Melankoli





 Yazı: Julıa Kristeva, Kara Güneş


Bu kara güneşin kaynağı nerededir? Görünmez ve ağır ışınları hangi yolunu yitirmiş galaksiden gelip beni yere, yatağa, dilsizliğe, vazgeçişe çiviler?

Canlı bir ölümü yaşarım, kesilmiş, kanayan, cesetleşen et, yavaşlayan ya da askıya alınan ritim, acının içinde silinen ya da şişen, tükenen zaman... Ötekilerin anlamında mevcut olmayarak, naif mutluluğa yabancı, eğreti bir halde, çöküntüm sayesinde üstün, metafizik bir zihin açıklığı kazanırım. Zaman zaman, yaşamın ve ölümün sınırlarında, Varlığın anlamsızlığına tanık olmanın, bağların ve varlıkların saçmalığını açığa çıkarmanın kibirli duygusunu yaşarım.

Acım felsefenin saklı yüzüdür, dilsiz kız kardeşidir. Buna koşut olarak, "felsefe yapmak ölmeyi öğrenmektir"(Montaigne) saptaması, -Heidegger'in tasasında ve "ölüm için-varlığımızın" sergilenişinde doruğa ulaşan- melankolik bir acı ya da nefret derlemesi olmaksızın kavranamaz. Melankoliye bir eğilim olmaksızın, ruhsallık yoktur, yalnızca eyleme ya da oyuna geçiş vardır.

Çöküntü içindeki kişi radikal ve kasvetli bir ateisttir.

Depresyon Narkissos'un gizli yüzüdür, onu ölüme sürükleyecek olandır, ama bir serap içinde kendine hayran olduğu sırada fark etmediği yüzüdür.

Depresyonda, eğer varoluşum çöküşün eşiğindeyse, anlamsızlığı trajik değildir: Bana apaçık görünür, çarpıcı ve kaçınılmaz.




Çöküntü içindeki kişinin sözünü anımsayın: Yinelenen ve tekdüze. Zincir oluşturmanın imkansızlığına çarpan cümle kesintiye uğrar, tükenir, durur. Söz dizimleri bile dile getirilemez. Yinelenen bir ritim, tekdüze bir melankoli kopuk mantıksal sekansları egemenliği altına alır ve yinelenen takıntılı dualara dönüştürür. Bu yavan müzik de tükendiği ya da basitçe sessizlik nedeniyle tutunmayı başaramadığı zaman, melankolik kişi, simge kaybının boşluğuna ya da aşırılığına batarak söylemeyi askıya alırken, her türlü düşünce üretimini de askıya almış gibidir.

Çok sayıda yazar,  melankolik depresif bütünün ayırt edici niteliği olan motor, duygusal ve düşünsel yavaşlama üzerinde durmuştur. Psikomotor ajitasyon ve hezeyanlı depresyon genel olarak depresif ruh hali yavaşlama olgusundan ayrılmaz gibi görünmektedir. Sözel yavaşlama da aynı tabloya eklenir: Konuşma tarzı yavaştır, sessizlikler uzun ve sıktır, ritimler ağırlaşır, tonlamalar tekdüzedir, bizzat sözdizimi yapıları bile, şizofrenlerde gözlemlenebilen huzursuzluklara ve zihin bulanıklığına tanıklık etmeksizin, çoğunlukla geri alınamaz atlamalarla ayırt edilir (bağlamdan yola çıkılarak yeniden kurulması olanaksız nesnelerin ve yüklemlerin unutulması)

Depresif yavaşlama durumunun altında yatan süreçleri düşünmek için önerilen modellerden biri olan "learned helplessness (öğrenilmiş çaresizlik) şu gözlemden yola çıkar: Tüm çıkışlar kapatıldığında, hayvanlar kadar insanlar da kaçmak ya da savaşmak yerine geri çekilmeyi öğrenirler. Dolayısıyla, depresif olarak adlandırabileceğimiz yavaşlama ya da eylemsizlik, çıkışsız bir duruma ya da kaçınılmaz şoklara karşı öğrenilmiş bir savunma tepkisi oluşturur. 

Konuşan varlık için yaşam anlamı olan bir yaşamdır. Hatta yaşam anlamın doruğunu oluşturur. Bu yüzden, yaşamın anlamı yitirildiğinde, hayatını kaybetmek güç değildir: Anlam koptuğunda yaşam tehlikededir.

Dile inancı olmayan depresif kişi duygusal biridir, kuşkusuz yaralı ama duygunun tutsağı. Duygu, onun şeyidir.



Umutsuz kişi olumsuzlamanın ortadan kalkmasıyla aşırı bir zihin açıklığı kazanır. Mecburen keyfi olan anlamlı bir sekans ona ağır, şiddetli bir biçimde keyfi görünür: Onun saçma olduğunu düşünür, anlamı yoktur. Hiçbir sözcük, yaşamın hiçbir nesnesi, bir anlam ya da göndergeyle tutarlı ve aynı zamanda ona uygun bir zincirleme bulmak için elverişli değildir.

Depresif kişi tarafından saçma olarak algılanan keyfi sekans bir gönderme kaybıyla aynı kapsamdadır. Çöküntü içindeki kişi hiçbir şeyden söz etmez, konuşacak bir şeyi yoktur. Şeye (Res) yapışmış bir haldedir. Nesnesizdir. bu bütünsel Şey imlenemez ve imleyemez: Bir hiçtir, onun Hiçidir, Ölümdür. Özne ile imlenebilir nesneler arasına yerleşen uçurum, ifadesine anlamlı zincirlemelerin imkansızlığında bulur. Ama böyle bir sürgün, öznenin kendi içinde bir uçurumu açığa çıkarır. Bir yandan, yaşamla özdeşleştirildikleri ölçüde yadsınan nesneler ve gösterenler bir anlam-dışılık değeri kazanırlar: Dilin ve yaşamın anlamı yoktur. Öte yandan, bölünme yoluyla, Şeye, Hiçe -imlenemez olana ve ölüme- yoğun ve makul olmayan bir değer atfedilir. Saçma göstergelerden, yavaşlamış, dağınık, tutuk sekanslardan çatılan depresif söylem, anlamın adlandırılamaz olan içinde çöküşünü ve orada, Şeye perçinlenen duygusal değer lehine, ulaşılmaz ve naif biçimde yitip gitmesini ifade eder.  

  

Melancholia (2011, Lars von Trier)

Yineleyen, tekdüze ya da anlamı boşaltılmış, dilsizliğe dalmanın öncesinde söyleyen kişi için bile işitilmez olan depresif sözü birkaç saniye için yeniden dinleyelim. Melankolik kişide anlamın... keyfi göründüğünü ya da büyük miktarda bilginin ve hâkimiyet istencinin yardımıyla kurulduğunu, ama ikincil göründüğünü, sizinle konuşan kişinin kafasının ve bedeninin biraz dışında donduğunu saptayacaksınız; ya da hatta, daha ilk anda kaçamak, belirsiz, boşluklarla dolu, yarı dilsiz olduğunu: "Biri" sizinle, sözün yanlış olduğuna baştan ikna olmuş olarak konuşmaktadır ve dolayısıyla "biri" sizinle baştan savma konuşmaktadır, "biri" konuşmaya inanmaksızın konuşmaktadır.

Konuşan varlık -kendi söylemiyle birdir: Söz "ikinci doğamız" değil midir? Tersine, depresif kişinin söylediği şey onun için yabancı bir deri gibidir: Melankolik, ana dili içinde bir yabancıdır. Annesini yitirmediği için ana dilinin anlamını -değerini- yitirmiştir. Konuştuğu ve intiharını bildiren ölü dil, diri diri gömülmüş olan bir Şeyi gizler. Ama bu Şeye ihanet etmemek için onu tercüme etmeyecektir: Anlatılmaz duygunun "mahzen mezar"ında duvarlarla çevrili, anal olarak yakalanmış, çıkışsız kalacaktır.


Melankolinin tükettiği sanatçı, aynı zamanda, onu kuşatan simgesel vazgeçişle savaşmak konusunda en inatçı kişidir... Ölüm darbesini indirene dek, ya da bazıları için, kayıp nesnenin hiçliği karşısında nihai zafer olarak intihar kendini dayatana dek...

İçinde yaşadığımız zamanın söylemimizin zamanı olduğu göz önüne alınırsa, melankolik kişinin yabancı, yavaşlayan ya da dağılan sözü, onun merkezsiz bir zamansallık içinde yaşamasına yol açar. Bu zamansallık akmaz, önce / sonra vektörü  tarafından yönetilmez, bir geçmişten bir amaca doğru yönlendirilmez. Yoğun, ağır, ve kuşkusuz fazla acı ya da fazla sevinçle yüklü olduğu için travmatik bir an, depresif zamansallığın ufkunu kapatır ya da daha doğrusu, her türlü ufku ve perspektifi ortadan kaldırır. Geçmişe saplanmış, aşılmaz bir deneyimin cennetine ya da cehennemine gerileyen melankolik kişi tuhaf bir bellektir: Her şey geçip gitti, der gibidir, ama ben o geçip giden şeye sadığım, ona çivilenmişim, bir devrim olanağı yok, gelecek yok... Aşırı şişmiş, abartılı bir geçmiş ruhsal sürekliliğin tüm boyutlarını işgal eder. Ve yarınsız bir belleğe bu bağlılık, kuşkusuz aynı zamanda narsistik nesneyi biriktirmenin, çıkışsız bir kişisel mahzen mezarın kapalı odasında ona üstüne titreyerek bakmanın da bir aracıdır...

*

Resim: Hunters in the Snow, 1565, Bruegel - (filmden bir sahnede)

KARA GÜNEŞ

Depresyon ve Melankoli

JULIA KRISTEVA

Türkçesi: NESRİN DEMİRYONTAN



"Neden ey ruhum, bu kadar hüzünlüsün? Ve neden huzursuz edersin beni?"
Davut'un mezmuru XLII, 6-12.

"İnsanın büyüklüğü sefil olduğunu bilmesinden gelir."
Pascal,
Düşünceler (165) IPensees (165)].

"Belki de yaşam boyu aradığımız şey, ve aradığımız tek şey, ölmeden önce kendimiz olabilmek için mümkün olan
en büyük kederdir."
Celine,
Gecenin Sonuna Yolculuk [Voyage aıı bout de la nuit.]


Narsisistik Depresyon


Kendini hedef alan yakınma, ötekini hedef alan yakınmadır ve kendini öldürmek, bir başkasının katlinin trajik bir maskelenişidir. Tahmin edilebileceği gibi, böyle bir mantık, katı bir üstbenliği ve kendinin ve ötekinin idealleştirilmesini ve değersizleştirilmesini (bu hareketlerin tümü özdeşleşme mekanizmasına dayanır) içeren bir karmaşık diyalektiği varsayar. Çünkü sevilen-nefret edilen ötekiyle içe alma-içe yansıtma yoluyla özdeşleşerek, onun zorba ve zorunlu yargıcım haline gelen yüce parçasının yanı sıra, beni alçaltan ve tasfiye etmeyi arzuladığım iğrenç parçasını da kendi içime yerleştiririm. Buna bağlı olarak depresyon analizi, yakınmanın ötekine yönelik bir nefret olduğu ve kuşkusuz bu nefretin de akla getirilmeyen bir cinsel arzunun taşıyıcı dalgası olduğu gerçeğinin açıklığa kavuşturulmasından geçer. Aktarımda bu tür bir nefret çıkışının, analist için de riskler taşıdığı ve depresyon terapisinin (nevrotik olarak adlandırılan depresyon terapisinin bile) şizoid parçalanmaya yaklaştığı tahmin edilebilir.

Julıa Kristeva - Kara Güneş

Melancholia (Munch)






P → Penis

not mine



Gölge ve Işık


Yunanistan'da geçirdiğim dört yıl, muhtemelen hayatımın en güneşli dört yılıydı. Gölgeyle karışık yıllar. Bu durumda gölge, diyebiliriz ki, buhar banyolarının gölgesiydi, asker sinemalarının gölgesi, son derece belirgin, göze çarpan askerlerdi gerçekten de. Yunanistan'ı erotik elektiriğin en yoğun olduğu Arap dünyasının ülkeleriyle birlikte- nadir ülkelerden biri olduğu için de çok sevdim, ve belki de bu yüzden o kadar uzun süre kaldım. Her halükarda, artık hapishaneye gitmek istemiyordum. 

On beş yaşında, on dört, on beş yaşlarında bir hastalığa yakalandım, belki hayli ağır bir hastalık, ağır değil, her halükarda bir çocuk hastalığı, ve Kimsesizler Yurdu'nda her gün, Kimsesizler Yurdu'nun hastanesinde, her gün, bir hemşire bana bir şekerleme getiriyor ve şöyle diyordu:  "Bunu, sana yan odadaki küçük hasta gönderdi." Bir süre sonra, on beş gün sonra daha iyiydim. Bana şekerleme gönderen o çocuğu görmek ve de teşekkür etmek istedim, ve on altı, on yedi yaşlarında bir delikanlı gördüm, o kadar güzeldi ki daha önce benim için var olan şeylerin artık hiçbir önemi kalmamıştı. Tanrı, Bakire Meryem, hiç kimse yoktu artık, o Tanrı'ydı. Ve bir çocuk olan o delikanlının adı neydi biliyor musunuz? Adı Divers'ti. Ötekinin adının Personne olması gibi yani. Ve bu Divers'in, hala yaşıyorsa yetmiş dört yetmiş beş yaşında olması gereken bu Divers'in, hepsi de o günden on yıl öncesine kadar benim sevgililerim olmuş yığınla sureti çıkarıldı. Ama soluk suretler değil, aksine bazen aslında daha güzel suretler.

İşte Tanrı'yı en iyi Yunanistan'da tanıdım. Yunanistan'da, ve size söylediğim gibi , Arap ülkelerinde.  

GENET



*
(Saint) Genet, tanca'da küçük bir ispanyol mezarlığında şimdi,
denize bakan bir yalıyarın tepesinde.

Tree of Life (2011, Terrence Malick)








Ferit


Kilisenin önündeki alandan, Saint Germain'e çıktım, orda ağaçların dibinden yürümeye başladım. Lip birahanesinin önünden geçerken Ferit'i gördüm, camın önünde, bana el salladı. Kapıyı açıp girdim. Terasta sakalıyla, güzel bir biçimde oturmuş, bira içiyordu.

"N'apıyorsun?"

"Otur bira içelim"

Masanın üzerinde birkaç kitap vardı: Rabelias'ın özel baskılarından biri, bir de yeni kuşak yazarlarından birinin romanı; sonra bir Marguerite Yourcenar. Gelen garsona:

"Bir bira" dedim.

Akşam üzeri.

"N'apıyorsun?" diye bu defa o sordu.

"Hiç" dedim. "Biraz iyi, biraz kötü, yaşanıyor."

Bir süre sonra bira bardağını daha ağzından çekmeden:

"Yirmi beş yaşında ölecekmiş gibi kurdum yaşamımı, ölmeyince her şey berbat oldu," dedi.

"Aldırma. Bu durumu biz yüklemedik ki kendimize," dedim. "Niçin bugün, bu anda, bu yıllarda, bu dünyanın ortasında..."

Dışarıya bakıyordu. Ardından garsona seslendi, iki bira istedi.

"Kendi seçmediğin bir durumun bütün sorumluluğunu yüklenerek sürdürmeye çalışmak. Bağışlanan bir şey varmış gibi," diye söylendi.

"Artık iş işten geçti," dedim. "Bu duygudan cayamıyorum ama, bunu ben de istemedim."

Durgun bir gündü. Çok sıcak değildi. Saint Germain bulvarı yarı yerine değin güneşli, duruyordu, geçen taşıtlarla kaynıyor gibiydi.

"Gözden geçirip durmak, ne olumlamak, ne de caymak, cayılır belki, ya da olumlanır."

"Umudum yok benim," demek istedim, diyemedim ama, "ne üzerine umudum yok," diye düşündüm. Camdan dışarısını gözlüyorduk. "Umut ya da umutsuzluk üzerine bir düşünce öne sürmemek, bir şeyler yapmak, bir şeylere bakmak, temel soru, karşılıksız, böylesi oluş, olduğu gibi, böyle bu, bu gerçek, böylece bu."

Demir

De yayınları, 1.baskı 1966
Kaldırımlarda

Fotoğrafın gerçeği


İlk yayınlandığı yıllardan bu yana gözümün önünden gitmedi: Vietnam Savaşı'nda bir napalm saldırısından kaçan çocukların fotoğrafı. Önde ağlaşarak koşan beş küçük çocuk; arkada üç dört Amerikan askeri; daha geride kara dumanlar, kapkara bir gökyüzü, yanan köyler, tarlalar. Cehennem! Fotoğrafın en çarpıcı yeri tam ortasıydı: çırılçıplak bir kız çocuğu, ağlayarak koşuyordu fotoğrafı çekene doğru. İnsanoğlunun aşağılanmasında ulaşılabilecek en uç noktalardan birini saptıyordu bu fotoğraf. İsa bir kez daha çarmıha geriliyordu sanki; bir kız çocuğunun çıplak, kemikleri sayılacak derecede zayıf bedeninde Tanrı bir kez daha öldürülüyor, saflık, iyilik, masumluk gibi şeyler ayaklar altına alınıyordu. Bir isyan kabarıyordu insanın içinde; acımayla karışık bir tiksinme duygusu. Dehşet!



Yıllar sonra Vietnam savaşıyla ilgili bir belgesel izlerken, bu fotoğrafın çekim anının çekimi çıkıverdi ansızın karşıma. Fotoğrafı ve o korkunç sahneyi hemen tanıdım. Ama hiç aklıma gelmeyen başka şeyler de vardı kameranın taradığı bölgede: o unutulmaz fotoğrafın gerçeğini birden bire değiştiren, kaydıran öğeler. Her şeyden önce, fotoğrafta görünmeyen, üç beş fotoğrafçı daha ve bu sahneyi filme çeken kameraman. O beş çocuk koşarak, ağlayarak üstlerine gelirken, durup onlara sarılacak yerde geri geri yürüyen,  kameralarını çalıştıran ve fotoğraf çekmeyi sürdüren üç beş adam. Ve fotoğrafın alanının sağında kalan bir iki seyirci; yanılmıyorsam bir iki asker daha. Ben hep tek bir fotoğrafçı, savaşın karmaşası içinde koşuşurken bu olağanüstü sahneye rastlamış ve bu ölümsüz kareyi yakalamış diye düşünmüştüm bu fotoğrafa baktığımda; fotoğrafçının görmediklerini -görmek istemediklerini- arkasındakileri hiç aklıma getirmemiştim. Resimdeki sekiz kişiye karşın bir ıssızlık duygusu alıyordum bu fotoğraftan; yoksul bir köyün kıyısındaydık besbelli; ötelere uzanan bomboş yol, arka plandaki durağan, kara askerler, bir izlenimi destekliyordu. Oysa olay yeri gösterdiğinden daha kalabalık, olay da daha uzundu ve belli belirsiz hazırlık, giderek "sahneleme" öğeleri içeriyordu. Filmde küçük çıplak kız koşusunu sürdürüyor, ekranda büyüyor - besbelli filmi çekenin ilgi odağı da oydu - ağlayarak kameranın önünden geçip sağa doğru gidiyor, sonra duraklıyor, fotoğrafçılar harıl harıl fotoğraf çekiyorlardı. Gerisini anımsamıyorum; anımsamak da istemiyorum. Bu satırları yazarken amacım, savaş muhabirlerinin görev ve işlevlerini ya da işin "etika" yönünü tartışmak değil. Fotoğrafın saptadığı anla ilgili başka bir bilginin, fotoğrafın anlamını ve gerçeğini kolayca değiştirebileceğini söylemek yalnızca. Ben bu fotoğrafı aynı gözle görmüyorum artık. Fotoğrafın benim için gücünü yitirdiği de söyleyemem; ama bir şeyler değişti içimde ve dışımda; fotoğrafın gerçeği - böyle bir gerçekten söz edilebilirse eğer- değişti ya da başka bir yere doğru kaydı. Gerçeğin nerede durduğunu hala bilmiyorum; ama insan denen yaratığın bu gerçeğe göre nerede durduğu konusunda şimdi biraz daha bilgiliyim sanki.


akla kara arası,
Samih Rifat


Together İn Electric Dreams

TANRISAL HAYAT

"Kuzeyin, buzulun, ölümün ötesi - bizim hayatımız, bizim mutluluğumuz... 
Mutluluğu keşfettik, yolu biliyoruz, 
labirentin binlerce yıllık çıkışını bulduk."

Kendinize sık sık şöyle demeyi alışkanlık edinin: Oraday­dım, oradayım, daima orada olacağım, zamanın sonuna dek kendimleyim, gök ve yer gelip geçecek, ama inancım değişmeyecek. Sonuç dehşet verici ya da gülünçtür; bütün bunları hafi­fe almadıkça, ayaklarının ucuna basarak suyun üstünde yürü­medikçe, uçmadıkça. Bakın: Bir öküzü andırıyorum, ama süzü­lerek uçuyorum, martıyım, şahinim, balıkçılım. Çiçeklerde, ba­taklıklarda, üzüm bağlarında, dalgalarda yaşıyorum. Göç edi­yorum, bir yerden başka yere gidiyorum, yeniden diriliyorum. Gömüyorlar, canlanıyorum; yakıp kül ediyorlar, atomlarım da­yanıklı çıkıyor, bütünleşiyorlar. İnsanlığın dünyasında kendimi tanımam için uzun süre beklemem gerekiyor. Düşlerim, hastalık nöbetlerim, önsezilerim var, rastlantılarım var, bir başkası oldu­ğumu kabul etmek zorunda kalıyorum ve birden işte tekrar ben'im, ben'den daha güçlü biri. Bu sırada, sevdiği insanları uyandırmaktan korkan biri gibi kendimle yavaş yavaş, alçak sesle konuşmam gerekiyor.

Çok erken, sabah, güneş bakır kırmızısı açık mor, bahçede küçük çakıllar soluk alıyor, pencerem bir saat içinde ışığboğulacak. Uzun süre yolculuk yaptım, eve yeni döndüm. Kameramın gözü, haklı olarak beni Kişi diye gösterebilirdi. Fakat bir devrin kronolojisini belirten şu cümleyi, öğleye doğru tuhaf bir heyecanla okuyacağım: "3 Ocak 1887, Nietzsche, Nice'te, Ponchettes'in 29. sokağına, güneşli bir odaya taşınıyor." Birçok kez bölgenin 'alkion'lu' göğünden söz ediyor, ama bir alkion'un ne olduğunu kimsenin hatırlayacağını sanmam, eski Yunanlılar bu efsanevi kuşun yuvasını çok dingin bir denize kurduğuna ina­nırlardı, onunla karşılaşan denizciler için bu tesadüf hayra alâ­metti. Presage zaten güzel bir gemi adı olacaktı, pınarlar ve ır­maklar tanrıçasına yakışan bir isim, bir deniz perisi, denizkızı büyücü kız, bir peri kızı, çiçekli genç bir kadın, çağları aşan bir Ludi. Bilindiği gibi, Nietzsche, Lou Salome (Salome!) adında bir kadını sevdi, hatta onunla evlenmeye can attı. Yorumu çok il­ginçtir: "Doğrusunu söylemek gerekirse, doğal bencilliği şimdi­ye dek hiç böylesine duymamıştım, tümüyle canlı ve olağanüs­tü, bilinçsizce olduğu kadar hayvansı bir bencillik... Çok saygı duyduğum idealin hemen hemen bir karikatürü." O sırada, 1882'nin Aralık ayında Rapallo'da, Monte Allegro'nun eteklerindeyiz. Böyle Buyurdu Zerdüşt'ü yazmaktadır, uyumak için kloral alır, soluktan rahatsız olur. Bunu izleyen yıl, 22 Şubat'ta şöyle yazar: Lou, Son zamanlarda karşıma çıkan en zeki kişi. Ama falan filan." Ona göre bunun önemi yoktur, bundan böyle onun adı 'falan filan' diye çağırılacaktır.

Beş yıl sonra, 15 Ekim 1888, filozofun doğum yıldönümü. Ecce Homo'yu yazmaya başlar, 14 Kasım'da bitirecektir, ancak yapıt ölümünden sekiz yıl sonra, 1908'de yayımlanır, yani yazmaya başlamasından on dokuz yıl sonra. 20 Ekim'de, eski dostu Malwida'yla bozuşur. Kadın, Wagner Olayı yapıtını pek takdir etmemiş­tir, o da bozuşmak için bunu fırsat bilmiştir. "Bir daha söz aldığım için beni bağışlayın; bu, son kez olacak. Bütün insan ilişkilerimi aşağı yukarı kestim; bunun sebebi, beni olduğumdan başka türlü görmeleri, benim de bundan tiksinti duymam. Şimdi sıra sizde. Yıllardan beri size kitaplarımı gönderiyorum; sonunda bir gün bana açıkça ve içtenlikle şöyle demeniz için: 'Her kelime bana tik­sinti veriyor' Ve bunu söylemekte haklı olacaksınız. Zira siz bir 'idealistsiniz' -ve ben idealizmi içgüdüden oluşmuş samimiyetsizlik, gerçekliği her bakımdan reddediş olarak görürüm; eserimin her cümlesi idealizmin aşağılanmasını öngörür... Kararlı adımlarımı hiçbir zaman anlamadınız, sözlerimin bir tekini bile. Yapacak bir şey yok; bunun aramızda açıkça anlaşılması gerekir."

Bunun 'açıkça' anlaşılması, niçin? Zavallı Malwida, Bir İdea­listin Anılan adlı yapıtın yazarı, işte böyle, Tarihin karanlık say­falarına gömüldü, ama filozofa inanmayacak. Kendisine bu cümleleri yazanın zaten çok rahatsız olduğunu, bunun da acı verici bir şey olduğunu düşünecek.

Artık kadınlar yok, dolayısıyla toplum da yok, nitekim anneye, sonra kız kardeşe tuhaf bir geri dönüş. Kız kardeş işe el atı­yor, filozofun imajını ve yazılarını kötüye kullanıyor, o imajı ye­niden Wagnerci gerdelin içine daldırıyor, sopasını Hitler'e sunu­yor, yaptığı çarpıtmalar ona zevk veriyor, onu coşturuyor. Oysa onun eseri yok ederken kardeşinin cümleleri direniyor, az önce yazılmışlar gibi yılları aşıyor, tutku dolu, öfkeli, derin bilgi taşı­yan yorumlar halinde günümüze kadar geliyor. Bakın, kalem her zaman günceldir: "Sabah aydınlığı bizim etrafımızı pırıl pı­rıl yapmıyor mu? Canlılık egemen; yeşil ve yumuşak çimenlik­le çevrelenmiş değil miyiz? Sevinç duymak için bundan daha güzel bir ân olur mu?" Veya 1882'de Cenova'da: "Hâlâ yaşıyo­rum, hâlâ düşünüyorum: Hâlâ yaşamam lazım, zira hâlâ düşün­mem gerekiyor." Burada ben diye konuşanın ne önemi var? Dü­şünce ve hayat daima birinci tekil şahsın ağzından dile getirile­cek. Ama bu ben birçoktur, aynı zamanda biz olur: 

"Özgür do­ğan biz öteki kuşlar." 

Veya:

 "Nereye gidersek gidelim, etrafı­mızdaki her şey özgür ve güneşli."

...


Nietzsche kontrolünü kaybetmeden önce, olayın tamamen farkına vardı: "Fırtınalar benim için tehlikedir. Beni öldürecek fırtınaya yakalanacak mıyım? Yoksa fırtınanın üflemesini bekle­meyen bir meşale gibi sönecek miyim? O meşale yorulmuş, ken­dine doymuş, tükenmiş bir meşaledir. Ya da tükenmemek için sonunda kendime mi üfleyeceğim?"

Bir aziz olmaktan çok kukla olmak, bunun formülü bilinir.

Ama evet, gülün, alay edin, öç alarak zevk duyun, geri dönün, evet, hadım edilmiş filozoflarınıza, sadaka dilenen şairlerinize, ödlek yazarlarınıza, kaba saba patronlarınıza, dedikodu yapan, gürültü patırtı çıkaran karılarınıza geri dönün. Gülün, gülün, it­ham edin, birbirinize fısıldayın, iftira atın, çekiştirin. Ama dik­kat, cin çarpacak:

"El bize doğru uzanır, bizi yakalamayı başaramaz. Bu, ürküntü verir. Veya: Kapalı bir kapıdan içeri gireriz. Veya: Bütün ışıklar söndüğü zaman. Hatta: Çoktan öldüğümüz zaman. Bu son yöntem, doğuştan yetim kalmış (bu sözcükler Fransızca) in­sanların hilesidir."

Başını kaldırıyor ve önünde en az bin yıl olduğunu bir kez daha düşünüyor. Bu, içi boş bir hayal değil, net bir düşünce.


***

Torino'da

Yirminci yüzyılın (bunun yetmiş yılı Gulag'da geçmiştir) dehşet verici alçakça oyunlarını öğrenen Mösyö Nietzsche, ağzını sıkı tutup çok değişmiş bir halde Torino'daki kefeninden çıkı­yor, zamana uygun biçimde giyiniyor, dağda ya da deniz kena­rında uzun yürüyüşler yapmaya gidiyor, kimsenin görmediğin­den emin olarak zıplaya zıplaya geri dönüyor, hafif bir şeyler yemek için evine giriyor ve hayatını paylaşan küçük tezgâhtar kızın karşısına oturuyor. Kız körpe ve güzel, sarışın, belki çok sarışın, kız ona iki-üç tatsız uyarıda bulunuyor, konuşurken günlük komedinin ses tonunu kullanıyor, dünya dönüyor, aşk Bohemya'nın çocuğudur, güneş parlıyor, galaksiler sizi buraya getirmek için birbiri ardı sıra diziliyorlar.

Bölgenin belli başlı kodamanı Mösyö Nietzsche'yi görmeye gelmiştir. Yerel milletvekili aday listesinde yer almasını ister. Bir professore'nin çevrede her zaman iyi imajı vardır, hatta söz konusu professore ortaya çıkmamayı tercih etse de. M.N. nezaketen öneriyi geri çeviriyor, huzurunu bozmak istemiyor, bilimsel çalış­malarını sürdürüyor, yüksek nitelikli filolojik araştırmalar, çok meşgul, münzevi hayatı ona yetiyor, güncel sorunlar hakkında hiç yorum yapmıyor. Saygılı, ama toplumdan kaçan biri. Dostlar yok, ziyaret eden yok, göze batan kötü alışkanlıklar yok, para az (meğer ki bir yerlere çok para saklamış olmasın), yaşadığı çağa ters düşen, anlaşılmaz bir aristokrat hava. Kadın arkadaşı kimse­ye söz etmiyor ondan, zaten birlikte ne yaptıkları da bir türlü anlaşılmıyor, kadın ondan çok genç, aynı çevrenin insanları olma­dıkları açıkça belli oluyor, belki kaldırımdan çıkıp gelmiş eski bir fahişe, herhalde çocuklar yok, köpek yok, kedi yok. Yerel gazete­nin yazı işleri müdürü ısrarla genel kültür konusunda bir maka­le yazmasını rica ediyor, ama ona hiç karşılık vermiyor. Onun portresini yazmak isteyen bir gazeteci başkentten kalkıp geliyor, ama hiçbir şey yayınlanmıyor, yazı bayağı sözler bohçası gibi. M.N.'nin keyfi yerinde, meyveli salatayı seviyor, televizyonda yalnızca savaş belgesellerini izliyor, devamlı müzik dinliyor, özel­likle Mozart'ı tercih ediyor. Hiçbir şeye bağlı değil, sıkıcı bir adam, toplumsal, ekonomik ve siyasal sorunlara ilgisiz, sinema, tiyatro, rock müzik, starların hayatı umurunda değil, hiçbir yeni­liği okumuyor, akşam erken yatıyor, yani kendi halinde müteva­zı bir adam mı? Yoksa asıldı mı? Kurşuna mı dizildi? Akademi üyesiydi, yanılıyor muyum? Yoksa anarko-terörist miydi? İslamcı mafyadan olmasın? Ne de olsa neo-nazi, buna kuşku yok.
  
Torino ya da Cenova'daki genç kadın tezgâhtara M.N. hakkın­da ne düşündüğünü soruyorsunuz. Sorunuzu anlamıyor. Adam orada, tezgâhtarla birlikte yaşıyor, uysal, nazik, dikkatli, cömert, her şeyi uyumlu ve sakin. Genç kadın başka bir hayat biçimi sür­se -o hayattan söz edilmesini işitmek bile istemiyor- papazlarla çatışmaları olabileceğini aklına getirmiyor. Papaz eskisi filozof, bir papazdan daha serttir. Adamın yokluğunda, genç kadın ara sıra tuhaf ziyaretçiler kabul ediyor. Kendisinin budala yerine konduğunu çabuk sezmiştir, toplumda önemli olmayan bir genç kadın olduğunu anlamış, bundan hoşlanmamıştır. Evet, evet, filozof yazıyor, çalışmalarını sürdürüyor. Hangilerini mi? kendisine sormalısınız. Cevap vermek istemiyor mu? Suskun kalmak hakkıdır. Beni ilgilendiriyor mu? Bilmiyorum, bilgili bir adam değilim. Size söyleyebileceğim yegâne şey, derin melanet günleri ya da keyifsiz anları dışında hoş ve neşeli biri olduğu. Beni dövüyor mu? Dalga geçmeyin. Çok iğrenç biri mi diyorsunuz. Ama neden? Şaşırtıyorsunuz beni. Bir gün gerçekten önemli bir şeyler mi yapmış? Genç kadın samimi; böylesi bir varsayım ona tuhaf ya da saçma görünüyor. M.N'sini beraber yaşanabilir, nazik, çocuksu, biraz manyak ve içe kapanık, ama ötekilerle kıyaslanınca çok uyumlu buluyor. Filozoftan tiksinmekte hakkı var. o da her kadın gibi en iyisini seçemediği için (en iyisi hiç bulun­maz) erkekten tiksiniyor, bu da son derece doğal. Belki cahil ve budalayım, ama bu konuda değil. Onu okumadım mı? Ne ilgisi var? Biz okumak için beraber değiliz, mümkün mertebe daha müreffeh yaşamak için beraberiz. Zaten birini gerçekten tanıdık­tan sonra, size memnuniyetle şunu söylerim ki, onu okumanın gereği kalmaz. Bir kadın sezgi ve duygularına güvenir. Sık sık kendini tecrit mi ediyor? Seyahate çıkıp ortadan mı kayboluyor? Maceraları mı var? Onu ilgilendirir, beni değil, özel hayata giren bir şey bu. Fikirleri mi? Bana olmadığını söylüyor, su gibidir, su­yun fikirleri olmaz. Tanrı'ya inanıyor mu? Tuhaf soru. Ben inan­mam. Yaşıyoruz, ölüyoruz, az çok sıkılıyoruz, az çok zengin ya da yoksuluz, hepsi bu. Para nereden mi geliyor? Bu konuda çok ke­tumdur, bilirsiniz. Eskiden kitapları fena para getirmiyordu, sanı­rım. Fakat en azından siz polis olamazsınız, öyle değil mi?

Benim hakkımda ne mi düşünüyor? Hiçbir fikrim yok. Ken­dini beğenmiş biri zannetmeyin beni ama, sanırım benden hoş­lanıyor. Teşekkür ederim, naziksiniz. Söylediklerim doğru, an­cak bir sorun olduğunu da inkâr edemem. Yazıları arasında, kopya ettiği bir mektup gördüm, Napolyon'dan Josephine'e ya­zılmış: "Bütün yakınmalarınıza ebedi bir sözle cevap vermeye hakkım var: "Ben ne isem, o'yum" Herkesten farklıyım, kimse­nin koşullarını kabul etmem. Bütün fantezilerime itaat etmek zorundasınız; keyfim nasıl isterse öyle davranırım, bunu da son derece olağan karşılamalısınız." İnanılmaz, değil mi? Ama ara­mızda kalsın, yalvarırım, bakın bir de endişe verici not var:

"Dinsiz bir kadın, derin düşünceli ve tanrıtanımaz bir erkeğin gözünde, tam anlamıyla gülünç ve iğrenç bir şeydir." Ne demek istediğini ona sormaya cesaret edemedim. Bir fikriniz var mı? Yok mu? Bunun saçma bir şey olduğunu düşündüm.

M.N.'nin yazdıkları içinde epey tehlikeli başka şeyler de var. Sözgelimi (ama kimseye söylemeyin): "Aslında, genç ve saf ka­dınlar bunu çok iyi bilirler. Çıkar gözetmeyen, salt tarafsız kalan erkeklere göz ucuyla bakarak alay ederler... Bu genç ve saf ka­dınları tanıdığımı ileri sürerken tahminimde haklı değil miyim? Bu, benim Dionysos tarafım. Kim bilir? Belki de Sonsuz Dişili­ğin ilk psikologuyum. Hepsi beni severler - bu eski bir hikâye­dir..." Bu cümlelerin ardından çok eski tarihli gözlemler yer alı­yor: Çocuklara ihtiyacı olan kadınlar, bir aracı gibi algılanan er­kek, zeki dişiliğin iblisliği, kadın-erkek eşitliği için marazi mü­cadele, yani açık hava tiyatrosundaki bütün seyircileri ayağa kaldıracak ya da gösterileri kışkırtacak sözler. "Aşk üzerine yaptığım tanımlamayı anlayabildiniz mi? Bir filozofa yaraşan yegâne tanımdır. Aşk - savaş araçlarını kullanır; ilkesi, karşıt cinslerin birbirinden öldüresiye nefretidir..."


***


Şu halde, MN.'nin yavaş yavaş kalemini alıp şunları yazmasında şaşılacak bir şey yok:

  "Kurnazca küçümsemek bizim zevkimiz, bizim ayrıcalığımız ve sanatımız, belki erdemimiz, bizler, modernlerin arasındaki modernler... Korkusuz olan bizler, bu çağın en zeki insanları olan bizler, üstünlüğümüzü, üstün zekalı olma özelliğimizi hayli iyi biliyoruz, bu çağda tasasız yaşamak için zekâmızı kullanıyoruz. Bizi ortadan kaldırmaları, içeri tıkmaları, sürgüne göndermeleri ihtimal dahilinde görünmüyor. Artık kitaplarımız yasaklanmayacak, yakılmayacak. Küçümseyen sanatçılar olduğumuzu yaşadığımız çağa hissettirsek de; insanlarla bütün ilişkilerimiz bizde hafif bir korku uyandırsa da; yumuşak­lığımıza, sabrımıza, gönül okşayıcılığımıza, saygımıza rağmen, insanlara karşı duyduğumuz tiksintiden kendimizi alıkoymayı beceremesek de: doğa daha az insanca olduğu zaman onu daha çok sevsek de; sanat sanatçının insandan kaçışını yansıtırken ya da sanatçının kendisiyle veya insanla acı acı alay ederken biz sa­natı sevdikçe; çağ zekâyı seviyor, bizi seviyor demektir..."

M.N. duruyor. Çağın zekâyı sevmediğini, tasasız yaşayanlardan tiksindiğini iyi biliyor; kitaplarının ne yasaklanacağını, ne ya­kılacağını, yalnızca bir kenara atılıp okunmayacağını iyi biliyor; ne ortadan kaldırılacağını, ne içeri tıkılacağını, ne sürgüne gönde­rileceğini, ama yalnızca dışlanacağını biliyor; o hariç bugün herke­sin kendini sanatçı sandığını biliyor; en ufak bir küçümseme duy­muyor, ama muazzam bir kayıtsızlık içine giriyor; sonsuz mutlu­luğu yaşarken sanki geleceğin uçurumuna düşmüş gibi dehşet ve­rici bir duygu hissediyor; karşısında bundan böyle acayip, türü azalmış, sürü halinde yaşayan bir hayvan, hayırsever bir yaratık, marazi ve sıradan biri, günümüzün Avrupalısını görüyor.

Genç ve saf metresi kapıyı vurmadan çalıştığı odaya giriyor ve ilkin tatsız, ardından hoş bir cümle söylüyor. Hemen boynuna sarılıyor, kristal vazoya bir gül koyuyor. Gerçekten iğrenç ve nefis; bunların hiçbir önemi yok. Deniz uzaklarda pırıl pırıl, o daha az insanca oldukça, adam onu daha çok seviyor. Ne güzel bir gün! Sanki hayat çılgınlığı kutsanıyor.


***


Nietzsche hısım akraba sorunlarına duyarsız kalmamıştı. Buna değinmek gerekir:

"Tam karşıtımı aradığım zaman, yani içgüdülerin sınırsız bayağılığını, karşımda hep annemi ve kız kardeşimi görüyorum. Bu aşağılık insanlarla bir 'akrabalık' ilişkisine kendimi inandırmak, ilahi yaradılışıma hakaret etmek olur. Annemin ve kız kar­deşimin davranış biçimi, bende sözle anlatılamaz bir tiksinti uyandırıyor. Şeytani bir işleyişi olan gerçek bir makine bu; en acımasız biçimde beni yaralayacak ânı -en yüce anlarımı- kollu­yor, hem de şaşmaz bir vicdan huzuru içinde. Öyle ki hiçbir güç bu zehir saçan böceğe karşı kendini savunamaz."

Biraz aşağıda:

"İnsan en uzak akrabalık ilişkisine akrabalarıyla giriyor. Akra­balarıyla 'yakınlaştığı'nı hissetmek, en kötü bayağılık belirtisidir."

Bayağılık, aşağılık insanlar, sözle anlatılmaz tiksinti, şeytani makine, zehir saçan böcek, gördüğünüz gibi bu ilişki -üstelik ilahi yaradılışını söz konusu ediyor- pek iyi yürümüyor. Bunun­la beraber, her şey aynı biçimde geri dönmek zorunda kalırsa, yeniden içgüdülerin bayağılığına, aşağılık insanlara, sözle anla­tılmaz tiksintiye, şeytani makineye, zehir saçan böceğe katlan­ması gerekecek. Ve bir daha. Yeniden.

Pekâlâ, anlaştık.

22 Şubat 1884 tarihli mektup:

"Dehşet verici bir şey, geleceğin bir çeşit uçurumu, özellikle sonsuz mutlulukta... Üslûbum bir dans, her çeşidinden simetri oyunları, bir topaç gibi ve nanik yaparken bütünüyle simetri, hatta sesli harflerin seçiminde bile bu böyle.."

  
***

 Yürüyüşler

Disiplinli ve pratik olmak, migrenlere karşı Julius Sezar tarafından kullanılan ve Nietzsche tarafından büyük bir tevazuyla taklit edilen reçeteyi uygulamak gerekir: "Uzun yürüyüşler, sade hayat, açık havada sürekli ayakta dikilmek, çılgın gibi çalışmak."

                                                           
"Bıkıp usanmadan yürüyorum! Ve tırmanıyorum! Gerçekte çatı katındaki odama varmak için 164 basamak çıkmak zorundayım. Ev ta tepede, dik bir sokakta, sokakta lüks konutlar sıralanmış, yolun sonu büyük bir merdivene ulaşıyor."

164 basamak: Saymış. Soluk soluğa, yüreği çarpa çarpa, lüks konutların ötesinde bir çatı katı. Sessizliğe geri dönüş, kalem mürekkep, kâğıt. Soba yok. Şiddetli bulantılar. Daracık bir kar­yola. Karanlık ve aydınlık. Talih nedir, bilir misiniz? Yüksek ve ağır ağır çıkılan bir merdiven.

Bir sonraki Ocak ayı, işler biraz yolunda: "Denize doğru sarkan ıssız kayamın tepesine oturuyor ya da uzanıyor, kertenkele gibi güneşleniyorum, düşüncelerimin kanatlarında zekânın maceralarına atılıyorum... Berrak gökyüzü, deniz havası bana şart."

M.N. bıkıp usanmadan Güney'de yolculuk düşleri kuruyor. Korsika'ya (Napolyon'un memleketi), Amerika'ya (Kolomb'un Hindistan'ı), Meksika'ya, Tunus'a. İşte, Mayıs ayında Recoaro'da; dağda bulunan küçük kaplıca merkezi. Sonra Temmuz'da Yukarı Engadine, Sils-Maria'da Saint-Moritz Sokağı. Bundan böyle, orası onun Himalaya'sı, Tibet'i, kutsal kayası olacak. Hâlâ şiddetli baş ağrısı çekiyor, ama nihayet:

"Yeryüzünün en se­vimli köşesine yerleşebildim, böylesi bir sessizliği hiç görme­dim," diyecektir.

Zamanın kendisi gibi normalin üstünde bir sessizlik bu. İlham onu bekliyor.

Üstüne üstüne geliyor, onu altüst ediyor, eziyor. Yeniden canlandırıyor. Değiştiriyor. Dehşete kapılıyor. Ondan ancak birkaç dostuna alçak sesle söz edebiliyor. Onu yazıya dökebilmek için belirli bir süre bekliyor. Ağustos ayındayız; şu cümleler ayrıntı değil:

"O gün, Silvaplana Gölü boyunca, ormanda dolaşıyordum. Görkemli bir kaya yığınının yanında durdum. Kayalık piramit gibi yükseliyordu. Surlei'den pek uzak sayılmazdı. İşte bu düşünce bana orada geldi."

Yani orası: "Denizden altı bin ayak yukarıda ve insana ilişkin her şeyden çok yüksekte."

Ebedi Dönüş söz konusudur. O dönüş için bütün zaman ve mekân elverişlidir.

M.N., M.Z.'ye dönüşmektedir ve çok geçmeden her birimize 'M.Z. olmak nedir' diye soracaktır. Kimdir o? Niçin o? Ne isti­yor? Neden şimdi? Kendime Z. diyecek bir sebep mi var? Zero mu desem? Zorro mu desem? Zerdüşt mü desem? Çok aşırıya kaçmıyor mu?

Bu an ilahidir, Golgotha Tepesi'nde öldükten sonra mezarından çıkıp dirildiği varsayılan İsa gibi sonu gelmeyecek, daima tekrar başlayacak. Böyle bir şey başınıza gelmiş miydi? Bütün bedeninizin dirilişi, kafatası, bilekler ve ayaklar, omuzlar, gö­ğüs, ciğerler, omurilik, kalça, yarak, butlar, bacaklar, iskelet? Şa­kayı bırakayım mı?

Aynı tarihte, M.N. bir mektup yazıyor:

 "Bana yabancı düşün­celer ufkumda beliriyor."

Orman, göl, piramit biçiminde kaya, Ağustos ayında saatler­ce yürüyen bir adam, apansız orada duruyor, bir kaya kıvrımın­da, sonsuza dek, daima. Gök açılıyor, zaman yarılıyor.

Bırakın soluk alayım, titriyorum. Küçük saf kadınımı yatağında bıraktım, yumruklarını sıkmış uyuyor, güzel kokuyor, kumsala gidiyorum. Sabahın sekizi, Ağustos ayı. Hava çok sıcak, deniz yükselmiş, yüzeceğim, martılara bakıp oyalanıyo­rum. İki-üç sandal yanımda sallanıyor, tek başınayım. Bu ânı daha önce yaşamıştım, tekrarlanıyor, tekrarlansın istiyorum. Bin kez! On bin kez! Milyar kez! Evet, bir daha.

Kızıl güneş açıyor, deniz esen meltemle kırışıyor, tuz ve yo­sun kokusu içime doluyor. Ben ahşap, bez parçası, tüy, gaga, yo­sun, parmak oldum. Kulaklarım görüyor, gözlerim dinliyor, yüreğim düşünüyor. Hemen gün ortası olacak, ama ötekiler bir gün ortası: "Gün ortası sonsuzluktur, yeni bir hayatın belirtileridir."

Aynı zamanda, umutsuzluk. Derinden umutsuzluk olmadıkça, ilham bir işe yaramaz. Yine de: "Evet'in mükemmel anlamı evet'in tutkusudur."

M.N. on yaşındadır. Şu deneyimi anlatıyor: "Uruc-ı İsa günüydü, Handel'in Mesih adlı ulu koral ilahisini dinledim: Aileluia. Hemen kesinlikle" buna benzer bir şey bestelemeye karar ^verdim."

Gerçekten bestelemiş midir? Tabi evet. Ancak eseri Mesih'e göre tuhaf bir başlık taşır :Deccal. Aslında aynı şeydir, sofu erkek ve kadınların inandıkları şeyin karşıtı.

10 yaşındayım, 40 yaşında, 2000 yaşında, 6000 yaşında, tabutumdan çıkıyorum, bu benim, benim kafatasım, yine o kafatası, yine ben, daima o kafatası, daima ben.

***

Kendine aşırı eğilmek tehlikeli; sonu deliliktir. 

Bununla beraber delilik ehlileştirilebilir, kamufle edilebilir, ona oyun oynana­bilir, yaptırılabilir, başka şeye indirgenebilir. Çocukluktan beri aşı olma ve damlalıkla ilaç alma sorunu. Bir sistemdir, ona söz dinletilebilir, kendini bırakmış gibi yapılabilir, delirirken kendi­ni gözlemlemek mümkündür, düş kurulabilir. Dıştan anlaşılma­yan bu gibi durumlarda kendimi koyveriyorum, çılgın trene atlıyorum, kızakla kayıyorum, kocaman tekerlek, düşüş, çağla­yan, içe kapanma. Ludi deli olduğumu biliyor, dıştan anlaşılma­ması koşuluyla bundan epey hoşlanıyor. Zaten o da deli, o da, herkes gibi. Önemli değil, ayakta tutunuyoruz.

Şu sıska kocakarı, güneşleniyor, körpe bir genç kızdır, bir martı. Şu aile bir köpek sürüsü. Şu bebek şimdiden seri katil ol­muş, şu küçük kız lanet bir fahişe, şu oğlan geleceği meçhul jan­darma. Yapmacıktan gelişmiş bir başka aile, penguenler grubu.


The Pianist (2002, Roman Polanski)





Piano scene

Derek Jarman


Derek Jarman, 1942 yılının Ocak ayında Northwood, Middlesex’te doğdu. 1988 yapımı filmi ‘The Last of England’ın bazı bölümleri, bu dönemde çekilmiş amatör filmlerden oluşur. Savaş sonrasında banliyöde oturan orta sınıf bir ailenin oğluydu. Kraliyet Hava Kuvvetleri’nde (RAF) görevli, aslen yeni Zelandalı asker babası, Slade’de resim eğitimi görmek isteyen oğluna tek bir şart koştu: Tabii, ama önce Londra’daki King’s College’da İngilizce, tarih ve sanat tarihi okursan. Jarman babasının isteğini yerine getirdikten sonra Slade’e gitti ve Tiyatro Tasarımı bölümünü seçti. Eşcinsellik konusunda o sıralar hiç de hoş karşılanmayan dürüstlüğüne sempatiyle bakan bir çevre bulmuştu nihayet. 1960’lar Londra’sının sanat ve eşcinsel dünyasına tepetakla daldı. “Tanıdığım herkes, başka herkesi tanıyordu, ve tanıdığım herkes, başka herkesle yatmıştı. Biz bir aile olarak değil, bir kuşak olarak birlikte yaşadık” diye yazacaktı sonradan.

1968’de Kraliyet Balesi’nde sahnelenen ‘Jazz Calendar’ için ilk tasarımını gerçekleştirdi. İlk sinema tasarımını ise, Ken Russell’ın ‘The Devils / Şeytanlar’ı için yaptı. Böylece sinemaya da ilk adımını atmış oldu. Jarman, ateşli bir karaktere sahip Russell’dan hoşlandı. Sonraları, kendi filmlerinin de onun etkisini taşıdığını söyleyecekti hep. Birlikte birkaç kez daha çalıştılar. ‘The Devils’dan sonra Jarman da kendini kamerayla silahlandırmıştı. Süper-8 kamerasıyla yeni şeyler deniyordu. İleride video kamera ile de yapacağı gibi, ucuz bir formatla çalışmanın insana sağladığı bağımsızlığın keyfini çıkarıyordu. Benzersiz görsel üslubuna ve kendine özgü algılamasına sahip küçük filmlerle.

İlk konulu uzun metraj filmi ‘Sebastiane’ı 1976’da, otuzbeş bin sterlin bütçeyle çekti. Aziz Sebastian’ın din kurbanı oluşunu temel almış, Latince sözlü, İngilizce altyazılı, erkek cinselliği ile eşcinsel istekleri soruşturan bir film. Bazıları tarafından “ahlâk bozucu, zararlı bir pislik” diye tanımlanan, inanılmaz bir başarı kazanan film. Bunun arkasından ‘Jubilee / Jübile’ (1977) ve ‘The Tempest / Fırtına’ geldi. İkincisini çekerken, Caravaggio projesinin ilk girişimlerinde de bulunmuştu. Mekânı, ışıkları, hikâyesiyle tam Jarman’a göre bir projeydi bu. Ne var ki gerçekleşmesi yedi yıl sürdü. Mali kaynak sağlamak için uğraşması bir yana, bu yıllar boyunca bir yandan çalışamadı, bir yandan da daha önceki filmlerinin kanal 4’te gösterilmesini engelleme kampanyası sürdüren basının baskısı altında kaldı. Sonuç olarak, 1980’li yılların başında eşcinsel hareketin en belagat sahibi hatibi, eşcinsel haklarının en ısrarlı savunucusu oldu. Son derece etkileyici özyaşamöyküsü ‘Danging Ledge’ de, Jarman’ın kişisel kampanyasının bir parçasını oluşturdu.


National Sozialismus ( 1933 - 1945)







Hitler Muamması (1939, Dali)








krematoryum... krematoryum... krematoryum


(Shoah, 1985, documentary by Claude Lanzmann)


~GAZ ODASI~


Kapılar açıldığında...

dayanılmaz bir manzarayla karşılaşılıyordu.

İnsanlar bazalt gibi üst üste yığılmış...

...taş bloklar gibiydiler.

Gaz odalarında nasıl da yere yığıldılar!

Birkaç defa gördüm.

Kabullenmesi en zor şeydi.

Buna asla alışılamazdı.

İmkansızdı.


İmkansız mı? (Lanzmann)


Evet. Şöyle ki,

gaz verilmeye başlandığında... şu şekilde yerden yukarıya doğru yükseldi.  Ardından müthiş bir mücadele başladı, çünkü gerçekten bir mücadele vardı. Gaz odasındaki ışıklar söndürüldü. Karanlıktı, göz gözü görmüyordu. Böylece en güçlü olanlar daha yukarıya tırmanmaya çalıştılar. Galiba farkına vardılar ki ne kadar yüksekte olunursa...o kadar hava olurdu. Daha rahat nefes alabiliyorlardı. Bu durum boğuşmaya sebep oldu. İkincisi, çoğu insan kapıya doğru ilerlemeye çalıştı. Psikolojik bir durumdu. Kapının nerede olduğunu biliyorlardı... belki bir şekilde kapıya ulaşabilirlerdi. İçgüdüsel bir davranış... ölümüne bir mücadele vardı.
İşte bu yüzden çocuklar...Güçsüzler ve yaşlılar en altlarda kalarak yaralandı. En güçlüler yukarıdaydı.
Çünkü ölüm kalım mücadelesinde bir baba, altında yatanın oğlu olduğunu fark etmemişti. Peki kapılar açıldığında ne oldu? Yere düştüler. İnsanlar taş blokları gibi... kamyondan dökülen kayalar gibi yere düştü.

Ancak ziklon gazının yakınında bir boşluk vardı. Gaz kristallerinin geldiği yerde hiç kimse bulunmuyordu.
Yalnızca bir boşluk. Galiba kurbanlar orada gazın daha şiddetli olduğunu sandılar. İnsanlar ne durumdaydılar?
Hırpalanmışlardı. Karanlıkta boğuşup dövüşmüşlerdi. Baştan aşağıya... dışkıya bulanmışlardı. Kulak ve burunları kanıyordu. Hatta, diğerlerinin neden olduğu sıkışıklıktan dolayı yerde yatan, yüzleri tanınmaz hale gelmiş insanları da görebilirdiniz bazen.

Çocukların kafatasları kırılmıştı.


Anladım. (Lanzmann)


Ne?


Berbattı. (Lanzmann)


Kusma.

Kulak ve burunda kanama.

Muhtemelen adet kanaması bile.
Bundan eminim.

Bu boğuşmada hayatta kalmak
için her şey yapılıyordu.


Korkunç bir görüntüydü.

Bu en zor kısmıydı.

....
(Shoah Metinlerinden)

Sappho'nun Son Türküsü


Suskun gece, kaybolan ayın eldeğmemiş  ışığı;
 ve sen, görünürsün sarp kayalığın üstündeki sessiz ormandan günün habercisi;
 ey gözlerime tatlı ve doyurucu gelen bir zamanların görüntüsü; 
tanıyana kadar aşk ve yazgıyı; gülmüyor artık hiçbir tatlı manzara umutsuz duygularıma. Alışılmadık bir sevinç kaplıyor içimizi tozun dumana karıştığı tarlalarda, 
dingin havalarda, estikçe tozlu rüzgarlar dalga dalga. 
Ve Jüpiter'in ağır arabası  gürlerken başımızın üstünde, 
parçalar bulutlarla kaplı kapkaranlık havayı baştan başa.
Bize keyif veriyor dağlarda başıboş dolaşmak bulutlar arasında; 
derin vadilerde; korkuya kapılmış sürülerin kaçışlarını izlemek
upuzun uzanan ovalarda; ya da dinlemek kabarmış ırmağın uğultusunu 
belli belirsiz kıyısında ve ürkütücü taşkınlığını dalgaların.

Üstündeki örtü güzel, ey tanrısal gök.
sen de güzelsin ey buğulu toprak; ama
ne yazık, vermemiş bu güzellikten bir
parça gökler ve acımasız yazgı Sappho'ya.
Ey doğa, senin mağrur krallığına boyun eğdim tıpkı değersiz 
ve can sıkıcı bir konuk ve aşağılanan bir sevgili gibi; 
gönlümü ve gözlerimi çevirdim senin güzel şekillerine boşuna yalvararak.

Gülmüyor bana çiçekli, aydınlık tarlalar
ve doğu kapısından sabah güneşi;
selamlamıyor beni renk renk kuşların cıvıltısı;
hışırtısı kayın ağaçlarının;
ve salkım söğütlerin gölgesinin düştüğü yere
aydınlık sularını yayar berrak dere;
çeker kıvrımlı dalgalarını iğrenerek,
kıyısında tutunamayıp kayan
ayağımdan ve hızla dalar kokulu tarlalara.

Ne suç işledim, ne büyük hatam oldu ki,
daha doğmadan önce, gökler düşman kesildi yazgı astı suratını bana?

Ne idi günahım daha çocuk yaşımda, yaşamın kötülüklerden uzak çağında; 
öyle ki yaşamımın demir ipliği, gençlikten ve albenisinden yoksun, 
takıldı iğine katı yürekli Parca’nın.

Neler söylüyorsun;
ağzından çıkanı kulağın duysun;
Gizli bir güç güder olayları yazgının belirlediği; 
giz dolu herşey; ıstırabımızın dışında. 
Ağlamak için doğduk, bir üvey evlat gibi; 
nedeni tanrıların aklında gizli. 
Ey arzuları, umutları ilk gençlik yıllarının!
Ne ki, dış görünüşe, güzellere sonsuz
bir iktidar verdi Babamız insanlar arasında;
ister yiğit olsun, ister usta, liriyle, türküsüyle; 
parıldamıyor erdem çirkin bedende.

Öleceğiz. Çirkin kılıfımızı yeryüzünde
bırakarak; çıplak ruhumuz Dite'ye sığınacak; 
ve insanlara körükörüne yazı yazanın insafsız hatasını silip düzeltecek.
Boşuboşuna bir sevgi beni sana bağlayan: 
sonsuz bir bağlılık ve boş bir çılgınlık,  
karşılıksız bir arzudan doğan. Ama sen mutlu yaşa! 
Mutlu yaşadıysa yeryüzünde eğer ölmek üzere doğan. 
Düşmedi payıma tatlı içkisinden Jüpiter'in, 
sürahisinde kıskançlıkla saklı tuttuğu; öldükten sonra
düşleri ve imgeleri çocukluğumun. 
Ne çabuk geçiyor neşeli günlerimiz. 
Hastalık, yaşlılık alıyor yerini ve gölgesi soğuk ölümün.

İşte, tatlı yanılsamalar ve umduğum bunca zeytin dalından 
bir tek Tartarus kalıyor bana.
  Ve soylu ruhum cehennem karanlığında, yeraltı kraliçesinin 
ve suskun kıyıların malı oluyor.

Leopardi

Q


Barthes Barthes Barthes

Au petit matin - Tan ağarırken


Tan ağarmasına ilişkin fantasma: Tüm yaşamım boyunca sabah erken kalkmayı düşledim ben (seçkin nitelikli arzu: yataktan, banliyö trenine binmek için değil de "düşünmek" ya da yazmak için kalkmak); ama fantasmadaki bu tan ağarması vaktini, sabah erken kalkacak olsam bile, asla göremeyeceğim; çünkü onun benim arzuma uygun olması için, yataktan kalkar kalkmaz hiç zaman kaybetmeden, onu, uyanıklık hali içinde, bilinç içinde, akşamki duyarlık birikimi içinde, görebilmem gerekir. İnsan dilediği gibi nasıl keyif içinde olabilir? Benim fantazmamın sınırı her zaman keyif-sizliğimdir.


La loquele - Söz akını


Geçtiğimiz 7 Haziran 1972'de ilginç bir durum oldu: Yorgunluktan, sinir buhranından kaynaklanan bir söz akını, söz bolluğu kapladı içimi, bir tümceler bombardımanına uğradım; anlayacağınız kendimi aynı anda hem çok akıllı hem de çok hoş hissediyordum.

Bu durum harcandığında bile aşırı tutumlu olan yazı'nın tam anlamıyla karşıtıdır.



Le dandy


Paradoksun çılgınca kullanımı, bireyci bir durumu, hatta isterseniz bir tür dandiliği (züppeliği) içerme tehlikesi taşır (ya da yalnızca: içerir). Bununla birlikte her ne kadar yalnız yaşasa da, dandi, tek başına değildir: kendisi de üniversite öğrencisi olan S., bana - üzülerek- üniversite öğrencilerinin bireyci olduklarını söyledi; belli bir tarihsel durumda - kötümserlik ve red durumunda- gücül olarak dandi olan, bütün aydınlar sınıfıdır savaşmıyorsa eğer (Yaşamboyu felsefesinden başka bir felsefeyi benimsememiş olan, dandidir: Zaman benim yaşamımın zamanıdır.)  




* yazı yazmaya başlayan bir kişi, düşüncelerinin sivriliğini, sorumluluğunu azaltmayı ya da başka yöne çevirmeyi oldukça neşeli bir havada kabul eder. (insanın bunu, normal olarak benim için ne önemi var? İşin özüne sahip değil miyim? derken benimsediği tavır içinde göze alması gerekir): yazıda belli bir durgunluğun, belli bir zihinsel kolaylığın keyfi bulunmalıdır: sanki yazarken kendi yaptığım budalalığa, konuşurken olduğundan daha fazla ilgisizmişim gibi (hocalar yazarlardan kat kat akıllıdırlar).

Night on Earth (1991, Jim Jarmusch)




Ülkesi Çekoslovakya'da bir sirkte palyaçoluk yapan Helmut (not helmet) kısa süre önce geldiği New York'ta taksiciliğe başlar. İlk gecesinde Brooklyn'e gitmek isteyen siyah bir müşteri alır. Olaylar gelişir... (Nıght on Earth'te yer alan en keyifli kısalardan biri; Jarmush, New york'un büyük bir sirk olduğunu söylemeye çalışıyor.)


Filmin tamamını bağlantıdan izlemek mümkün: 

Permanent Vacation (1980, Jim Jarmusch)



"Kadın göğsünden bir kağıt parçası düşürdü. Bir yabancı onu yerden aldı, tüm gece boyunca odasına kapandı...ve kâğıtta yazılanları okudu. Yazının içeriği şuydu: "Elinde bir kamışın ucuna tutturulmuş ipekten ağıyla, o vahşi ve özgür bülbülün peşine düşmek üzere dışarı çıktığında, Bana da bir tane yolla ve ben de karşılığında menekşe, nane ve ıtırlardan bir taç öreceğim. Kızımın ölümüyle sonuçlanan olay sırasında ben orada değildim. Orada olsaydım canım pahasına da olsa, o meleği korurdum. Maldoror buldoğuyla beraber geçip giderken bir palmiyenin gölgesinde uyuyan genç bir kız gördü. Önce onu bir gül sandı. Aklına önce neyin geldiğini söylemek imkansız. Bu genç kızı fark etmesi mi? Yoksa onu izleyen kararı mı? Ne yapacağını iyi bilen bir  adam gibi hızla soyundu. O çelikten hidranın sivri kıskaçlarını açtı... ve aynı cinsten ufak bir bıçakla, dökülen onca kana rağmen...çimin yeşil renginin hâlâ kaybolmadığını görerek hiç tereddüt etmeksizin talihsiz çocuğu delik deşik etmeye hazırlandı. Delik genişledikçe ardı ardına asıldı. Cesetler yine gölgede uyuyordu. Korumacı kanatlarıyla onu sarmalayan hayvani sureti onu sevgi dolu bakışlarla süzdü."


- Bu kitaptan bana gına geldi!
Alabilirsin. Onunla işim çoktan bitti.


- Bana yalnızlıktan gına geldi.



- Herkes yalnızdır. Zaten ben de bu yüzden sürüklenip duruyorum. İnsanlar bunu delice buluyor. Ama sürüklenirken yalnız olmadığını düşünmek aslında yalnız olsan bile daima yalnız olduğunu bilmekten daha iyidir. Bazı insanlar vardır... hırsları ve çalışma konusundaki motivasyonlarıyla kendilerini oyalayabilirler.
Ama bu bana göre değil. İnsanlar benim gibilerin deli olduğunu düşünürler. Herkes buna inanmıştır. Yaşam biçimim yüzünden yani. Bilemiyorum. Belki de bunun tehlikeli olduğu söylenebilir. Ama bu benim için tek çıkar yol. Annem de bu insanlar gibiydi. Bana böyle davranmamın kötü olduğunu söylerdi. Ama babam ölüp gittiğinde deliren o oldu! Fakat artık hiç umurumda değil.
Kafamı yormak bile istemiyorum.


Bacon, Francis


Bu bireyci, Van Gogh gibi "lanetli", alabildiğine kişisel dramları dışavuran çığlık ressamı Bacon'ın sanatı, en az öykünülebilecek, en az yayılabilir sanatlardan biridir. Mondrian ve Vasarely gibi sistemler ortaya koyan, kuramlarını yazan ressamların  varisleri olabileceğini aklımız alıyor da, Bacon gibi bir protestocu, bir günce ressamı nasıl sıra başı olabilir ki? Kısaca Bacon, kendisine rağmen sıra başı olmuştur. Buna hiç aldırdığını da sanmam. Yaşam ve resim yapma tarzını hiçbir şekilde değiştirmedi. Hala olup bitenin dışındadır.

Bcon'un yapıtının şöyle bir özelliği vardır: tümüyle yıkım damgasını taşır. Zaten bu açıdan, Füssli'nin karabasanlarından, İngiltere'de pek gelişmiş romantizme ve gerçeküstücülüğe uzanan bir İngiliz geleneği içinde yer alır. Ama Bacon, yıkımı ve çirkinliği çok ötelere götürmüştür. Çıplakları bir çeşit sönen balonlar, kauçuk toplar, dışplazmalardır. Bu şekilsiz, pörsük şey, bir odada bazen benzeriyle karşılaşır; o zaman gudubetler güreşine tanık oluruz. Ama ressamın kibarlıkla "bir odada iki figür" diye adlandırdığı biçimlerin öyküsüyle ilgili belki biraz yönümüzü şaşırdığımızı söylemeli. Çünkü bu karşılaşmaların modellerin Bacon'ın atölyesindedir: bunlar çıplak güreşçilerin hareketlerini bozan, parçalara bölen tahtalardır. Bu atölyede, Bacon'ın diğer seçme modelleri de görülür: Valezquez'in Papa 10. İnnocente'si, Potemkin Zırhlısı'nın gözü patlamış çığlık çığlığa dadısı, Van Gogh'un pipolu otoportresi. Tarascon yolunda Van Gogh, Himmler'in ve Hitler'in seçkin bir yer kapladığı çeşitli şiddet görüntüleri.

 Munch'un Çığlık'ından bu yana, hiç böylesine çığlık atılmamıştı, bir resimde, 1944'teki Çarmıha Geriliş'teki hayvanlardan tüm dişlerini gösteren şempazelere kadar; uluyan papalardan, insan başlarından geçerek, hep o açık ağız uçurumuyla o şiddetli isyanla, o sonsuza dek dondurulmuş sessiz ulumayla karşılaşırız. Çok sık, papanın tahtına asılmış ya da bir "çarmıha geriliş" içine yerleştirilmiş, tiksindirici, derisi yüzülmüş, gülünç ve biraz da ürkünç bir hayvan eti parçası görürüz. Bacon'ı biçimsizlik avında röprodüksiyonlardan bildiği Valezquez'in papa 10. innocente'sini seçmeye iten nedenler konusunda insan yolunu yitiriyor: Zaten kimi zaman 10 İnnocente, 12. Pie'yle karışmaktadır,  Valezquez'in resmi üstüne, dergilerden birinde görülmüş bir fotoğraf biner. Bacon'un esininde fotoğrafla filmin yerini vurgulamak şarttır. Bu etki günümüz çağdaş resminde kendini çok fazla duyurur, çok daha açıktır, ama Bacon kuşkusuz müzelerden fazla sinematekten ve fotoğraflı dergilerden esinlenmiş ilk ressamlardandır. Bacon'ın papaları genellikle mavi giysilerle ve eflatun takkeyle tahtlarına, kimi zaman bir gölgeliğin altına otururlar. Bazılarının kelebek gözlükleri vardır (Potemkin Zırhlısında, Odessa'da, merdiven dibindeki dadının kelebek gözlükleri mi?).

Bacon'ın model olarak benzerini, Van Gogh'u seçmiş olmasını tabi ki daha iyi anlıyoruz. Sekiz resim bize, Tarasco yolunda resim malzemelerini sırtlanarak yürüyen bir dizi Van Gogh sunar. Yüzü biraz maymunumsudur.

Bir de Bacon'ın kanepedeki figürlere eğilimine işaret edelim. Kişileri, sık sık, pek çetrefil biçimlere sahip mavi ya  da mor kanepelere, divanlara oturmuştur (gömülmüş demek daha doğru olur).

Bacon'ın renkleri, konularından da çok ifrit etti kıtalıları. Bunlar gerçekten sapına kadar İngiliz renklerdir. Hatta yaşlı ingiliz hanımefendilerinin favori renkleridir diyebilirim. Yani açık morlar, yeşiller, mayhoş renkler. Buna tablosunun iki farklı yapıdan oluştuğunu, birinin soyut olup bir bakıma tablonun yapısını kurduğunu, perspektifi yarattığını, diğerinin şiddetli biçimde figüratif olduğunu, Bacon'ın astar sürülmemiş tuvale tablonun yarısını yedirdiğini eklersek, neden onca uzun süre resmine yüz verilmediğini, bu resmin bugün neden bunca eşsiz bir yankıyla karşılaştığı daha iyi anlaşılabilir.

Ayrıca Bacon'ın yapıtında bol miktarda portre görülür. Biçimleri çarpıtılmış, iyice çirkin portreler. Bu portreler Bacon'ın, herhalde insana benzedikleri için hayli sevdiği maymun ya da baykuş figürlerine eklenirler. Bacon köpek resimleri de yapar. Çok çıplak, çıplak kadınlara benzeyen köpekler. 1952'de bir Afrika yolculuğu sırasında ortaya çıkmış manzara resimleri de bulunur.  Ama, burada da, Bacon, o yolculuğu yapmış olsa da, Africa sahnesini fotoğraflardan yola çıkarak gerçekleştirir. Hayvanları da, özellikle köpekleri, fotoğraflara bakarak resmeder. İlk bakışta gerçek dışı görünen, kendini en sınırsızca şeytansı düşleme kaptırmış bu ressam, aslında belirliliği saplantı bellemiş, hareketleri incelemek için fotoğrafı en iyi araç görmüş bir sanatçıdır.

Bacon'ı başka çağdaş ressamlarla karşılaştırmak gerekirse, Dubuffet'yi ve Balthus'u düşünürüz hemen. Tıpkı Bacon gibi Balthus ve Dubuffet de uzun süre yalnız, sınıflandırılamayan birer egzantirik kişi olarak kaldılar. Son yıllarda yıldızlaşana dek. Ama Dubuffet'in dünyası, Bacon'ınkiyle karşılaştırıldığında, sevimli gelir. Onun dünyası toprağa, doğaya bağlıdır. Kişileri kukla tiyatrosundan çıkmış gibidirler. Bacon'ın kişileri ise, doğrudan büyük soytarılar tiyatrosundan çıkarlar. Marquis de Sade ya da Genet'nin yazdığı bir büyük soytarılar oyunundan. Bacon'ın dünyası, aşağılanmış, panik içinde bir dünya, görünmez bir yıkımın yıldırdığı yalnız ve çıplak insanların dünyasıdır.

Soyut bir dekor içine yerleştirilmiş olmaları (birkaç renkli çizgiyle çizilmiş basit bir paralel yüz, bir çeşit saydam kutu,) bu kişilerin yalnızlığını daha da artırır. Yalnızlık, kimi dekorlarda kanepeler var diye azalmaz. Bu kanepelerde insanlar genellikle çıplaktır, beyaz solucanlar gibi çıplak. Korunmak için yalnızca dişleri vardır. Dişlerini o yamyam adam dişlerini gösterirler. Tavuk Bacağı Budu Yiyen Adam'a bakın (1953). Masallardaki dev ve Ubu baba değil midir o? 

Mıchel Ragon  

19