Gölge ve Işık
Yunanistan'da geçirdiğim dört yıl, muhtemelen hayatımın en güneşli dört yılıydı. Gölgeyle karışık yıllar. Bu durumda gölge, diyebiliriz ki, buhar banyolarının gölgesiydi, asker sinemalarının gölgesi, son derece belirgin, göze çarpan askerlerdi gerçekten de. Yunanistan'ı erotik elektiriğin en yoğun olduğu Arap dünyasının ülkeleriyle birlikte- nadir ülkelerden biri olduğu için de çok sevdim, ve belki de bu yüzden o kadar uzun süre kaldım. Her halükarda, artık hapishaneye gitmek istemiyordum.
On beş yaşında, on dört, on beş yaşlarında bir hastalığa yakalandım, belki hayli ağır bir hastalık, ağır değil, her halükarda bir çocuk hastalığı, ve Kimsesizler Yurdu'nda her gün, Kimsesizler Yurdu'nun hastanesinde, her gün, bir hemşire bana bir şekerleme getiriyor ve şöyle diyordu: "Bunu, sana yan odadaki küçük hasta gönderdi." Bir süre sonra, on beş gün sonra daha iyiydim. Bana şekerleme gönderen o çocuğu görmek ve de teşekkür etmek istedim, ve on altı, on yedi yaşlarında bir delikanlı gördüm, o kadar güzeldi ki daha önce benim için var olan şeylerin artık hiçbir önemi kalmamıştı. Tanrı, Bakire Meryem, hiç kimse yoktu artık, o Tanrı'ydı. Ve bir çocuk olan o delikanlının adı neydi biliyor musunuz? Adı Divers'ti. Ötekinin adının Personne olması gibi yani. Ve bu Divers'in, hala yaşıyorsa yetmiş dört yetmiş beş yaşında olması gereken bu Divers'in, hepsi de o günden on yıl öncesine kadar benim sevgililerim olmuş yığınla sureti çıkarıldı. Ama soluk suretler değil, aksine bazen aslında daha güzel suretler.
İşte Tanrı'yı en iyi Yunanistan'da tanıdım. Yunanistan'da, ve size söylediğim gibi , Arap ülkelerinde.
GENET
*
(Saint) Genet, tanca'da küçük bir ispanyol mezarlığında şimdi,
denize bakan bir yalıyarın tepesinde.
*
(Saint) Genet, tanca'da küçük bir ispanyol mezarlığında şimdi,
denize bakan bir yalıyarın tepesinde.
Etiketler:
Queer
Ferit
Kilisenin önündeki alandan, Saint Germain'e çıktım, orda ağaçların dibinden yürümeye başladım. Lip birahanesinin önünden geçerken Ferit'i gördüm, camın önünde, bana el salladı. Kapıyı açıp girdim. Terasta sakalıyla, güzel bir biçimde oturmuş, bira içiyordu.
"N'apıyorsun?"
"Otur bira içelim"
Masanın üzerinde birkaç kitap vardı: Rabelias'ın özel baskılarından biri, bir de yeni kuşak yazarlarından birinin romanı; sonra bir Marguerite Yourcenar. Gelen garsona:
"Bir bira" dedim.
Akşam üzeri.
"N'apıyorsun?" diye bu defa o sordu.
"Hiç" dedim. "Biraz iyi, biraz kötü, yaşanıyor."
Bir süre sonra bira bardağını daha ağzından çekmeden:
"Yirmi beş yaşında ölecekmiş gibi kurdum yaşamımı, ölmeyince her şey berbat oldu," dedi.
"Aldırma. Bu durumu biz yüklemedik ki kendimize," dedim. "Niçin bugün, bu anda, bu yıllarda, bu dünyanın ortasında..."
Dışarıya bakıyordu. Ardından garsona seslendi, iki bira istedi.
"Kendi seçmediğin bir durumun bütün sorumluluğunu yüklenerek sürdürmeye çalışmak. Bağışlanan bir şey varmış gibi," diye söylendi.
"Artık iş işten geçti," dedim. "Bu duygudan cayamıyorum ama, bunu ben de istemedim."
Durgun bir gündü. Çok sıcak değildi. Saint Germain bulvarı yarı yerine değin güneşli, duruyordu, geçen taşıtlarla kaynıyor gibiydi.
"Gözden geçirip durmak, ne olumlamak, ne de caymak, cayılır belki, ya da olumlanır."
"Umudum yok benim," demek istedim, diyemedim ama, "ne üzerine umudum yok," diye düşündüm. Camdan dışarısını gözlüyorduk. "Umut ya da umutsuzluk üzerine bir düşünce öne sürmemek, bir şeyler yapmak, bir şeylere bakmak, temel soru, karşılıksız, böylesi oluş, olduğu gibi, böyle bu, bu gerçek, böylece bu."
Demir
De yayınları, 1.baskı 1966
Kaldırımlarda
Kaldırımlarda
Etiketler:
Edebiyat
Fotoğrafın gerçeği
İlk yayınlandığı yıllardan bu yana gözümün önünden gitmedi: Vietnam Savaşı'nda bir napalm saldırısından kaçan çocukların fotoğrafı. Önde ağlaşarak koşan beş küçük çocuk; arkada üç dört Amerikan askeri; daha geride kara dumanlar, kapkara bir gökyüzü, yanan köyler, tarlalar. Cehennem! Fotoğrafın en çarpıcı yeri tam ortasıydı: çırılçıplak bir kız çocuğu, ağlayarak koşuyordu fotoğrafı çekene doğru. İnsanoğlunun aşağılanmasında ulaşılabilecek en uç noktalardan birini saptıyordu bu fotoğraf. İsa bir kez daha çarmıha geriliyordu sanki; bir kız çocuğunun çıplak, kemikleri sayılacak derecede zayıf bedeninde Tanrı bir kez daha öldürülüyor, saflık, iyilik, masumluk gibi şeyler ayaklar altına alınıyordu. Bir isyan kabarıyordu insanın içinde; acımayla karışık bir tiksinme duygusu. Dehşet!
Yıllar sonra Vietnam savaşıyla ilgili bir belgesel izlerken, bu fotoğrafın çekim anının çekimi çıkıverdi ansızın karşıma. Fotoğrafı ve o korkunç sahneyi hemen tanıdım. Ama hiç aklıma gelmeyen başka şeyler de vardı kameranın taradığı bölgede: o unutulmaz fotoğrafın gerçeğini birden bire değiştiren, kaydıran öğeler. Her şeyden önce, fotoğrafta görünmeyen, üç beş fotoğrafçı daha ve bu sahneyi filme çeken kameraman. O beş çocuk koşarak, ağlayarak üstlerine gelirken, durup onlara sarılacak yerde geri geri yürüyen, kameralarını çalıştıran ve fotoğraf çekmeyi sürdüren üç beş adam. Ve fotoğrafın alanının sağında kalan bir iki seyirci; yanılmıyorsam bir iki asker daha. Ben hep tek bir fotoğrafçı, savaşın karmaşası içinde koşuşurken bu olağanüstü sahneye rastlamış ve bu ölümsüz kareyi yakalamış diye düşünmüştüm bu fotoğrafa baktığımda; fotoğrafçının görmediklerini -görmek istemediklerini- arkasındakileri hiç aklıma getirmemiştim. Resimdeki sekiz kişiye karşın bir ıssızlık duygusu alıyordum bu fotoğraftan; yoksul bir köyün kıyısındaydık besbelli; ötelere uzanan bomboş yol, arka plandaki durağan, kara askerler, bir izlenimi destekliyordu. Oysa olay yeri gösterdiğinden daha kalabalık, olay da daha uzundu ve belli belirsiz hazırlık, giderek "sahneleme" öğeleri içeriyordu. Filmde küçük çıplak kız koşusunu sürdürüyor, ekranda büyüyor - besbelli filmi çekenin ilgi odağı da oydu - ağlayarak kameranın önünden geçip sağa doğru gidiyor, sonra duraklıyor, fotoğrafçılar harıl harıl fotoğraf çekiyorlardı. Gerisini anımsamıyorum; anımsamak da istemiyorum. Bu satırları yazarken amacım, savaş muhabirlerinin görev ve işlevlerini ya da işin "etika" yönünü tartışmak değil. Fotoğrafın saptadığı anla ilgili başka bir bilginin, fotoğrafın anlamını ve gerçeğini kolayca değiştirebileceğini söylemek yalnızca. Ben bu fotoğrafı aynı gözle görmüyorum artık. Fotoğrafın benim için gücünü yitirdiği de söyleyemem; ama bir şeyler değişti içimde ve dışımda; fotoğrafın gerçeği - böyle bir gerçekten söz edilebilirse eğer- değişti ya da başka bir yere doğru kaydı. Gerçeğin nerede durduğunu hala bilmiyorum; ama insan denen yaratığın bu gerçeğe göre nerede durduğu konusunda şimdi biraz daha bilgiliyim sanki.
akla kara arası,
Samih Rifat
Etiketler:
Fotoğraf,
Fotoğraf Okumaları
TANRISAL HAYAT
"Kuzeyin, buzulun, ölümün ötesi - bizim hayatımız, bizim
mutluluğumuz...
Mutluluğu keşfettik, yolu biliyoruz,
labirentin binlerce yıllık çıkışını bulduk."
Kendinize sık sık şöyle demeyi
alışkanlık edinin: Oradaydım, oradayım, daima orada olacağım, zamanın sonuna
dek kendimleyim, gök ve yer gelip geçecek, ama inancım değişmeyecek. Sonuç
dehşet verici ya da gülünçtür; bütün bunları hafife almadıkça, ayaklarının
ucuna basarak suyun üstünde yürümedikçe, uçmadıkça. Bakın: Bir öküzü
andırıyorum, ama süzülerek uçuyorum, martıyım, şahinim, balıkçılım.
Çiçeklerde, bataklıklarda, üzüm bağlarında, dalgalarda yaşıyorum. Göç ediyorum,
bir yerden başka yere gidiyorum, yeniden diriliyorum. Gömüyorlar, canlanıyorum;
yakıp kül ediyorlar, atomlarım dayanıklı çıkıyor, bütünleşiyorlar. İnsanlığın
dünyasında kendimi tanımam için uzun süre beklemem gerekiyor. Düşlerim,
hastalık nöbetlerim, önsezilerim var, rastlantılarım var, bir başkası olduğumu
kabul etmek zorunda kalıyorum ve birden işte tekrar ben'im, ben'den daha güçlü
biri. Bu sırada, sevdiği insanları uyandırmaktan korkan biri gibi kendimle
yavaş yavaş, alçak sesle konuşmam gerekiyor.
Çok erken, sabah, güneş bakır
kırmızısı açık mor, bahçede küçük çakıllar soluk alıyor, pencerem bir saat
içinde ışığa boğulacak. Uzun süre yolculuk yaptım, eve yeni döndüm.
Kameramın gözü, haklı olarak beni Kişi diye gösterebilirdi. Fakat bir devrin
kronolojisini belirten şu cümleyi, öğleye doğru tuhaf bir heyecanla okuyacağım:
"3 Ocak 1887, Nietzsche, Nice'te,
Ponchettes'in 29. sokağına, güneşli bir odaya taşınıyor." Birçok kez
bölgenin 'alkion'lu' göğünden söz ediyor, ama bir alkion'un ne olduğunu
kimsenin hatırlayacağını sanmam, eski Yunanlılar bu efsanevi kuşun yuvasını çok
dingin bir denize kurduğuna inanırlardı, onunla karşılaşan denizciler için bu
tesadüf hayra alâmetti. Presage zaten güzel bir gemi adı olacaktı, pınarlar ve
ırmaklar tanrıçasına yakışan bir isim, bir deniz perisi, denizkızı büyücü kız,
bir peri kızı, çiçekli genç bir kadın, çağları aşan bir Ludi. Bilindiği gibi,
Nietzsche, Lou Salome (Salome!)
adında bir kadını sevdi, hatta onunla evlenmeye can attı. Yorumu çok ilginçtir:
"Doğrusunu söylemek gerekirse, doğal bencilliği şimdiye dek hiç böylesine
duymamıştım, tümüyle canlı ve olağanüstü, bilinçsizce olduğu kadar hayvansı
bir bencillik... Çok saygı duyduğum idealin hemen hemen bir karikatürü." O
sırada, 1882'nin Aralık ayında Rapallo'da, Monte Allegro'nun eteklerindeyiz.
Böyle Buyurdu Zerdüşt'ü yazmaktadır, uyumak için kloral alır, soluktan rahatsız
olur. Bunu izleyen yıl, 22 Şubat'ta şöyle yazar: Lou, Son zamanlarda karşıma
çıkan en zeki kişi. Ama falan filan." Ona göre bunun önemi yoktur, bundan
böyle onun adı 'falan filan' diye çağırılacaktır.
Beş yıl sonra, 15 Ekim 1888,
filozofun doğum yıldönümü. Ecce Homo'yu
yazmaya başlar, 14 Kasım'da bitirecektir, ancak yapıt ölümünden sekiz yıl
sonra, 1908'de yayımlanır, yani yazmaya başlamasından on dokuz yıl sonra. 20
Ekim'de, eski dostu Malwida'yla bozuşur. Kadın, Wagner Olayı yapıtını pek
takdir etmemiştir, o da bozuşmak için bunu fırsat bilmiştir. "Bir daha
söz aldığım için beni bağışlayın; bu, son kez olacak. Bütün insan ilişkilerimi
aşağı yukarı kestim; bunun sebebi, beni olduğumdan başka türlü görmeleri, benim
de bundan tiksinti duymam. Şimdi sıra sizde. Yıllardan beri size kitaplarımı
gönderiyorum; sonunda bir gün bana açıkça ve içtenlikle şöyle demeniz için: 'Her
kelime bana tiksinti veriyor' Ve bunu söylemekte haklı olacaksınız. Zira siz
bir 'idealistsiniz' -ve ben idealizmi içgüdüden oluşmuş samimiyetsizlik,
gerçekliği her bakımdan reddediş olarak görürüm; eserimin her cümlesi
idealizmin aşağılanmasını öngörür... Kararlı adımlarımı hiçbir zaman anlamadınız,
sözlerimin bir tekini bile. Yapacak bir şey yok; bunun aramızda açıkça
anlaşılması gerekir."
Bunun 'açıkça' anlaşılması,
niçin? Zavallı Malwida, Bir İdealistin Anılan adlı yapıtın yazarı, işte böyle,
Tarihin karanlık sayfalarına gömüldü, ama filozofa inanmayacak. Kendisine bu
cümleleri yazanın zaten çok rahatsız olduğunu, bunun da acı verici bir şey
olduğunu düşünecek.
Artık kadınlar yok, dolayısıyla
toplum da yok, nitekim anneye, sonra kız kardeşe tuhaf bir geri dönüş. Kız
kardeş işe el atıyor, filozofun imajını ve yazılarını kötüye kullanıyor, o
imajı yeniden Wagnerci gerdelin içine daldırıyor, sopasını Hitler'e sunuyor,
yaptığı çarpıtmalar ona zevk veriyor, onu coşturuyor. Oysa onun eseri yok
ederken kardeşinin cümleleri direniyor, az önce yazılmışlar gibi yılları
aşıyor, tutku dolu, öfkeli, derin bilgi taşıyan yorumlar halinde günümüze
kadar geliyor. Bakın, kalem her zaman günceldir: "Sabah aydınlığı bizim etrafımızı pırıl pırıl yapmıyor mu?
Canlılık egemen; yeşil ve yumuşak çimenlikle çevrelenmiş değil miyiz? Sevinç
duymak için bundan daha güzel bir ân olur mu?" Veya 1882'de Cenova'da: "Hâlâ yaşıyorum, hâlâ düşünüyorum: Hâlâ yaşamam lazım, zira hâlâ
düşünmem gerekiyor." Burada ben diye konuşanın ne önemi var? Düşünce
ve hayat daima birinci tekil şahsın ağzından dile getirilecek. Ama bu ben
birçoktur, aynı zamanda biz olur:
"Özgür
doğan biz öteki kuşlar."
Veya:
"Nereye
gidersek gidelim, etrafımızdaki her şey özgür ve güneşli."
...
Nietzsche kontrolünü kaybetmeden
önce, olayın tamamen farkına vardı: "Fırtınalar benim için tehlikedir. Beni
öldürecek fırtınaya yakalanacak mıyım? Yoksa fırtınanın üflemesini beklemeyen
bir meşale gibi sönecek miyim? O meşale yorulmuş, kendine doymuş, tükenmiş bir
meşaledir. Ya da tükenmemek için sonunda kendime mi üfleyeceğim?"
Bir aziz olmaktan çok kukla
olmak, bunun formülü bilinir.
Ama evet, gülün, alay edin, öç
alarak zevk duyun, geri dönün, evet, hadım edilmiş filozoflarınıza, sadaka
dilenen şairlerinize, ödlek yazarlarınıza, kaba saba patronlarınıza, dedikodu
yapan, gürültü patırtı çıkaran karılarınıza geri dönün. Gülün, gülün, itham
edin, birbirinize fısıldayın, iftira atın, çekiştirin. Ama dikkat, cin
çarpacak:
"El bize doğru uzanır, bizi
yakalamayı başaramaz. Bu, ürküntü verir. Veya: Kapalı bir kapıdan içeri
gireriz. Veya: Bütün ışıklar söndüğü zaman. Hatta: Çoktan öldüğümüz zaman. Bu
son yöntem, doğuştan yetim kalmış (bu sözcükler Fransızca) insanların
hilesidir."
Başını kaldırıyor ve önünde en az
bin yıl olduğunu bir kez daha düşünüyor. Bu, içi boş bir hayal değil, net bir
düşünce.
***
Torino'da
Yirminci yüzyılın (bunun yetmiş
yılı Gulag'da geçmiştir) dehşet verici alçakça oyunlarını öğrenen Mösyö
Nietzsche, ağzını sıkı tutup çok değişmiş bir halde Torino'daki kefeninden çıkıyor, zamana uygun biçimde giyiniyor,
dağda ya da deniz kenarında uzun yürüyüşler yapmaya gidiyor, kimsenin
görmediğinden emin olarak zıplaya zıplaya geri dönüyor, hafif bir şeyler yemek
için evine giriyor ve hayatını paylaşan küçük tezgâhtar kızın karşısına
oturuyor. Kız körpe ve güzel, sarışın, belki çok sarışın, kız ona iki-üç tatsız
uyarıda bulunuyor, konuşurken günlük komedinin ses tonunu kullanıyor, dünya
dönüyor, aşk Bohemya'nın çocuğudur, güneş parlıyor, galaksiler sizi buraya
getirmek için birbiri ardı sıra diziliyorlar.
Bölgenin belli başlı kodamanı
Mösyö Nietzsche'yi görmeye gelmiştir. Yerel milletvekili aday listesinde yer
almasını ister. Bir professore'nin çevrede her zaman iyi imajı vardır, hatta
söz konusu professore ortaya çıkmamayı tercih etse de. M.N. nezaketen öneriyi
geri çeviriyor, huzurunu bozmak istemiyor, bilimsel çalışmalarını sürdürüyor,
yüksek nitelikli filolojik araştırmalar, çok meşgul, münzevi hayatı ona
yetiyor, güncel sorunlar hakkında hiç yorum yapmıyor. Saygılı, ama toplumdan
kaçan biri. Dostlar yok, ziyaret eden yok, göze batan kötü alışkanlıklar yok,
para az (meğer ki bir yerlere çok para saklamış olmasın), yaşadığı çağa ters
düşen, anlaşılmaz bir aristokrat hava. Kadın arkadaşı kimseye söz etmiyor
ondan, zaten birlikte ne yaptıkları da bir türlü anlaşılmıyor, kadın ondan çok
genç, aynı çevrenin insanları olmadıkları açıkça belli oluyor, belki
kaldırımdan çıkıp gelmiş eski bir fahişe, herhalde çocuklar yok, köpek yok,
kedi yok. Yerel gazetenin yazı işleri müdürü ısrarla genel kültür konusunda
bir makale yazmasını rica ediyor, ama ona hiç karşılık vermiyor. Onun
portresini yazmak isteyen bir gazeteci başkentten kalkıp geliyor, ama hiçbir
şey yayınlanmıyor, yazı bayağı sözler bohçası gibi. M.N.'nin keyfi yerinde,
meyveli salatayı seviyor, televizyonda yalnızca savaş belgesellerini izliyor,
devamlı müzik dinliyor, özellikle Mozart'ı tercih ediyor. Hiçbir şeye bağlı
değil, sıkıcı bir adam, toplumsal, ekonomik ve siyasal sorunlara ilgisiz,
sinema, tiyatro, rock müzik, starların hayatı umurunda değil, hiçbir yeniliği
okumuyor, akşam erken yatıyor, yani kendi halinde mütevazı bir adam mı? Yoksa
asıldı mı? Kurşuna mı dizildi? Akademi üyesiydi, yanılıyor muyum? Yoksa
anarko-terörist miydi? İslamcı mafyadan olmasın? Ne de olsa neo-nazi, buna
kuşku yok.
Torino ya da Cenova'daki genç
kadın tezgâhtara M.N. hakkında ne düşündüğünü soruyorsunuz. Sorunuzu
anlamıyor. Adam orada, tezgâhtarla birlikte yaşıyor, uysal, nazik, dikkatli,
cömert, her şeyi uyumlu ve sakin. Genç kadın başka bir hayat biçimi sürse -o
hayattan söz edilmesini işitmek bile istemiyor- papazlarla çatışmaları
olabileceğini aklına getirmiyor. Papaz eskisi filozof, bir papazdan daha
serttir. Adamın yokluğunda, genç kadın ara sıra tuhaf ziyaretçiler kabul ediyor.
Kendisinin budala yerine konduğunu çabuk sezmiştir, toplumda önemli olmayan bir
genç kadın olduğunu anlamış, bundan hoşlanmamıştır. Evet, evet, filozof
yazıyor, çalışmalarını sürdürüyor. Hangilerini mi? kendisine sormalısınız. Cevap
vermek istemiyor mu? Suskun kalmak hakkıdır. Beni ilgilendiriyor mu?
Bilmiyorum, bilgili bir adam değilim. Size söyleyebileceğim yegâne şey, derin
melanet günleri ya da keyifsiz anları dışında hoş ve neşeli biri olduğu. Beni
dövüyor mu? Dalga geçmeyin. Çok iğrenç biri mi diyorsunuz. Ama neden?
Şaşırtıyorsunuz beni. Bir gün gerçekten önemli bir şeyler mi yapmış? Genç kadın
samimi; böylesi bir varsayım ona tuhaf ya da saçma görünüyor. M.N'sini beraber
yaşanabilir, nazik, çocuksu, biraz manyak ve içe kapanık, ama ötekilerle kıyaslanınca
çok uyumlu buluyor. Filozoftan tiksinmekte hakkı var. o da her kadın gibi en
iyisini seçemediği için (en iyisi hiç bulunmaz) erkekten tiksiniyor, bu da son
derece doğal. Belki cahil ve budalayım, ama bu konuda değil. Onu okumadım mı?
Ne ilgisi var? Biz okumak için beraber değiliz, mümkün mertebe daha müreffeh
yaşamak için beraberiz. Zaten birini gerçekten tanıdıktan sonra, size
memnuniyetle şunu söylerim ki, onu okumanın gereği kalmaz. Bir kadın sezgi ve
duygularına güvenir. Sık sık kendini tecrit mi ediyor? Seyahate çıkıp ortadan
mı kayboluyor? Maceraları mı var? Onu ilgilendirir, beni değil, özel hayata
giren bir şey bu. Fikirleri mi? Bana olmadığını söylüyor, su gibidir, suyun
fikirleri olmaz. Tanrı'ya inanıyor mu? Tuhaf soru. Ben inanmam. Yaşıyoruz,
ölüyoruz, az çok sıkılıyoruz, az çok zengin ya da yoksuluz, hepsi bu. Para
nereden mi geliyor? Bu konuda çok ketumdur, bilirsiniz. Eskiden kitapları fena
para getirmiyordu, sanırım. Fakat en azından siz polis olamazsınız, öyle değil
mi?
Benim hakkımda ne mi düşünüyor?
Hiçbir fikrim yok. Kendini beğenmiş biri zannetmeyin beni ama, sanırım benden
hoşlanıyor. Teşekkür ederim, naziksiniz. Söylediklerim doğru, ancak bir sorun
olduğunu da inkâr edemem. Yazıları arasında, kopya ettiği bir mektup gördüm,
Napolyon'dan Josephine'e yazılmış: "Bütün yakınmalarınıza ebedi bir sözle
cevap vermeye hakkım var: "Ben ne isem, o'yum" Herkesten farklıyım,
kimsenin koşullarını kabul etmem. Bütün fantezilerime itaat etmek
zorundasınız; keyfim nasıl isterse öyle davranırım, bunu da son derece olağan
karşılamalısınız." İnanılmaz, değil mi? Ama aramızda kalsın, yalvarırım,
bakın bir de endişe verici not var:
"Dinsiz bir kadın, derin düşünceli ve tanrıtanımaz bir
erkeğin gözünde, tam anlamıyla gülünç ve iğrenç bir şeydir." Ne demek
istediğini ona sormaya cesaret edemedim. Bir fikriniz var mı? Yok mu? Bunun
saçma bir şey olduğunu düşündüm.
M.N.'nin yazdıkları içinde epey
tehlikeli başka şeyler de var. Sözgelimi (ama kimseye söylemeyin):
"Aslında, genç ve saf kadınlar bunu çok iyi bilirler. Çıkar gözetmeyen,
salt tarafsız kalan erkeklere göz ucuyla bakarak alay ederler... Bu genç ve saf
kadınları tanıdığımı ileri sürerken tahminimde haklı değil miyim? Bu, benim
Dionysos tarafım. Kim bilir? Belki de Sonsuz Dişiliğin ilk psikologuyum. Hepsi
beni severler - bu eski bir hikâyedir..." Bu cümlelerin ardından çok eski
tarihli gözlemler yer alıyor: Çocuklara ihtiyacı olan kadınlar, bir aracı gibi
algılanan erkek, zeki dişiliğin iblisliği, kadın-erkek eşitliği için marazi mücadele,
yani açık hava tiyatrosundaki bütün seyircileri ayağa kaldıracak ya da
gösterileri kışkırtacak sözler. "Aşk üzerine yaptığım tanımlamayı
anlayabildiniz mi? Bir filozofa yaraşan yegâne tanımdır. Aşk - savaş araçlarını
kullanır; ilkesi, karşıt cinslerin birbirinden öldüresiye nefretidir..."
***
Şu halde, MN.'nin yavaş yavaş
kalemini alıp şunları yazmasında şaşılacak bir şey yok:
"Kurnazca küçümsemek bizim zevkimiz, bizim ayrıcalığımız ve sanatımız,
belki erdemimiz, bizler, modernlerin arasındaki modernler... Korkusuz olan
bizler, bu çağın en zeki insanları olan bizler, üstünlüğümüzü, üstün zekalı
olma özelliğimizi hayli iyi biliyoruz, bu çağda tasasız yaşamak için zekâmızı
kullanıyoruz. Bizi ortadan kaldırmaları, içeri tıkmaları, sürgüne göndermeleri
ihtimal dahilinde görünmüyor. Artık kitaplarımız yasaklanmayacak, yakılmayacak.
Küçümseyen sanatçılar olduğumuzu yaşadığımız çağa hissettirsek de; insanlarla
bütün ilişkilerimiz bizde hafif bir korku uyandırsa da; yumuşaklığımıza,
sabrımıza, gönül okşayıcılığımıza, saygımıza rağmen, insanlara karşı duyduğumuz
tiksintiden kendimizi alıkoymayı beceremesek de: doğa daha az insanca olduğu
zaman onu daha çok sevsek de; sanat sanatçının insandan kaçışını yansıtırken ya
da sanatçının kendisiyle veya insanla acı acı alay ederken biz sanatı
sevdikçe; çağ zekâyı seviyor, bizi seviyor demektir..."
M.N. duruyor. Çağın zekâyı sevmediğini,
tasasız yaşayanlardan tiksindiğini iyi biliyor; kitaplarının ne
yasaklanacağını, ne yakılacağını, yalnızca bir kenara atılıp okunmayacağını
iyi biliyor; ne ortadan kaldırılacağını, ne içeri tıkılacağını, ne sürgüne
gönderileceğini, ama yalnızca dışlanacağını biliyor; o hariç bugün herkesin
kendini sanatçı sandığını biliyor; en ufak bir küçümseme duymuyor, ama muazzam
bir kayıtsızlık içine giriyor; sonsuz mutluluğu yaşarken sanki geleceğin
uçurumuna düşmüş gibi dehşet verici bir duygu hissediyor; karşısında bundan
böyle acayip, türü azalmış, sürü halinde yaşayan bir hayvan, hayırsever bir
yaratık, marazi ve sıradan biri, günümüzün Avrupalısını görüyor.
Genç ve saf metresi kapıyı
vurmadan çalıştığı odaya giriyor ve ilkin tatsız, ardından hoş bir cümle
söylüyor. Hemen boynuna sarılıyor, kristal vazoya bir gül koyuyor. Gerçekten
iğrenç ve nefis; bunların hiçbir önemi yok. Deniz uzaklarda pırıl pırıl, o daha
az insanca oldukça, adam onu daha çok seviyor. Ne güzel bir gün! Sanki hayat
çılgınlığı kutsanıyor.
***
Nietzsche hısım akraba
sorunlarına duyarsız kalmamıştı. Buna değinmek gerekir:
"Tam karşıtımı aradığım zaman,
yani içgüdülerin sınırsız bayağılığını, karşımda hep annemi ve kız kardeşimi
görüyorum. Bu aşağılık insanlarla bir 'akrabalık' ilişkisine kendimi inandırmak,
ilahi yaradılışıma hakaret etmek olur. Annemin ve kız kardeşimin davranış
biçimi, bende sözle anlatılamaz bir tiksinti uyandırıyor. Şeytani bir işleyişi
olan gerçek bir makine bu; en acımasız biçimde beni yaralayacak ânı -en yüce
anlarımı- kolluyor, hem de şaşmaz bir vicdan huzuru içinde. Öyle ki hiçbir güç
bu zehir saçan böceğe karşı kendini savunamaz."
Biraz aşağıda:
"İnsan en uzak akrabalık
ilişkisine akrabalarıyla giriyor. Akrabalarıyla 'yakınlaştığı'nı hissetmek, en
kötü bayağılık belirtisidir."
Bayağılık, aşağılık insanlar,
sözle anlatılmaz tiksinti, şeytani makine, zehir saçan böcek, gördüğünüz gibi
bu ilişki -üstelik ilahi yaradılışını söz konusu ediyor- pek iyi yürümüyor.
Bununla beraber, her şey aynı biçimde geri dönmek zorunda kalırsa, yeniden
içgüdülerin bayağılığına, aşağılık insanlara, sözle anlatılmaz tiksintiye,
şeytani makineye, zehir saçan böceğe katlanması gerekecek. Ve bir daha.
Yeniden.
Pekâlâ, anlaştık.
22 Şubat 1884 tarihli
mektup:
"Dehşet verici bir şey, geleceğin bir çeşit uçurumu,
özellikle sonsuz mutlulukta... Üslûbum bir dans, her çeşidinden simetri
oyunları, bir topaç gibi ve nanik yaparken bütünüyle simetri, hatta sesli harflerin
seçiminde bile bu böyle.."
***
Disiplinli ve pratik
olmak, migrenlere karşı Julius Sezar tarafından kullanılan ve Nietzsche
tarafından büyük bir tevazuyla taklit edilen reçeteyi uygulamak gerekir:
"Uzun yürüyüşler, sade hayat, açık havada sürekli ayakta dikilmek, çılgın
gibi çalışmak."
"Bıkıp usanmadan yürüyorum! Ve tırmanıyorum! Gerçekte çatı
katındaki odama varmak için 164 basamak çıkmak zorundayım. Ev ta tepede, dik
bir sokakta, sokakta lüks konutlar sıralanmış, yolun sonu büyük bir merdivene
ulaşıyor."
164 basamak: Saymış. Soluk
soluğa, yüreği çarpa çarpa, lüks konutların ötesinde bir çatı katı. Sessizliğe
geri dönüş, kalem mürekkep, kâğıt. Soba yok. Şiddetli bulantılar. Daracık bir
karyola. Karanlık ve aydınlık. Talih nedir, bilir misiniz? Yüksek ve ağır ağır
çıkılan bir merdiven.
Bir sonraki Ocak ayı, işler biraz yolunda: "Denize doğru sarkan ıssız kayamın
tepesine oturuyor ya da uzanıyor, kertenkele gibi güneşleniyorum, düşüncelerimin
kanatlarında zekânın maceralarına atılıyorum... Berrak gökyüzü, deniz havası
bana şart."
M.N. bıkıp usanmadan Güney'de
yolculuk düşleri kuruyor. Korsika'ya (Napolyon'un memleketi), Amerika'ya
(Kolomb'un Hindistan'ı), Meksika'ya, Tunus'a. İşte, Mayıs ayında Recoaro'da;
dağda bulunan küçük kaplıca merkezi. Sonra Temmuz'da Yukarı Engadine, Sils-Maria'da Saint-Moritz Sokağı.
Bundan böyle, orası onun Himalaya'sı, Tibet'i, kutsal kayası olacak. Hâlâ
şiddetli baş ağrısı çekiyor, ama nihayet:
"Yeryüzünün en sevimli köşesine yerleşebildim, böylesi bir
sessizliği hiç görmedim," diyecektir.
Zamanın kendisi gibi normalin
üstünde bir sessizlik bu. İlham onu bekliyor.
Üstüne üstüne geliyor, onu altüst
ediyor, eziyor. Yeniden canlandırıyor. Değiştiriyor. Dehşete kapılıyor. Ondan
ancak birkaç dostuna alçak sesle söz edebiliyor. Onu yazıya dökebilmek için belirli
bir süre bekliyor. Ağustos ayındayız; şu cümleler ayrıntı değil:
"O gün, Silvaplana Gölü boyunca, ormanda dolaşıyordum. Görkemli
bir kaya yığınının yanında durdum. Kayalık piramit gibi yükseliyordu.
Surlei'den pek uzak sayılmazdı. İşte bu düşünce bana orada geldi."
Yani orası: "Denizden altı
bin ayak yukarıda ve insana ilişkin her şeyden çok yüksekte."
Ebedi Dönüş söz konusudur. O dönüş için bütün zaman ve mekân
elverişlidir.
M.N., M.Z.'ye dönüşmektedir ve
çok geçmeden her birimize 'M.Z. olmak nedir' diye soracaktır. Kimdir o? Niçin
o? Ne istiyor? Neden şimdi? Kendime Z. diyecek bir sebep mi var? Zero mu
desem? Zorro mu desem? Zerdüşt mü desem? Çok aşırıya kaçmıyor mu?
Bu an ilahidir, Golgotha Tepesi'nde
öldükten sonra mezarından çıkıp dirildiği varsayılan İsa gibi sonu gelmeyecek,
daima tekrar başlayacak. Böyle bir şey başınıza gelmiş miydi? Bütün bedeninizin
dirilişi, kafatası, bilekler ve ayaklar, omuzlar, göğüs, ciğerler, omurilik,
kalça, yarak, butlar, bacaklar, iskelet? Şakayı bırakayım mı?
Aynı tarihte, M.N. bir mektup
yazıyor:
"Bana yabancı düşünceler
ufkumda beliriyor."
Orman, göl, piramit biçiminde
kaya, Ağustos ayında saatlerce yürüyen bir adam, apansız orada duruyor, bir
kaya kıvrımında, sonsuza dek, daima. Gök açılıyor, zaman yarılıyor.
Bırakın soluk alayım, titriyorum.
Küçük saf kadınımı yatağında bıraktım, yumruklarını sıkmış uyuyor, güzel
kokuyor, kumsala gidiyorum. Sabahın sekizi, Ağustos ayı. Hava çok sıcak, deniz
yükselmiş, yüzeceğim, martılara bakıp oyalanıyorum. İki-üç sandal yanımda
sallanıyor, tek başınayım. Bu ânı daha önce yaşamıştım, tekrarlanıyor,
tekrarlansın istiyorum. Bin kez! On bin kez! Milyar kez! Evet, bir daha.
Kızıl güneş açıyor, deniz esen
meltemle kırışıyor, tuz ve yosun kokusu içime doluyor. Ben ahşap, bez parçası,
tüy, gaga, yosun, parmak oldum. Kulaklarım görüyor, gözlerim dinliyor, yüreğim
düşünüyor. Hemen gün ortası olacak, ama ötekiler bir gün ortası: "Gün ortası sonsuzluktur, yeni bir
hayatın belirtileridir."
Aynı
zamanda, umutsuzluk. Derinden umutsuzluk olmadıkça, ilham bir işe yaramaz. Yine
de: "Evet'in mükemmel anlamı evet'in
tutkusudur."
M.N. on yaşındadır. Şu deneyimi
anlatıyor: "Uruc-ı İsa günüydü, Handel'in Mesih adlı ulu koral ilahisini
dinledim: Aileluia. Hemen kesinlikle" buna benzer bir şey bestelemeye
karar ^verdim."
Gerçekten bestelemiş midir? Tabi
evet. Ancak eseri Mesih'e göre tuhaf bir başlık taşır :Deccal. Aslında aynı şeydir, sofu erkek ve kadınların inandıkları
şeyin karşıtı.
10 yaşındayım,
40 yaşında, 2000 yaşında, 6000 yaşında, tabutumdan çıkıyorum, bu benim, benim
kafatasım, yine o kafatası, yine ben, daima o kafatası, daima ben.
***
Kendine aşırı eğilmek tehlikeli;
sonu deliliktir.
Bununla beraber delilik ehlileştirilebilir, kamufle
edilebilir, ona oyun oynanabilir, yaptırılabilir, başka şeye indirgenebilir.
Çocukluktan beri aşı olma ve damlalıkla ilaç alma sorunu. Bir sistemdir, ona
söz dinletilebilir, kendini bırakmış gibi yapılabilir, delirirken kendini
gözlemlemek mümkündür, düş kurulabilir. Dıştan anlaşılmayan bu gibi durumlarda
kendimi koyveriyorum, çılgın trene atlıyorum, kızakla kayıyorum, kocaman
tekerlek, düşüş, çağlayan, içe kapanma. Ludi deli olduğumu biliyor, dıştan
anlaşılmaması koşuluyla bundan epey hoşlanıyor. Zaten o da deli, o da, herkes
gibi. Önemli değil, ayakta tutunuyoruz.
Şu sıska kocakarı, güneşleniyor,
körpe bir genç kızdır, bir martı. Şu aile bir köpek sürüsü. Şu bebek şimdiden
seri katil olmuş, şu küçük kız lanet bir fahişe, şu oğlan geleceği meçhul jandarma.
Yapmacıktan gelişmiş bir başka aile, penguenler grubu.
Etiketler:
Nietzsche
Derek Jarman
Derek Jarman, 1942 yılının Ocak ayında Northwood, Middlesex’te doğdu. 1988 yapımı filmi ‘The Last of England’ın bazı bölümleri, bu dönemde çekilmiş amatör filmlerden oluşur. Savaş sonrasında banliyöde oturan orta sınıf bir ailenin oğluydu. Kraliyet Hava Kuvvetleri’nde (RAF) görevli, aslen yeni Zelandalı asker babası, Slade’de resim eğitimi görmek isteyen oğluna tek bir şart koştu: Tabii, ama önce Londra’daki King’s College’da İngilizce, tarih ve sanat tarihi okursan. Jarman babasının isteğini yerine getirdikten sonra Slade’e gitti ve Tiyatro Tasarımı bölümünü seçti. Eşcinsellik konusunda o sıralar hiç de hoş karşılanmayan dürüstlüğüne sempatiyle bakan bir çevre bulmuştu nihayet. 1960’lar Londra’sının sanat ve eşcinsel dünyasına tepetakla daldı. “Tanıdığım herkes, başka herkesi tanıyordu, ve tanıdığım herkes, başka herkesle yatmıştı. Biz bir aile olarak değil, bir kuşak olarak birlikte yaşadık” diye yazacaktı sonradan.
1968’de Kraliyet Balesi’nde sahnelenen ‘Jazz Calendar’ için ilk tasarımını gerçekleştirdi. İlk sinema tasarımını ise, Ken Russell’ın ‘The Devils / Şeytanlar’ı için yaptı. Böylece sinemaya da ilk adımını atmış oldu. Jarman, ateşli bir karaktere sahip Russell’dan hoşlandı. Sonraları, kendi filmlerinin de onun etkisini taşıdığını söyleyecekti hep. Birlikte birkaç kez daha çalıştılar. ‘The Devils’dan sonra Jarman da kendini kamerayla silahlandırmıştı. Süper-8 kamerasıyla yeni şeyler deniyordu. İleride video kamera ile de yapacağı gibi, ucuz bir formatla çalışmanın insana sağladığı bağımsızlığın keyfini çıkarıyordu. Benzersiz görsel üslubuna ve kendine özgü algılamasına sahip küçük filmlerle.
İlk konulu uzun metraj filmi ‘Sebastiane’ı 1976’da, otuzbeş bin sterlin bütçeyle çekti. Aziz Sebastian’ın din kurbanı oluşunu temel almış, Latince sözlü, İngilizce altyazılı, erkek cinselliği ile eşcinsel istekleri soruşturan bir film. Bazıları tarafından “ahlâk bozucu, zararlı bir pislik” diye tanımlanan, inanılmaz bir başarı kazanan film. Bunun arkasından ‘Jubilee / Jübile’ (1977) ve ‘The Tempest / Fırtına’ geldi. İkincisini çekerken, Caravaggio projesinin ilk girişimlerinde de bulunmuştu. Mekânı, ışıkları, hikâyesiyle tam Jarman’a göre bir projeydi bu. Ne var ki gerçekleşmesi yedi yıl sürdü. Mali kaynak sağlamak için uğraşması bir yana, bu yıllar boyunca bir yandan çalışamadı, bir yandan da daha önceki filmlerinin kanal 4’te gösterilmesini engelleme kampanyası sürdüren basının baskısı altında kaldı. Sonuç olarak, 1980’li yılların başında eşcinsel hareketin en belagat sahibi hatibi, eşcinsel haklarının en ısrarlı savunucusu oldu. Son derece etkileyici özyaşamöyküsü ‘Danging Ledge’ de, Jarman’ın kişisel kampanyasının bir parçasını oluşturdu.
1968’de Kraliyet Balesi’nde sahnelenen ‘Jazz Calendar’ için ilk tasarımını gerçekleştirdi. İlk sinema tasarımını ise, Ken Russell’ın ‘The Devils / Şeytanlar’ı için yaptı. Böylece sinemaya da ilk adımını atmış oldu. Jarman, ateşli bir karaktere sahip Russell’dan hoşlandı. Sonraları, kendi filmlerinin de onun etkisini taşıdığını söyleyecekti hep. Birlikte birkaç kez daha çalıştılar. ‘The Devils’dan sonra Jarman da kendini kamerayla silahlandırmıştı. Süper-8 kamerasıyla yeni şeyler deniyordu. İleride video kamera ile de yapacağı gibi, ucuz bir formatla çalışmanın insana sağladığı bağımsızlığın keyfini çıkarıyordu. Benzersiz görsel üslubuna ve kendine özgü algılamasına sahip küçük filmlerle.
İlk konulu uzun metraj filmi ‘Sebastiane’ı 1976’da, otuzbeş bin sterlin bütçeyle çekti. Aziz Sebastian’ın din kurbanı oluşunu temel almış, Latince sözlü, İngilizce altyazılı, erkek cinselliği ile eşcinsel istekleri soruşturan bir film. Bazıları tarafından “ahlâk bozucu, zararlı bir pislik” diye tanımlanan, inanılmaz bir başarı kazanan film. Bunun arkasından ‘Jubilee / Jübile’ (1977) ve ‘The Tempest / Fırtına’ geldi. İkincisini çekerken, Caravaggio projesinin ilk girişimlerinde de bulunmuştu. Mekânı, ışıkları, hikâyesiyle tam Jarman’a göre bir projeydi bu. Ne var ki gerçekleşmesi yedi yıl sürdü. Mali kaynak sağlamak için uğraşması bir yana, bu yıllar boyunca bir yandan çalışamadı, bir yandan da daha önceki filmlerinin kanal 4’te gösterilmesini engelleme kampanyası sürdüren basının baskısı altında kaldı. Sonuç olarak, 1980’li yılların başında eşcinsel hareketin en belagat sahibi hatibi, eşcinsel haklarının en ısrarlı savunucusu oldu. Son derece etkileyici özyaşamöyküsü ‘Danging Ledge’ de, Jarman’ın kişisel kampanyasının bir parçasını oluşturdu.
Etiketler:
Derek Jarman
krematoryum... krematoryum... krematoryum
(Shoah, 1985, documentary by Claude Lanzmann)
~GAZ ODASI~
Kapılar açıldığında...
dayanılmaz bir manzarayla karşılaşılıyordu.
İnsanlar bazalt gibi üst üste yığılmış...
...taş bloklar gibiydiler.
Gaz odalarında nasıl da yere yığıldılar!
Birkaç defa gördüm.
Kabullenmesi en zor şeydi.
Buna asla alışılamazdı.
İmkansızdı.
İmkansız mı? (Lanzmann)
Evet. Şöyle ki,
gaz verilmeye başlandığında... şu şekilde yerden yukarıya doğru yükseldi. Ardından müthiş bir mücadele başladı, çünkü gerçekten bir mücadele vardı. Gaz odasındaki ışıklar söndürüldü. Karanlıktı, göz gözü görmüyordu. Böylece en güçlü olanlar daha yukarıya tırmanmaya çalıştılar. Galiba farkına vardılar ki ne kadar yüksekte olunursa...o kadar hava olurdu. Daha rahat nefes alabiliyorlardı. Bu durum boğuşmaya sebep oldu. İkincisi, çoğu insan kapıya doğru ilerlemeye çalıştı. Psikolojik bir durumdu. Kapının nerede olduğunu biliyorlardı... belki bir şekilde kapıya ulaşabilirlerdi. İçgüdüsel bir davranış... ölümüne bir mücadele vardı.
İşte bu yüzden çocuklar...Güçsüzler ve yaşlılar en altlarda kalarak yaralandı. En güçlüler yukarıdaydı.
Çünkü ölüm kalım mücadelesinde bir baba, altında yatanın oğlu olduğunu fark etmemişti. Peki kapılar açıldığında ne oldu? Yere düştüler. İnsanlar taş blokları gibi... kamyondan dökülen kayalar gibi yere düştü.
Ancak ziklon gazının yakınında bir boşluk vardı. Gaz kristallerinin geldiği yerde hiç kimse bulunmuyordu.
Yalnızca bir boşluk. Galiba kurbanlar orada gazın daha şiddetli olduğunu sandılar. İnsanlar ne durumdaydılar?
Hırpalanmışlardı. Karanlıkta boğuşup dövüşmüşlerdi. Baştan aşağıya... dışkıya bulanmışlardı. Kulak ve burunları kanıyordu. Hatta, diğerlerinin neden olduğu sıkışıklıktan dolayı yerde yatan, yüzleri tanınmaz hale gelmiş insanları da görebilirdiniz bazen.
Çocukların kafatasları kırılmıştı.
Anladım. (Lanzmann)
Ne?
Berbattı. (Lanzmann)
Kusma.
Kulak ve burunda kanama.
Muhtemelen adet kanaması bile.
Bundan eminim.
Bu boğuşmada hayatta kalmak
için her şey yapılıyordu.
Korkunç bir görüntüydü.
Bu en zor kısmıydı.
....
(Shoah Metinlerinden)
Sappho'nun Son Türküsü
Suskun
gece, kaybolan ayın eldeğmemiş ışığı;
ve sen, görünürsün sarp kayalığın
üstündeki sessiz ormandan günün habercisi;
ey gözlerime tatlı ve doyurucu gelen bir
zamanların görüntüsü;
tanıyana kadar aşk ve yazgıyı; gülmüyor artık hiçbir tatlı
manzara umutsuz duygularıma. Alışılmadık bir sevinç kaplıyor içimizi tozun
dumana karıştığı tarlalarda,
dingin havalarda, estikçe tozlu rüzgarlar dalga
dalga.
Ve Jüpiter'in ağır arabası gürlerken
başımızın üstünde,
parçalar bulutlarla kaplı kapkaranlık havayı baştan başa.
Bize
keyif veriyor dağlarda başıboş dolaşmak bulutlar arasında;
derin vadilerde;
korkuya kapılmış sürülerin kaçışlarını izlemek
upuzun uzanan ovalarda; ya da
dinlemek kabarmış ırmağın uğultusunu
belli belirsiz kıyısında ve ürkütücü
taşkınlığını dalgaların.
Üstündeki örtü güzel, ey
tanrısal gök.
sen
de güzelsin ey buğulu toprak; ama
ne yazık, vermemiş bu
güzellikten bir
parça gökler ve acımasız
yazgı Sappho'ya.
Ey doğa, senin mağrur
krallığına boyun eğdim tıpkı değersiz
ve can sıkıcı bir konuk ve aşağılanan bir
sevgili gibi;
gönlümü ve gözlerimi çevirdim senin güzel şekillerine boşuna
yalvararak.
Gülmüyor bana çiçekli,
aydınlık tarlalar
ve doğu kapısından sabah
güneşi;
selamlamıyor beni renk renk
kuşların cıvıltısı;
hışırtısı kayın ağaçlarının;
ve salkım söğütlerin
gölgesinin düştüğü yere
aydınlık sularını yayar
berrak dere;
çeker kıvrımlı dalgalarını
iğrenerek,
kıyısında
tutunamayıp kayan
ayağımdan ve hızla dalar
kokulu tarlalara.
daha doğmadan önce, gökler
düşman kesildi yazgı astı suratını bana?
Ne idi günahım daha çocuk
yaşımda, yaşamın kötülüklerden uzak çağında;
öyle ki yaşamımın demir ipliği,
gençlikten ve albenisinden yoksun,
takıldı iğine katı yürekli Parca’nın.
Neler söylüyorsun;
ağzından çıkanı kulağın
duysun;
Gizli bir güç güder olayları
yazgının belirlediği;
giz dolu herşey; ıstırabımızın dışında.
Ağlamak için
doğduk, bir üvey evlat gibi;
nedeni tanrıların aklında gizli.
Ey arzuları,
umutları ilk gençlik yıllarının!
Ne ki, dış görünüşe,
güzellere sonsuz
bir iktidar verdi Babamız
insanlar arasında;
ister yiğit olsun, ister
usta, liriyle, türküsüyle;
parıldamıyor erdem çirkin bedende.
Öleceğiz.
Çirkin kılıfımızı yeryüzünde
bırakarak;
çıplak ruhumuz Dite'ye sığınacak;
ve insanlara körükörüne yazı yazanın insafsız
hatasını silip düzeltecek.
Boşuboşuna
bir sevgi beni sana bağlayan:
sonsuz bir bağlılık ve boş bir çılgınlık,
karşılıksız
bir arzudan doğan. Ama sen mutlu yaşa!
Mutlu yaşadıysa yeryüzünde eğer ölmek
üzere doğan.
Düşmedi payıma tatlı içkisinden Jüpiter'in,
sürahisinde
kıskançlıkla saklı tuttuğu; öldükten sonra
düşleri ve imgeleri
çocukluğumun.
Ne çabuk geçiyor neşeli günlerimiz.
Hastalık, yaşlılık alıyor
yerini ve gölgesi soğuk ölümün.
İşte, tatlı yanılsamalar ve
umduğum bunca zeytin dalından
bir tek Tartarus kalıyor bana.
Ve soylu ruhum cehennem karanlığında, yeraltı
kraliçesinin
ve suskun kıyıların malı oluyor.
Leopardi
Barthes Barthes Barthes
Au petit matin - Tan ağarırken
Tan ağarmasına ilişkin fantasma: Tüm yaşamım boyunca sabah erken kalkmayı düşledim ben (seçkin nitelikli arzu: yataktan, banliyö trenine binmek için değil de "düşünmek" ya da yazmak için kalkmak); ama fantasmadaki bu tan ağarması vaktini, sabah erken kalkacak olsam bile, asla göremeyeceğim; çünkü onun benim arzuma uygun olması için, yataktan kalkar kalkmaz hiç zaman kaybetmeden, onu, uyanıklık hali içinde, bilinç içinde, akşamki duyarlık birikimi içinde, görebilmem gerekir. İnsan dilediği gibi nasıl keyif içinde olabilir? Benim fantazmamın sınırı her zaman keyif-sizliğimdir.
La loquele - Söz akını
Geçtiğimiz 7 Haziran 1972'de ilginç bir durum oldu: Yorgunluktan, sinir buhranından kaynaklanan bir söz akını, söz bolluğu kapladı içimi, bir tümceler bombardımanına uğradım; anlayacağınız kendimi aynı anda hem çok akıllı hem de çok hoş hissediyordum.
Bu durum harcandığında bile aşırı tutumlu olan yazı'nın tam anlamıyla karşıtıdır.
Le dandy
Paradoksun çılgınca kullanımı, bireyci bir durumu, hatta isterseniz bir tür dandiliği (züppeliği) içerme tehlikesi taşır (ya da yalnızca: içerir). Bununla birlikte her ne kadar yalnız yaşasa da, dandi, tek başına değildir: kendisi de üniversite öğrencisi olan S., bana - üzülerek- üniversite öğrencilerinin bireyci olduklarını söyledi; belli bir tarihsel durumda - kötümserlik ve red durumunda- gücül olarak dandi olan, bütün aydınlar sınıfıdır savaşmıyorsa eğer (Yaşamboyu felsefesinden başka bir felsefeyi benimsememiş olan, dandidir: Zaman benim yaşamımın zamanıdır.)
* yazı yazmaya başlayan bir kişi, düşüncelerinin sivriliğini, sorumluluğunu azaltmayı ya da başka yöne çevirmeyi oldukça neşeli bir havada kabul eder. (insanın bunu, normal olarak benim için ne önemi var? İşin özüne sahip değil miyim? derken benimsediği tavır içinde göze alması gerekir): yazıda belli bir durgunluğun, belli bir zihinsel kolaylığın keyfi bulunmalıdır: sanki yazarken kendi yaptığım budalalığa, konuşurken olduğundan daha fazla ilgisizmişim gibi (hocalar yazarlardan kat kat akıllıdırlar).
Tan ağarmasına ilişkin fantasma: Tüm yaşamım boyunca sabah erken kalkmayı düşledim ben (seçkin nitelikli arzu: yataktan, banliyö trenine binmek için değil de "düşünmek" ya da yazmak için kalkmak); ama fantasmadaki bu tan ağarması vaktini, sabah erken kalkacak olsam bile, asla göremeyeceğim; çünkü onun benim arzuma uygun olması için, yataktan kalkar kalkmaz hiç zaman kaybetmeden, onu, uyanıklık hali içinde, bilinç içinde, akşamki duyarlık birikimi içinde, görebilmem gerekir. İnsan dilediği gibi nasıl keyif içinde olabilir? Benim fantazmamın sınırı her zaman keyif-sizliğimdir.
La loquele - Söz akını
Geçtiğimiz 7 Haziran 1972'de ilginç bir durum oldu: Yorgunluktan, sinir buhranından kaynaklanan bir söz akını, söz bolluğu kapladı içimi, bir tümceler bombardımanına uğradım; anlayacağınız kendimi aynı anda hem çok akıllı hem de çok hoş hissediyordum.
Bu durum harcandığında bile aşırı tutumlu olan yazı'nın tam anlamıyla karşıtıdır.
Le dandy
Paradoksun çılgınca kullanımı, bireyci bir durumu, hatta isterseniz bir tür dandiliği (züppeliği) içerme tehlikesi taşır (ya da yalnızca: içerir). Bununla birlikte her ne kadar yalnız yaşasa da, dandi, tek başına değildir: kendisi de üniversite öğrencisi olan S., bana - üzülerek- üniversite öğrencilerinin bireyci olduklarını söyledi; belli bir tarihsel durumda - kötümserlik ve red durumunda- gücül olarak dandi olan, bütün aydınlar sınıfıdır savaşmıyorsa eğer (Yaşamboyu felsefesinden başka bir felsefeyi benimsememiş olan, dandidir: Zaman benim yaşamımın zamanıdır.)
* yazı yazmaya başlayan bir kişi, düşüncelerinin sivriliğini, sorumluluğunu azaltmayı ya da başka yöne çevirmeyi oldukça neşeli bir havada kabul eder. (insanın bunu, normal olarak benim için ne önemi var? İşin özüne sahip değil miyim? derken benimsediği tavır içinde göze alması gerekir): yazıda belli bir durgunluğun, belli bir zihinsel kolaylığın keyfi bulunmalıdır: sanki yazarken kendi yaptığım budalalığa, konuşurken olduğundan daha fazla ilgisizmişim gibi (hocalar yazarlardan kat kat akıllıdırlar).
Etiketler:
Edebiyat,
Roland Barthes
Night on Earth (1991, Jim Jarmusch)
Ülkesi Çekoslovakya'da bir sirkte palyaçoluk yapan Helmut (not helmet) kısa süre önce geldiği New York'ta taksiciliğe başlar. İlk gecesinde Brooklyn'e gitmek isteyen siyah bir müşteri alır. Olaylar gelişir... (Nıght on Earth'te yer alan en keyifli kısalardan biri; Jarmush, New york'un büyük bir sirk olduğunu söylemeye çalışıyor.)
Filmin tamamını bağlantıdan izlemek mümkün:
Etiketler:
Sinema
Permanent Vacation (1980, Jim Jarmusch)
"Kadın göğsünden bir kağıt parçası düşürdü. Bir yabancı onu yerden aldı, tüm gece boyunca odasına kapandı...ve kâğıtta yazılanları okudu. Yazının içeriği şuydu: "Elinde bir kamışın ucuna tutturulmuş ipekten ağıyla, o vahşi ve özgür bülbülün peşine düşmek üzere dışarı çıktığında, Bana da bir tane yolla ve ben de karşılığında menekşe, nane ve ıtırlardan bir taç öreceğim. Kızımın ölümüyle sonuçlanan olay sırasında ben orada değildim. Orada olsaydım canım pahasına da olsa, o meleği korurdum. Maldoror buldoğuyla beraber geçip giderken bir palmiyenin gölgesinde uyuyan genç bir kız gördü. Önce onu bir gül sandı. Aklına önce neyin geldiğini söylemek imkansız. Bu genç kızı fark etmesi mi? Yoksa onu izleyen kararı mı? Ne yapacağını iyi bilen bir adam gibi hızla soyundu. O çelikten hidranın sivri kıskaçlarını açtı... ve aynı cinsten ufak bir bıçakla, dökülen onca kana rağmen...çimin yeşil renginin hâlâ kaybolmadığını görerek hiç tereddüt etmeksizin talihsiz çocuğu delik deşik etmeye hazırlandı. Delik genişledikçe ardı ardına asıldı. Cesetler yine gölgede uyuyordu. Korumacı kanatlarıyla onu sarmalayan hayvani sureti onu sevgi dolu bakışlarla süzdü."
- Bu kitaptan bana gına geldi!
Alabilirsin. Onunla işim çoktan bitti.
- Bana yalnızlıktan gına geldi.
- Herkes yalnızdır. Zaten ben de bu yüzden sürüklenip duruyorum. İnsanlar bunu delice buluyor. Ama sürüklenirken yalnız olmadığını düşünmek aslında yalnız olsan bile daima yalnız olduğunu bilmekten daha iyidir. Bazı insanlar vardır... hırsları ve çalışma konusundaki motivasyonlarıyla kendilerini oyalayabilirler.
Ama bu bana göre değil. İnsanlar benim gibilerin deli olduğunu düşünürler. Herkes buna inanmıştır. Yaşam biçimim yüzünden yani. Bilemiyorum. Belki de bunun tehlikeli olduğu söylenebilir. Ama bu benim için tek çıkar yol. Annem de bu insanlar gibiydi. Bana böyle davranmamın kötü olduğunu söylerdi. Ama babam ölüp gittiğinde deliren o oldu! Fakat artık hiç umurumda değil.
Kafamı yormak bile istemiyorum.
Etiketler:
Sinema
Bacon, Francis
Bu bireyci, Van Gogh gibi "lanetli", alabildiğine kişisel dramları dışavuran çığlık ressamı Bacon'ın sanatı, en az öykünülebilecek, en az yayılabilir sanatlardan biridir. Mondrian ve Vasarely gibi sistemler ortaya koyan, kuramlarını yazan ressamların varisleri olabileceğini aklımız alıyor da, Bacon gibi bir protestocu, bir günce ressamı nasıl sıra başı olabilir ki? Kısaca Bacon, kendisine rağmen sıra başı olmuştur. Buna hiç aldırdığını da sanmam. Yaşam ve resim yapma tarzını hiçbir şekilde değiştirmedi. Hala olup bitenin dışındadır.
Bcon'un yapıtının şöyle bir özelliği vardır: tümüyle yıkım damgasını taşır. Zaten bu açıdan, Füssli'nin karabasanlarından, İngiltere'de pek gelişmiş romantizme ve gerçeküstücülüğe uzanan bir İngiliz geleneği içinde yer alır. Ama Bacon, yıkımı ve çirkinliği çok ötelere götürmüştür. Çıplakları bir çeşit sönen balonlar, kauçuk toplar, dışplazmalardır. Bu şekilsiz, pörsük şey, bir odada bazen benzeriyle karşılaşır; o zaman gudubetler güreşine tanık oluruz. Ama ressamın kibarlıkla "bir odada iki figür" diye adlandırdığı biçimlerin öyküsüyle ilgili belki biraz yönümüzü şaşırdığımızı söylemeli. Çünkü bu karşılaşmaların modellerin Bacon'ın atölyesindedir: bunlar çıplak güreşçilerin hareketlerini bozan, parçalara bölen tahtalardır. Bu atölyede, Bacon'ın diğer seçme modelleri de görülür: Valezquez'in Papa 10. İnnocente'si, Potemkin Zırhlısı'nın gözü patlamış çığlık çığlığa dadısı, Van Gogh'un pipolu otoportresi. Tarascon yolunda Van Gogh, Himmler'in ve Hitler'in seçkin bir yer kapladığı çeşitli şiddet görüntüleri.
Munch'un Çığlık'ından bu yana, hiç böylesine çığlık atılmamıştı, bir resimde, 1944'teki Çarmıha Geriliş'teki hayvanlardan tüm dişlerini gösteren şempazelere kadar; uluyan papalardan, insan başlarından geçerek, hep o açık ağız uçurumuyla o şiddetli isyanla, o sonsuza dek dondurulmuş sessiz ulumayla karşılaşırız. Çok sık, papanın tahtına asılmış ya da bir "çarmıha geriliş" içine yerleştirilmiş, tiksindirici, derisi yüzülmüş, gülünç ve biraz da ürkünç bir hayvan eti parçası görürüz. Bacon'ı biçimsizlik avında röprodüksiyonlardan bildiği Valezquez'in papa 10. innocente'sini seçmeye iten nedenler konusunda insan yolunu yitiriyor: Zaten kimi zaman 10 İnnocente, 12. Pie'yle karışmaktadır, Valezquez'in resmi üstüne, dergilerden birinde görülmüş bir fotoğraf biner. Bacon'un esininde fotoğrafla filmin yerini vurgulamak şarttır. Bu etki günümüz çağdaş resminde kendini çok fazla duyurur, çok daha açıktır, ama Bacon kuşkusuz müzelerden fazla sinematekten ve fotoğraflı dergilerden esinlenmiş ilk ressamlardandır. Bacon'ın papaları genellikle mavi giysilerle ve eflatun takkeyle tahtlarına, kimi zaman bir gölgeliğin altına otururlar. Bazılarının kelebek gözlükleri vardır (Potemkin Zırhlısında, Odessa'da, merdiven dibindeki dadının kelebek gözlükleri mi?).
Bacon'ın model olarak benzerini, Van Gogh'u seçmiş olmasını tabi ki daha iyi anlıyoruz. Sekiz resim bize, Tarasco yolunda resim malzemelerini sırtlanarak yürüyen bir dizi Van Gogh sunar. Yüzü biraz maymunumsudur.
Bir de Bacon'ın kanepedeki figürlere eğilimine işaret edelim. Kişileri, sık sık, pek çetrefil biçimlere sahip mavi ya da mor kanepelere, divanlara oturmuştur (gömülmüş demek daha doğru olur).
Bacon'ın renkleri, konularından da çok ifrit etti kıtalıları. Bunlar gerçekten sapına kadar İngiliz renklerdir. Hatta yaşlı ingiliz hanımefendilerinin favori renkleridir diyebilirim. Yani açık morlar, yeşiller, mayhoş renkler. Buna tablosunun iki farklı yapıdan oluştuğunu, birinin soyut olup bir bakıma tablonun yapısını kurduğunu, perspektifi yarattığını, diğerinin şiddetli biçimde figüratif olduğunu, Bacon'ın astar sürülmemiş tuvale tablonun yarısını yedirdiğini eklersek, neden onca uzun süre resmine yüz verilmediğini, bu resmin bugün neden bunca eşsiz bir yankıyla karşılaştığı daha iyi anlaşılabilir.
Ayrıca Bacon'ın yapıtında bol miktarda portre görülür. Biçimleri çarpıtılmış, iyice çirkin portreler. Bu portreler Bacon'ın, herhalde insana benzedikleri için hayli sevdiği maymun ya da baykuş figürlerine eklenirler. Bacon köpek resimleri de yapar. Çok çıplak, çıplak kadınlara benzeyen köpekler. 1952'de bir Afrika yolculuğu sırasında ortaya çıkmış manzara resimleri de bulunur. Ama, burada da, Bacon, o yolculuğu yapmış olsa da, Africa sahnesini fotoğraflardan yola çıkarak gerçekleştirir. Hayvanları da, özellikle köpekleri, fotoğraflara bakarak resmeder. İlk bakışta gerçek dışı görünen, kendini en sınırsızca şeytansı düşleme kaptırmış bu ressam, aslında belirliliği saplantı bellemiş, hareketleri incelemek için fotoğrafı en iyi araç görmüş bir sanatçıdır.
Bacon'ı başka çağdaş ressamlarla karşılaştırmak gerekirse, Dubuffet'yi ve Balthus'u düşünürüz hemen. Tıpkı Bacon gibi Balthus ve Dubuffet de uzun süre yalnız, sınıflandırılamayan birer egzantirik kişi olarak kaldılar. Son yıllarda yıldızlaşana dek. Ama Dubuffet'in dünyası, Bacon'ınkiyle karşılaştırıldığında, sevimli gelir. Onun dünyası toprağa, doğaya bağlıdır. Kişileri kukla tiyatrosundan çıkmış gibidirler. Bacon'ın kişileri ise, doğrudan büyük soytarılar tiyatrosundan çıkarlar. Marquis de Sade ya da Genet'nin yazdığı bir büyük soytarılar oyunundan. Bacon'ın dünyası, aşağılanmış, panik içinde bir dünya, görünmez bir yıkımın yıldırdığı yalnız ve çıplak insanların dünyasıdır.
Soyut bir dekor içine yerleştirilmiş olmaları (birkaç renkli çizgiyle çizilmiş basit bir paralel yüz, bir çeşit saydam kutu,) bu kişilerin yalnızlığını daha da artırır. Yalnızlık, kimi dekorlarda kanepeler var diye azalmaz. Bu kanepelerde insanlar genellikle çıplaktır, beyaz solucanlar gibi çıplak. Korunmak için yalnızca dişleri vardır. Dişlerini o yamyam adam dişlerini gösterirler. Tavuk Bacağı Budu Yiyen Adam'a bakın (1953). Masallardaki dev ve Ubu baba değil midir o?
Mıchel Ragon
Etiketler:
Francis Bacon
Yeryüzü Duruşu
...Yeryüzü Duruşu. Bir deneme elbette bu, ama ilk kez, belki de son kez -kim bilir?- felsefi bir deneme kaleme aldığımı düşünüyorum ya, bir dünya görüşü denemesi olarak tanımlayabilir miyim yazmaya niyetlendiğim metni, tamı tamına kestiremiyorum...
...Belli belirsiz hareket eden bir ışıktopu peşisıra sürükledi beni. Pascal ya da Descartes'dan etkilenebilecekken, Schopenhauer ya da Nietzsche'den etkilenmiş olmamın bana ait gerekçeleri değilse bile temelleri olduğunu düşünegeldim....
...Evren nedir? Anlamı nerede başlamakta ve bir mantıksal eğri çizerek mi gelişmektedir? Sokrates öncesi Yunan filozoflarından, Veda'ları kuran adsız bilgelerden, Kızıldereli masallarından, Slav efsanelerinden, Ortadoğu ermişinden derlediğimiz ana sancı bu: İnsanoğlu, yeryüzünde bulunuşu, oraya yargılılığı adına gökyüzüne, gökyüzünün ötesine bakıyor birkaç bin yıldır: Ve bulduğu her yanıt sıvışıp gidiyor elinden, soru kaskatı karşısında dikilirken.
... Evrenin anlamı ve gerekçeleri konusunda bugüne kadar bütün öğrendiklerimiz, onu açıklayamamamıza yarıyor.
Etiketler:
Enis batur
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)