Barthes'ı Hatırlamak




Roland Barthes geçen hafta öldüğünde altmış dört yaşındaydı; yazarlık mesleğiyse bu yaşın düşündüreceğinden daha kısaydı, çünkü Barthes ilk kitabını yayımladığında otuz yedisine varmıştı. Bu geç başlangıcın ardından pek çok kitap, pek çok konu geldi. İnsana herhangi bir şey üzerine fikir üretebileceği duygusunu veriyordu Barthes. Bir sigara kutusunun karşısına oturmaya görsün; bir, iki, derken pek çok fikir sökün ederdi aklına- küçük bir deneme. Bilgi meselesi değildi bu. (ele aldığı konulardan bazıları hakkında fazla bir şey biliyor olamazdı); daha çok bir uyanıklık, bir kez dikkatin akışına girdi mi, bir konu üzerine düşünülebileceklerin hızla yazıya geçirilmesi meselesiydi. Görüngüleri yakalayabileceği ince bir sınıflandırmalar ağı vardı onun.

Gençliğinde üniversitede bir tiyatro grubu kurmuş, oyun eleştirileri yazmıştı. Yazarlık mesleğini var gücüyle uygulamaya başladığında, tiyatrodan arta kalan bir şey, görünümlere olan derin bir sevgi, yapıtlarını renklendirdi. Fikirleri duyumsayışı her zaman dramatürjikti: Fikirleri başka fikirlerle yarış içindeydi. Kendi içine kapalı Fransız entelektüel sahnesine atılarak geleneksel düşmana karşı savaş açtı: Flaubert'in "edinilmiş fikirler" dediği ve "burjuva" düşünce tarzı diye bilinen şeye; Marksistlerin sahte bilinç nosyonuyla, Sartrecılar'ın da kötü inanç nosyonuyla suçladıkları, klasik edebiyat eğitimi görmüş Barthes'ınsa doxa (güncel görüş) yaftasını yapıştıracağı şeye karşı.

Savaştan sonraki yıllarda Barthes, Sartre'ın ahlakçı sorularının gölgesinde, edebiyatın ne olduğuna ilişkin manifestolar (Yazının Sıfır Derecesi) ve burjuva kavminin putları üzerine nükteli portrelerle (Çağdaş Söylenler'de toplanan makaleler) yazarlığa başladı. Barthes'ın bütün yazıları polemiklidir. Ama onun mizacındaki en derin dürtü, savaşkanlık değildi. Kutlayıcılıktı. Barthes'ın anlamsızlık, duygusuzluk, ikiyüzlülük karşısında hemen kabarmaya hazır, her şeyin iç yüzünü sergilemeye yönelik saldırganlığı yavaş yavaş yatıştı - giderek övgüler düzmeye, tutkularını insanlarla paylaşmaya yöneldi. Kutlamaların, zihnin içtenlikli oyunlarının sınıflandırılmasında uzman oldu Barthes.

Onu büyüleyen şey zihinsel sınıflandırmalardı. Bu nedenle Sade, Fourier, Loyola adlı saldırgan kitabı yazdı; kitapta bu üç kişiyi gözü pek fantezi savunucuları, kendi saplantılarının saplantılı sınıflandırıcıları olarak yan yana koyar; bu kişileri karşılaştırılmaz kılan özne ile ilgili tüm sorunları bir kalemde silip atar. Zevkleri açısından Barthes (Paris'te Robbe Grillet ve Philippe Sollers gibi edebiyattaki modernizm tanrılarına yan tutar biçimde savunuculuk yapmış olmasına karşın) modernci değildi, ama uygulamada modernciydi. Demek istediğim, sorumsuz, şakacı ve biçimciydi - edebiyatı, edebiyattan söz ederken yapıyordu. Bir yapıtta onu heyecanlandıran şey, yapıtın savundukları, içerdiği öfkeyi dışa vuruş sistemleriydi. Sapkınlıkla ilgilenmeyi kendine görev edinmişti (sapkınlığın özgürleştirici olduğuna inanan o modası geçmiş görüşten yanaydı).

Yazdığı her şey ilginçti -canlı, hızlı, yoğun, keskindi. Kitaplarının çoğu denemelerden oluşur. (Bunun istisnalarından biri, yazarlığının ilk yıllarında Racine üzerine yazdığı polemikli bir kitaptı. Akademik gerekleri yerine getirmek için yazdığı, moda reklamcılığının göstergebilimini konu alan alışılmadık açıklık ve uzunluktaki bir kitap da, birkaç usta denemenin özünü taşıyordu.) Gençlik yapıtı sayılacak hiçbir şey üretmedi; o zarif, kılı kırk yaran ses ta başından beri mevcuttu. Ama ritmi son on yılda ivme kazandı; her yıl ya da iki yılda bir yeni bir kitap ortaya çıkarıyordu. Düşüncelerinin ivmesiyse daha hızlıydı. Son kitaplarında deneme biçimi de parçalandı - denemecinin ben'iyle ilgili suskunluğu delindi. Yazılarına, bir not defterinin özgürlükleriyle tehlikeleri karıştı. S/Z'de, Balzac'ın kısa romanını, sebatkar bir hünerle cilalayıp metinleştirerek yeniden yarattı. Bir de şunlar vardı: Sade, Fourier, Loyala'ya yaptığı Borgesvari göz kamaştırıcı ekler; özyaşamöyküsüyle ilgili yazılarında, metinle fotoğraflar, metinle yarı gizli göndermeler arasındaki alışverişin kurmaca ötesi kargaşası; iki ay önce yayımlanan, fotoğrafla ilgili kitabında yanılsamayı kutsayışı.



Barthes fotoğrafın, o keskin kaydedicinin getirdiği büyülenmeye karşı özellikle duyarlıydı. Roland Barthes kitabı için seçtiği fotoğraflardan belki de en etkileyici olanı, gürbüz bir çocuğu, on yaşındaki Barthes'ı, genç annesinin kucağında, ona sarılırken gösterenidir. (Barthes bu fotoğrafa "sevgi arayışı" adını vermişti). Barthes'ın gerçeklikle -ve kendisi için aynı şey demek olan yazmayla - bir aşk ilişkisi vardı. Her konuda yazıyordu; şu ya da bu konuda bir şey yazması için kendisine ısrar edildiğinde, yazabileceği kadar çoğunu kabul ediyordu; konuların kendisini baştan çıkarmasını istiyordu, çoğu zaman da böyle oluyordu. (Giderek baştan çıkarma onun başlıca konusu oldu.) Bütün yazarlar gibi aşırı çalışmaktan, çok fazla talebi karşılamaya uğraşmaktan, yetişememekten yakınıyordu - ama aslında o, benim tanıdığım en disiplinli, en güvenilir, en iştahlandırıcı yazarlardan biriydi. Kendisiyle yapılan birçok mülakata zaman ayırabiliyordu; hepsi de dolu, entelektüel açıdan yaratıcıydı bunların.

Bir okur olarak kılı kırk yarardı, ama doymak bilmez değildi. Okuduğu hemen her şey üzerine yazardı; bu yüzden hakkında yazı yazmadığı şeyi okumadığını varsayabilirdiniz. Çoğu Fransız entelektüel gibi o da kozmopolit değildi (bunun bir istisnası, onun sevgili Gide'ı olmuştu). İyi bildiği hiçbir yabancı dil yoktu; yabancı edebiyatı, çeviri olarak bile, pek izlemezdi. Onu etkilemiş gibi görünen tek yabancı edebiyat, Alman edebiyatıydı: Brecht ilk döneminde ona çok güçlü bir esin kaynağı olmuştu; son zamanlarda Bir Aşk Söyleminden Parçalar'da temkinli bir biçimde aktardığı hüzün, onu Genç Werther'in Acıları'na ve liedlere yöneltmişti. Barthes, yazmasını engelleyecek ölçüde okuyacak kadar meraklı bir insan değildi.

Ünlü olmaktan çok hoşlanıyordu; bundan sonsuz, gerçek bir haz duyuyordu: Fransa'da son yıllarda sık sık televizyona çıkıyordu ve Bir Aşk Söyleminden Parçalar en çok satılan kitaplar arasına girmişti. Gene de Barthes eline ne zaman bir dergi ya da gazete alsa, içinde kendi adına rastlamanın ne garip bir duygu olduğundan bahsederdi. Mahremiyet duygusunu, teşhircilik biçiminde dışa vuruyordu. Kendisiyle ilgili yazılarında kendisinden, kurmaca gözüyle bakıyormuşçasına, üçüncü tekil şahısla söz ediyordu. Daha sonraki yapıtlarında kendini çok daha titiz bir biçimde, ama her zaman kurgusal olarak ortaya koyduğu görülür (kendisiyle ilgili olarak anlattığı hiçbir küçük öykü, ardı sıra bir fikir getirmiyorsa, yer almazdı yazılarında); ayrıca kişisel yaşamla ilgili zarif düşünce yoğunlaşmaları vardı; yayımladığı son makale günlük tutmak üzerineydi. Barthes'ın bütün yapıtları, son derece karmaşık bir kendini -tanımlama girişimidir.

Kendini bıkıp usanmadan, ustaca inceleyen bu yazarın dikkatinden hiçbir şey kaçmıyordu; örneğin hoşlandığı yiyecekler, renkler, kokular, okuma tarzı. Paris'te yaptığı bir konuşmada aktardığı gözlemine göre, dikkatli okurlar ikiye ayrılıyordu: kitapları okurken altını çizenler ve çizmeyenler. Kendisinin ikinci gruptan olduğunu söylemişti. Üzerine yazı yazmayı düşündüğü kitaplara hiçbir işaret koymaz, can alıcı bölümleri kartlara aktarırmış. Onun bu tercihin nedeni üzerine geliştirdiği kuramı unuttuğumdan, burada kendim bir kuram önereceğim. Kitap işaretlemekten kaçınmasını aynı zamanda resim çizmesine ve ciddiyetle sürdürdüğü bu çizimlerin bir tür yazı olmasına bağlıyorum ben. Ona çekici gelen görsel sanat türü, dil alanından geliyordu ve yazının bir çeşitlemesiydi aslında; Erte'nin insan şekillerinden oluşan alfabesi üzerine, Requichot'nun ve Twombly'nin kaligrafik resimleri üzerine denemeler yazdı. Barthes'ın bu tercihi, o ölü eğretilemeyi, eser "vücuda getirmek"i hatırlatıyor -insan sevdiği bir vücudu karalamaz.

Mizacı gereği ahlakçılığa karşı duyduğu nefret, son yıllarda giderek daha da açığa çıktı. Birkaç on yıl, doğru düşünen tarafa (yani sol kanada) sadakatle bağlı kaldıktan sonra, o zamanın Mao'cuları olan bazı yakın arkadaşları ve edebiyattaki yandaşlarıyla Çin'e gittiğinde, içindeki estet ortaya çıktı; dönüşünde yazdığı topu topu üç sayfa tutan yazıda ahlakçılıktan hoşlanmadığını, cinsiyetsizlik ve kültürel tekdüzelikten de sıkıldığını ifade etti. Barthes'ın yapıtları, Wilde'ın ve Valery'ninkilerle birlikte, estet olmanın adını yücelten yapıtlardır. Son yazılarının çoğu, duyuların zekasını ve duyumların anlatıldığı metinleri kutlamaya adanmıştır. Duyuları savunurken, zihne hiçbir zaman ihanet etmemiştir. Barthes, duyumsal ve zihinsel uyanıklık arasındaki karşıtlık konusunda hiçbir romantik klişeyi benimsememiştir.        

Yapıtları, altedilen ya da yadsınan hüzün üzerinedir. Barthes, her şeyin bir sistem -bir söylem, bir sınıflandırmalar dizisi- olarak ele alınabileceğine karar vermişti. Her şey bir sistem olduğuna göre, her şey altedilebilirdi. Ama Barthes, sonunda sistemlerden usandı. Zihni çok işlek, çok hırslı, tehlikeye atılmaya çok hevesliydi. Son yıllarında üretkenliği eskiye oranla arttıkça, daha endişeli, daha kolay incinir oldu. Kendisi hakkındaki gözlemine göre, her zaman "büyük bir sistemin (Marx, Sartre, Brecht, Göstergebilim, Metin) koruyucu kalkanı altında başarıyla çalış(mış)tı. Bugün ona, daha açıkta, daha korunmasız yazıyormuş gibi geliyor..." Kendini, destek aldığı ( buna " insan bir şey söyleyebilmek için başka metinlerden destek almalıdır," diye açıklama getiriyordu) ustalardan ve büyük fikirlerden arındırdı; sonunda yalnızca kendi gölgesinde kalmış oldu. Kendi kendisinin büyük Yazar'ı oldu. 1977'de, yapıtlarına adanmış yedi günlük bir konferansın bütün oturumlarını hiç aksatmadan -yorumlar, hafif saptamalar yaparak, büyük bir zevk alarak- katıldı. Kendisi üzerine yazdığı kurgusal yapıtın bir eleştirisini yayımladı.(Barthes, Barthes Barthes'i Anlatıyor'u  Anlatıyor). Kendisinden oluşan sürünün çobanı oldu.

Barthes, adını koyamadığı azaplar çektiğini, güvensizlik duygusuna kapıldığını - büyük bir serüvenin eşiğinde olduğu yolunda teselli edici bir imayla birlikte- itiraf etmişti. Bir buçuk yıl önce New York'tayken, kalabalığın önünde neredeyse ürkek bir cesaretle, roman yazmak niyetinde olduğunu açıklamıştı. Robbe Grillet'nin bir süre çağdaş edebiyatın merkezi gibi görünmesini sağlamış olan bir eleştirmenden beklenecek bir roman olmayacaktı bu; en harika kitapları - Roland Barthes ve Bir Aşk Söyleminden Parçalar- Rilke'nin Malte Laudris Bridge'nin Notları kitabıyla başlayan ve kurmacayı, deneme türünde kurguyu ve özyaşamöyküsünü, çizgisel anlatı biçiminde değil de, çizgisel not defteri biçiminde birbirleriyle dölleyerek modernci kurmacanın doruklarına çıkmış bu yazardan beklenecek bir roman da olmayacaktı. Yoo, modernci bir roman değil, "gerçek" bir roman olacak, diyordu. Prost'nunkiler gibi.

Özel konuşmalarında akademik mevkiini - Collage de France'ta 1977'den beri tuttuğu kürsüyü -  kendini bu romana adamak için terk etme özleminden, öğretim üyeliğini bıraktığı zaman maddi güçlük çekeceği yolunda (aslında dayanaksız) endişelerinden söz ediyordu. Annesinin iki yıl önce ölmesi, ona büyük bir darbe olmuştu. Barthes, Proust'nun Kayıp Zamanın İzinde'ye ancak annesinin ölümünden sonra başlayabildiğini söylüyordu. Bu kahredici acıda bir güç kaynağı bulmayı umudetmesi, tam Barthes'a özgü bir niteliktir.

Nasıl kendisi hakkında bazen üçüncü tekil şahıs kullanarak yazıyorduysa, çoğu zaman gene kendisinden yaşı belirsiz biri gibi söz ederdi; geleceğinden, çok daha genç birisinin, ki bir anlamda öyleydi, bahsedeceği gibi bahsederdi. Büyüklük özlemi içindeydi; gene de (Roland Barthes'da söylediği gibi) her zaman "kendi başına bırakıldığında olduğu o eski şeye, o önemsiz şeye doğru gerileme" tehdidi altında hissediyordu kendini. Barthes'ın mizacında ve zihninin bıkıp usanmaz inceliğinde Henry James'i hatırlatan bir şeyler vardı. Onda, fikirlerin dramaturjisi, duyguların dramaturjisine boyun eğiyordu; Barthes'ın en derinden ilgi duyduğu şeyler, neredeyse dile getirilemez olanlardı. Hırsı, neredeyse Jamesvari bir pathos taşıyordu; tıpkı kendisi hakkında duyduğu kuşkular gibi. Gerçekten büyük bir roman yazabilseydi, bu herhalde Proust'un yapıtlarından çok, James'in son dönem yapıtlarına benzerdi.

Yaşını tahmin etmek güçtü. Daha doğrusu sanki yaşı yok gibiydi -nitekim yaşamının kronolojisi de çarpıktı. Zamanının çoğunu genç insanlarla geçirmesine karşın, gençliğe ya da onların çağdaş rahatlığına öykünmezdi. Ama hareketlerinin yavaş, giysilerinin bir profesöre yakışır olmasına karşın, yaşlı da görünmezdi. Dinlenmeyi bilen bir vücudu vardı: Garcia Marquez'in de belirttiği gibi, bir yazar dinlenmeyi bilmelidir. Barthes çok çalışkandı, gene de zevklerine düşkündü. Kendi hazzına zaman ayırma konusunda yoğun ama sistemli bir dikkati vardı. Gençliğinde uzun yıllarını hasta (veremli) olarak geçirmişti; insan onun, vücuduna görece geç kavuştuğu izlenimine kapılıyordu - tıpkı zihnine, üretkenliğine de geç kavuşması gibi. Yurt dışında (Fas, Japonya) kösnül serüvenler yaşadı; onun cinsel zevklerine ve büyük ününe sahip olan bir erkeğin talep edebileceği önemli cinsel ayrıcalıkları yavaş yavaş, hatta biraz gecikerek kazandı. Çocuksu bir havası vardı: dalgınlığı, tombul vücudu, yumuşak sesi, güzel cildi ve kendine yoğunlaşması. Öğrencilerle kahvelere takılmaktan hoşlanırdı; barlara, diskolara götürülsün isterdi - ama cinsel etkileşimler bir yana, size gösterdiği ilgi, sizin ona gösterdiğiniz ilgiyle sınırlıydı. (Son görüşmemizde "ah, Susan, Toujours fidele" diyerek sevgiyle karşılaşmıştı beni. Sadıktım, sadığım.)

Okumanın bir mutluluk biçimi, bir coşku biçimi olduğunda Borges'in de yaptığı gibi direnmesi, çocuksu bir yanını açığa vuruyordu. Bu ısrar da pek de masum olmayan bir şey, yetişkinlere özgü cinsel şirretliğin keskin ucu vardı. Sonsuz kendine göndermede bulunma yetisiyle, haz arayışlarına duyuların keşfini de katmıştı. Şu ikisi özdeşti: jouissance ( Fransızca'da hem zevk hem de gelme anlamını taşıyan sözcük) olarak okuma ve metnin verdiği haz. Bu da onun tipik bir özelliğiydi. Bir zihin şehvetperesti olarak büyük bir uzlaştırıcıydı. Trajik olan onu duygulandırmazdı. Olumsuzlukların olumlu yanlarını bulurdu her zaman. Modern kültür eleştirisinin değişmeyen temalarını dile getirse de, kafasını felaketlere takan biri değildi. Yapıtlarında kıyamet günü, uygarlığın çöküşü, barbarlığın kaçınılmazlığı gibi tablolar çıkmazdı karşımıza. Ağıt bile yakılmaz. Barthes, beğenilerinin çoğunda eski kafalı olduğundan, daha eski bir burjuva düzeninin adabına ve okumuşluğuna özlem duyardı. Gene de kendisini modern olanla uzlaştıracak pek çok şey bulurdu.

Son derece kibar, biraz ayakları yerden kesik, yumuşak bir insandı -şiddetten nefret ederdi. Güzel gözleri vardı: hep hüzünlü gözler. Hazdan bu kadar çok söz etmesinde de hüzünlü bir yan vardı; Bir Aşk Söylemi çok hüzünlü bir kitaptır. Ama Barthes, vecdi tatmıştı ve bunu kutlamak istiyordu. Yaşama karşı büyük bir aşk duyardı (ölümü yadsırdı); söylediğine göre yazılmamış romanının amacı, yaşamı övmek, yaşamaktan duyduğu şükranı dile getirmekti. O ciddi haz arama işinde, zihninin harika oyunlarında, her zaman alttan alta bir pathos hissedilirdi -şimdi, onun vaktinden önce gelen, öldürücü ölümüyle daha da keskinleşen bir pathos.


1980
Susan Sontag


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder