On the Road (Jack Kerouac'ın Kitabından)


California'nın o güzelim pamuk ağaççıkları ve okaliptüsleri sarmıştı her yanı. Zirveye yakın yerlerde ağaç yoktu, sadece kayalar ve çimenler. Kıyının yukarısında sığırlar otluyordu. Pasifik oradaydı, birkaç tepe ötede, Frisco sisinin doğduğu o efsanevi patates tarlalarında başlayan büyük beyaz duvarıyla uçsuz bucaksız, mavi Pasifik. Bir saat daha geçsin, aynı sis, Golden Gate'i aşıp şu romantik şehri beyaza boyayacaktı, sonra genç bir adam, cebinde bir şişe Tokay, sevgilisinin elinden tutup, uzun beyaz kaldırımlarda ağır ağır yürümeye başlayacaktı. Frisco buydu işte: beyaz kapı önlerinde erkeklerini bekleyen güzel kadınlar, Coit kulesi, Embarcadero, Market Caddesi ve on bir bereketli tepe.

Ah sevdiğim kız nerede? Aşağıdaki küçük dünyada nasıl bakınıyorsam öyle bakındım etrafa. Önümde benim Amerikam'ın, benim kıtamın heybetli, işlenmemiş girintileri, çıkıntıları uzanıyordu; uzaklarda bir yerlerde ise melankolik, çılgın New York havaya toz bulutunu ve kahverengi dumanını kusuyordu.. Doğuda bir kahverengilik ve kutsallık vardır, California ise çamaşır ipleri gibi beyaz ve gamsızdır...




LA Amerika şehirlerinin en ıssızı ve en zalimidir; New York kışın korkunç soğuk olur; ama bazı caddelerinde tuhaf bir kardeşlik hissi doğar içinize. LA ise balta girmemiş bir ormandır.

Ülkenin en bitik tipleri kümelenmişti kaldırımlarda - gerçekten de devasa bir çöl ordugahı olan LA'in kahverengi halesinde kaybolmuş yumuşak ışıklı Güney Kaliforniya yıldızlarının altında oluyordu her şey. Çili ve birayla karışık esrar, ot, yani marijuana kokusu duyuluyordu havada. Bebopun o muhteşem vahşi sesi birahanelerden dışarı taşıyor, Amerika gecesinde dans müziğiyle her çeşit kovboy ve bugi ritmi birbirine karışıyordu. Herkes Hassel'e benziyordu. Bepob kasketli, keçi sakallı azgın zenciler geçiyordu gülerek; sonra, 66 numaralı karayoluyla New York'tan gelmiş, uzun saçlı, bezgin cazcılar; sonra eşyaları ellerinde, Plaza'da bir park bankı arayan yaşlı çöl fareleri; sonra, giysilerinin kolları lime lime olmuş Metodist papazlar; arada bir de, sakallı, sandaletli  
aziz Doğa Çocukları. Hepsiyle tanışmak, herkesle konuşmak istiyordum.


 Pencereden dışarı baktığımda bir SP yük treninin geçtiğini gördüm birden; yüzlerce hobo vardı açık vagonlarda; yastık yerine kullandıkları denkler ve burunlarının dibinde tuttukları çizgi romanlarla keyif çatıyor, yattıkları yerde yuvarlanıyorlardı; kimisi yolun kenarından topladığı güzel California  üzümlerini kütürdetmekteydi. "Vay be!" diye bağırdım. "İşte bu, Vaat Edilmiş Topraklar!" 


Yolun saflığı.





 Yine Chenne, ama bu sefer öğleden sonra, batının otlakları, gece yarısı Creston'daki sınır, şafak sökerken Sait Lake City -serpme makineleriyle dolu, Dean'in doğum yeri olduğunu hiç belli etmeyen şehir, kızgın güneşte Nevada, Hava kararırken Reno ve pırıltılı Çin sokakları, sonra Sierra Nevada, Frisco aşklarına delalet eden çam ağaçları, yıldızlar, dağ evleri, arka koltukta "Anne, Truckee'ye ne zaman varacağız?" diye ağlayan küçük kız ve işte Truckee, huzur dolu Truckee, ardından da tepelerden aşağı Sacremento düzlükleri. California'da olduğumu fark ettim birden. Ilık palmiye kokulu hava, -öpebileceğiniz bir hava - ve palmiyeler. Otoban boyunca, hikayelere konu olmuş Sacremento Nehri, sonra yine tepeler, bir yukarı, bir aşağı ve aniden (günün ağarmasına yakın) göz alabildiğine uzanan körfez, kenarında da Frisco'nun çiçeklerden bir kordon gibi uzanan uykulu ışıkları.






Gün doğarken otobüsüm Arizona çölünden geçti: İndio, Blythe, Salome (Terry'nin dans ettiği yer), güneyde Meksika dağlarıyla birleşen geniş kuru düzlükler. Sonra kuzeye, Arizona dağlarına, Flagstaff'e, sarp kayalıklara kurulmuş kasabalara yöneldik. Alain Fournier'in Adsız Ülke'si vardı yanımda, Hollywood'da bir dükkandan aşırmıştım, ama ben yol boyunca Amerika'nın kır manzaralarını okumayı tercih ettim. Gördüğüm her tümsek, her yükselti, her genişlik özlemimi derinleştiriyordu. Gecenin mürekkep gibi karanlığında New Mexico'yu geçtik, kurşuni şafakta Dalhart, Texas'ı, kasvetli pazar öğleden sonrasında birbiri ardından Oklahoma'nın düz kasabalarını, akşam olurken de Kansas'ı.

Öğle vakti St. Louis'e vardık. Mississippi kıyısında yürüyüş yaptım. Kuzeyden, Montana'dan yüzerek gelmiş ağaç kütüklerini seyrettim - kıtayı kucaklayan düşümüzün büyük Odyssea kütükleri. Kıvrımlarla süslü eski buharlı gemiler, hava koşullarından büsbütün kıvrım kıvrım olup çürümüş bir halde, içi fare kaynayan çamurda yatıyorlardı. Öğleden sonra kocaman bulutlar kapladı Mississippi vadisini. Otobüs o gece Indiana mısır tarlalarının yanından yoluna devam etti...


New York'a otostopla gidecektim, önümde daha beş yüz seksen beş kilometre vardı, cebimde ise on sent.




Susquehanna Hortlağı'nı tanımadan önce Amerika'nın tüm vahşi
 doğasının Batı'da toplanmış olduğuna inanırdım. Hayır, Doğu'da da bir vahşilik vardı: Ben Franklin'in postane müdürüyken öküz arabalarıyla cebelleştiği, George Washington'un yabani geyik avlar gibi kızılderili avladığı, Daniel Boone'un Pennsilvania kandillerinin başında hikayeler anlatıp, geçidi bulacağına söz verdiği, Bradford'ın yaptığı yol için insanların kütüklerden inşa edilmiş kulübelerde ona coşkuyla tezahürat yaptıkları zamanlardakine benzeyen bir vahşilik. Küçük adam için geniş Arizona arazileri yoktu; Doğu
Pennsilvania'nın, Maryland'in, Virginia'nın çalı kaplı vahşi doğası vardı yalnızca; arka yollar vardı; Susquehanna, Monongahela, koca Potomac ve Monocacy gibi yaslı nehirlerin arasından kıvrıla kıvrıla giden kara katranlı yollar.


Algiers'in eski durgun ışıkları; yine feribot; yine o çamurlu, harap, kargacık burgacık gemiler; yine Kanal; kanaldan çıkış; mor karanlıkta Baton Rouge'a giden iki şeritli otoban; batıya ayrılan yol; Port Allen diye bir yerden Mississippi'ye geçiş. Port Allen - puslu ve nokta gibi karanlıkta, nehrin safi yağmur ve güllerden oluştuğu yer; sis lambalarının sarı ışığında bir daire çizip köprünün altındaki o devasa kara varlığı fark ederek tekrar sonsuzluğa kavuştuğumuz yer. Nedir Mississippi Nehri? Yağmurlu gecede yıkanmış bir toprak parçası, dermansız Missouri kıyılarından uysalca bir kopuş, bir eriyiş, ölümsüz su yatağı boyunca gelgitlerin dalgalanması, çoğalan kahverengi köpüklere bir katkı, bitmez tükenmez bir yolculuk, vadiler, ağaçlar, rıhtımlar, aşağılara ve daha aşağılara inildikçe Memphis, Greenville, Eudora, Vicksburg, Natchez, Port Allen, Port Orleans, Port of Dallas, Potash, Venice, Night's Great Gulf ve son.


Yol hayattır...



Mississippi...  Parçalanmış ruhların oluşturduğu bir sel gibi, Amerika'nın ortasında doğup, aşağılara akan, Montana'nın kütüklerini, Dakota'nın çamurlarını, Iowa'nın derelerini ve sırrı buzda başladığı Three Forks'ta boğulmuş nesneleri taşıyan, nehirlerin atası o yüce kahverengi suyu seyre daldık. Bir yanda giderek küçülen dumanlı New Orleans, öbür yanda aniden beliriveren yeşil yamaçlarıyla kocamış, uykulu Algiers.

...Birkaç adamın sopalarla balık tuttukları balçıklarla kaplı kıyılardan, rengi kızıla dönmüş topraklar boyunca uzanan deltalardan, ortası kabara kabara sökün eden kamburlu dev nehir, tarifsiz bir gümbürtüyle, yılan gibi sarıyordu Algiers'i. Bu sakin yarım-ada Algiers, günün birinde bütün insanları ve kulübeleriyle sulara gömülecek gibiydi. Güneş battı, böcekler kanat çırptı, ürkütücü sular gürledi.




 Aniden kendimi Times Meydanı'nda buldum. Amerika kıtasında yaklaşık on üç bin kilometre yol kat etmiş ve Times Meydanı'na dönmüştüm, hem de en yoğun saatte; yola alışmış masum gözlerim, üç beş dolar uğruna tepişen milyonlarca insanın yaşadığı New York'un mutlak çılgınlığını ve fantastik hırgürünü görüyordu şimdi: delice bir düştü onlarınki - yakalamak, almak, vermek, ah çekmek, ölmek, hepsi de Long Island City'nin ötesindeki şu berbat mezarlık şehirlerine gömülebilmek için. Dünyanın öbür ucu, Kağıt Amerika'nın doğduğu yer.


 Amerika'nın hiçbir yerinde ideal bar yoktur. İdeal bar bizim aklımızın almayacağı bir şey. 1910'da barlar erkeklerin iş saatlerinde ya da işten sonra buluşmaya gittikleri yerlerdi. Uzun bir tezgah, pirinç parmaklıklar, tükürük hokkaları, bir otomatik piyano, birkaç ayna, kadehi on sente fıçılarca viski, koca bir bardağı beş sente fıçılarca bira dışında bir şey olmazdı o barlarda. Bugün tek bulabildiği ise krom, sarhoş kadınlar, homolar, saldırgan barmenler, deri koltuklarını ve yasalarını düşünerek kapıyı kollayan tedirgin patronlar, en olmadık zamanlarda atılan çığlıklar ve içeri bir yabancı girdiğinde ortalığı kaplayan ölüm sessizliği.




Home in Missoula,
Home in Truckee,
Home in Opelousas,
Aint no home for me.
Home in Wounded Knee,
Home in Old Medora,
Home in Ogallalai,
Home I'll never be.


Gece yarısı bu küçük şarkıyı mırıldanarak, Washington'a giden bir otobüse bindim; indiğimde yürüyerek oyalandım biraz; Mavi sıradağları görmek için yolumu değiştirdim, Shenandoah kuşunun ötüşünü dinledim, Stonewall Jackson'ın mezarını ziyaret ettim; karanlık basarken Kanawha Nehri'ne balgam fırlattım, Batı Virginia'da Charleston'un orman köylüleriyle dolu gecesinde yürüdüm; gece yarısı Kentucky, Ashland ve kapanmış bir serginin tentesinin altında yalnız bir kız. Siyah ve gizemli Ohio, güneş doğarken Cincinnati. Sonra yine İndiana arazileri. Öğle sonrasının muhteşem vadi bulutları altında St. Louis, çamurlu kaldırım taşları, Montana kütükleri, bozulmuş istimbotlar, eski zamanlara ait işaretler, nehir kenarında otlar ve halatlar. Bitmeyen şiir. Gece olunca Missouri, Kansas tarlaları, Kansas'ın sır dolu genişliğinde gece sığırları, her sokağı ayrı bir denizle birleşen güler yüzlü kasabalar; Abilene'de şafak. Batı gecesinin tepesine tırmandıkça Batı Kansas otlaklarına dönüşür Doğu kansas çayırları.




Son Sayfa
 Ya işte böyle, Amerika'da günbatımı olunca bazen nehrin kenarındaki yıkık iskeleye oturur, New Jersey'nin üstünde göz alabildiğine uzanan gökyüzünü seyreder, inanılmayacak kadar büyük tek bir tümsek halinde Batı Kıyısı'na doğru yuvarlanan o toy toprakların başını alıp giden yolların ve sonsuzlukta oturup hayal kuran insanların varlığını hissederim, derim ki Iowa'da çocuklar ağlıyordur şimdi, ağlamalarına izin verilen yerde, o gece gökte yıldız olmayacak, Tanrı ayıcık Pooh'dur, bilmez misiniz? Akşam yıldızı çayırın üstüne ölgün ışıklarını döküyor olmalı, az sonra esaslı bir gece çökecek, dünyayı kutsayan, bütün nehirleri kutsayan, bütün nehirleri karartan, tepeleri sarıp sarmalayan, son kıyıyı da kaplayan gece, ve kimse kimseye ne olacağını bilmeyecek, yaşlanmanın çaresiz sefaletinden başka, işte o zaman Dean Moriarty gelir aklıma, ardından ihtiyar Dean Moriarty, bulamadığımız baba, ve gene Dean Moriarty.

Jack Kerouac





*

 Yazılacak ne çok şey var! Sınırlayıcı engelleri, edebi yasaklar
ve dilbilgisine dair korkular gibi yoluna çıkan bütün aksaklıkları
gözardı ederek, her şeyi kaydetmek üzere yola koyulmak bile...

 ...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder