açık olmak gerekir: Bataille Sade değildir, Sade olma iddiasında da değildir), fakat Sade'a bağlılıklarını belirten gerçeküstücülerin, Sade’ın işin içine kattığı “dışkısal güçler”in taşkınlığına bağlı sonuçları teoride ve pratikte kabullenmelerini ister ve en azından, yaşlı “kutsayıcı” Breton’un onu anında takınaklarla suçlamadan, ( O dönemde Bataille’ın ünü hakkında Boris Souvarine ile Simone Weil’in -başkalarının yanı sıra- söyledikleri kuşkuya yer bırakmaz: Souvarine’e göre “cinsi sapık," Weil’e göre “hasta."),  bu taşkınlığın mümkün olduğunca ileri götürülmüş deneyimini yerine getirme hakkının kendisine verilmesini talep eder. Bunu yaparken, Sade’a olan borcu hatırlatmaktan fazlasını yapmaz: însan olarak Sade’a olan borç ile eserine olan borç. Ve Sade’ı okurken, kendi tarzında onu uygularken, orada olmayan herhangi bir şeyi oraya buraya eklemesinin pek önemi yoktur. Bataille’ın tam anlamıyla Sade olmadığını söylemek doğrudur (“Sade -yada fikirleri- genellikle ona hayran gözükenleri bile dehşete düşürür...” Bataille) (hem doğru hem de sonuçta gereksizdir: Elbette çağdaşları arasında birçok noktada Sade’a en yakını o olsa da, belli belirsiz böyledir; keza, 20. yüzyılın Fransız filozofları arasında Bataille Nietzsche’ye en yakını olmasa da, onu en yararlı şekilde sürdüren kişi olmakla birlikte, asla tam anlamıyla Nietzsche de olmayacaktır, alakası yoktur); dolayısıyla Bataille tam anlâmıyla Sade değildir, fakat oldukça yakın dönemde Sade’ı kesfi, kendi kuraldışı yaşamını deneyimlemekte sahip olduğu gerekçeleri ona güçlü biçimde sağlamaktadır. Sade’dan farklı olarak, Bataille’ın bir liberten değil sefih olduğunu, bunun onları derinden ayırdığını söylemek haklı olur, hatta bunu vurgulamak gerekir (tabii eğer ben tamamen yanılmıyorsam). Bataille’ın işin içine kattığı erotizm kirletir, zarar verir ve harap eder. Yansıtma yoluyla, takınaklı bir ölüm temsiliyle ortak bir gerekçeyi paylaşır. Belleği, rahatına düşkünlüğü, verilen sözleri, güzellik ya da ahiret mutluluğu ihtimalini, sadakati, eğitimi, ahlakı, kadını, Tanrı’yı mahveder... Hepsi aynıdır. Liberten eklerken, sefih çıkartır. Liberten bir birikim ekonomisi içinde yaşar: haz, sahip olma... birikir. Sefih ise harcama, yitirme, israf, iflas ekonomisi içindedir. Bataille’ın Yüz Parça işkencesi üzerine meditasyonu hakkında söyleyeceği şey (“[...] haz için değil, tam da içimde yıkıma karşı koyan şeyi için aradığım buydu”) erotizmi hakkında da söyleyebiliriz. Burada herhangi bir biçimde Sade’a atfedilebilir hiçbir şey yoktur. Yine de Bataille sefihliğiyle, “pis” olandan aldığı zevkle Sade’dan ne kadar uzak olsa da, başkalarının Tanrı dilenmesi gibi “olağanüstü” ve “şiir” dilenen ikiyüzlülerden ve sahtekârlardan bin kez daha yalandır. Bataille’ın Sade hakkında söylediği şey, yarı Bataillecı yarı Sadecıdır: “iffetin aşırı ihlali, algolagnia, işkence altında ya da güçlü boşalmayla cinsel nesnenin şiddetle dışkılamasının örtüşmesi, cesetlere libidinal ilgi, kusma, dışkılama...” Bu dizi daha ziyade Sade’a mı özgüdür, yoksa Bataille’a mı? önemli olan (burada) dizinin hiçbir biçimde gerçeküstücü olmadığıdır; Breton’un asla kullanmadığı, kullanmaya da cesaret etmediği kelimelerden oluştuğudur (bunları okur muydu ki?). Ve kesinlikle belirgin olduğu üzere -ama kuşkusuz her şey her zaman bu kadar belirgin değildir, çünkü insanlar o zamandan beri bu iki adamı karşılaştırmakta ısrar etmiştir-, Sade dolayımıyla düşünen Bataille kuşkusuz Fransa’da Sade’ı gerçekten düşünen, bir kavram yaratan, yarattığı birkaç ender kavram gibi negatif ve tesadüfi bir kavram yaratan ilk kişidir: heteroloji. Bundan ne anlamalı? Basitçe, bambaşka olanının bilimi; öyle tiksindirici biçimde başka ki, buna dışkıbilim de denebilir; ama kirli (pis) olana aziz olanı da katmak koşuluyla; bu durumda daha doğru terim, agiologie [azizlerin hayat öyküsünü inceleyen bilim] olur. Bu kavram sadece Breton’a dönük bir provokasyon değildir. Görüleceği gibi, daha Güneşsi Anüs'te ve Tepe Göz'de beliren kavram bir süre sonra Bataille tarafından politik anlamda kullanılacaktır (böylece Sade okumanın özel ve kamusal sonuçları olduğunu kanıtlar ki bu, gerçeküstücülerin kabul etmekten ihtiyatla kaçındıkları şeydir. Şu ana dek Bataille’ı büyülediğini  gördüğümüz her şey bu menkıbebilim kavramında karşımıza çıkar: Cinsel ilişki (ama elbette yararlı amaçlarından sapmış), dışkılama, işeme; ölüm ve ceset kültü; tabular, ritüel yamyamlık, kurban etme, kahkaha ve hıçkırık; vecd ve kutsal birleşim içinde- ölüm, bok ve tanrılar karşısındaki tutum; göz kamaştırıcı ve şehvet düşkünü kadınlar, iflasa yol açan israflar... Bütün bunlar Bataille’dan (gördüğümüz gibi, çocukluğundan) olduğu kadar Azteklerin kanlı acayipliğinden, işkence gören genç Çinli kurbandan olduğu kadar Sade’dan da, boğa güreşinden olduğu kadar Marcel Mauss’un analiz ettiği potlach’lardan da, genelevlerden olduğu kadar maymunların çıkık ve “boklu kıçlarından da kaynaklandığından, burada uyumlu olduğu kadar kesin bir anlam da bulur. Gelecekteki önemli politik sosyoloji metinlerinin çoğunun çıkış noktası, eserlerinin her yerinde görülen, sahiplenme süreçlerine karşı dışkılama süreçlerini nitelemeye yarayan bu kavramdır. Bataille Breton’u damgalamaktan fazlasını yapar. Ona karşı politik bir felsefe taslağı oluşturur, ki bu düşünceye, gayet paradoksal bir şekilde, göreceğimiz gibi Breton da katılacaktır. Bataille, bir kez daha ve iki farklı şekilde, bu kızgınlık ve öfkesinde haklı çıkmıştır: öncelikle, Breton’un kısa süreli politik ittifakıyla; ardından hem gecikmiş hem de öngörülmeyecek bir şekilde, günün birinde, savaşın arifesinde, Bataille'a duyduğu saygıyı Andre Masson’a belirtmesiyle: 

"Georges Bataille (dedi bana, gayet samimi bir ifadeyle) 
aramızda Sade’a en yakın olandı."

*
Michel Surya
BATAİLLE

Queer


CİNSELLİK


Souvarine, Bataille’dan şu terimlerle söz edecektir:

Bataille’ın cinsel bir sapkın olduğunu biliyordum, ama bu beni ilgilendirmiyordu. Bu eğilimin 
‘zihnin kimyası’ ve konvansiyonel bile olsa, ahlak sağlığı bakımından rahatsız edici sonuçlara yol açabileceğini elbette gorüyordum, fakat hiçbir şey yapamadım. Ayrıca, ilgilenmem gereken ciddi şeyler vardı ve sonuç olarak, Bataille’ın libidinal takıntılarıyla, onun sado-mazoşist zırvalıklarıyla ilgilenemezdim.

Bataille pis olandan başka bir şeyi asla sevmedi; onun sefihliğinin anlamı buydu. Sadece pis olan şey onu korkutabildi ve sarhoş edebildi: “Ne kadar çok korkarsam, bir fahişenin bedenin bana utanç verici bir şekilde söylemesi gerekeni o kadar tanrısal bir biçimde öğreniyordum.” Ve pislik, bir kadının açık olması gereken şeydir. “Kıllı bölümleri”nin cehennemine açılmalıdır: “[...] oradaki hakikat ağzının hakikatinden daha az değildir.” Bu hakikat cehennemdir ve cehennem deliliktir. Her hakikatte deliliğin kendi tersini fark edebilmeyi bilmesi bu cehennemin kozudur. Aşk yükseltmemeli, alçaltmalıdır; hiçbir kadının asla gidebileceğini hayal etmediği kadar aşağı inmeyi öğrenmek gerekir; korkuyla ürpermek gerekir. Tanrı’nın yokluğunun mutlaklığına ve âşıklar üzerinde ağır gökyüzünün boşluğuna sadece bu çekince, bu titreme cevap verir: “Çıplak tırtıllar gibi cinsel organların birleşmesi (bu kellikler, şu pembe mağaralar, bu isyan uğultuları ve şu ölü gözler: bu kudurmuş uzun hıçkırıklar, göğün akıl sır ermez çatlağına sende cevap veren anlardır).” Sadece bu çatlak öfkelenme kadar büyüktür; bütün öfkeler ve bütün felaketler kadar. Dianus azizeye kendini hiddete ve utanca dizginsizce bırakmayı buyurur:

"(...) sen müstehcenliğin içine sınırsızca dahilsin" Çünkü koz, bu müstehcenliktir (başka deyişle, arzu), yoksa haz değil. Haz arayışı ödlekçedir; haz istemekte, yatışma isteğinde ödleklik vardır: “İkinci olarak bilmen gereken, şehvet arzusu dışında, hiçbir şehvet arzulanamaz" Kişi böyle var olmalıdır, tamamen gerilmiş, tamamen kasılmış bir halde: En ufak gevşeklik “hazzın yavanlığı”na ve “sıkıntı ”ya geri döner. İki varlığın birlikte yaşaması gereken şey, herhangi bir anda birbirlerini seçme nedenleri, birbirlerinin bütün olasılıklarının işin içine katılmasıdır: “Cinsel deniz kazası.” Gerçekten de batmak gerekir: Hiçliğin içine (“hiçlik: sınırlı varlığın ötesi”). Deniz kazası bütün sınırları aşar. Böyle bir deniz kazasında, böyle bir orjide artık tecrit olmuş varlık yoktur; bu, bir süreliğine, yerini “ölülerin dehşetli ilgisizliğine" bırakır. Bu dayanılmaz ve anlık yok oluşta keşfedilmesi gereken şey, varlığın imkânsız hakikati, onu sınırlanmalarından kurtarmayı vaat ediyor gözüken her şeye doğru yönelmiş olmanın, bundan ayrı olduğu oranda buna yönelmenin mahrem ve mide bulandırıcı anlamıdır. Erotizmin hakikati, orjinin hakikati, gizlenmenin hakikatleridir bunlar. “[...] nesnesini ondan sonsuzca gizleyen dünyaya bir tür meydan okuma.” Arzunun hakikati elbette kurtuluş değildir, ama ahlakidir. Ve Dianus uyarır: Bu ahlak ölümün ahlakıdır, “ezeli ölümün” ahlakıdır ve ancak “birkaç seçilmiş” buna erişebilir: “Seninle birlikte, bu seçilmişler insani şeylerin yitirildiği gecenin içine girecektir.” Fakat bu gece henüz en yüksek hakikatin olduğu zirve değildir: “Marazi kendinden geçişlerin ötesinde, ölümün gölgesine girerken, yine gülmelisin." 

Magritte, Madam Edwarda için çizim.


 Bataille, cinselliğin nasıl bir dehşet, nasıl bir hayvanlık içerdiğini bilen biri olarak davranır; hiçbir sosyal davranışın cinselliğe uyum sağlayamayacağını erkenden -hatta önceden- bilen biri gibi davranır; çünkü her ikisine de -hem cinselliğe, hem topluma- borçlu olunan şeyin ne olduğunu ve her birinin taleplerinin ne kadar bağdaşmaz olduğunu bilir; bunu gayet iyi bildiğinden açıkça ifade eder:


“Cinsel organın senin en karanlık, en kanlı yerindir. Çarşaf altına ve çalılığın içine büzülmüş, bir tür yarı varlık ya da yarı hayvandır, senin yüzey alışkanlıklarına yabancıdır. Onunla kendine dair gösterdiğin şey arasında aşırı bir uyumsuzluk mevcuttur. Gerçek şiddetin ne olursa olsun, başkalarına uygar ve cilalı yanlarını gösteriyorsun. Çatışmalardan kaçınarak ve her bir şeyi, hepsi uyum ve düzene girebilecek şekilde, kendi zavallı ortak ölçülerine indirgeyerek, her gün onlarla iletişime geçmeye çalışıyorsun.”


Bataille, öyle bir şeye -sınırsız özgürlüğe- gözünü dikmişti ki, herkesin itaat ettiği sınırlara uyuyor gözükmenin, bu sınırlar tarafından cezalandırmanın, bunu yitirme riskinden daha iyi olduğunu biliyordu. 1928’de durum böyle miydi, bunu elbette kesin olarak bilemeyiz; bununla birlikte durum yine de böyle olabilir. Yine de o dönemde Gözün öyküsü'nün ne kadar skandal yaratıcı olabileceğini tahmin edebiliriz. Onu yüksek sesle ve açıktan üstlenseydi ne kazanırdı? Yoksa Sade gibi yasaklanır mıydı (hiç kuşkusuz o kadar ağır olmazdı; fakat Sade’ın özgürlüğünün elinden alınmasının Bataille’ı risk almama konusunda olabilecek gerekçelere" ikna ettiğine kuşku yoktur)? Bataille’ın kaybetmediği şeyi başkaları kazanır mıydı? En azından şunu anlamak gerekir: Bataille asla herhangi bir erotik özgürleşmenin militanı olmadı. Bir toplumun rıza gösterdiği ve herkesin itaat ettiği herhangi bir sınırı yıkmayı asla düşünmedi (hatta görüleceği gibi, ne kadar paradoksal gelse de, zamanı geldiğinde bu sınırları savunacaktır). 1928 yılında Gözün öyküsü öyle skandal yaratıcıydı ki onu gizler. Gördüğümüz gibi, onu Lord Auch takma adıyla imzalar (bu ad da bir takma adın ender olarak olabileceği kadar provokatiftir). O dönemde bu kitabın yazarının kim olduğunu bilen pek az kişi vardı kuşkusuz. Dostlarının bildiği kesin. Ama ya Ulusal Kütüphanedeki meslektaşları? Ya, 1927’den beri makaleler verdiği çok ciddi sanat ve arkeoloji dergisi Arethuse’ün diğer yazarları? Ya, yetişkin olmayan genç kızlarıyla evlenmesine izin vermiş eşinin ailesi?

*
Michel Surya
BATAİLLE

Falling in love again / Edmund White

Yaz sonuydu sanırım Edmund White'ın Bir Asi'nin Çifte Yaşamı ismiyle Türkçe'ye çevrilen Rimbaud biyografisini okumuştum. Bu video küçük bir sürpriz oldu benim için. Yazarı genç gay porno yıldızı güzel Lev Ivankov'la banyoda aşk yaparken izliyoruz... Slava Mogutin sokmuş onları banyoya.

   Edmund White'ın Türkçe'de bir kitabı daha var.  Büyükada'da kaldığı üç yaz boyunca yazdığı ve Türkiye'de geçen dört öyküsünün derlendiği, Roza Hakmen'in Türkçesinden Ada Öyküleri. Bir aralık, okumayı düşünüyorum.


*

Slava Mogutin:

LANETLİ EROTİZM





“Anladın mı? diye sözüne devam etti annem, 
zevk ancak kurt meyvenin içinde olduğu anda başlar ve mutluluğumuz
 zehirle yüklü olursa çok hoştur.”  (Annem'den)

Bataille’ın eserini bir muğlaklık uzun süredir hantallaştırmaktadır. Herkesin hemfikir olduğu üzere, Bataille’ın eseri en skandal yaratıcı eserlerden biri olduğundan, cinsel yasakların zayıflatılmasına katkıda bulunmuştur. Bataille’ın ölümünden kısa süre sonra ortaya çıkan (hatta daha önce başlamıştı bile) cinsel özgürlüğü alkışlayacağından kimse kuşku duymazdı. Hatta bunu, tüm gücüyle arzuladığı şeyin gerçekleşmesi olarak bile görebilirdi.

Aslında durum elbette böyle değildi. Bataille’ın erotizmi karadır, bahtsızdır, lanetlidir. Ne zaman ne de özgürlüklerin gelişimi buna deva olabilirdi. Esasen ve silinmez bir şekilde, bu erotizmden (cinsellik olarak değil, erotizm olarak) doğan şeye hiçbir şey çare bulamazdı, çünkü karanlık ve yaralayıcı göz kamaştırma niteliğini ölümden alıyordu. Bataille’ın bütün öyküleri, ölüme mahkûm oldukları için birbirlerini baştan çıkartan bedenlerin acımasız ve “kutsal” coşkusunu dile getirmektedir. Bunların hepsi, yüz kızartıcı entrikalarını -birbirlerinin üzerine atılmaları- sevmek için tek nedenin Tanrı’nın yokluğu olduğunu söylemektedir: Dolayısıyla ayrılıkları mutlaktır (Tanrı’nın var olmayan mutlaklığından geriye sadece bedenlerin ayrılığının mutlaklığı kalır).

Bataille, cinsel faaliyetimiz sonunda bizi kaygılandırıcı ölüm imgesine perçinler...” dediğinde ya da tersine, aynı cümlede, “[...] ve ölümün bilgisi erotizmin uçurumunu derinleştirir,” dediğinde, ölümü ve erotizmi kaygı içindeki ikili ve tersine ilişkinin içine yerleştirir: ölüm erotizmi yüceltir, erotizm ölümü arzu edilir kılar.

Şurası kesindir ki, Bataille, arzu ve erotizmin her türlü dinsel, ahlaki ve toplumsal yozlaşmadan önce geldiğini ilk ileri süren kişi olarak, sağlığında, kendisinden otuz yaş daha genç kişilerin saçma küçümsemesine katlanmak zorunda kalır, örneğin 12 Şubat 1957’de verdiği, Ölümün Büyüleyiciliği adlı konferansta, erotizmin özgür ve mutlu olduğunu söylemesini konuşmacıdan bekleyenler, Bataille’ın, tersine, erotizmin esasen ve doğası gereği lanetli olduğunu, insanı ürpertecek denli lanetli olduğunu ciddi bir şekilde ileri sürdüğünü işitince, şaşkınlığa düştüler: Sevişmeyi (düşkünlüğe varana dek) parçalayan ve arzu edilen kılan bu lanettir; erotizm lanetli olduğu için daima dinin ve ahlakın dar sınırları içinde kapalı kalmıştı; bu sınırlar, insanın kendi ölüm korkusuna verme ihtiyacı duyduğu anlama sahiptir ve her zaman da sahip olacaktır ve bu nedenle, bu sınırları ortadan kaldırmaya çalışmak gereksiz ve imkânsızdır; bunları egemen biçimde -ama tek başına-ihlal etmekte özgür olmak isteyen kimse, bu lanetin ve bu korkunun karanlık, korkunç, cehennemi hazzını aramalıdır.

Bataille o dönemde yanlış anlaşılabileceğini hissetmiş olmalıydı (1957 yılında insanlar onu erotizmin teorisveni ve Sade okuru olarak tanıtmaya aceleci ya da hesapçı bir şekilde başlarlar); yeni erotizm teorisyenlerinin mutluluk verici yorumundan kaçınmak istedi: “öncelikle, cinsel yasağın bir önyargı olduğunu, ondan kurtulma zamanının geldiğini ileri süren bu bayağı savların ne ölçüde boşuna olduğunu göstermeye çalışıyorum.” Şiir Nefreti'nin yeni baskısı İmkânsız adıyla yapıldığında -1961— bunu daha ayrıntılı olarak tekrar söyleyecektir. Söylediği şeyin ise yaşlanmasıyla, hastalığıyla alakası yoktur, on beş yıl önce yayımlanan kitabı asla inkâr etmez. Bu kitabın sadece püritenleri değil, ahlakı reddedenleri de rahatsız edeceğini eğer o dönemde düşünebilseydi söyleyebileceği şeyi söylerdi (bütün yanlış anlamaların silinmesi için biraz uzun bir alıntı yapmak gerekir):


“Kitabın bu baskının ilk iki bölümüne damgasını vuran cinsel kargaşayı vurgularken kuşkusuz aynı ölçüde açık seçik davranıyorum. Bununla birlikte bu kargaşayı burada övecek değilim. Tersine. Bence cinsel kargaşa lanetlidir. Bu açıdan, görünüşe rağmen, bugün baskın çıktığı sanılan eğilime karşıyım. Cinsel yasakları yok saymanın çözüm olduğunu düşünenlerden değilim. Hatta insan potansiyelinin bu yasaklara dayandığını düşünüyorum: Bu yasaklar olmadan bu potansiyeli hayal edemeyiz [...]. Zaten bu kitabın yaşanamayacak bir cinsel özgürlük yönünde etkili olabileceğine inanmıyorum. Tersine: Soluk kesici cinsel delilik, bu kitaptan kaynaklanır.”

Korkunç olan ölümdür. Kargaşa, ölümün kargaşasıdır. Arzunun kargaşasını mümkün kılan şey de ölümdür. Bu kargaşayı alkışlamak, bunu yürekten arzulamak, daha kötüsü, bu kargaşanın bir çıkış olduğuna inanmak, budala ve (yine!) idealist kişilerin işidir. Sağlıklı bir ten yoktur, çünkü ayrılmış ve ölümlü olmayan ten yoktur. Bir başkasının teni üzerinde kendini parçalayan tenin düştüğü uçurum, sonunda kendi düşeceği uçurumla aynıdır: Çürüme, tenin bu düşüşünün ve ten içine bu düşüşün anlamıdır. Bu, Bataille'ın bu zamana dek pek az ifade ettiği bir şeyi, doğa karşısında hissettiği tiksintiyi belirtmesine yol açar. Bu tiksinti, uzun süre Toprak Ana’yla ilgilenmiş bîrinden gelince şaşırtabilir:

“[...] Sanki çürüme, sonunda, içinden çıktığımız ve tekrar içine gireceğimiz bu dünyayı özetliyor gibidir; öyle ki utanç -ve tiksinti- hem ölüme hem doğuma bağlanır." Kadının hayvanlığının tiksindirmesi gibi doğa da tiksindirir, güzelliğinin “dehşeti” “hem tahammül edilebilir hem de büyüleyicidir,” bu güzelliğin “müstehcenliği doğal hayvanlıktan başka bir şey değildir.” Bataille’ın bu itirafı, hiç yapmadığı kadar çıplak itiraflarındandır (Edwarda’nın ya da Ölü Adam'daki Marie’nin zımnen yaptığından elbette temelde farklı değildir: Sadece daha kaba görülür, çünkü bu iki öykünün ortaya koyduğu duygudan kurtulmuştur. Bir anlamda bu duygu onun anlamını farklılaştırır). Sanki ani bir kayıtsızlıkla kendisinden, onu ürküten ve büyüleyen şeyden -büyülenmeden çok korkudan- söz etmeye yönelmiş gibi söz etmekte ısrar ettiğinden çıplaktır; ten eziyet çeker ve ona eziyet eden ölümdür. Fakat en korkunç, kafa karıştırıcı şey eziyet değil, bundan haz almasıdır, tenin kendisini lanetleyen şeyden, çamurdan, acımasız kökenden zevk almasıdır ve bu onun acımasız sonudur:

“Varlıkta dehşet vardır: Bu dehşet, varlığın bütünlüğünün oluştuğu noktada varlığını keşfettiğim tiksindirici hayvanlıktır. Fakat hissettiğim dehşet beni geri püskürtmez, hissettiğim tiksinti midemi bulandırmaz [...} tersine, ona susamış olabilirim; kaçmak bir yana, bana yakından baskı yapan bu dehşetle, bana zevk veren bu tiksintiyle susuzluğumu kesin olarak giderebilirim. Bunun için, varlığın hoşgörülemeyecek sırrına dokunma duygumu keskinleştiren açık saçık kelimelerim var elimin altında. Çıplak sırrı haykırmak için bu kelimeleri dile getirebilirim; bu sırrı tek bilen olmadığıma emin olmak isterim: O anda -yokluğunda kendimi dışarda bulacağım- bütünlüğü kucakladığımdan kuşku duymam: Haz alırım.”

Sevişmedeki hayvanlığın ne kadar dehşet verici olduğunu, sanki, bu hayvanlığın ötesinde, bütünüyle doğa varmış gibi, sanki kesinlikle tekrar içine düşmek için tesadüfen içinden çıkmışız gibi, arzu edilen mide bulandırıcı bulaşıcılığını insanın hissetmesi gerekirmiş gibi (bundan kaçmaya gerek yoktur; tersine!), bu denli açık seçik ve sert hiçbir kitabında ifade etmez Bataille: Çünkü sevişme sadece hayvani balçığa düşüş değildir; bunu takip eden ölümün ve çürümenin öngörüsüdür. 

Bu aynı zamanda Erotizm'in ilk cümlelerinin anlamıdır: "Erotizmin, yaşamın ölüme varana dek onaylanması olduğu söylenebilir.” Sevişmeye Evet demek gerekir, ona evet demek ve bağışlanamaz ahlaksızlığa varana dek onu aramak gerekir; öyle ki, yoğunluk bakımından en büyük kargaşaya denk olan ölüme düşüş en derin kargaşa olmalıdır ve aşkın keskin acısı ise ölümünkine denk olmalıdır. (Hak eden kadının fahişeye) erotik başkalaşım(ı) ne kadar büyükse, teninin gizlediği şeye, dehşetine ve ölümüne düşüş de o denli baş döndürücüdür:


Kişi aniden çıldırır. Bu çılgınlık bizim aşina olduğumuz bir şeydir, fakat böyle bir şeyi tanımayan ve farklılığıyla etkileyen bir kadının sevişmesine gizlice tanık olan birinin şaşkınlığını kolayca hayal ederiz. Kadının köpekler gibi azmış, hasta olduğunu düşünür. Sanki kudurmuş bazı fahişeler saygın bir kadının kişiliğine el koymuş gibidir... Hastalık demek bile yetmez. Şu an için, kişilik ölüdür. Şu an için, kişiliğin ölümü, fahişeye bütün hareket serbestliğini verir ve o da sessizlikten, ölmüş kadının yokluğundan yararlanır. Fahişe bu sessizlikten ve bu yokluktan haz alır -gürültülü bir şekilde haz alır.”


* Bataille teni inkâr etmez. Onda aforoz yoktur. Dinin ve ahlakın yarattığı haliyle yasağı kabul edip savunsa da, kendisini bundan özgür ilan etmek için kabul eder: ihlal etmek için. Bataille gerçekten de erotik bakımdan çok özgür kalmıştır ve genelevler 13 Nisan 1946’da da, onların sunduğu hazların yerine yenilerini geçirmeyi bilmiştir: Grup seks. Bunu Jean Piel’e şakayla karışık şöyle açıklar: "Jean, şunu anlamalısın, iki kişi ya da daha kalabalık sevişmek arasındaki fark, bir küvette ıslanmak ile denizde yüzmek arasındaki farktır". Teni reddetmese de, tenin dehşet verici temsiliyle büyülenir; genç biriyken Remy de Gourmont’un Le Latin mystique kitabını başucu kitabı yaptığında da tenden büyülenmiş olduğunu hatırlarız.

* Bataille’ın 1924’ten beri kendisi için bir ahlaki öğüt haline getirdiği sav ölüme de bulaşır. Yaşama Evet diyen aynı hareketle ölüme de Evet demek gerekir.

*
Michel Surya
BATAİLLE

Rimbaud'cu Çağrı

1920 yazından 1922 yazına  kadar bataille paris'i terk etme ve "mümkün olduğunca yeni yerler görme" şeklindeki oldukça rimbaud'cu bir çağrıya uyma fikrine bütünüyle bağlı kalır. sofu dönemleridir bu, bu yüzden özellikle doğu'ya (Tibet'e) gitme fikri vardır aklında:  

"Özellikle 23 Ağustos 1920'de Doğu'ya gitme fikri kafamdan hiç çıkmıyordu. Elbette, bu gecikmiş isteğe (yurtdışında yaşamak değil, mümkün olduğunca çok yeni ülke görmek!) genel olarak karşı duracak bir şeyle o zamandan beri asla karşılaşmadım. Elbette, burada sana söylediğim şey öyle doğrudur ki, bundan tekrar söz etmek tamamen gereksiz ve özellikle imkansız olur."




İmkansız


Yumurtaların, tohumların ve kurtların kaynaştığı bu maddeler sadece yüreğimizi sıkıştırmakla kalmaz, midemizi de bulandırır, ölüm varlığın acı yok oluşuna indirgenemez -benim olduğum her şey, hâlâ olmayı bekleyen şey, bunun anlamı, olmaktansa, olmayı bekleyen şey (sanki varlığı asla sahiden kabul edemezmişiz gibi, ama sadece varlığın var olacak ve olmayan varlığın beklentisi, sanki biz kendi olduğumuz mevcudiyet değil de, olacağımız ve olmadığımız gelecekmişiz gibi): Yine mide bulandırıcılık içindeki bu deniz kazası. İğrenç doğaya ve ölüm denen, gece gibi uzanan, sonsuz, anonim hayatın cerahatlenmesine kavuşacağım.

Günün birinde bu canlı dünya benim ölü ağzımda çoğalacak.


deliliğimin ve korkumun 
iri ölü gözleri var 
ateşin sabitliği 
bu gözlerde bakan 
evrenin hiçliğidir 
gözlerim kör gökyüzü

nüfuz edilemez gecemde 
imkânsızlık çığlık atar 
tamamen çökerek.

YÜZ PARÇA İŞKENCESİ


Tehlike altındaki kurban, işkence bahçesinde asılmış adam, çarmıha gerilen adam... Kiliselerde görülen bu vahşi temsillerin yarattığı korku, diz çöktüren ve titreten korku: Bataille, dindar olduğu dönemden beri, bütün bu imgeleri birer anı olarak, hatta belki de daha ziyade bir tercih konusu olarak korudu. Hıristiyanlık, en berbat şeyi yaparak -bir Tanrı’nın haysiyetsizce ve mide bulandırıcı ölümü-, müphem ve karanlık, aynı zamanda da sanrılı olan kendi gizemini açacak anahtarın ne olduğunu kuşkusuz doğru algılamıştır. Bataille da, Nietzsche gibi, bu acınası çıplak Tanrı’ya olan sevgisini korumuştur.

Fakat 1925 yılında, bir başka işkencenin sanrısına cevap verdi. 1922 yılında Madrid’te bilinçli düş görme yöntemleri deniyordu. 1938 yılında, düzensiz ve sarsıcı meditasyonlara girişecekti. 1925 yılında, dolaysız ve karanlık hazlara kendini verir. Haçın imparatorluğu kötülüğün imparatorluğudur: Pascal, Nietzsche ve Shestov gibi, Bataille da diriliş öyküsüne sağırdır. Hıristiyanlıkta onu tek ilgilendiren şey, altıncı saatte haç üzerinde terk edilmedir, onu sadece en insafsız bir şekilde terk edilmiş İsa ilgilendirmektedir. Çarmıh sınırsız kötülüğün tahakkümünü kurar (Kötülüğü düşünmeye çok geç başlayacaktır), fakat insanı kavrayan, sanrılar veren, hayran bırakan bir kötülüktür bu. 1925 yılında Adrien Borel, Çin’de uygulanan bir işkencenin, Yüz Parça İşkencesi'nin fotoğrafını ona gönderir. Bu, bir tanrı katlinin doğası gereği idealleştirilmiş temsili yerine, her türlü kurtuluştan mahrum, suçlu birinin sıradan infazını koymaktadır. İşkence görenin adı Fou Tchou Li’dir. Prens Ao Han Ouan’ı öldürmekten suçludur. İmparatorun bağışlayıcılığı (!), onun öngörüldüğü gibi yakılmasını değil, parçalanmasını sağlar ve yüz parçaya bölünür, canlı canlı kesilir. 10 Nisan 1905’teki bu işkenceye muhtemelen Georges Dumas ve kesin olarak da Louis Carpeaux tanık olur ve fotoğraflarını gönderirler. Adrien Borel'in Georges Bataille’ın bilgisine sunduğu fotoğraf bunlardan biridir hiç kuşku yoktur:


 “Bu fotoğrafın hayatımda belirleyici bir rolü oldu.” 


Lingchi: Echoes of a Historical Photograph




Video, Vimeo'dan kaldırılmış.
Filmden bir parça izlemek için:
https://youtu.be/NhLoMDiHHVw


Lingchi: Echoes of a Historical Photograph
Super 16mm transferred to DVD, 
black & white, Sound in selected portions, 
21 minutes 04 seconds, Three-channel video installation
2002

Introduction and Artist’s Statement
text by Chen Chieh-Jen:

itpark.com.tw/artist/essays_data/10/842/73/en

*
yönetmenin film üzerine konuşması için (1:25'ten sonra):
 https://www.youtube.com/watch?v=xqqca2EmXa8

Execution by lingchi of pseudo-Fu-zhu-li





Date of event: Unknown
Date Accuracy: Dubious
Place Continent: Asia
Place Country: China
Place Region: Hebei (Zhili)
Place City: Beijing
Place_Street: Caishikou
PlaceAccuracy: Exact
EventNature: Execution

This execution became famous after publication of the photographs in the "Tears of Eros" (Larmes d'Éros) by Georges Bataille. However, they have been mistakenly presented as the pictures of Fu-zhu-li's execution by lingchi. This convict cannot be confused with the genuine Fu-zhu-li as he appears in Matignon, Carpeaux's books, and different sets of photography and postcards.


The condemned, a thin young man, still immune of all wound, is tied to the post with a rope, and also with his polytail, not yet visible as of the previous photograph. A pale grin can be already fathomed on his face.


The Chief executor starts untying Convict's arms, in order to carve them. The Convict's face is obscured, hence the impossibility to check whether he already shows the odd expression of later shots. Note the vertical charts advertising the Xihe niantang medicinal shop, which helps locate the scene on Caishikou execution field in Beijing.


This photograph has become famous after its publication by G. Bataille, who believed he was witnessing a "voluptuous ecstasy" on the face of the executed. A psychologist, G. Dumas, had already studied this "paradoxical expression". This might be the prevalent grin of previous pictures, merely amplified.

Gülmek


Gülmek, dünyaların dibidir; Bataille daha 1920’de bunu söylüyordu, fakat bunu hiç bu kadar basit ve acımasız söylememiştir. Gülmek dünyaların dibidir, çünkü en derin muğlaklıktır: 

“[...] İnsanın muğlaklığı, ölüme ağlamasıdır, ama güldüğünde, ölüme mi gülüyor, bilinmez.” Onun acımasızlığı aşırıdır (öyle aşırıdır ki, tereddüt ediyor gibidir. Don Juan’ın “yaşlı âşığa” HAYIR'ıdır): “[...] belki kendimle övüneceğim, fakat ölüm dünyada bana en gülünç gelen şeydir.” 




Ondan korkmadığından değil (konuştuğu sırada ölüm onun üzerindedir), fakat ölüm korkusundan sadece gülmek kurtarır, sadece gülmek onu hafif kılar, gülmek Evet der, çünkü erotizm gibi, hayatın -ölüme dek- en derin onaylanmasıdır: 

“Bana öyle geliyor ki, öncelikle, ölüme gülmeyecek kadar beni etkilemeden, ölümü en korkunç veçhesiyle yitip yutacak gibi davranmalıyım. Burada açıkça ateist bir şey söz konusudur, çünkü yargıç yerine geçen bir Tanrının huzurunda kimse ölüme gülemez.” 

Ölüm başlı başına her şeydir. Tanrının ölümüyle bıraktığı derin boşluktur. Bataille da ölürken, Tanrı’nın bıraktığı boşluğu doldurmaktan, ama kesin olarak doldurmaktan başka bir şey yapmaz: 
“Bu boş yerden söz etmek istedim.” ölürken, bu kez de, bu boş yerden yola çıkarak susacaktır.


*
Mıchel Surya
BATAİLLE

Fu-zhu-li

1930, Suplicio chino. (José Gutiérrez Solana)