Un Chant d'Amour (1950, Jean Genet)

Un Chant d'Amour'daki karakterler, tek işlevi hapsedilmiş insanların cinsel saplantıları ve çapraşık iktidar ilişkilerine dekor oluşturmak olan karanlık duvarların ardındaki mahkumlardır. Filmde cezalandırılmaya dair hiçbir iz ya da davranış yoktur; gardiyanlardan mahkumlardan birini tartaklaması ve silahını ağzına sokması bile iki hücreyi ayıran duvardan mucizevi bir şekilde açılmış bir delikten, bir kamış aracılığıyla ağızdan ağza üflenen sigara dumanı ya da bitişikteki hücrede kalan mahkumun dikkatini çekmek için duvara vurulan bir yumruğun ve sertleşmiş bir penisin kullanılması gibi, mahkumların seksüel uyarılma ve çaresizlik belirten diğer jestleriyle iç içe geçen esrik bir cinsel edim olarak verilir. Filmdeki en acımasız şiddet eylemleri baştan çıkarmaya dair sahnelerdedir. Gardiyan, cezaevi koridoru boyunca yürürken bir mazgaldan diğerine geçtikçe, kışkırtıcı ve arsızca cinsel pozlar takınan mahkumlar görür; her mahkum kendine, hapishanedeki toplumsal cezanın ulaşamadığı bir dünya yaratmıştır. Fakat filmde, hapishane ile yaşamın tekdüzeliği, tekrardan ibaret oluşu da vurgulanır; (Genet'nin Montmartre günlerinden kalma ortağı tarafından canlandırılan) Kuzey Afrikalı bir mahkum, (Lucien Senemaud'un canlandırdığı) daha genç ve kibirli bir mahkumu sigara ikramıyla cezbedip ayartmakta başarılı olduğu zaman dahi baştan çıkarmanın sürekliliği için yeni bir yol bulmaya çalışmanın gerginliğiyle yumruğunu avucuna vurmaya devam eder. Filmdeki her sahne cinsel haz ile iktidarsızlık arasındaki salınımı vurgular.

Papatakis'in tuttuğu tasarımcıların gece kulübünde kurduğu cezaevi hücrelerinin duvarları pürtüklü, dengesiz (filmin bir yerinde sallandıkları görülür) birer paravan gibidir ve bir anda ortadan kaybolabilirler: Kuzey Afrikalı mahkum, gardiyan tarafından dövüldüğü sırada, mekan birdenbire mahkumun düşleminde veya zihninde, genç mahkumu takip ettiği ve sonunda tuzağa düşürdüğü bir ormana dönüşüverir; gardiyan tabancasıyla onu döverken, mahkum, başka cinsel evrenler ve bedensel temaslarını düşünür, zifiri karanlıkta anal seks yapan çıplak erkek bedenlerini gözünün önüne getirir. Genet'nin romanlarında olduğu gibi, filmde de beden, çiçekler aracılığıyla dönüşüm geçiren kırılgan ve geçirimli bir maddedir: Gardiyanın hayalinde, bir karakter diğerinin ağzından çiçek alır, elden ele, bir hücre penceresinden diğerine geçirilen güller cezaevinin dış duvarına doğru savrulurlar.

Genet'nin imgeleminden çıkmamış tek şey o duvardır; filmin sonunda, gardiyan Sante Cezaevi'nin heybetli ve aşılmaz görünen duvarına doğru yürür. Filmin varlığına (yapılış tarihi gibi) dair bazı detayların bir hücre ya da cezaevi duvarına yazıldığı final sahnesi, seks ve direniş eylemlerini silinmez şekilde kazıma ve aynı anda iktidar ve cezalandırma girişimlerini de yok etme arzusunu dile getirir.

Yapımından sonraki yıllarda, Un Chant d'Amour'un varlığı, her şeyi yutan toplumsal yapıya ve yargı mekanizmasına karşı yürütülen muhalefetin kırılgan bir aracını (pek çok gösterime yıpranmış film makarasının selüloiti) temsil eder hale gelir. Film sık sık sansüre uğradı, özellikle de Amerika'da gösterildiği yerlere polis tarafından vahşi baskınlar düzenlendi. (Genet tarafından film için yazılan hiçbir senaryo ya da metin bulunmadığı ve Genet film müziğine gerek görmediğinden) yalnızca görüntüleriyle var olan filmin kopyaları koleksiyoncuların kırptığı sertleşmiş penis ve zorla açılan ağız kareleriyle yıllar boyu sürekli eksildi. Genet, filmini yarattıktan sonra yaşatmak için hiçbir çaba göstermedi; filminin değerinden şüphe duyduğundan ya da başka film projeleriyle meşgul olduğundan, Genet Un Chant d'Amour'u ihmal etti ve film konusunu ancak 1970'ler de Papatakis'le filmi reddettiği tartışmada açtı. Fakat Papatakis'in elindeki orjinal negatiflerin dijital ortama aktarılması ve DVD olarak piyasaya sürülmesiyle, filmin 2003 yılında içe işleyen, karalanan veya tapınılan bir nesne haline gelmesi, konumunu aniden değiştirdi. Filmin yirmi beş dakikalık süresi, dijital format içinde, seyircinin algısı ve yoğunlaşması gibi son derece değişken şartlara bağlı olarak daha kısa ya da daha uzun alımlanabiliyor. Gayri meşru bir pornografik tecrübe olarak görülmesinden (filmin her bir kopyası, zengin koleksiyonculara başka bir eşi olmadığı söylenerek satılmıştı), sonraki yıllarda yapılan sağlıksız gösterimlere ek, yasal açıdan da, somut olarak yıpranmış olan Un Chant d'Amour, şimdilerde DVD formatıyla özgün konseptine kavuşmuş, ne var ki yine bu format nedeniyle Genet'nin imgeleminden çıkan bu yapıt, seyirci tarafından yapılan temelsiz yorumlarla anlamın yitirilmesi tehlikesi ile karşı karşıyadır.   


Stephen Barber'in Jean Genet
 üzerine kitabından



*
Filmi bağlantıdan izlemek mümkün: 
http://www.ubu.com/film/genet.html
    

Bir Monodram: NİETZSCHE



"Yaşamayı bilmeyenleri seviyorum, 
isterse batan olsunlar,
zira onlar aşanlardır."

F. Nietzsche




Friedrich Nietzsche'nin tragedyası bir monodramdır: Kısa hayat sahnesine kendisinden başka bir karakter çıkarmaz. Çığ gibi ardı ardına gelen bütün perdelerde o yalnız güreşçi, kaderinin fırtınalı havasında hep tek başınadır, kimse yanına yaklaşmaz, kimse karşılamaz, hiçbir kadın yumuşak varlığıyla gergin atmosferi hafifletmez. Bütün hareketler sadece ondan yola çıkar ve sadece ona geri döner: Başlangıçta onun gölgesi içinde beliren az sayıda figür ise, sadece sessiz dehşet ve şaşkınlık mimikleriyle onun kahramanca girişimine eşlik ederler ve tehlikeli bir şey karşısındaymış gibi yavaş yavaş geri çekilirler. Tek bir insan bile yaklaşmaya ve bu yazgının iç bölgelerine girmeye cesaret edemez, her zaman tek başına konuşur, tek başına savaşır, tek başına acı çeker Nietzsche. Hiç kimseye seslenmez, hiç kimse de ona cevap vermez. Ve daha da korkuncu: Kimse onu duymaz.

Hiçbir insanı, hiçbir eşi, hiçbir izleyicisi yoktur Friedrich Nietzsche'nin bu kahramanca tragedyasının: Ama aslında gerçek bir sahnesi de yoktur, manzarası yoktur, dekoru, kostümü yoktur, adeta düşüncenin havasız ortamında oynanır. Basel, Naumburg, Nizza, Sorrent, Sils Maria, Cenevre; bu isimlerin hiçbiri onun gerçek evi değildir, tersine alev alev yanan kanatlarla geçilen yollar boyunca dizilen boş kilometre taşlarıdır, soğuk kulisleridir, dilsiz renkleridir. Gerçek tragedyanın dekoru hep aynıdır: Tek başınalık, yalnızlık, düşüncesinin geçirimsiz bir cam fanus gibi çevresinde, üzerinde taşıdığı o korkunç sözsüz, cevapsız yalnızlık, çiçekleri olmayan, renkleri, sesleri, hayvanları ve insanları olmayan bir yalnızlık, Tanrı'sı bile olmayan bir yalnızlık, bütün zamanların öncesinde ya da sonrasındaki ilksel bir dünyanın taşlaşmış ölü yalnızlığı. Ama onun ıssızlığını, avuntusuzluğunu böylesine korkunç, böylesine dehşetli ve aynı zamanda da böylesine grotesk yapan şey, bu buzulun, bu yalnızlık çölünün yetmiş milyonluk Amerikalılaşmış bir ülkenin orta yerinde olması, tren cayırtılarının, telgraf tıkırtılarının, gürültü ve patırtının eksik olmadığı yeni Almanya'nın orta yerinde, hastalık derecesinde kültür meraklısı, yılda kırk bin kitap dünyaya getiren, yüzden fazla üniversitede her gün problemlerle boğuşan, yüzlerce tiyatroda her gün tragedyalar oynayan, ama tam orta yerinde, en iç çemberinde geçen zihnin bu en muazzam gösterisinden haberi olmayan, varlığını hissetmeyen, onu sezmeyen bir ülkenin ortasında olmasıdır ve bu akıl almazdır.


Çünkü Friedrich Nietzsche'nin tragedyası tam da en büyük anlarında, Alman dünyasında izleyiciden, dinleyiciden, tanıktan mahrum kalmıştır. Başlangıçta, bir profesör olarak kürsüden konuştuğu ve Wagnerin ışık gücü onu aydınlattığı süre içinde, ilk sözlerini söylerken konuşması çok az dikkat çeker. Ama kendi derinliklerine, zamanın derinliklerine ne kadar çok dalarsa, o kadar az yankı bulmaya başlar. O kahramanca monologu sürdükçe dostları ve yabancılar, giderek vahşileşen dönüşümlerden yalnızlığın kor gibi yanan esrimesinden dehşete düşerek, sarsılmış bir halde birbiri ardına ayağa kalkarlar ve onu kaderinin sahnesinde korkunç bir yalnızlığa terk edip giderler. Trajik oyuncu tümüyle boşluğa konuşmaktan giderek huzursuzlanır, giderek daha yüksek sesle konuşmaya başlar, daha çok bağırır, daha çok el kol hareketi yapar, etraftan bir yankı ya da hiç değilse bir itiraz yükselsin diye. Kendi sözleri için bir müzik icat eder, çağıldayan, uğuldayan, Dionysos'ça bir müziktir bu, ama onu dinleyen kimse yoktur. Kendini soytarılık yapmaya zorlar, sivri, cırlak, şiddetli bir neşeye zorlar, cümlelerine takla attırır, muziplikler (komik mimik doğaçlamaları) yapar, sırf bu yapay neşe yoluyla o korkunç ciddiyetine dinleyici çekebilmek için; ama hiç kimse alkışlamak için elini kıpırdatmaz. Sonunda bir dans icat eder, kılıçlar arasında yapılan bir danstır bu; yara bere içinde, her tarafından kanlar akarken insanların önünde bu yeni ölümcül sanatını icra eder, ama kimse bu bağıran şakaların ve bu hafiflik gösterisindeki ölümcül tutkuların anlamını sezemez. Devrilmekte olan yüzyılımıza bahşedilen bu en duyulmamış zihinsel gösteri, herhangi bir dinleyici ve yankı bulamadan, boş sıralar önünde sona erer. Hiç kimse şöyle bir dönüp bakmaz çelik bir ucun üzerinde vızır vızır dönen bu düşünce topacına, onun son bir kez harika bir şahlanışla nihayet sendeleyerek yere düşüşüne: "Ölümsüzlük yüzünden ölüşüne."    


Bu kendisiyle baş başa yalnızlık, bu kendi kendisiyle karşı karşıya yalnızlık Friedrich Nietzsche'nin hayat tragedyasının en derin anlamı, biricik kutsal çaresizliğidir: Hiçbir zaman zihnin böyle bir zenginliği, duyguların böylesine coşkulu cümbüşü, böylesine korkunç derecede boş bir dünyaya karşı, böylesine çelik gibi sert bir suskunlukla karşı karşıya kalmamıştır. Ona dikkate değer bir rakip bile bahşedilmemiştir; böylece o en güçlü düşünce iradesi "kendi içine doğru kazarak, kendini deşerek" kendi göğsünden, kendi trajik ruhundan cevap ve direnç çıkarmak zorunda kalır. Dünyadan değil, tersine kanlı parçalar halinde kendi derisinden kopararak çıkarır bu kader çılgını, Herakles gibi Nessus gömleğini, o yakıcı kor parçalarını üzerinden fırlatıp atar; gerçeğin karşısına, kendi kendisinin karşısına çırılçıplak çıkabilmek için. Ama bu çıplaklığın çevresini nasıl bir buz, zihnin bu en muazzam çığlığını nasıl bir suskunluk sarmışsa, hiçbir rakip gelip onu bulmadığı ve o da böyle bir rakip bulamadığı için kendi kendine saldıran bu "Tanrı katili", bu "kendinin sarrafı, kendinin acımasız celladı" üzerinde yükselen gökyüzü de bulutlarla ve yıldırımlarla doludur. Şeytanı tarafından dünyanın ve zamanın dışına itilmiş, kendi varlığının en dış kabuğunun bile dışına sürülmüştür,

Sarsılmış ah bilinmeyen ateşlerce, 
Titreyerek sivri sert bu okları önünde, 
Sürülmüş senden, düşünce!
Adlandırılamaz olan! Gizli olan! Korkunç olan!


On the Road (Jack Kerouac'ın Kitabından)


California'nın o güzelim pamuk ağaççıkları ve okaliptüsleri sarmıştı her yanı. Zirveye yakın yerlerde ağaç yoktu, sadece kayalar ve çimenler. Kıyının yukarısında sığırlar otluyordu. Pasifik oradaydı, birkaç tepe ötede, Frisco sisinin doğduğu o efsanevi patates tarlalarında başlayan büyük beyaz duvarıyla uçsuz bucaksız, mavi Pasifik. Bir saat daha geçsin, aynı sis, Golden Gate'i aşıp şu romantik şehri beyaza boyayacaktı, sonra genç bir adam, cebinde bir şişe Tokay, sevgilisinin elinden tutup, uzun beyaz kaldırımlarda ağır ağır yürümeye başlayacaktı. Frisco buydu işte: beyaz kapı önlerinde erkeklerini bekleyen güzel kadınlar, Coit kulesi, Embarcadero, Market Caddesi ve on bir bereketli tepe.

Ah sevdiğim kız nerede? Aşağıdaki küçük dünyada nasıl bakınıyorsam öyle bakındım etrafa. Önümde benim Amerikam'ın, benim kıtamın heybetli, işlenmemiş girintileri, çıkıntıları uzanıyordu; uzaklarda bir yerlerde ise melankolik, çılgın New York havaya toz bulutunu ve kahverengi dumanını kusuyordu.. Doğuda bir kahverengilik ve kutsallık vardır, California ise çamaşır ipleri gibi beyaz ve gamsızdır...




LA Amerika şehirlerinin en ıssızı ve en zalimidir; New York kışın korkunç soğuk olur; ama bazı caddelerinde tuhaf bir kardeşlik hissi doğar içinize. LA ise balta girmemiş bir ormandır.

Ülkenin en bitik tipleri kümelenmişti kaldırımlarda - gerçekten de devasa bir çöl ordugahı olan LA'in kahverengi halesinde kaybolmuş yumuşak ışıklı Güney Kaliforniya yıldızlarının altında oluyordu her şey. Çili ve birayla karışık esrar, ot, yani marijuana kokusu duyuluyordu havada. Bebopun o muhteşem vahşi sesi birahanelerden dışarı taşıyor, Amerika gecesinde dans müziğiyle her çeşit kovboy ve bugi ritmi birbirine karışıyordu. Herkes Hassel'e benziyordu. Bepob kasketli, keçi sakallı azgın zenciler geçiyordu gülerek; sonra, 66 numaralı karayoluyla New York'tan gelmiş, uzun saçlı, bezgin cazcılar; sonra eşyaları ellerinde, Plaza'da bir park bankı arayan yaşlı çöl fareleri; sonra, giysilerinin kolları lime lime olmuş Metodist papazlar; arada bir de, sakallı, sandaletli  
aziz Doğa Çocukları. Hepsiyle tanışmak, herkesle konuşmak istiyordum.


 Pencereden dışarı baktığımda bir SP yük treninin geçtiğini gördüm birden; yüzlerce hobo vardı açık vagonlarda; yastık yerine kullandıkları denkler ve burunlarının dibinde tuttukları çizgi romanlarla keyif çatıyor, yattıkları yerde yuvarlanıyorlardı; kimisi yolun kenarından topladığı güzel California  üzümlerini kütürdetmekteydi. "Vay be!" diye bağırdım. "İşte bu, Vaat Edilmiş Topraklar!" 


Yolun saflığı.


Thomas Bernhard'la Konuşmalar


Yalnızlık
Her insan bir şeylere katılmak ister, aynı zamanda rahat bırakılmayı diler. Bu ikisi olanaksız olduğu için de, insan hep çelişki içinde. Şurada kapıyı kapıyorsunuz yeniden yalnız kalmak için, o anda, kapıyı kapadığınız anda bunun yanlış olduğunun, gene yanlış bir davranış olduğunun bilincindesiniz, çünkü insan aslında istemiyor bu durumu, çünkü insan yalnız olmanın daha tatsız olduğunu biliyor, öte yandan hiçbir şey yapamıyorsunuz. Bir kadınla birlikte kitap yazamazsınız ki, ya da aptalca olanlarını yazarsınız önünde sonunda, olacak şey değil. Bir erkekle birlikte ise; o da sinirinize dokunuyor, çünkü bu da beraberlikten başka bir şey değil, bunların hepsi çok kritik ve zor şeyler.

 Ölüm
Sonuçta her şey bozguna uğruyor, her şey mezarlıkta son buluyor. Orada istediğinizi yapabilirsiniz. Ölüm herkesi çağırıyor, böylece her şey son buluyor. Çoğu daha on yedisinde, on sekizinde ölüme aldırtıyor kendini. Bugünkü gençler ölümün kollarına atıyorlar kendilerini, on iki, on dört yaşında ölmüş oluyorlar. Sonra bir de yalnız savaşçılar var, seksen doksan yaşına kadar savaşıyorlar, sonra onlar da ölüyor, gene de daha uzun yaşamış oluyorlar. Yaşam güzel ve bir şaka olduğuna göre , daha uzun haz almış oluyorlar. Erken ölenlerin hazları ise kısa oluyor, aslında onlara acıyoruz. Yaşamı tanıyamadıkları için. Bütün ürperticiliğiyle.


 İntihar
Annemde bende hiç olmayan bir şey vardı, korkunç baş ağrıları, ömür boyu süren. Çok yaşlanmadı aslında. Haplarını ben alırdım hep, baş ağrısına karşı, çok güçlüydüler. Bir gün gene gidip "annemin hapları" dedim. O da bana çekmeceden çıkarıp verdi, eh işte öyle, sonra yuttum. Bilmiyorum ama otuz tanesini birden galiba. Bu kurtuluş oldu, çok fazla yutulduğu için hepsi geri çıktı. İyi anımsıyorum, bir hafta kadar yatakta kaldım ve kustum, oysa içimde bir şey kalmamıştı. Çok rahatsız edici. İnsan midesi kopuyor duygusuna kapılıyor.

Bugüne kadar her an kendimi öldürmeyi düşünmüşümdür. Ama gerçekleştirmediğime göre yaşam benim için her şeyden değerli demektir. Bilemiyorum işte. Hastalığım yok olup  yeniden ortaya çıkan çok yönlü bir skleroz değil. Bunu anlayabileceğinizi sanmam. Anlatması çok güç. Ama belki de insan kendi kendini utandırır ve seksen yaşına gelir. Bilinmez. İnsanın elinde olan bir şey değil. Faytonda oturup atları kırbaçlamanız bir işe yaramıyor, çünkü çoktan leş olmuşlar. Ben gittikçe sona yaklaşıyorum.

Ciğerimde tümörler var, eskiden kalma herhalde, bir zamanlar veremdim. Sanıyorum bu yüzden oluştular. Kalbim büyüyor, bu hep varolan bir hastalık. Bu durumda üç çeyrek saat de yaşayabilirsiniz, üç yıl da yedi yıl bile olası. Doktorların dediklerine göre, aslında yıllar önce ölmem gerekiyordu, kendimi yıllarca aştım. Bir açıdan ölüm -yani hiç korkmuyorum, umurumda değil. Aslında ölüm korkusu denen şeyi anlamıyorum, çünkü ölmek öğle yemeği gibi doğal bir şey. Kimi zaman insanlardan korkarım, oldukları biçimleriyle, ama ölümden korkulmaz ki. Ya ölmeseydik ne olurdu? Böyle bir şey olsaydı yaşamıma son verirdim  - mutlaka. Rezil biri olarak yaşamak istemezdim hayatımı. Aslında isteyen istediği zaman kendini öldürmekte özgürdür. Ama sorun neyle öldüreceği. İstediğim gibi davranmadığım bir varoluş zaten çok zor, ama gene de yapamazdım asla.


Her şeyden memnunum, sonuna kadar.

NİHİLİZM

Nihilizm sözcüğündeki nihil, varolmayanı değil, hiçliğin bir değerini ifade eder. Yaşam yadsındığı ve değersizleştirildiği ölçüde bir hiçlik değeri alır. Değersizleştirme her zaman bir kurgu gerektirir: Yaşamı yanlışlamanın ve değersizleştirmenin, ona karşıt bir şey ortaya koymanın yolu kurgudur. O zaman yaşamın bütünü gerçekdışı hale gelir, görünüm olarak temsil edilir ve bütünü içerisinde bir hiçlik değeri alır. Bir öte-dünya fikri, bütün biçimleriyle duyu-üstü bir dünya fikri (Tanrı, öz, iyi, doğru), yaşamdan üstün değerler fikri, herhangi bir örnek değil, her türlü kurgunun kurucu öğesidir. Yaşamdan üstün değerler, yaşamın değersizleştirilmesi, bu dünyanın olumsuzlanması gibi sonuçlarından ayrılmazlar. Bu sonuçtan ayrılmamalarının sebebi, ilkelerinin yadsıma ve değersizleştirme istenci olmasıdır. Kutsalla karşılaşınca isteme zorunluluğundan kurtuluyormuşuz gibi, üstün değerlerin istencin gelip durduğu bir eşik oluşturduğunu düşünmekten sakınalım kendimizi. Üstün değerlerde kendini yadsıyan istenç değildir, üstün değerler bir yadsıma, yaşamı yok etme istencine bağlıdırlar. "İstenç hiçliği": Schopenhauer'in bu kavramı yalnızca bir belirtidir: Her şeyden önce bir yok etme istenci, bir hiçlik istenci anlamına gelir. "Ama en azından bu hala bir istençtir ve istenç olarak kalır." "Nihilizm"deki "nihil" güç istencinin niteliği olarak olumsuzlama demektir. O halde temelinde ve ilk anlamında şu anlama gelir: yaşamın aldığı hiçlik değeri, ona bu hiçlik değerini veren üstün kavramların kurgusu, kendini bu üstün değerlerde ifade eden hiçlik istenci.

Nihilizmin daha yaygın ikinci bir anlamı vardır. Burada artık bir istenci değil, bir tepkiyi ifade eder. Duyu üstü dünyaya ve üstün değerlere karşı tepki verilir, onların varlığı yadsınır ve bütün geçerlilikleri iptal edilir. Artık yaşamın üstün değerler adına değersizleştirilmesi değil, üstün değerlerin kendisinin değersizleştirilmesi söz konusudur. Değersizleştirme artık yaşamın aldığı hiçlik değeri demek değil, değerlerin, üstün değerlerin hiçliği demektir. Büyük haber yayılır: Perdenin ardında görecek hiçbir şey yoktur, "şeylerin gerçek özüne dair benimsenmiş olan ayırıcı işaretler, varlık olmayanın, hiçliğin karakteristik işaretleridir". Böylece, nihilist, Tanrı'yı, iyiyi, hatta doğruyu, duyu üstünün bütün biçimlerini yadsır. Hiçbir şey doğru değil, hiçbir şey iyi değil, Tanrı öldü. İstencin yokluğu (hiçliği), yalnızca hiçlik istenci için bir belirti değil, son tahlilde bütün istençlerin olumsuzlanması, bir taedium vitae'dir. (yaşamdan iğrenme) Ne insanın ne de yeryüzünün artık bir istenci vardır. " Her yer kar, yaşam sessiz burada; (...) Neye yarar? Boşuna! Nada! [Hiç] Burada artık hiçbir şey büyümüyor ve yetişmiyor. " Bu ikinci anlam tanıdık gelecektir; ama nasıl ilk anlamdan türediğini ve onu gerektirdiğini görmeseydik anlaşılmaz olacaktı. İlk anlamda, yaşam üstün değerlerin tepesinden bakılıp değersizleştiriliyor ve bu değerler adına yadsınıyordu. İkinci anlamda ise tersine yaşamla yalnız kalınır, fakat bu yaşam yine değersizleştirilmiştir; değersiz, anlamdan ve amaçtan yoksun bir dünyada sürdürülür; kendi hiçliğinde sürekli daha uzağa gider. İlk anlamda öz, görünümün karşıtı idi, yaşam da bir görünüm olarak düşünülüyordu. Şimdi öz yadsınıyor fakat görünüm korunuyor: Her şey sadece görünümdür; bize kalan bu yaşam, kendisi için görünüm olarak kalmıştır. Nihilizmin ilk anlamı ilkesini güç istenci olarak yadsıma istencinde bulur. İkinci anlamı, "zayıflık karamsarlığı", ilkesini yalnız ve çıplak tepkisel yaşamda, kendilerine indirgenmiş tepkisel kuvvetlerde bulur. İlk anlam olumsuz bir nihilizmdir; ikinci anlam ise tepkisel bir nihilizm.



Nietzsche ve Felsefe
kitabından* sf. 188 - 190
G.Deleuze

   
  

Queer Sinema

Maurice, 1987, James Ivory


Angels in America, 2003, Mike Nichols

Tatlı-Kaçık Kıçlar


(Yazı)
Guy Hocquenghem


Fantazmatik olanın gerçekliğimizin büyük bir kısmını oluşturduğunu söylüyorsam da, onun [gerçekliğin] tümünü kapladığına, inanıyor değilim - dolayısıyla da [fantazmatik olanın] biyolojik olanla birlikte ve karşılıklı müdahale içinde var olduğu gerçeğinden kaçamam. Ama bu konudaki bütün araştırmalarımız halen fazlasıyla bölük pörçük. Aşağıda yazılanlarda biyo-fizik ve biyo-kimyayı bir kenara bırakıyorum ve bunun bütün sorumluluğunu üzerime alıyorum. Toplumsal alan, her durumda, heteroseksüelliğin belli bir modelinden toplumsal olarak türemiş fantazmaların kaotik bir karışımıdır. Bu model klasik psikanalizin yumurtladığı hayli yüksek sayıda klişeyi dolaşıma soktu.

Örneğin, eşcinselliğin narsisizm olduğu varsayıldı. Ama heteroseksüel, öteki cinste safça kendi türdeşini ararken, eşcinsel kadar narsisizmle damgalanmış durumda. Eşcinsel ise kendi cinsinde ötekini arar ve bunu yaparken heteroseksüel modeli reddeder, ama buna rağmen o modeli taklit etmekten kendini alamaz.

Sınır durumundaki bir vakayı ele alırsak, travestiyi örneğin, kadından daha çok kadın olduğunu görürüz. Çünkü kadın kendi cinsine tabiyken, o bir kadın olmak istemektedir. Ve tek kadın imgesi eril olduğu için, ne zamanki o imgeyi - annesininkine, kız kardeşininkine ya da karısınınkine değil de- kendi vücuduna uygulamaya karar verirse, bu adamın kadını çok daha iyi anlatması gerekecektir: aracısız, herhangi bir emir ötekine iletilmeden. Travesti, erkeğin arzuladığı kadının en kusursuz imgesidir - erkeğin varlığına mani olmaya çalıştığı en uzak imge.

Aynı şekilde, götünden sikildiğini hayal eden eşcinsel çok net biçimde bir erkek arıyordur. Kendini erkek arayan bir kadına benzer hale getirir ve fantazmatik olarak heteroseksüellik mefhumuna, eşcinsellikten daha fazla cevap verir. Gerçekten eşcinsel olması için, lezbiyen olması gerekir, ama dikkat: ancak kendisini bir erkek olarak düşlemeyen bir kadın karşısındaki bir lezbiyen... Yoksa bütün kurgu heteroseksüelliğe geri döner [...]

Özetle, gerçek eşcinsellik ancak bir kadının bir kadını arzulamasında ve bir erkeğin bir erkeği arzulamasında olabilir, bir diğer toplumsal cinsiyetin hayali bu arzunun içerisine girmediğinde. Ya da gerçek eşcinsellik [ikisi de] gay olan bir kadın ve erkeğin ya da [ikisi de] lezbiyen olan bir kadın ve erkeğin birlikteliklerinde ortaya çıkabilir. Bu durumlar gerçekten imkansız görünürler, çünkü eşcinsel hem kendine rağmen kendi cinsiyetindendir, hem de hayalini kurduğu ve hep karşıtını arayan öteki cinsiyettendir. Dolayısıyla eşcinsellik bile bastırılmış eşcinselliktir, çünkü imgesel düzlemde [imaginary] her zaman heteroseksüeldir.

Benzer bir akıl yürütme bizi şunu söylemeye götürecektir: gerçek heteroseksüellik ancak bir erkek bir kadını ya da bir kadın bir erkeği arzuladığında ve [onun] imgelemi [imaginaries] kendi toplumsal cinsiyetinin imgesini asla ve herhangi bir şekilde işin içine katmadığında olur. Bu tamamen mümkündür! Ve üstelik, heteroseksüel toplumun imgelemi [imaginary] tarafından da gerçekleştirilmiştir de; çünkü eşcinsel muhayyile bu toplum tarafından uyutulmuştur.

Dolayısıyla bizim eşcinselliğimiz ilksel, temel, hayvani ve bedensel olmak yerine heteroseksüel pratiklere ve diktelere bir karşılıktır yalnızca. Bu demektir ki, eşcinselliğimiz hazımsızlıktan ıstırap çekmektedir. Bir yandan bizi dünyaya getiren o sevgili normal insanlar kendi eşcinsel libidolarını gizlediklerinden, rastlantısal olarak seçeceğimiz her on kişiden dokuzunun, var oluşu bile bilinçli olmayacaktır. (Şunu iyi biliyoruz: insan türü içerisinde her iki adamdan biri kadın ve öbürü kendisinin gay olduğunu bilmiyor). Ve de eşcinselliğin ancak heteroseksüellik [olarak var] olabileceği, veya hiç olmayacağı, çılgın bir durumun içerisinde buluyoruz kendimizi.

Temel herhangi bir düzlemde eşcinsel olmadığımız için artık kendi utancımızı yüksek sesle bağırmaktan vazgeçmenin zamanı geldi. "Hepiniz eşcinselsiniz!" diye bağırmamız gerekiyor herkese. Ve bunu bu süreç içerisinde histerik olma pahasına yapmalıyız. Ve eşcinsellik, eşcinsellik olarak yaşanmadan gerçek anlamda bir biseksüelliğin olamayacağı artık kanıtlanmıştır. Bunun için de devrimci eylemlerimiz, sessiz çoğunluğun anti eşcinsel paranoyasının altına eşcinsellik tohumları yerleştirmek olmalı. Eğer arzu genellikle kadınlarla bağlantı kuran adamların arasında dolaşmaya başlarsa, [bu kişiler] kaçınılmaz olarak bizden çok daha fazla eşcinsel olacaklardır, çünkü kadın, aralarındaki hayalet ve bilinmez bir beden olamayacaktır.

Aynı şekilde biz gaylerin de, öteki cinsiyetin - sürgüne yollandıktan sonra - sodomi tiyatrosunda tekrar tekrar ortaya çıkmaktan vazgeçeceği bir tür eşcinsel eşcinselliği deneyimlememiz gerekiyor. Aksi halde, olmayı reddettiğimiz fantazmatik heteroseksüeller olmuşuz demektir/oluruz. 

Ben ancak eril [masculine] olduğum zaman bir adamla sevişmek isterim. Ancak dişil [feminine] olduğum zaman bir kadınla sevişmek isterim. Bütün masturbasyonlarımın sırrı budur (çünkü bütün insanlık beni istese de yine de onları kendimle aldatmaya devam edeceğim).

Ne zamanki bir kadın -lezbiyen olmayan bir kadın- fallusu bir hayal veya ikame etmeden başka bir kadınla sevişecek, ne zamanki bir erkek -gay olmayan bir erkek- bir vajina deliğini titreyerek düşleyip yerine bir kıçı ikame etmeden başka bir erkekle sevişecek, işte eşcinsellik o zaman başlamış olacak. O andan sonra eşcinsellik biseksüelliğin içerisinde kandırmaca olmadan, yanlışlar olmadan, aldanma olmadan eriyebilecek. Kendimizi, aslında bizim de olmayan ve taklit ettiğimiz bir cinsiyetten arındırdığımızda, ve bunu bir anlık özgün (bedenini yalnızca işler bir kavram olmadığına yemin ettiği) eşcinsellikle yaptığımızda, işte o zaman, muğlak olan muğlaklığını yitirecek.

O zaman hepimiz tek bir cinsiyete ait olabiliriz ve kendimiz, ötekiyle aynı bilinçte, aynı yoğunlukta ve bütün olası bağlara izin veren bir eşzamanlılıkta bulabiliriz. İşte o zaman eşcinsellik ve heteroseksüellik birbirlerinin polisi olmaktan çıkacaklar. Orgazm ve orgazma çıkan yol da, -aynen ölüm tehdidi daimiyken olduğu gibi- sonunda neşeli bir ölüm riskine dönüşecek. Cinsellik dünyayı dehşete düşürmeyecek, tersine tahrik edecek.   



Queer Tahayyül
kitabından alıntıdır.


Sebastiane (1976, Derek Jarman)


 

Cinsel Yönelim ve Cinsiyet Kimliği Hakkı!

"Görünür olmak, ortaya çıkmak, söz almak isteseniz de istemeseniz de bir politik mücadele alanının parçasıdır. Kısacası politik olmadan eşcinsel olamazsınız. Sadece kendi cinsinden biriyle yatan bir kişi olursunuz. Kendi cinsinden biriyle yatan kişi olmakla yetinmek ise sizi her türlü baskılama sisteminin karşısında silahsız ve çaresiz bırakır." Murathan Mungan


Türkiye'de eşcinsellerin örgütlenme ve özgürleşme mücadelelerinde bir dönüm noktası olan 1 Mayıs 2001'de  Ankara'da alanlara çıkmaları ile hem LGBT camia, hem toplum hem de medya açısından geri dönüşü olmayan bir sürece girilmişti.

"Peki ya eşcinsel işçiler?" diye soran ve elden ele dolaşan 1 Mayıs bildirisinde, "Eşcinsellerin kurtuluşu heteroseksüelleri de Özgürleştirecektir!" deniyordu.

"Bizler kadınları seven kadınlar, erkekleri seven erkekler olarak, Buradayız! Eşcinseliz!

Mehmet ile Ayşe grev meydanında nişanlanırken, aşklarını mücadelelerine eklerken, o meydanda Ali'yi seven Ahmet'in; Ayşe'yi seven Hatice'nin olduğu hiç aklınıza geldi mi? Neler yaşadıklarını, hissettiklerini düşündünüz mü?

Sokaklarda 'ibne' diyerek ardından gülünen, fıkralara konu edilerek aşağılanan, dayak atılan, kendini saklamak, heteroseksüel rolü yapmak zorunda kalan eşcinseller hiç uzakta değiller...

Alışveriş yaptığınız bakkal ve pazarcının, çocuğunuzun öğretmeninin, yemeğini yediğiniz aşçının, bindiğiniz belediye otobüsü şoförünün, okulda sıra arkadaşınızın, yanı başınızdaki iş arkadaşınızın eşcinsel olabileceğini hiç düşündünüz mü?

Bu sistemin kendini korumak için sürdürdüğü  kadınların ve eşcinsellerin aşağılanmasına ve erkekliğin yüceltilerek hayatlarımızın baskı altında tutulmasına suç ortaklığı yaptığınızın farkında mısınız?

Kadınların ikinci sınıf, eşcinsellerin üçüncü sınıf insan muamelesi görmesine neden olan aynı heteroseksist düzendir. Kadın arkadaşlarımızla ya birlikte mücadele edeceğiz ya da boşa kürek çekmeye devam edeceğiz. Evde çocuğunuz, iş yerinde arkadaşınız, okulda öğrenciniz, kapitalizme karşı mücadele yoldaşınız olan EŞCİNSELİ efendinin dili ve ahlakıyla yargıladığınızın farkında mısınız?

Biz eşcinseller Almanya'da Naziler tarafından katledildik, Rusya'da Stalin tarafından hapsedildik, Çin'de Mao tarafından yok sayıldık... Türkiye'de uğursuz bir ablukayla kuşatıldık.. Heteroseksizm, özgüvenimizi ve onurumuzu ayaklar altına aldı, bizi maskelemeye çalıştı. Sözlerimiz, düşüncelerimiz 'muzır' bulundu: Poşetlendik.

Artık yeter!

Köylerde, metropollerde, fabrikalarda, bürolarda, sokaklarda, okullarda bir gerçek olarak varız ve her yerdeyiz. Aşkımız 'zevk'ü sefa', hayatımız bir fantezi, kimliğimiz 'haftasonu hobisi' değil!

Eşcinselliği yargılamak ve aşağılamakla bütün eşcinselleri bir yalan perdesinin ardına hapseden, okullarında zorunlu heteroseksüelliğe tabi tutarak hayatı zehir eden, metropollerde katleden bir sistemin sözcülüğünü ve ikiyüzlü ahlakının bekçiliğini yapmış olmuyor musunuz?

Sizce de eşcinsellere yönelik ilan edilmemiş bir savaş yok mu?

Bütün etnik, kültürel ve cinsel farklılıkları yok ederek hepimizi birbirimize benzetmeye ve dolayısıyla bizi öldürmeye çalışan bu sisteme karşı beraber mücadele edelim!"  



 NE HASTALIK NE GÜNAH! HOMOFOBİ VE TRANSFOBİYE SON!

Son Hristiyan: Çarmıhtaki İSA



Edilgen nihilizm açısından: Budist bilinç anı. - İncillerle başlayan ve kesin biçimlerini Aziz Paulus'ta bulan çarpıtmalar hesaba katıldığında, İsa'dan geriye ne kalır; onun kişisel tipi nedir, ölümünün anlamı nedir? Nietzsche'nin "İncil'in açık çelişkisi" dediği şey bize yol göstermelidir. Kimi metinler gerçek İsa'nın ne olduğunu bize hissettirirler: Taşıdığı neşeli mesaj, günah fikrinin ortadan kaldırılması, her türlü hınç ve intikam ruhunun yokluğu, sonuç olarak bile her türlü savaşın reddi, Tanrı'nın yeryüzündeki krallığının yüreğin durumu olarak ortaya konulması, ve özellikle de ölümün doktrininin kanıtı olarak kabul edilmesi. Nietzsche'nin nereye gelmek istediği hemen anlaşılıyor: İsa, Aziz Paulus'un yarattığının tam tersiydi, gerçek İsa bir tür Buda, "pek de Hintli olmayan bir toprağın Budası" idi. Çağına ve çevresine göre fazla ilerdeydi: Tepkisel yaşama huzur içinde ölmeyi, edilgen bir biçimde tükenmeyi öğretiyordu; tepkisel yaşam hala güç istenciyle mücadele ederken, ona gerçek çıkışını gösteriyordu. İnsanlar hala olumsuz nihilizmdeyken, tepkisel nihilizm daha yeni ortaya çıkıyorken, edilgen nihilizme bir soyluluk katıyordu. Vicdan azabının ve hıncının ötesinde, İsa tepkisel insana bir ders veriyordu: Ona ölmeyi öğretiyordu. Dekadanların içinde en uysalı, en ilginci oydu. İsa ne musevi ne de hristiyandı, o Budistti; Dalay Lama'ya Papa'ya olduğundan daha yakındı. Ülkesine ve çevresine göre o kadar ilerdeydi ki, ölümünün çarpıtılması, hikayesinin tahrif edilmesi, geriletilmesi, önceki aşamaların hizmetine sokulması, olumsuz ya da tepkisel nihilizmin yararına çevrilmesi gerekiyordu. "Aziz Paulus tarafından bir pagan gizemler doktrini haline dönüştürülen bu tarih, sonunda bütün siyasi düzenle barıştı; ve savaşmayı, mahküm etmeyi, işkence yapmayı, sövüp saymayı, nefret etmeyi öğrendi.": Nefret, bu uysal İsa'nın aracı haline geldi. Aziz Paulus'un resmi Hristiyanlığı ile Budizm arasındaki fark şudur: Budizm edilgen nihilizmin dinidir, "Budizm uygarlığın sonunun ve yorgunlaşmasının dinidir, Hristiyanlığın önünde ise uygarlık daha yoktur bile, - onu belirli koşullarda kuracaktır." Hristiyanlığın ve Avrupa'nın tarihinin özelliği, zaten verilmiş ve doğal olarak ulaşılmış olan bir amacı, demir ve ateşle gerçekleştirmektir: nihilizmin nihai noktasına varmak. Budizmin gerçekleşmiş amaç, ulaşılmış mükemmelliyet olarak yaşamayı başardığı şeyi, Hristiyanlık ancak bir devindirici olarak görür. Bu amaca ulaşmasının da önü kapalı değildir; Hristiyanlığın Aziz Paulus'çu mitolojiden kurtulmuş bir pratiğe varmasının önünde bir engel yoktur; İsa'nın gerçek pratiğini yeniden bulması olanaksız değildir. "Budizm bütün Avrupa'da sessizce ilerliyor." Ama buraya varmak için ne kadar nefret, kaç savaş gerekti? İsa kişisel olarak bu son amaca yönelmişti, ona bir uçuşta ulaşmıştı; Budacı olmayan gökteki Buda kuşu. Tersine, Hristiyanlığın, uzun ve korkunç bir intikam politikası sonunda, bu amacı kendine mal etmek için nihilizmin bütün aşamalarından geçmesi gerekir.

Gilles Deleuze

Sideways (2004, Alexander Payne)


- Öyle ise yeni bir tane yazarsın.
Bir sürü fikirlerin var, tamam mı?


- Hayır, ben bittim. Ben yazar değilim. Ben orta okul İngilizce hocasıyım. 
Ah, dünyanın götünde değil. Ne diyebilirim ki. Ben gereksizim.
Öyle önemsizim ki, kendimi bile öldüremem.


- Miles, bu ne demek oluyor şimdi?

- Haydi oğlum, biliyorsun. Hemingway, Sexton, Plath, Woolf.
Kitabın yayınlanmadan kendini öldüremezsin.


- 'Ahmakların İttifakı' kitabının yazarından ne haber? 
Yayınlanmadan kendini öldürdü, bak şimdi ne kadar meşhur.


- Teşekkürler!


- Sadece pes etme tamam mı? Başaracaksın.


- Hayatımın yarısı bitti ...ve bunu ispat edecek
hiç bir şeyim yok. Ben bir gökdelen penceresinde parmak iziyim.
Bir milyon tonluk lağımın içinde dalgalana dalgalana denize
sürüklenen tuvalet kağıdındaki bok lekesiyim.


- Gördün mü, bak işte. Şu an söylediklerin bile çok güzel.
"Denize giden boklu tuvalet kağıdı"

- Evet.

- Ben bunu asla yazamazdım.


Aslında ben de!
Bukowski sanırım.


Pessoa'nın Evreninden Parçalar

Kardeşliğin ve sevginin mutlak yokluğuyla çevrili etrafım. Bana bağlı olanlar bile gerçekten bağlı değil; dostum olmayan dostlarla, beni tanımayan tanıdıklarla çevriliyim.

Gerçek dostum olmadığı anlamına mı geliyor bu? Hiç değil; var. Ama onlar hakiki dost değil.



Tamamen yalnızım, iyice terk edilmişim. Bütün bağlar birbiri ardına kopuyor... yakında kendimi mutlak anlamda yalnız bulacağım.

İşin kötüsü, dünyadaki metafizik varlığımı asla unutmuyorum. Her hareketimi felç eden, sadeliğin, dolaysız heyecanın kanını bütün cümlelerimden çekip alan transandantal utangaçlık buradan kaynaklanıyor.



Ben her zaman yaşamın bir seyircisi olmaya çalıştım, asla hayata karışmadım. Böylece, başıma gelen  her şeye bir yabancı gibi tanık oluyorum - şu ihtiyat payıyla ki, etrafımdaki zavallı olaylar karşısında pek hoş bir şehvet hissi duyuyorum (...) .


*


Kimseyi ziyaret etmiyorum, kimseyle buluşmuyorum -ne salonlarda, ne kafelerde. Başka türlü davranmak, içsel birliğimi feda etmek, kendimi gereksiz sohbetlere teslim etmek, düşüncelerimden ve projelerimden değilse de en azından düşlerimden -onlar başkalarının söylevinden her zaman daha güzeldir- zaman çalmak olur.

Gelecek insanlığa borçluyum. Kendimi heder edersem, aynı zamanda, yarının insanlarına miras kalabilecek tanrısal ortak varlığı da heder etmiş olurum; onlara verebileceğim mutluluğu azaltırım ve yalnızca kendi gerçek gözlerimde değil, Tanrı'nın olası gözlerinde de kendi değerimi azaltmış olurum.

Belki böyle değil, ama buna inanmanın görevim olduğunu hissediyorum.



*

Ne kadar az gerçek dostun olduğunu dikkate al; çünkü pek az insan gerçek dost olabilir.


...

Yakın dost, benim ideallerimden, düşlerimden biridir; ama yakın bir dost asla sahip olamayacağım bir şeydir. Hiçbir mizaç benimkine denk değil; yakın bir dostta olmasını hayal ettiğim şeyin kıyısına bile yaklaşan kimse yok dünyada. Olsun; artık bundan söz etmeyelim.




*



Ne kim olduğumu biliyorum ne de hangi ruhun benimki olduğunu.

Ben samimiyetle konuştuğumda bu samimiyetin hangisi olduğunu bilmiyorum. Var olup olmadığını bilmediğim bir benden çeşitli biçimlerde farklıyım.

Sahip olmadığım inançlar hissediyorum. Beni tiksindiren arzulardan zevk alıyorum. Kendime yönelik daimi dikkatim, belki de sahip olmadığım ve bana ait görmediği bir karaktere karşı ruhumun ihanetlerini bana sürekli belirtiyor.

Kendimi çoğul hissediyorum.

Tek tek hiçbirinde bulunmayan ama hepsinde bulunan tek bir merkezi gerçekliği sahte yansılar halinde deforme eden sayısız ve fantastik aynalarla süslü bir oda gibiyim.

Kendini yıldız, dalga ve çiçek hisseden panteist gibi, ben de kendimi çok hissediyorum. İçimde yabancı yaşamları yaşıyormuş gibi hissediyorum kendimi; ama eksik olarak. Sanki varlığım bütün insanların varlığına katılıyormuş ama her birinde eksik olarak bulunuyormuş ve tamamen pastiş bir ben halinde birleşmiş bir ben olmayan toplamı halinde bireyselleşiyormuş gibi eksik.


"Keep the Lights On"

SİPHO

***











Nedir, Queer?


Batı'da ortaya çıkıp gelişen ve bir noktada Türkiye'ye ithal edilen nice kavram gibi queer 'i de, olmayana ergi metoduyla tanımlamak, yani ne olduğunu anlatmadan önce, ne olmadığına karar vermek gerekiyor. Bunun iki sebebi var. Öncelikle, Batı'da da çıkışından bu yana, ne olup ne olmadığı konusunda kafa karışıklığına sebebiyet vermiş, dönüşüme uğramış ve genelgeçer kullanımlarında, bu karmaşıklığı hiçe sayan biçimde içi boşaltılmış bir kavram queer. Türkiye'ye ithal edilirken bu kafa karışıklığı da, içini boşaltma girişimleri de, paketin bir parçası olarak bize miras kalıyor. Öte yandan, Batı kaynaklı birçok başka kuram ve dünyaya bakış açısının Türkiye'ye taşınmasında yaşanan sorunlar queer özelinde de tekrarlanıyor. Yani bazı aşamaları atlayıp, gecikmişliği kazanca dönüştürmeyi amaçlayan bir kurnazlıkla, tartışmaya son noktadan dalınıyor. Bu iki açıdan queer, ne olduğu anlaşılmadan çok önce, yanlış anlaşılmaya başlanmış bir kavram Türkiye'de.

Queer ile ilgili dolaşımda olan yanlış kullanımların başında,  queer 'i lezbiyen, gay, biseksüel, travesti ve transseksüel kavramlarının tümünü birden kısaca ifade etmenin bir yolu olarak kullanmak geliyor. Her seferinde uzun uzun lezbiyen, biseksüel, gay, travesti ve transseksüel diye sıralamak yerine, tümüne birden  queer deme adeti, batı'da olduğu gibi Türkiye'de de var. Oysa eğer queer'in tek varlık sebebi ve anlamı bu olsaydı üzerine düşünmeye gerek kalmazdı. Bu durumda queer, bir kavram ve kuram, bir politik görüş ve duruş değil, hayatımızı kolaylaştıran bir kelime olurdu sadece.

Queer, lgbtt ile eş anlamlı değil. Queer, tüm lgbtt bireyleri kapsamadığı gibi, kimi heteroseksüelleri de içeriyor. Yani her lezbiyen, gay, biseksüel, travesti, transseksüel otomatikman queer olmuyor ama bu kategorilerden hiçbirine girmediği halde kesinlikle queer olan bir çok birey var. Queer, tüm farklı cinselliklerden, dördüncü aksiyomun işaret ettiği olası farklılıklar listesinin tümünü kapsayacak genişlikte bir cinsel çeşitlilikten yana. Dolayısıyla queer, cinsel çeşitliliğin, eşcinsel ile heteroseksüel gibi iki kategoriye indirgenmesine karşı bir duruş.


Bu noktada Türkiye'de  queer kelimesinin kulağa yabancı gelmesinin faydası var aslında; zira queer , daha az bilinen, tanınmayan, ayrıksı olan cinselliklerin adı. Türkçeleştirme denemeleri de yapılmamış değil. Misal bir dönem bizzat lgbtt bireyleri arasında "terso" kelimesi önerildi. Bir yandan argoda "yamuk yapmak" anlamına gelen bir kelime terso, diğer yandan, "bize ters gelir abi" mantığını çağrıştırıyor. Bu açıdan  queer kelimesinin çağrışımlarıyla örtüşüyor. Kuşkusuz kökenini, anal sekse "ters ilişki" denmesinden de alan bir türkçeleştirme bu. Konu aslen cinsel yönelim, yani yönelmek olunca,  queer de ters yönde ilerleyenler anlamına geliyor bu açıklamaya göre. Ancak Sara Ahmed'in de belirttiği gibi, burada sorun, sadece düz veya ters yönde hareketlenme değil, "hizadan çıkmak" aslında. Egemen heteronormatif anlayışın bizi soktuğu hizadan bir adım çıktığınızda, "sıradışı" hale geliyorsunuz. Gerçekten de eğer bu denli içi boşaltılmış bir kelime olmasaydı, "sıradışı", queer 'i en iyi karşılayacak kelime olabilirdi. Öte yandan "yamuk", "yoldan çıkmış", "çıkıntı", "sapkın", "tuhaf", "ayrıksı" gibi kavramlar da, tüm negatif yan anlamlarıyla birlikte, queer kelimesini karşılayabilecek kavramlar olarak gözüküyor. Zira, bu kavramların tümü hizayı bozmaya ilişkin.

Queer Stickers




Manifesto: Neden Dönme?

"Dönme"; çünkü öğretilmiş, alışılmış kalıplara yüz döneniz. Dayatılan diretilen normlara başkaldıranız, reddedeniz. "Bana kim olduğumu benden başka kimse anlatamaz." diyeniz, kendimize geleniz. Tabuları ezberleri bırakıp, içimize, gerçeğimize döneniz. Kadınlığı erkekliği sorgulayanız, sorgulatanız, hiç sorgulanmadan yaşayıp gitmenin kırılma noktasıyız. "Kız başına kalkışma"lara, "Erkeksin sen!" edebiyatına karnımız tok, doyalı çok oluyor. Cinsellik ve cinsiyetin kontrol aracı olarak kullanıldığı bir hayata doğduk; özgürlük ve özgüvenin kaynağı olacağı bir hayata dönüştürülebilmenin hayaline pervaneyiz.

Kim olduğuma dair peşin hükmün varsa eğer yanlış yoldasın. Sandığın sanmadığın, bildiğin bilmediğin herkesiz biz, her yerdeyiz. Politik aktivist, tasarımcı, seks işçisi, parlamenter adayı, işsiz, memur, mühendis, sanatçı, sekreter, öğrenci, doktor, öğretmeniz. Alt kat komşun, okul arkadaşın, akraban, hemşehrin, çoluğun, çocuğun, kardeşin, midyecin bile olabiliriz. "Sen kadın mısın, erkek mi?" sorularına sığmayacak genişlikteyiz, çok çeşitliyiz... Kadın olanımız da var, erkek olanımız da, ikisi birden olanımız da var, olmayanımız da, ne fark eder? Sana öğretilen kalıpların ötesinde gerçekler, ihtimaller ve sandığından çok daha kocaman bir hayat var, biz şahidiz!

"Dönme" sözcüğü bugüne dek hep aşağılamak, ezmek için kullanıldı. Biz bugün, hayatlarımız üzerinde "söz sahibi olabilen" bireyler olarak bu sözcüğün "dönüşünü" ilan ediyoruz. Ve diyoruz ki; hayat hiçbir zaman kısır ön yargılara, dar tanımlara, kavramlara sığmadı, sığmayacak!.. Gözlerimize iyi bakın, göz bebeklerimizde ışıldayan; işte bu "farkındalık" ve bu farkındalığın yol açtığı yollarda ezberlerin üstüne basa basa yürüyebilmenin onurudur. 


Queer Tahayyül
kitabından alıntıdır.

The Most Beautiful Part of A Man’s Body (Duane Mıchals)




The most beautiful part of a man’s body
I think it must be there...

Duane Mıchals

We're Queer, We're Here

Bize cinselliğin, şehvetin ve duyguların tek biçimi olarak heteroseksüelliği dayattınız. Oğlanlar kızları sever ve kızlar oğlanları. Sizin aşktan anladığınız, dinin buyruklarınca, bedenlerin üremesiyle kısıtlanmış; bizim evrenimiz ise arzular, hazlar, sevgiler ve yıldızlarla dolu.

Queer nefretini, farklılığa nefreti yaymaya son vermediniz. Bizi yaktınız, kapattınız, avladınız, sürdünüz, gazladınız, ihbar ettiniz, deli ilan ettiniz, üzerimize dersler verdiniz, gettolaştırdınız, kobay kıldınız, yadsıdınız ve kanıtladınız, test ettiniz, görmezden geldiniz ve bizlerden nefret ettiniz.

Heteroseksüelliğimiz öfkemizi büyüttü, isyanımızı besledi. Nefretiniz aşklarımızı daha da güzelleştirdi.

Bugün ve hiçbir zaman, ne sizin cinselliğinizi, ne normalliğinizi, ne sıkıcılığınızı, ne akıl hastalıklarınızı, ne de tahakkümü besleyen bu erkek egemen, ırkçı kapitalist sisteminize entegrasyonu istiyoruz.

Size entegre olmamız tutkularımızdan vazgeçmemiz demektir.

Bizi bastıranları taklit etmeyeceğiz. Ne imajlarınız, ne klişeleriniz, ne potansiyel zevkleriniz, ne de tüccarlarınız bizi ilgilendiriyor. Aşklarımız ve duygularımız normalleştirilemez, bedenlerimiz pazarlanamaz.

Bizleri kapitalinizin içinde pazarlayamayacaksınız. Bizleri yönetemezsiniz.

QueerAge


My Own Private İdaho (1991, Gus Van Sant)