NAZİLER: Tarihten Bir Uyarı












görüntüler Nazıs: A Warning From History belgeselinden

Führer hayatına son vermeye karar vermişti. Bunu yapmaya, Sovyet askerleri sığınağına birkaç sokak yaklaşmışken karar verdi. 30 Nisan 1945 günü saat 03.30'da kendini vurdu. Nazizm artık yok olmuştu. Ama bunun bedeli çok ağırdı. Almanların, İtalyanların aksine sonuna kadar savaşmalarının ve Hitler'den kurtulmak için çaba göstermemelerinin birçok nedeni vardı. Çünkü onlara, yıllardır insanüstü varlıklar oldukları söylenmişti. Hitler, öldükten sonra arkasında güçlü bir Almanya bırakacağını söylemişti. O'nun yerine Dünya'ya unutmayacağı anılar bıraktı. İnsanların neler yapabileceklerini kanıtladı.

Naziler tarafından yargılanan Almanya doğumlu filozof Karl Jaspers
 savaştan sonra şöyle yazmıştı:


Bu olanlar, sadece birer uyarıdır.


Unutmak suçtur.


Bunun bir kez daha olması mümkündür.


Her an, her saniye böyle


bir kıyım tekrar yaşanabilir.

HİTLER


Hitler böylesine olağanüstü yeteneklere sahip olmasaydı, asla bu denli büyük felaketlere yol açamazdı. En kötüsü, Tanrı'nın bu kadar kötü bir insana ilahi bir yüz vermiş olmasıydı; gülmesi, gözyaşları, dili, vb. hepsi içtenliğin havasını taşıyordu. Die Gegenwart, 1 Ağustos 1951

"Bir Ulus, Bir Devlet, Bir Önder!"

Büyükamiral Raeder, 23 Mayıs 1939 tarihinde Hitler'e gerçek amacını sorduğunda, aldığı yanıt, en az kendisi kadar Führer'i de hayrete düşü­rür; sorunun muhatabı, gizli bir gücün etkisinde, gerçeği öylece itiraf etmek zorunda kalmıştır sanki. Hitler, sakladığı sırları üç bölüme ayırır; ilki, karşılıklı konuşurken gizledikleri; İkincisi, kendisine ait olanlar; sonuncusu ise, geleceğe ilişkin ve henüz toparlayamadığı problemler. Bu açıklama, sır küpünden farksız Führer'in her an ve her yerde oynadığını göstermektedir bize. Bir başka deyişle, ne yüz yüze konuşurken, ne de kürsüde on binlerce insana hitap ederken gerçek yüzüyle tanıyabili­riz onu.

Canetti, "Speer'e Göre Hitler" başlıklı yazısında, bu sayrılı kişiliğin eşsiz bir portresini çizer. Obersalzberg’deki evinde, yakın çevresini sı­radan birkaç insanla geçiştiren Hitler, ancak bu sayede aradığı güvence­yi bulmaktadır: "Bu insanlar tümüyle ona bağımlı olduktan başka, ona ilişkin herhangi bir fikir sahibi olabilecek yeteneğe de sahip değillerdir. Çevresindekiler onun kafasını asıl dolduran şeyler konusunda, başka deyişle planlarına ve kararlarına ilişkin olarak hiçbir şey bilmezler. Bu çevrede Hitler, hiç rahatsız edilmeksizin kendini gizine verebilir: Bu gi­zin güvenliği, onun varlığının temel koşuludur.... Kilo alma olasılığın­dan ötürü kaygı duyar, ama bunun kendini beğenmişlikle ilgisi yoktur: Göbekli bir Führer düşünülemez."

Görüntü her şeyden önemlidir Hitler için; dolayısıyla kürsüde nasıl durduğu, ne dediğinden çok daha fazla ilgisini çeker. Halka seslendiği alanların tarihte görülmemiş boyutlarda olması özlemi, hiç kuşkusuz, bu saplantının sonucudur - sınır duygu- sundan yoksun alan tasarımı, kendi sonsuzluğunu ima etmektedir. Bu yüzden görüntüsü üzerinde bir taarruz planı hassasiyetiyle durur; çünkü her defasında yandaşlarını yeniden fethetmek zorundadır.

Hitler'in iktidara geldikten sonra tüm devlet dairelerine asılmasını öngördüğü bir fotoğrafı bu konuda hayli ipucu veriyor bize. Alttaki ya­zının mesajı kesin: "Bir Ulus, Bir Devlet, Bir Önder!" İlk ikisi ne denli tek ise, Führer de öyle - halkıyla ayrılmaz bir bütün olan Önder, halkın yerini almıştır sessizce. Uzantılarına hâlâ tanık olduğumuz bu fikrin ar­dında yatan anlamı bilmeyen yoktur: ya ben, ya ben. Bu saplantı, yenil­ginin kaçınılmaz olduğunu hissettiği andan itibaren, tüm Alman ulusu­nu öldürmeyi planlayacak denli Hitler'in gözünü döndürmüştür: "Sava­şa Hitler'in sürüklediği ulus daha zayıf olduğunu kanıtladığından, geri­ye kalanların da yaşamaya hakları yoktur. ... Öldürülenlerden oluşan kitle, daha da büyümek için çağrıda bulunmaktadır.... Kendisinden önce ve sonra olabildiğince çok insan ölmelidir."

Aslında resim ile öngörülen "tek adam" imgesini çok daha güçlü bir biçimde vurgulama olanağı varken fotoğrafın seçilmiş olması rastlantı değildir. Hitler'e göre ressam ne denli kişisel bir üsluptan arınmış olur­sa olsun, yine de fırça ve boya sanatçıdan belli bir iz bırakacaktır tuval­de. Oysa Führer'in görüntüsü, kendisine hiçbir şeyin müdahale etmeyeceği kadar saydam olmalıdır - o ve ulusu mutlak biçimde baş başa kalırken, her türlü aracı bir kenara çekilmelidir. Görüntüsüne herhangi bir müdahale olanağı tanımayan insan, sadece kendine hayran olmakla kal­maz, baktığı her şeyde kendisinin cılız bir kopyasını görür; bu, bitme­yen takıntısıdır Hitler'in. O halde öteki (halk), önderinin görüntüsünü tıpkı bir ayna gibi yansıtıncaya dek her şeye müstahaktır; çünkü üstün ulus olmanın ön koşulu, Führer'in söylediklerine harfiyen uyup, kayıt­sız itaat etmektir. Böyle bir durumda fotoğraf, Hitler için sanat değil, öngördüğü pozda kendisini aynen yansıtan bir aynadır yalnızca.

Sürekli oynayan bir insan için resim ile raptedilen poz, alımlama sü­recine, zamana yayılan ifade olmanın sakıncalarını (özgürce yorumla­ma olanağı) taşır - etki daha güçlü olsa bile, sonuçta bir başkasının muhayyilesinde yeniden üretilmiştir model. Buna göre, özünde açık yapıt olmanın ayrıcalığını içeren resim ideolojinin farklı yorumları iptal eden çizgisine daima ters düşmektedir. Oysa Hitler için bundan daha sakın­calı bir şey yoktur; Führer'e bilinç niteliğinin merceğinden bakarak şu veya bu eleştiriye zemin hazırlayan her şeyin önü peşinen tıkanmalı, omnipotent nasılsa öyle algılanmalıdır. Despotizmi gizlemenin en kes­tirme yolu, önce gösteren ile gösterilen arasındaki bağıntıyı sabit hale getirmektir; her ideoloji, ilkin kuşku kavramını imha eder - başbuğ ne istiyorsa, doğru odur!

Nuit Et Brouillard (1955, Alain Resnais)


GECE VE SİS

00:00:00

Huzur veren bir kar manzarası bile Hasat zamanı bir çayırda, kargalar gökyüzünde uçuşurken, otlar tutuşur... Hatta bir yolda , arabalar, köylüler ve çiftler geçerken... Hatta bir mesire köyünün çan kulesi ve köy pazarı bile sizi bir toplama kampına götürebilir. Struthof, Oranienburg, Auschwitz, Neuengamme, Belsen, Ravensbruck, Dachau- bunlar haritalarda ve turist rehberlerinde adı geçen yerlerdir. Kanlar kurudu, Diller sustu. O blokların tek ziyaretçisi artık sadece kameralar. Bir zamanlar o mahkumların yürüdüğü patikaları tuhaf otlar bürümüş. Elektrik hatlarında ceryan yok. Kendi ayak sesimizden başka ses yok.

Yıl 1933... Makine harekete geçiyor. O millette düşünce ayrılığı yok. Ne şikayet ne de kavga var. Millet çalışmaya başlıyor. Bir stadyum veya otel inşa eder gibi toplama kampı yapılıyor: İş adamlarıyla, tahmini, rekabetçi tekliflerle, Ve şüphesiz bir kaç rüşvetle. Belirgin bir üslup ile değil bu kişilerin hayal gücüne kalmış. Alplere özgü bir usül. Garaj usulü. Japon usulü. Usulsüz. Mimarlar sükunetle bir tek defa geçilecek olan ana girişleri çiziyorlar. O sırada, Burger, bir Alman işçi, Stern, Amsterdandan bir Yahudi öğrenci, Schmulski, Krakow'dan bir tüccar ve Annette,  Bordeaux de bir kız öğrenci, günlük olağan hayatlarını yaşıyorlar, yüzlerce kilometre ötede kendileri için bir yer hazırlandığını bilmiyorlar. Bir ün kışlaları hazır oluyor. Tek eksiği onlar. Varşovada yakalanıyor, Lodz' dan sınırdışı ediliyor, Prag, Brüksel, Atina, Zagreb, Odessa veya Roma, Pithiviers'de gözaltına alınıyor, Vel-d'Hiv'de yakalanıyor, direnişçi üyeleri Compiegne' toplanıyorlar, baskınla, yanlışlıkla ve alınan kalabalıklar, Toplama kamplarına doğru yolculuklarına başlıyorlar.
Tren vagonları kilitlenip mühürleniyor. Her vagona yüzlerce insan tıkıştırılıyor. Gündüz yok, gece yok. Açlık, susuzluk, havasızlık, delilik. Bir telaş ve heyecan başlıyor. Acaba bulacaklar mı ? Ölüm ilk vuruşunu yapıyor. İkinci varışlarında gece ve sisle geliyor.

Bugün ayni patikalarda, güneş parlıyor.Yavaşça yürüyoruz patikalarda, ne arıyoruz ? Vagon kapıları açıldığında yere düşen cesetlerin izlerini mi ? yoksa, belki de namlu ucunda kamplara sokulanların, havlayan köpeklerin ve gözleri kör eden projektörlerin, biraz ötede ölülerin yakıldığı krematoryumun alevleri, arasında bu gece manzarası bir Nazi'nin kalbinde aziz duygular yaratıyor. Kampın ilk görüntüsü. Başka bir dünya

00:08:00

Hijyen bahanesi ile, mahkumları çırılçıplak soyarak gururla dipçikliylorlar. Saçları kesilmiş. Dövmeleri yapılmış. Numaralanmış. İstemeyerek de olsa anlaşılmaz bir sıra düzeni içinde, mavi çizgili üniformalarını giymiş, bazen "Nacht und Nebel" olarak bilinen deyimle tasnif edilmiş, "gece ve sis." Siyasi mahkumlar kırmızı üçgen, yeşil üçgen takılanlarla karşılaşıyor : Adi suçlular, sınıflarının larının ustaları. En yukarda, Kapo'lar, hemen-hemen herzaman adi suçlular. Daha da yukarısı: SS'ler, dokunulmazlar, on metre uzaktan konuşulabilinenler. En üstte de, Kumandan, kendi usülü ile kampı yönetiyor. Kamp hakkında hiçbirşey bilmiyormuş gibi davranıyor. Kim biliyor ki zaten ? Bu kampların gerçekliği, yapımcıları tarafından aşağılandı, ve onları sürdürenler tarafından hiç bir zaman anlaşılamadı gerçeği görebilmek için nasıl ümidimiz olabilir? Üç kişinin bir yatakta yattığı, tahta barakalar, saklandıkları çukurlar, kaçamak korku ile yedikleri ve uyumak bile bir tehlike olunca hiç bir tanımlama, hayal gücü bunların gerçek boyutlarını açıklayamaz:

Sonsuz, kesintisiz korku. Kiler, kasa ve hasır bir şilteye, ihtiyaç duyarız, elde etmek için mücadele edilen battaniye, suçlamalar ve lanetler, her ağzın tekrarladığı emirler, SS'lerin aniden ortaya çıkışı, çoşkuyla yaptıkları ani kontroller uygulamalı şakaları.

...

Obyknovennyy Fashizm (1965, Mikhail Romm)


Obyknovennyy Fashizm. 1965, Mikhail Romm 
(Sıradan Faşizm) 138 min

Bu belgeselde Alman Propoganda Bakanlığında bulunan Adolf Hitler'in kişisel fotoğrafları ve nazi asker ve memurlarının amatör olarak çektikleri
fotoğraflar kullanılmıştır.

Yapım Stüdyosu: Mosfilm
Yönetmen ve Yapımcı: Mikhail Romm
Senaryo: Mikhail Romm, Yuri Khanyutin, Maya Turovskaya
Görüntü Yönetmeni: German Lavrov
Uygulama Yönetmeni: L. Indenbom.
Müzik: Alemdar Karamanov
Ses: Sergei Minervin, Boris Vengerovsky
Kondüktör: E. Khachaturyan
Anlatıcı: Mikhail Romm
Interns: H. Stoichev, S. Kulish.
Kamera: V. Zhanov, V. Pluzhnikov.
Montaj: Valentina Kulagina, Mikhail Romm
Yardımcı Yönetmen: S. Linkov, K. Osin.
Yardımcı Kameraman: Y.Avdeev
Yardımcı Film Editörü: T. Ivanova.
Foto Dizayn: B. Baldin
Danışman: Ernst Henry
Editör: I. Tsyzin
Yapım Yönetmeni: Y. Rogozovsky.





vesaire



Edebiyat benim için kıçıma soktuğum ve bana zevk bile vermeyen 
korkunç yapay erkeklik organından başka bir şey değil.

Flaubert


Nietzsche'ci bir kitap: BULANTI


Toplumsal önemi olmayan bir kimse bu, bir birey ancak. 
(Celine)

Gerçek şu ki Bulantı Nietzscheciliğin içine işlediği bir metindir;  hatta Bulantı'nın ötesinde, Sartre'ın ilk dönem metinlerinde, ama bazen çok daha sonraki metinlerde, gizliden gizliye de olsa, açık açık olmasa da gençlikte Nietzsche'ci olmasının izleri vardır.

Örnek mi? Roquentin'in siyasal ateizmi. Toplumdan ve bütün topluluklardan nefreti. Tepesine tünemiş, pazar kalabalıklarından, onların müstehcen üremelerinden uzak, tek başına bir insan görüşü. Kalabalık saplantısı ve ondan iğrenmesi. Tek adamın değil ama büyük kalabalığın lehine yapılacak bir eleme fikri. Hukuken insanlar özgür ve ayrı doğarlar. Dünyaya yalnız gelirler, sürü halinde yaşarlar. Kısaca ateizm. Sartre'ın yaşamının büyük maceralarından biri olan ve Gide'ı onu 'sonuna kadar yaşamakla övdüğü' ateizmin o büyük macerası. Aynı metinde, bunu yaparken Gide'in Nietzcschecilikten ders aldığını eklemiyor muydu? Bulantı'dan beş yıl sonra, Bataille'ın L'experience İnterieur'ünün eleştirisinde yaptığı yorumlardan birinde, Nietzsche'ye büyük ilgisini yinelemez mi? - "O da ateizmin bütün sonuçlarına katı ve mantıklı bir biçimde katlanmış bir atedir" demez mi? Evrensellikçiliğin reddi. Döllemeden nefret. Baudelaire'e kadar ama Baraiona ve Yollar'dan geçerek kısırlığa övgü Swift, Sade, Schopenhauer gibi- işittiklerimiz Nietzsche'nin sözleri- iğrenç tür yasasını durduracak kişi olma istenci. Suç gibi masumiyet. Aklın hastalığı gibi acıma. Gelecekteki Sartre'ı, büyük Sartre'ı olgunluk döneminin Sartre'ını düşününce, kelimenin tam anlamıyla birbirine katlanamayan üzgün insanlar topluluğu görüşü çok tuhaf -ve böyle çok iyi!
Kişi olmak, diyordu Duns Scott, yalnızlık neymiş bilmek" değil midir?

Alaylının yıvışık hümanizması ve rahip psikolojisi. Roquentin'in, daha sonra Mathieu'nun, kendi itirafına göre, Nizan dönemi Sartre'ının aristokrat kibri. Onların ahlakı ve benim ahlakım. Benim özgürlüğüm, onların sürülüğü. Uzaklaşma ve kaçma zevki. Vatanlardan, değerlerden, dinlerden tiksinme. Meydan okuma. Alay. Sosyal radikal inançsızlık. İlke düzeyine çıkarılmış sorumsuzluk. Beğenilmeme sanatı. Üstinsan. Söz yerini buldu. Sadece düşünce değil, söz de. Sartre, büyük Sartre geleceğin Marksisti ve komunistlerin yoldaşı, kendini tümüyle işçi sınıfının hizmetine verecek olan adam, gençliğinde pekala "üstinsandan" söz eder. Ve bunu Nizan konusunda yapar: " Görüyorum ki bizi buralara getiren üstinsanın kuluçka dönemiydi; insanları küçük görmemizin bizi onların saflarından ayırdığını, böylelikle insanları tümden yitirdiğimizi de görüyorum." Bunu yine Nizan'la ilgili olarak 'on altı yaşında' arkadaşının ona 'üstinsan olmayı önerdiği' ve 'büyük bir memnuniyetle kabul ettiği' günü yad ettiği Aden Arabie'ye önsözde yapar. Halihazırda üstinsanları Sacre Coeur tepesine tırmanıp, kafalarınca çılgınca özlemlerini, aynı zamanda edebiyat bilgilerini gösteren "Hey! Hey! Rastignac!" diye Paris'e seslendikleri günü anarken de. Kahramanı Paul Hilbert'in kendisi karanlık yaşamının sonun da, günün birinde, bir magnezyum parlaması gibi dünyayı güçlü ve kısa alevlerle aydınlatacak  üstinsan olarak gördüğü gençlik metni Erostrate'de geçer sözcük.

Üstinsan ya da değil, iyi yan ya da kötü yan, hiç önemli değil: Bouville 'burjuvaları' betimlemesinde, 'eşek çeneleri', şişik ve peltemsi etleri, berbat kokan zavallı nefesleri ile Roquentin'in midesini bulandıran pis heriflerle dolu, çamur ve öküzler kentinin güldüren ve korkunç tablosunda, aşıklarını ve sıcaklıklarını söylemek isteyen ama bunların sadece pisliklerini ifade edebilen o yaşayan ölülerin vahşi portresinde, 'Nietzsche insanlarının sonuncusunu, en iğrencini, öç isteminin ve hınçın canlandırdığı kişiyi tanımamak zordur. Ve tersine, bizzat kendini kendine model yapan ve "Ben başka bir türdenim." (Konuşan hep Roquentin) ya da " o rahat, koca suratlarını göreceğim düşüncesi beni tiksindiriyor" ya da "İnsanlara aşık bir ruhun uç verdiği o iyi ve boş göze bıçağımı saplamayı hayal ediyorum" deme cesaretini gösteren büyük 'ahlaksız' görüntüsünde (La Volonte de puissance'ın bir bölümünde 'taş gibi sağlıklı olmanın saklanacak bir yanı olmadığını söylediği) soyluyu ya da özü sözü bir ruhların temsilcisini tanımak zor değil. Yine sürekli kendini yaratma düşü. Ben'i yontma, onu her an yeniden yaratma, hazırlopu, maskeleri, komedileri aşma tasarısı. Gide mi? Bergson mu? Elbette. Ama Nietzsche de. İlkin Nietzsche. Nasıl öznelliği kendini üretme, eksintisiz fışkırma olarak tanımladığı zaman düşündüğü ve düşünülen hep Nietzsche'yse, aynı şekilde, Akıl Çağı'nda, ne İspanya için, ne Marcelle için, ne de Komünist Parti için sorumluluk yüklenen ve kendini hiç gelmeyecek bir dava için  yedeğe alan, sonsuza dek askıda beleş bir özgürlük ile nesnel bir özgürlük, bu 'için' Komünist Parti için olsa da (Brunet'ye göre özgürlük), arasındaki bütün tartışma, Zarathoustra'da deve, aslan ve çocuk eğretilemesinin kaçınılmaz yansımasıdır. Hiç vazgeçmediği ve Sözcükler'de ve L'idot de la Famille'de yanında olduğunu belirteceği ünlü bizzat kendine karşı düşünme paralosuna varıncaya kadar, birbirine karışmış Görüşler ve Hikmetler'in Nietzsche'sini işitmemek olası mı? " Kendine karşı tavır almaktan söz eden yandaşlarımız, kendi karşımızda yer almamızı asla bağışlamazlar'diyen Nietzsche'nin sesini. Bulantı'nın uzağındayız. Genç Sartre'ın da. Ama bu ilk etki öylesine güçlü ki, bu Nietzsche'ye yönelim öylesine direşkendir ki Communits et la paix ile başlayıp Mao dönemine uzayan en katı ve en dogmatik dönemin ta ortalarına kadar bundan bir şeyler kalır.

Bernard Henry Levy          




LE LIVRE BLANC (BEYAZ KİTAP)


Ne kadar geriye hatta zihnin duyuları etkilemediği yaşlara gidersem gideyim, oğlanlara duyduğum aşkın izlerine rastlıyorum.

Güzel cinsellik olarak adlandırmayı meşru bulduğum güçlü cinselliği her zaman sevdim. Ender olanı bir suç olarak mahkum eden ve bizi eğilimlerimizi yeniden biçimlendirmek zorunda bırakan bir toplumdan geldi mutsuzluklarım.



**

Rimbaud'nun İncil'ini uyarlamak yerine: İşte katillerin zamanı, gençlik şu cümleyi aklında tutmakla iyi eder: Aşkın yeniden icat edilmesi gerek. Tehlikeli deneyimler, toplum onları sanat alanında kabullenir, çünkü sanatı ciddiye almaz, hayatta ise mahkum eder.


Beyaz Kitap
(Altıkırkbeş Yayınları, 2003
Çeviri: Özgür Uçkan)




 Yazarsam rahatsız ediyorum. Film çevirirsem, rahatsız ediyorum. Resim yaparsam, rahatsız ediyorum. Resmimi gösterirsem, rahatsız ediyorum, göstermezsem de rahatsız ediyorum! Rahatsız etmek bende gelişmiş bir beceri.. Buna saygı gösteriyorum, çünkü ikna etmeyi severim. Ölümümden sonra da rahatsız edeceğim. Yapıtımın bu rahatsızlık kurumunun yavaşça ölümünü beklemesi gerekecek.

Jean Cocteau




Cocteau'nun Homoerotik Çizimleri




Camus X Sartre

Sartre'çı hayır, Camus'cu evet duygusu; birinin doğaya hayırı, ötekinin toprağa eveti; birinin kara ilhamları, ötekinin kozmik büyülenmeleri; bir yanda hiç bağdaşmayacağımızı hissettiğimiz bir dünyanın ürkütücü betimlemeleri, nesneler fobisi, her şeyi illa ve sürekli çıkarma, dünyaya ve hayasız çoğalmalarına allerji- öte yanda, neredeyse mistik esrimeler, Cezayir manzaralarının tarifsiz güzelliği, güneş ve mevsimler izin verdiği sürece, taşın ve tenin diyaloğu, ballı meyveler, toprak ve bereketi, sonsuzluk ve kozmosun güzelliği, kestane ağaçlarının yerine selviler, alametler ve yıldızlarla dolu gece, Roquentince bulantıya karşı greko-Cezayir atlet, güreşen sarhoş bedenler, tenin kutsal gizemi, kokuları, renkleri, ruhla duvağı, yapış yapışa karşı kuru, fazlası olan bir vücuda ve karşı koyulmaz çirkinliğine karşı doygun ten, Sartreçı politikacı Gide'e karşı Epikurosçu Gide, "Yarılmış etinden bal sızan altın sarısı iri Trabzon hurmaları."

Bir anlamda, sanat ve yaşama sevinci düzeni, elbette ve her zaman Albert Camus haklı bulunacaktır: Mutluluk, haz, şeylerle dostluk, uyum, kösnüllük, dünya ile barışıklık,  şimdiye bakma, an ahlakı -ve buna karşılık, Sartre'da, ara ve acı bir şekil, Augustin'ci 'acı gönül kırıklıkları', insanlar arası ilişkilerde ortaya çıkmaya hazır kin ve kancıklıktan kopmayan bakış.

Ama bir başka anlamda, tepkilerden sonra, kavramlar olan ilkeler, ahlakın ve ayrıca politikanın başka temelleri anlamında, nasıl olur da sözü Sartre'a bırakmayız, eski dostunun tarafını bırakıp onun tarafını tutmayız: Gerçekten de insanın doğaya boyun eğmesini savunan bir etik nasıl bir etiktir? Ne zamandan beri, değerler arzulara ve arzular dünyanın düzenine yerleşmiştir? Adaletten daha çok mutluluktan söz eden bir ahlak ahlak mıdır? Dünyaya bayılmakla, ona rıza göstermekle, onu kutsamakla yetinen bir siyaset siyaset midir?



...  sf 376, 377   Sartre Yüzyılı


Religious delusion


Nietzsche'ler


Canetti, tüm çağdaş felsefe tarihi tek şu ölçüte göre yeni baştan yazılabilirdi, der. Kim Nietzsche'yi okudu? Kim okumadı? Netzsche kimi düşündürüyor? Kim Nietzsche'den yardım almadan düşünüyor? Birinciler, Nietzsche düşüncesinin parıltısına karşı koyamayanlar, karşı koymak istemeyenler arasında da bir başka ayrım çizgisi: Bir yanda 'Zarathoustra'nın maymunları', öte yanda, Nietzsche'nin gerçekten zenginleştirdikleri, verimlileştirdikleri, kabından taşırdıkları...


Nietzsche'ci bir Sartre

Sartre'ın, genç Sartre'ın durumu oldukça açıktır. Nietzsche'den hemen hiç alıntı yapmaz, doğrudur. Ondan, Husserl'den, Heidegger'den ve hatta Kierkergaard'dan çok daha az alıntı yapar. Ama bu neyi kanıtlar? Lacan, Nietzsche'den alıntı yapar mı? Bataille'dan alıntı yapar mı? Bataille ve Nietzsche'nin Lacan metinlerinde alıntılanmamış olmaları onların ruh olarak olduğu kadar söz olarak da bu metinlerde bulunmasını engeller mi? Dolayısıyla, ilk Sartre olgusu; Nietzsche, Cosima ve Richard Wagner aşk üçgeninden esinlenen, ilk roman, Une Defaite olgusu vardır. Yazar, görünür bir biçimde kendisini Nietzsche ile özdeşleştirir. Aron'un çifte tanıklığı vardır. Birinde, Leon Brunschvicg'in bir seminerinde yaptığı açımlamasında, 'küçük dostunun' Heidegger'i keşfetmeden çok önce, rastlantısallık üzerine düşüncelerini ilk kez nasıl ifade ettiğini anlatır -bir diğerinde, sık sık yaptığı gibi, Nietzsche'den yola çıkarak bir akşam yeni kavramlarını onun üstünde 'denediğini', 'kendi için' ve 'şeylerin saçma devinimsizliği' arasındaki karşıtlığı nasıl geliştirdiğini anlatır. En geç dönemlerinceye varıncaya kadar ve dahil olmak üzere, dağınık göndermeler, anıştırmalar vardır. Örneğin kendi ahlaki yalnızlığını, kendi, edebi başarısızlığını, doğduğunu hissettiği deliliği, neredeyse körlüğünü ve acıları içinde, -evreni istemek istemiş- bir Nietzsche'yi anımsatır - Ayrıca, 1966'da bir Durumlar Tiyatrosu'nda Nietzscheci varsa, 'Apolloncu ve Diyonisosçu' farktan söz eder. Tersine, aniden mesafe koymaya yönelikmiş gibi gelen baştan savma, hatta hafif yargılar vardır. Örneğin Brice Parain'in kitabını eleştirirken şöyle yazar: "Parain, İktidar İstenci'nde bulduğu berbat bir düşünceyi  üretmekten çekinmemiş; biliyoruz ki Nietzsche filozof değildi, profesyonel felsefeci Parain neden bu zırvaları tutar ki?" Ama özellikle de bizzat metinler var; 1938'de yayımlanmış olan ve zaten Varlık ve Hiçlik ya da Özgürlük Yolları gibi, Zarathoustra'nın yazarından alınmış şifreli, itiraf edilmeyen alıntılarla dolu olduğu izlenimi edinilen Bulantı başta olmak üzere büyük metinler vardı.


1938'de Nietzsche'ci olmanın birçok tarzı vardır.

Gide'in Nietzche'si var - Nimetler'in, arkasından Yeni Nimetler'in örtük ve Angel'e Mektuplar'ın ya da Dostoyevski'nin açık Nietzsche'si: Acımasız ve asi, kabul edilmiş tüm putları ve değerleri yıkan bir Nietzsche; rahatlıktan, konfordan, yaşamı daraltan, uyuşuklaştıran, uyutan her şeye direnen bir Nietzsche; her şeyi yıkan yerle bir eden bir Nietzsche - "Ama bunu korkusundan değil, acımasızlığından yapar; eskimiş şeyleri kaldırıp atan yeni bir fatih gibi soylu, utkulu ve insanüstü..."


Bergson tarzı bir Nietzsche var -ama dikkat, daha özgür, daha saldırgan ve daha cin; kabaca gerçeğin bütün üstünlüklerini kendinde toplayan (perspektivizm, soyut anlağı yadsıma, açık Kant karşıtlığı, iktidar istenci olarak kutsanmış dirimsel atılım, dönemin serbest fikirlerinin başlıca düşmanı, örneğin Durkheinimizme karşı mücadele) ama sakıncalarını taşımayan ( kurumsal yanı, bekçi köpekçiliği; Collage France'da hocalık, çalım, kurum, pek ince bilgiler, salonların gülü). Yaşam öyküsünü yazan Charles Andler onu  peşini bırakmayan ve onu aşan bir felsefenin, Matiere et Memorie ve L'evolution creatrice'in yazarının -tabii ya!- felsefesinin öncüsü olarak sunmaz mı?

Alman düşüncesinde kökleşmiş ve La Genelogie de la Morale'da trajik ve antifaşist büyük bir politikanın ana çizgilerini gören Karl Jasper gibi başka Almanların yorumladığı bir Alman Nietzsche vardır.

Henri Lefebvre'nin (1939), kuşkusuz savaş öncesinde, heba olmuş ünlü Cenevre Konferansı'nın Jaures'inin de olan sosyalist Nietzsche vardır.

Dönemin Bakunin'le, özellikle de Max Stirner'le benzerlik kurmaktan çekinmediği, siyasal anarşizm kuramcısı, salt erkinlik yanlısı bir Nietzsche vardır.

Züppelerin Nietzsche'si var. Jules de Gaultier'nin Nietzsche'si var. Gerçekte okunmayan ama özellikle gençler arasında pek moda olan ahlaksız ve rezil bir Nietzsche var.

Tabii faşistlerin Nietzsche'si var. Kız kardeşi Elisabeth'in Nietzsche'si, var. Bizzat kendi, Ezeli Dönüş kuramına karşı tek ciddi kanıt der. Maurrasçılık içinde Maurras'ya karşı mesafeli durmak için Nietzsche'yi kullanan Fransızların Nietzsche'si var - ve bu Thierry Maulnier'nin 1933'te, Rieder'de çıkan denemesinde konu olur; Georges Valois'nın L'homme qui vient'i ya da Action Française'in kurucusunun karşısına Nietzsche'den sonra ve Nietzsche'ye göre kötülük ile yaşam arasında ayırdığı, esrarlı bağı çıkaran Drieu. Bir de daha karmaşık, 'Proudhon Kulübü'nün kurucusu, Bergson'un öğrencisi - daha önce gördük- Sorelci ve sol Maurrasçı Edouart Bert'in Nietzsche'si var.

Ama karşı kampta radikal antifaşistlerin kampında, parolası Nazilere zırnık bırakmamak, özellikle de Nietzsche'yi onlara kaptırmamak olan otuzlu yılların ilericilerinin bir saldırısı var. Bu da Caillois'tır. Bataille'dır.


B.H. Levy

Hay maskara hay!



Hay maskara! Hay maskara hay! Hay maskaralar maskarası hay!
Hay maskara! Hay! 

(Nietzsche)



Akla Kara Arası


Eski Camii, Edirne, 1956 "Allah ve Kadınlar" ( Ara Güler)


Bu fotoğrafın tartışılmaz büyüsünün nereden geldiğini sık sık düşünmüşümdür; kazandığı büyük ünün, fotoğraf tarihinin en tanınmış kareleri arasına girmesinin nedenlerini... Türk fotoğrafının olduğu kadar dünya fotoğrafının da en ünlü yapıtlarından biridir Allah ve Kadınlar. Baskıları müzelere, ünlü koleksiyonlara alınmış (Fransa'da Bibliotheque Nationale, ABD'de Sheldon Memorial Art Gallery hemen aklıma gelenler); sergilere, yayınlara, kitaplara girmiş. Yapımcısının ününü aşan bir ün ve yaygınlık kazanmış. Taklit edilmek istenmiş; birçok ünlü fotoğrafçı, gelip Edirne'de, Eski Cami'deki yazını çevresinde dolaşmışlar. Ama boşuna; bir benzeri daha çekilememiş. Nedir dersiniz bu fotoğrafın gizi? Ya da 'şeytan bunun neresinde?'

Malraux'nun, bir televizyon söyleşisinden anımsadığım ve kaynağını tam olarak bilmediğim bir düşüncesi var. Aşağı yukarı şöyle diyor ünlü düşünce adamı: "Sanat olgusunu açıklamaya yönelik çabalar, kaçınılmaz biçimde, sanat yapıtının yanına düşerler; açıklamada eksik, yetersiz kalırlar." Allah fotoğrafının gizini açıklamak da, sanırım Malraux'nun düşündüğü gibi olanaksızdır. Açıklanacak, anlaşılacak bir yanı yok bu fotoğrafın; tüm gerçek sanat yapıtları gibi duyulacak yanları, heyecan, duygu, gizem yükleri var. Ve olsa olsa ne söylediği değil, nasıl söylediği konusunda konuşabiliriz, düşünebiliriz.

Dört ana öğe var bu fotoğrafta. Eski ve görkemli bir taş duvar; olağanüstü güzellikte bir duvar yazısı (Alain Gheerbrandt'a göre: ürpertici bir graffiti'dir bu); bir taş seki ve çarşaflı iki kadın, iki canlı kara leke. Kat kat anlamlarla, çağrışımlarla yüklü, dört yalın ve çarpıcı görüntü. Bir japon ozanı bunlarla bir hai-ku söyleyebilirdi; tanrıya, geçmişe, zamana ve yaşama derinlemesine göndermeler yapan bir kısa şiir kurabilirdi. Bir türk fotoğrafçı/ozan'ı da bir fotoğraf çekmiş, bu dört öğeyi bir arada, karşısında bulunca. Eski Cami'nin o görkemli duvarı önünde, Allah yazısını dibinde o iki kara lekeyi görünce, Rolleiflex'ini sessizce kurmuş, usulca yaklaşmış (çekimi nasıl yaptığını Ara Güler bile anımsamıyordur belki ama ben tahmin edebiliyorum). Ve çekmeye başlamış. Bir av geriliminin doruğunda, beş on saniyelik bir yaratı süresince yakalanan altı kare. Küçük açı farklarıyla, ama aynı dört öğeyle oluşturulmuş altı şiir istifi.     

Samih Rifat'ın
Akla Kara Arası kitabından

Woman Beauty





Pessoa'nın Sandığı

Pessoa bir küçük burjuva bile olmamayı seçmişti.

XX. yüzyılın iki uç şairi, hem konumlarıyla, hem de yapıtları ve duruşlarıyla enkenarda kalmak istemiş Kavafis ve Pessoa, sağken pek az ürün yayımlamışlardı. Merkezde değildiler; İskenderiye de, Lizbon da yarı açık, aslında yarıdan fazla kapalı kentlerdi yüzyılın ilk yarısında. Merkezle, İngiliz kültürü aracılığıyla belli bir organik bağları olmuştur; ama bir yandan mesafeli bir ilişki geliştirdikleri, bir yandan da Londra'nın tutucu bir merkez kaldığı gerçeğini gördükleri hemen söylenebilir de: Sonuçta, kendi dünyalarını kurmuşlardır, diyebiliriz.

İki küçük memur. Sivrilmeyi; Perse, Claudel, Stevens gibi yüksek sorumluluk gerektiren ikinci uğraş tırmanışına geçmeyi akıllarından geçirmemiş, besbelli öyle özellikler de taşımayan iki münzevi. Kavafis'in yaşamında temel serüvenin payı küçümsenemez şüphesiz, gene de yapayalnız yaşamış, ölmüştür. Pessoa o boyutu da siler hayatının akışından: Sevgili Ophelia'sına yazdığı mektuplar, Ophelia'nın tanıklığı gösteriyor ki marazi yazı yaşamını hiçbir biçimde paylaşmaya yanaşmıyor. Kafka/Felice, Kierkergaard/Regina çiftlerinin tıkanış denklemlerinin bir çeşitlemesiyle karşı karşıya olduğumuza daha önce değinmiştim...

Pessoa'nın uzak komşularından ayrıldığı yer: Yazdıklarını pekala yayımlayabilecekken onları sandığa kaldırıyor, bile isteye posthume olma statüsünü benimsiyor: Yazarlık hayatı, hayatı bitince başlasın.

Büyük bir sandık. Herbiri, tamamlandıkça, ayrı zarflara yerleştirilip içeri alınan, toplam kırk bin sayfadan oluştuğu bilinen bir yapıt. Yayımladığı kitaplar var, öte yandan; gençliğinde birkaç (biri doğrudan ingilizce yazmış olduğu) kitabı çıkıyor, sonrasında, bilindiği gibi takma isimleri, hatta kimlikleri kullanıyor, Lizbon sokaklarında, iş yerlerinde ve kahvelerde neredeyse incognito dolaşıyor, elini kolunu rahatça sallayarak.

Pessoa'nın sandığı bir fantezi değil, bir fantazma da,
 XX. yüzyılın yazı insanı için: Ciddi bir seçenek.      

E. Batur


Pessoa Şiiri


Bilmem yıldızlar mı yönetir dünyayı
Ya da tarot veya oyun kağıtları
Bir şeyleri açığa vurabilir mi.
Bilmem, zarların yuvarlanışı
Bir sonuca götürebilir mi.
Bir bilmediğim de şu ama:
Bir şey elde edilebilir mi
Pek çok insanın yaşadığı gibi yaşayarak

(5 Ocak 1935)


Pessoa, Kendine Yabancı


(yazı: octavio paz)

Pessoa, 1888 yılında Lizbon'da doğar.Babasının ölümüyle daha çocuk yaştayken yetim kalır. Annesi sonra tekrar evlenir.1896 yılında, annesinin Portekiz konsolosu olan eşinin görevi nedeniyle, hep birlikte Güney Afrika'daki Durban'a göçerler. Pessoa orada ingiliz eğitimi alır. Zaten iki dilli olan şairin düşünce ve eserlerindeki anglosakson etkisi kendisini sonuna kadar hissettirecektir. 1905 yılında Kap şehrindeki üniversiteye gitmek ister, ama bu olanağı bulamaz ve Portekiz'e geri dönmek zorunda kalır. 1907 yılında Lizbon'daki üniversite öğrenimini yarıda bırakarak bir matbaa kurar. Sonuç: "Hüsran" Bu kelime ondan sonra hayatının birçok evresinde ortaya çıkacaktır. Ardından yurt dışı yazışmanı, yani Fransızca ve İngilizce iş mektuplarını ayaküstü yazıveren biri olarak çalışır. Ömrünün büyük bölümünde yaptığı bu işle geçinir. Üniversite kapıları onun önünde sadece bir kere, o da sonuna kadar olmadan açılır; ama Pessoa, çekingenliğinin vermiş olduğu gururla bu teklifi reddeder. Çekingenlik ve gurur dedim: aslında isteksizlik ve gerçeklik demeliydim. 1932 yılında bir kütüphaneye arşivci olarak girmek ister, ama oradan da geri çevrilir. Bütün bunlara rağmen hayatında bir başkaldırı yoktur, tam tersine sadece kibirlilik gibi gözüken alçakgönüllülük.

Afrika'dan geri döndükten sonra Lizbon'u bir daha terk etmez. Önce, evde kalmış, yaşlı teyzesi ile deli büyükannesinin yanında, bir süre de tekrar dul annesiyle birlikte yaşar. Taparcasına sevdiği annesi öldüğünde otuz yedi yaşındadır. Hayatının geri kalan bölümünü kah orada kah burada geçirir.Arkadaşlarıyla caddelerde ve kafelerde buluşur. Eski kent merkezindeki tavernaların ve lokantaların yalnız içkicisidir.

...Angloman (ingilizce yazılmış her şeye tutkuyla bağlı kimse), miyop, nazik, utangaç, siyah elbiseler giyen, çekingen ve basit, milliyetçilik dersleri veren bir kozmopolit, önemsiz şeylerin törensever araştırmacısı, hiç gülmeyen ve damarlarınızdaki kanı donduran, başka şairlerin kaşifi, içtiğimiz su ve aldığımız nefes kadar berrak paradoksların yazarıdır o; gizemi uygarlaşmamış gizem dolu birisi, öğle vakti gökyüzünde ay gibi gizem dolu. Portekiz öğlesinin suskun hayali: Kimdir bu Pessoa?

Resmi hayatı yarı karanlıktadır. Alelacele edebi çalışmaları belirgin isteksizlik dönemleri izlemekteydi. Oldukça az olan çalışma hırsı ise bir kriz gibi gelip geçiciydi- bunu da resmi edebiyat çevrelerini şaşırtmak için yapıyordu; buna rağmen yalnız başına yürüttüğü çalışmalarına sadıktı. Bütün büyük çılgın insanlar gibi hayatını hiç yazmayacağı eserlerin planlarını yaparak geçiriyor ve yine güç istencinin az bulunduğu kişilerde görüldüğü gibi tutkulu ve esinli anlarında, patlamamak ya da delirmemek için, neredeyse gizemli bir şekilde, büyük planının kıyılarında her gün bir şiirini, bir yazısını, bir gözlemini kağıda döküyordu. Ode Maritima'daki lirik şiirlerinde ve "Walt Whitman'a Selam" şiirlerinde kederli bir eşcinselliğin izleri vardır. Bu büyük şiirler on beş yıl sonra Garcia Lorca'nın "Şair Newyork'ta" sını haber verir gibidir. Dağılma ve toplanma. Hepsi aynı mührün izini taşıyorlar: Bütün yazılanlar, onda bastıran bir ihtiyaç nedeniyle yazılmıştır.Zaten bu ihtiyaçtır, gerçek yazarı sadece yetenekli olandan ayıran.

(...)

Bir şey unuttum mu? Tabii ya, 1935'te Lizbon'da akciğer yetmezliğinden ölür. Eserlerinin çoğu henüz yayınlanmamıştır. (Ardında bıraktığı bir sandıktan çıkan belgelerin sayısı 27.543'tür: yazı, mektup ve kendi elinden çıkmış tüm yazılı belgeler)



" I know not what to tomorrow will bring. "

28 Kasım'da ateşi çıkan ve şiddetli karın ağrıları yaşayan Pessoa, Lizbon'daki Hospital Sao Luis dos Franceses'e yatırılır. Ertesi gün aklındaki son cümleyi kurşun kalemle ingilizce olarak not eder:

"Yarının ne getireceğini bilmiyorum."

Yarın ölümü getirir. 3O Kasım saat 20:30'da yanında doktor Jaime Neves, arkadaşı Franciso Gouveiea ve Victor Carvalho bulunduğu bir sırada yaşamını yitirir.