Karanlık bir sinema. Boş
koltuklar, önlere doğru yer yer seyirciler görülüyor. Beyazperdeden geriye
doğru kırmızı ışıklar var. Perdeye yüzümüzü dönünce sağdaki duvar, kapı ve
süslü sütun, nispeten aydınlık. Resmin sağ yanında ise, şık koyu renk
üniformalı, şıkıdım papuçlu, sarı saçları yapılmış bir yer gösterici var. Genç
bir hanım. Dışarı açılan kırmızı perdeli (perdeler de yan yarıya açık) kapının
yanında, içerde duruyor. Tam tepesinde üç kırmızı abajurlu bir lamba var.
Hayli düşünceli bir genç hanım. Ve ne kadar, ne kadar yalnız.
Bir Edward Hopper tablosu
elbette: New York Movie (New York
Sineması-1939). Hopper, yalnızlığı her yerde bulurdu. 1930’lu yılların
sarayı andıran sinema salonlarında bile, insanların, Büyük İktisadi Bunalım’ın
onları ezip geçen cenderesinden kurtulmak için canlarını attıkları, beyazperde
fantezilerine sığındıkları o salonlarda bile. Herkes kendi düşüncesine dalıp
gitmiş. Genç hanım, beyazperdenin farkında bile değil, seyircilerin de. Hoş,
belki seyirciler de beyazperdenin farkında değildir. Onlar da kendi
düşüncelerine kapılıp gitmiştir. Resmin üstünde bir durgunluk, belirsiz bir
boşluk asılıdır sanki.
Sonra, Sunday (Pazar-1926), başka resimlerinin ikonografisinden bir kez
daha yararlanan resim.. Adam, ki doğal düzeni temsil eder, küçük, önemsiz
görünür. Düşüncelere dalmıştır. Kent düzeninin tesadüfi bir parçasıdır.
Baktığı, cıvıl cıvıl bir sokak manzarası değildir. Uygarlık diyarından ihraç
edilmiş ama doğadan da kabul görmemiştir. Boş bakışları, dükkânın boşa benzeyen
vitrinlerini yankılar. Kent de terk edilmiş, ölü gibidir.
Yalnız, tenha, bir başına, harap,
meyus, kederli. Terk edilmişlik, bir başına bırakılmışlık, ister canlı ister
cansız, Edward Hopper’ın resimlerinin süjeleri tarafından paylaşılan bir
kaderdir. Yalnız, kayıp, yutulmuş küçük insanlar; eski, boş, terk edilmiş
mekânlar.
Hopper, yalnızlığı, bir başına
olmayı resmeden bir ressamdı, yalnızca insanların değil, nesnelerin yalnızlığı
da ona konu olurdu. Az konuşan, derin derin düşünen Hopper, diğer ressamların
ihmal etmeyi tercih ettikleri sıradan manzaraları severdi. Onun Amerika’sı,
açılış saatinden önce bir dükkân, tek başına vakar içinde dikilen garip bir
eski ev, yaşlıca bir görevlinin dolanıp durduğu tenha bir benzin istasyonudur.
Rafine üsluplu resimlerdir bunlar. Her resim, kasvet ile huşunetin kıyısına
indirgenmiş bir acımasızlıkla, tek bir temaya odaklanmıştır. Bu fevkalade
kişisel üslup, bir Hopper resminin, aniden hatırlanan bir ân gibi, insanın
zihninde ışıklar saçmasına yol açar.
Gariptir, Hopper bu kişisel
üslubu, resimden yıllarca uzak durarak geliştirdi. New York School of Art’da
illüstrasyon ve resim eğitimi gördükten sonra, 1906’da Paris’e gitmiş ve gene resim
üzerine çalışmıştı ama, insanların arasına pek karışmadı. Sanat çevrelerine çok
ender girdi. Amerika’ya döndü. 1913’teki meşhur Armory Show’da bir resim sattı.
Sonra da, on yıla yakın süreyle resim yapmayı bırakıp kendini ticari
illüstrasyonlara verdi. Bir müddet de, oyma baskılar üzerinde çalıştı. Işık ve
gölgeyi vurgulayışına son derece uygun bir türdü bu. Sonra suluboyaya başladı,
derken yağlı boyaya döndü. Yağlıboya, onun yelpazesini genişletti.
Edward Hopper, Paris’ten ABD’ye
döndükten sonra hep aynı yerde oturdu, stüdyolarını da hiç değiştirmedi. Son
derece sakin ve düzenli bir hayatı vardı, ani değişimler ya da sarsıntıları
içermeyen. Hatta psikolojik ya da sadece coğrafî cinsten olsalar da (ikamet açısından).
Edward Hopper’ın mekânı, 1908’den itibaren hep New York’taki aynı adresti. Bu
tarihten öldüğü güne kadar, elli yılı aşkın süreyle, stüdyosu, 3 Washington
Square North’un üst katındaydı. 1920’lerden sonra şöhreti bulması da onu zerre
kadar etkilemedi. 1924 Temmuz’unda evlendiği karısı Josephine Verstille
Nivison, ya da kısaca Jo ile hep orada yaşadı, sakin sessiz. Hayatındaki tek
kalıcı değişik mekân, Cape Cod’daki South Truro’da bulunan, önce bir yıllığına
gidip, 1930'da satın aldıkları araziydi. Burada daha sonra bir evle bir stüdyo
inşa ettirdi.