Sodom'un 120 Günü


Salo or the 120 Days of Sodom (Pier Paola Pasolini)

Doymak bilmez bir roman yazarı olan Sade’ın da farkına vardığı gibi, fantezi gücü o kadar enerjikti ki, bu güç onun entelektüel etkinliği ve fiziksel dürtüleri üzerinde egemenlik kurmuştu. Sade, kabaca, diğer bütün insanların da kendisine benzediği genellemesinde bulundu. Bastille’de mahkumken roman yazmaya başladığında, gotiğin bütün korku, zulüm, rastlantı ve tuhaflık etkilerini kullandı; ancak, hapishanede tutulan bir kişiden bekleneceği gibi, görünür kaosun üzerindeki katı denetimini korudu. Tüm romanları içinde, yalnızca çılgınca kaba gotik öyküler, ahlaksızlık ve halkın düşüncelerini öfkeye sevk etmek yerine baştan çıkaran cinsel kandırmacayı da içeren Aşkın Suçları (1800) bir parça mizah içerir. Birçok okuyucuya göre (onun betimlemesinden sakınan püritenlere göre değil sadece) rasgele bir dille zulüm ve aşırılığın uzun, inandırıcılıktan uzak fantezilerini sunan, hayal gücü zayıf bir yazardır. Sade kötülüğün kökenlerinin ve kendi çektiği zorlukların nedeninin özel mülkiyet, sınıf ayrımı, din ve aile yaşantısı gibi başlıca insanlık konumları olduğuna karar verdi. Onun toplumsal ve dinsel kurallara karşı gelen kişileri, mutlak güç elde edilemez olduğuna göre, sahip ol­maya değer tek güç hayalgücüne ait olandır şeklindeki inancını örnekliyordu: Gizlilik, en büyük erotik güç oyunuydu. İlk romanı olan Sodomun 120 Günü, (Jean Genet'nin klasik Notre Dame Des Fleurs’ü'gibi) kişisel bir hapishane pornosu olma amacına hizmet ediyordu; ancak, Sade sosyal konulara eğilmeyi ihmal edemeyecek kadar tam bir on seki­zinci yüzyıl Fransız erkeğiydi ve seks onun yazılarında iktidar ilişkilerini betimleme yolu olarak kullanılır. Kendi çağdaşları arasında pornogra­fiyi politize etme konusunda yalnız değildi: Bir örnek vermek gerekirse, 1789-91 arasında Kraliçe Marie Antoinette konulu seks partilerine iliş­kin müstehcen el ilanlarında büyük artış vardı.

Sade’ın gotik kurmacaları insanların birbirlerini hemen ve insafsız­ca nasıl kullanıp sömürdüklerini betimler. Sade cinsel baskıyı siyasal baskıyla bir tutuyordu - her ikisinin de devrim türü bir patlamayla sonuç­lanması olasıydı. ‘Emilie de Tourville’ başlıklı gotik öykü, bir genç kızla onun gizli kapaklı seks buluşmaları gerçekleştirdiğini keşfeden iki ağabeyi hakkındadır; özgürlüğü kısıtlanan kız için, âşığıyla haftada kaç kez buluşursa her iki kolunda o sayıda kesik açılması talimatı verilir. Sade’ın kan akıtmaya yönelik bu kararı, devrimin kan akıtması anlamını taşıyabilir:

Saçma sapan bir ciddiyetle yetiştirilen, daha çocukken mutsuzluk çığlıklarına kulaklarını kapaması öğretilen, beşikten beri kanla sulanan, her şeyi eleştiren ve kendilerini her şeyin sahibi sanan Themis’in bu taşkın ve savruk destekleyicilerinin davranışı o kadar kötü bir üne sahiptir ki, kendi gizli utançlarını ve kaçamak yanıtlarını gizlemenin tek yolu aptallar üze­rinde etkili olmaktan ve akıllı insanların da onların nefret dolu prensiple­rinden, kanlı yasalarından ve aşağılık kişiliklerinden tiksinmesini sağlamaktan başka bir işe yaramayan ve bunu da onları suça bulayarak başaran katı bir sertlik sergilemektir.

Sodom'un 120 Günü’nü Sade 1784-85’te Bastille’de yazdı. Sade romanda kendi hücresinden çok daha geniş bir hayali manzara yarattı (romanın gizemli fantezisine katkısı olsun diye de, onu duvarın içinde gizlemek­teydi). 14 Temmuz 1789’un yağması sonrasında çalınan kitabı Sade bir daha hiç görmedi; kitap on dokuzuncu yüzyılın sonlarında Marquis de Villeneuve-Trans’ın malı olarak yeniden ortaya çıktı. El yazmasının Alman bir koleksiyoncuya satılışının ardından, kısaltılmış bir versiyo­nu 1904’te Berlinli seksolog Iwan Block tarafından sadece bilim adamla­rına, tıp insanlarına ve hukukçulara dağıtımı amaçlanarak sınırlı sayıda basıldı. El yazma nüsha 1929’da bir Fransız vikont tarafından satın alın­dı ve Maurie Heine tarafından eksiksiz biçimiyle, üç cilt olarak yayımlan­dı (1931-35). Sade’ın anlatımı, Marlborough dükünün komutasındaki orduların Fransızları Blenheim ve Malplaquet’te bozguna uğrattığı ve Fransa’nın Avrupa’daki hükümranlığını yok ettiği 1715’te başlar. Kral XIV. Louis yeni ölmüştür ve torununun oğlu XV. Louis’in (1715-23) çocukluğu sırasında Duc d’Orleans unvanını taşıyan, çok parlak nitelik­leri olsa da ahlaksız ve şöhretli bir mahkûm olup kendisini mutlak güçle donatan ve zalimlikle karışık bir yolsuzlukla ülkeyi yöneten Philippe’in başkanlığında bir kral naipliği konseyi mevcuttu. Sade’ın birinci bölümü şöyle başlar:

XIV. Louıs’e ağır yükler yükleyen büyük savaşlar bir yandan hâzinenin ve insanların kaynaklarını tüketirken, diğer yandan da bir kan emiciler sü­rüsüne zenginliğin gizli yollarını temin etti. Bu tür insanlar başkalarının sefaletini azaltmak yerine çıkar sağlayabilmek adına yarattıkları ya da destekledikleri toplu felaketler için gözlerini açık tutarlar. XIV. Louis’in yüce hükümranlığının sona ermesi, Fransız tarihinde, kaynakları en az onlara eşlik eden şehvet ve sefahat kadar belirsiz olan büyük sayıda servetin gi­zemli bir biçimde ortaya çıkışının görüldüğü dönemlerden biriydi.

Sade bunun ardından, bu şekilde kokuşmuş düzenden yararlanarak ser­vet sahibi olmuş dört yaşlı ya da orta yaşlı erkekten söz eder: Duke de Blagis, onun kardeşi X Piskoposu, de Curval adında bir yargıç ve Durcet adında bir finansör.



The manuscript of The 120 Days of Sodom





 The manuscript of The 120 Days of Sodom written by the Marquis de Sade
 while he was imprisoned at the Bastille in 1785

Liberten

İnançsız hovardalara; Libertenlere

Bilumum yaş ve cinsiyetten şehvetperestler; bu kitabı yalnızca sizlere armağan ediyorum: Bu kitaptaki ilkelerle beslenin, sizin tutkularınızın destekçisidir onlar. Sevimsiz, duygusuz, kişiliksiz ve dalkavuk ahlâkçıların sizi korkuttukları bu tutkular, doğanın insanı eriştirmek istediği yere ulaştırmada kullandığı araçlardan başka bir şey değildir; tadına doyum olmaz bu tutkulardan başkasına kulak vermeyin; sizi mutluluğa yalnızca bu tutkuların sesleri götürebilir.

Şehvetli kadınlar; şehvetperest Saint-Ange size örnek olsun! Onun tüm yaşamı boyunca bağlı kaldığı ilahi zevk yasalarına karşı duran ne varsa siz de onun gibi küçümseyin!

Hayali bir erdemin ve tiksinti verici bir dinin tehlikeli ve saçma sapan bağları içinde uzun zamandır kapalı tutulan genç kızlar; cesur Eugenie’yi taklit edin! Sersem ana babalarınızın kafalarınıza kazıdığı gülünç davranış kurallarının tümünü, tüm öğütleri siz de Eugenie gibi bir çırpıda yok edin, ayaklarınız altına alıp çiğneyin!

Ve sizler, pek kibar hovardalar; siz ki, gençliğinizden beri, kendi arzularınızdan başka fren, heveslerinizden başka yasa bilmediniz, kinik, hayasız Dolmance size örnek olsun! Siz de onun gibi şehvetin sizin için hazırladığı çiçekli yolların tümünden geçmek istiyorsanız onun kadar ileri gidin; siz de onun ekolüne katılın ve bu hüzün dolu evrene kendisine rağmen fırlatılıp atılmış, insan denen bu zavallı yaratığın, ancak zevklerinin ve fantezilerinin alanını genişleterek, şehveti için her şeyi feda ederek yaşamın dikenleri üzerinden birkaç gül derlemeyi başarabileceğine inanın.

SADE

(Yatak Odasında Felsefe için önsöz)


Biberstein de Sade's portrait

*Libertin, ahlâksal ya da cinsel açıdan kendini hiçbir baskı altında hissetmeyen, 
özgür düşünen ve yaşayan kişidir. Libertin'lik, cinsel ya da dinsel konular­da otorite ya da 
yerleşik anlayışların baskısını tanımayan bir yaşama tarzını içerir.

Libertin’de, dinle erotizm arasında bir birlik söz konu­su değil; tam tersine, kesin ve açık bir bölünme var. Liber­tin, hazzı, geri kalan her şeyi dışta tutan bir amaç olarak görür. Bedeni aşkınlığa teslim eden dinsel ya da etik değer­lerle inançların nerdeyse hepsine canla başla karşı koymuş­tur. Uç noktalarından birinde libertin'lik, eleştiri alanına yaklaşır ve bir felsefe olur; bir başka uçta, dinsel adanma­ya ters düşen sapkınlık, ilenç, haram gibi kavramlara yak­laşır. Marquis de Sade, uzlaşmaz bir felsefi tanrıtanımazlı­ğı savunmakla övünmüştü. Gelgelelim kitapları, din karşı­tı dinsel ateşle yüklü bölümlerle dolup taşar, özel yaşamın­da da dine saygısızlık, inançsızlık suçlamalarıyla karşılaştı; 1772’de Marsilya’da görülen davası sırasında ileri sürüldü­ğü üzre. Andre Breton, bana bir keresinde Sade’ın tanrıta­nımazlığının bir inanç olduğunu söylemişti: Libertin'liğin tersyüz edilmiş bir din olduğu söylenebilir. Libertin, doğa­üstü dünyayı öylesine ateşle reddeder ki, saldırılan bir adanma, bir kutsama katına yükselir zaman zaman. Çileci ile libertin arasındaki asıl fark, çilecinin erotizminin aracı­sız, tek başına bir yücelme olması, libertin'in erotizminin ise uygulamaya geçilince bir suç ortağına ya da bir kurba­na gereksinim duymasıdır. Libertin, her zaman Öteki'ni ister. Onun laneti de budur: Ereğine güvenir ve kurbanına köle olur.

Tutkunun ve çılgına dönmüş imgelemin tanımıyla libertin'lik zamanla sınırlı değildir. Felsefe olarak oldukça mo­derndir. Libertinlik ve Libertine sözcüklerinin garip evrimi, erotizmin çağımızdaki -gariplikte bundan geri kalmayan- yazgısını kavramamıza yardım eder, lspanyolca'da libertin: (Libertino), önceleri “azat edilmiş bir adamın oğlu" anlamı­na geliyordu, haz peşinde koşan çapkın anlamında sonra­dan kullanıldı. Fransızcada, on yedinci yüzyıl boyunca liberal ve liberallik'e yakındı anlamca: Cömertlik, özveri. Libertin'ler aslında şairdiler ya da Cyrano de Bergerac gibi felsefeci şairlerdiler. Theophile' de Viau ve Tristan L'Hermite gibi düşlemleri canlı, çılgın bir imgelemin güdüsünde se­rüvenci kişilerdi. Libertinlik sözcüğüyle ilişkili uçarılık ve kayıtsızlık, en hoş haliyle Madame de Sevigne'nin kaleminden dile getirilir: "Yazarken öylesine libertin'imdir ki, attığım ilk adımı bütün mektubum boyunca izlerim. Libertinlik, on sekizinci yüzyılda felsefe oldu. Libertin,  dinin, yasaların ve geleneklerin entelektüel eleştirmeniydi. Anlamdaki kayma göze batmıyordu, libertin felsefe erotizmi ahlaki eleştiriye çevirdi. Zamana sığmayan erotizmin modern çağa geldiğinde aydınlanan maskesi buydu. Din ya da sapkınlık olmaktan vazgeçti, iki durumu da ayinle bağlantılı buldu, ideoloji ve düşünce konumuna girdi. O dönemden bu ya­na, falluslarla vulvalar, sofistlere dönüşüp geleneklerimizi ve yasalarımızı eleştirdiler.

Libertin felsefenin en eksiksiz ve keskin anlatımı Sade’ın romanlarında bulunur. Onlarda din de en az ruha ve aşka duyulan öfkeyle reddedilir. Açıklanabilir bir şey. Libertin için ideal erotik ilişki, cinsel nesne üstünde kesin egemenlik demektir, onun yazgısına karşı da aynı ölçüde kesin bir kayıtsızlık; bu arada cinsel nesne, efendisinin istekleri ve esin­tileri karşısında eğilir. Bu yüzden Sade’ın libertin'leri, kur­banlarından tam bir boyun eğme beklerler. Bu durum felse­fî bir tasımdır, psikolojik bir gerçeklik değil. Tutkusunu doyurmak adına libertin, dokunduğu bedenin acı çeken bir duyarlık ve bir istenç taşıdığını bilmelidir (ona göre bilmek, hissetmek demektir). Libertin’lik, kurbandan belli ölçüde bir özerklik ister, çünkü o olmadan haz/acı dediğimiz çeliş­kili duygu doğamaz. Sadomazohizm, libertin'liğin merkezi ve tahtı, bu nedenle onun yadsınmasıdır da. Duygu, libertin’i nesnelerin duyarlığına bağımlı kılarak onun üstünlü­ğünü yadsır, ayrıca kurbanın edilginliğini de yadsır. Liber­tin ile kurbanı, alışılmadık bir felsefî yenilgi pahasına suç ortağı olurlar: Libertin'in kayıtsızlığıyla kurbanın edilginliği aynı anda uzlaşır. Bir duygu felsefesi olan libertin’lik, olanaksız bir duygu yoksunluğu tasarlar: Eskilerin atarak­siya dedikleri durum. Libertin çelişkilidir: Öteki’nin hem ölümünü, hem de yeniden doğmasını ister. Cezası, Öteki’nin hayata bir beden olarak değil, bir gölge olarak dön­mesidir. Libertin’in gördüğü ve dokunduğu her şey gerçek­liğini yitirir, onun gerçekliği kurbanınkine bağlıdır. Oysa kurban -kadın ya da erkek- yalnızca bir çığlık, uçucu bir el hareketidir. Kendisi de gölgeler arasında bir gölge olup çıkar.

Erotik edebiyatın tarihinde Sade ve onu izleyenler, benzersiz bir konumdadırlar. Sade’ın somurtkan yadsımalarını ne kadar derin bir sevinçle bir araya getirseler de, Varlık’ı hep yücelten Platon’un soyundandır onlar, kara gecenin ışıksız Lucifer’inin çocuklarıdır. Felsefe geleneğine göre Eros, karanlığı ışıkla, maddeyi tinle, cinselliği düşünceyle, burayı orayla kaynaştıran bir tanrısal güçtür. Bu felsefeci­lerde kara ışıktır konuşan, erotizmin yarısı: Yan tutan bir felsefe... Daha eksiksiz görünümler bulmak için yalnızca fel­sefecilere değil şairlerle romancılara da bakmamız gerek. Eros ve onun alanları üstüne düşünmek, onları dile getir­mekle aynı değildir; dile getirme sanatçının ve şairin yete­neğidir. Sade, çok geveze, yavan bir yazardı, bir sanatçının tam tersine. Sade ile çağdaş tilmizleri erotik tutkuyu felsefî bir söyleme dönüştürmek için canlarını dişlerine taktıkları halde, Shakespeare ile Stendhal bize daha ayrıntılı bilgi ve­rirler. Sadomazohizmin zindanlarıyla usturaları, haz/acı İkilisinin bitimsiz tartışmalara giriştikleri sıkıcı bir akade­mik toplantıya dönüştü çoktan. Freud'un üstünlüğü, bir doktor olarak deneyimini şiirsel imgelemiyle nasıl bağdaş­tıracağını bilmesindeydi. Bir bilim adamı ve trajik bir şair kimliğiyle, bize erotizmi kavrama yolunda kılavuzluk etti. Biyoloji bilimleri, büyük şairlerin sezisiyle el ele. Eros güneşçil ve gececildir: Herkes onun varolduğunu bilir de göreni çok azdır. Sevgilisi Psykhe'ye göre varlığı görülmezdi, gün ortasında güneş nasıl görünmezse: Işık fazlalığı yüzün­den. Eros'un aydınlık ve karanlık olan ikili yüzü. Yunan edebiyatı şairlerinin bin kere yineledikleri bir imgede durulaşıyor: Yatak odasının karanlığındaki lamba.

Erotizmin aydınlık yanını, hayata verdiği ışıltılı onayı öğrenmek istiyorsak, Neolitik dönemden kalma bereket heykelciklerine göz atmamız yeter: O körpe incelik, kalça­ların dolgunluğu, küçük figürün kendi memelerini meyve gibi sıkan elleri, o esrik gülümseme. Yerinde göremesek bi­le en azından Hindistan’da Budacıların Karli tapınağına oyulmuş dev erkek ve kadın heykellerinin fotoğraflarına bakabiliriz. Güçlü ırmaklar ya da durgun dağlar gibi be­denler, sonunda doyuma ermiş bir doğanın imgeleri, dün­yayla uyum anında yakalanmış, sonra da cinsel doruğa ula­şan benlik. Güneşçil mutluluk: Dünya gülümsüyordur. Ne süreyle? Bir iç çekiş boyunca: Bir sonsuzluk. Ama erotizm kendini cinsellikten koparır, değiştirir, çiftleşmeyi amacın­dan saptırır: Ne ki bu kopuş, bir dönüştür aynı zamanda. Çift, cinsellik denizine döner, dalgaların sonsuz, usul hışır­tısında gidip gelirler. Orada, hayvanların masumluğunu edinirler. Erotizm bir ritimdir; tellerinden biri ayrılık, öteki sılaya dönüştür, uzlaşmış doğaya dönüş yolculuğu. Erotik öğe burada, bu andadır. Bütün kadınlarla erkekler yaşa­mıştır böylesi anları: Cennetten budur payımıza düşen.

Erotizmden, aşktan, dalgınlık esrimesinden önceki bu ilk an, bu dönüş, ne ölümden bir kaçıştır, ne de erotizmin göz korkutucu özelliklerini yok sayış: Onları anlama, bir bütüne yerleştirme çabasıdır. Entelektüel bir kavrayış değil, duyumsal bir kavrayış, duyuların aklı. D. H. Lawrence, ha­yatı boyunca bu aklı aradı, ölümünden kısa bir sıra önce bulgusunun kanıtını mucizevî bir ödül olarak bir şiirde bıraktı: Büyük Bütün’e dönüş, derinlere inmektir. Pluton ile Persephone’nin, her bahar yeryüzüne dönen kızın, yeraltındaki saraylarına inmektir. Ölümle hayatın kucaklaştığı ana kaynağa bir dönüş:


Bir belemir uzat bana, bir meşale ver!
yolumu bulayım, çatallı mavi meşalesinde bu çiçeğin,
indikçe daha da kararan basamaklardan, mavinin
koyulukta koyulduğu
şimdi Persephone’nin de gittiği, kırağı kesilmiş
Eylül'den
karanlığın karanlığa uyandığı
ve Persephone’nin kendisinin
bir sesten başka bir şey olmadığı ülkeye
ya da Plutonsu zifirî kollarla sarılı
ve kapkara ezinçle yaralı
görünmez bir karanlığa,
karanlığın meşaleleri
karartırken yitik gelinle damadı.
(d.h lawrence)

Octavio Paz'ın
Çifte Alev kitabından

S/A/D/E


https://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2014/03/ La Coste

Sade’ın yaşamı ve görüşleri on dokuzuncu yüzyıl boyunca gizli tutul­du ve yirminci yüzyıl boyunca da bilinçli olarak çarpıtıldı. Sade titiz, huysuz, soğuk ve kendini beğenmiş bir soylunun hayatta kalan tek çocu­ğuydu. Ailesinin sahip olduğu mülklerin Sade üzerinde hayal gücünü besleyici güçlü bir etkisi oldu. Ailenin şatosu La Coste, güneyinde Luberon Dağları ile Provence’in kuzey sınırındaki Mont Ventous arasında, güzel ve verimli bir ovadaydı. Donald Thomas’ın tarif ettiği gibi, “Sade ailesinin La Coste ve Saumane’daki şatoları, Salvator Rosa’nın yazacağı ya da gotik bir romanın giriş sayfalarında bulunacak türden dramatik bir çalışmayı akla getiren, vadilerden akan nehirleri ve taraçalar halin­deki bağları yukarıdan gören bir konumdaydı”. Otranto Kalesi için Strawberry Hill'i kullanan Horace Walpole ya da Vasık’ta kendi evinin özellik­lerini kullanan William Beckford gibi, Sade da Sodom’un 120 Günü’nde, Silling’deki korku salan kaleyi hayal ederken kendi aile konutundan yola çıkmaktaydı:



Vaucluse Sıradağları’nın dik, ağaçlarla kaplı boğazları ve çağlayarak akan nehirleri, heyecanla, zevk ve zorbalık vaadiyle, ve tüm bu arzuları ancak uzaklardaki şatonun kötülüklerinin dindirebileceği denetlenemez zevk düş­künlüğüyle yüklüydü. (...) Saumane Şatosu -yeraltı geçitleri, zarif merdi­veni, galerisi, odaları, vadinin üzerindeki alçak masif duvarlarda görünen kanatlı pencereleriyle- Sade’nin romanında karakteristik nitelikler ve dekorlardı.

La Coste

Annesi, yetim Bourbon prensi de Conde’nin ailesindendi. Sade, 1744’te henüz dört yaşındayken (kendisinden dört yaş büyük) prens de Conde’yi dövünce, önce büyükannesinin Avignon’daki on beşinci yüzyıl­dan kalma gotik konutuna, oradan da Saumone’daki aile şatosuna, son olarak da Ebreuil'deki eski manastıra gönderildi. 1754’te, on dört ya­şındayken, Yedi Yıl Savaşı’nın patlak vermesi üzerine genç bir subay olarak Almanya’ya gönderildi ve burada bazı katliam sahnelerine tanık oldu.

İlk kez 1763’te, Parisli bir fahişeyi satanist ritüellerin eşlik ettiği kırbaçlamayla tehdit etmesi sonucunda tutuklandı. Polisten cesaret alan bir çok Paris genelevi Sade’a kapılarını kapadı. 1768 Paskalyasında, bir pasta aşçısının orta yaşlı dul eşini kırbaçladı. Kadının şikayetleri öylesi­ne büyük bir skandal yarattı ki, daha on gün geçmeden Parisli Madame du Deffand olayın ayrıntılarını Londralı dostu Horace Walpole’a yazı­yordu. Sade’ın şiddet dolu, tek yönlü cinsel ritüelleri tercih etmesi, onu yaygın bir nefretin kötü şöhrete sahip hedefi haline getirdi; ancak rağ­bet gören şiddet zevki ve sansürsüz uygulanan halka açık cezalandırma­lar göz önünde bulundurulduğunda, verilen tepkilerin yoğunluğu Sa­de’a ikiyüzlülük gibi geliyordu. 1768'deki suçlamanın ardından Sade bir­kaç ay hapiste tutulduktan sonra, Paris’ten La Coste’a sürgüne gönde­rildi. 1772’de, Marsilya’daki bir seks partisinin ardından, zehirleme (iki kadına öldürücü olmayan dozlarda bir afrodizyak vermişti) ve uşağıyla cinsel ilişkiye girmekten suçlu bulundu. Aix’de kafası kesilerek öldürül­meye mahkum edildiyse de, cellat bir kuklanın boynunu vurdu ve Sade Sardinya Krallığı'na kapağı attı. Mülküne el konuldu ve çocuklarının velayeti karısına bırakıldı. Sade’ın, kızını terk etmesini asla affetmeyen zengin, acımasız ve becerikli bir kaynanası vardı; kadın onun medeni hukuka göre cezalandırılmasını sağladı. 1777’de Sade, kaynanasının kışkırtmasıyla, Bourbon Fransa’sının lettres de cachet adıyla bilinen ada­letsiz yasal düzenlemesi gereği, hiç yargılanmadan Vincennes Hapisha­nesine atıldı.



Vincennes, rutubetli, dar, havasız ve çok az ışık alan hücreleri olan, kasvetli ve kuleli bir kaleydi. Sade orada tam bir tecrit hayatı yaşadı; adı gizlendi (hücre numarasından ötürü ‘Monsieur le 6’ olarak, biliniyor­du); ve sanki vahşi, kafese kapatılmış bir hayvanmış gibi yiyeceği kapı­daki bir delikten veriliyordu. Müdür hapishanede kalanların kesin bir sessizlik içinde durmaları için Önlemler alıyor ve sert, kurallı bir şiddet politikası uyguluyordu. Hapse atılması Sade’ı öfkelendirip dehşete düş­tüyse de akıl sağlığını yitirmedi. Saplantıları hapishanenin yalıtılmış ortamında iyice büyüdü; burada, genellikle felsefi etiğe hitap eden, büyük bir heves, tutku ve mantıkla yüklü mektuplar yazmaya başladı. Ancak, yayımlanacak eserler yazmaya 1784’te Bastille’e gönderilmesinin ardın­dan başladı. Bastille’in baskına uğrayışından birkaç gün önce, kalenin kulelerinden kendisini ve diğer mahkûmları katlediliyorlar diye aşağıdan geçenlere bağırdığı için buradan alındı ve Charenton akıl hastanesinde silahla korunan bölüme gönderildi. İlk eseri olan Sodom’un 120 Günü’nün el yazısı nüshalarının yok olduğunu zannediyordu ve eserin sonuçta ele geçmesinden hiç haberi olmadı. 1790’da, Sade gibi lettres de cachet'den ötürü mahkum edilenlere genel af ilan edilince yeniden özgürlüğünü kazandı.



Demokratik bir coşkunluk ânında idam edilebileceğini anlayınca, yeni rejim için yavan denecek düzeyde propaganda yaparak tam bir broşür tasarımcısı olarak çalıştı. Bir süre, Paris’in kendi sorumluluğu altındaki bölgesinde sulh yargıcı olarak görev yaptıysa da, yumuşaklığı yüzünden devrimcilerin tepkisini topladı: İdam cezasına her zaman karşıydı - tek etik cezanın sanığın ıslah edilmesi olasılığını içeren ceza olduğunu savu­nuyordu; inancına göre bir kişi zevkleri uğruna ceza işleyebilirdi ama adalet adına cinayet işlemek yanlıştı. Radikal görüşlerinde samimiydi. Ancien regime ona düşmanmış gibi davranmıştı ve Jakobenciliğin dehşeti belirginleştikten sonra bile, “başkentlerinde tapınma amacıyla durma­ları amaçlanan kralların, kendilerini isteyen kalabalıktan kaçtıkları, ih­tiras, tutku, intikam ve gururun her gün can sıkıntısının kanatlarında uçarak çıkagelen günün tapınacak kişisine kurbanlar sunduğu, kendi mülklerinde sorumluluk sahibi liderler olmaları gereken Fransız asille­rin ziyafet salonlarında utanca kapıldıkları Versailles denen o çirkin, iğrenç köy”ü nefretle anmayı sürdürdü.


La Coste Sade's Castle

http://babalaas.tumblr.com/archive/

Giyotin

"Yeryüzünde bir cennet; çok güzel bir ev, harika bir bahçe, seçkin bir topluluk, tapılası kadınlar; ve bir anda pencerelerimizin altına yerleştirilen idam sehpası; bahçemizin orta yeri kafası kesilenlerin mezarlığına döndü. Beş gün içinde, sevgili dostum, giyotinden geçmiş bin sekiz yüz kişi kaldırdık, üçte biri de bizim bedbaht evimizin sakinlerindendi.
...

Tüm bunların ortasında, kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Devletin zindanlarındaki tutukluluğum, gözümün önündeki giyotin, hayal edilebilecek bütün Bastille'lerin bana hiçbir zaman veremeyeceği kadar acı verdi."  (Sade, Picpus'taki tutukluluğu sırasında)


XVI. Louis

18. yüzyılın son çeyreğinde, cezalandırmada başvurulan bedensel yön­temler eleştirilmeye başlar. 1788'de, işkence -"öncelikli sorun"- Fransa'da yü­rürlükten kaldırılır. Yaşamanın ve ölümün krala bağlı olmasına karşı olan Beccaria, ölüm cezasının kaldırılması gerektiğini savunur. Ne var ki sesini tüm Avrupa'ya duyurduğunu söylemek oldukça güçtür. Felsefecilerin hepsi katılmaz onun görüşlerine. Bununla birlikte, birçok bilgili despot bu yeni du­yarlılığa uyum gösterir. II. Gustaf'ın İsveç'inde, II. Yekatarina'nın Rusya'sında ve II. Friedrich'in Prusya'sında ölüm cezası kalkar. "1782 tarihinde II. Joseph'in ilan ettiği Avusturya Ceza Yasası'yla ölüm cezası yürürlükten kaldırılır"; kal­dı ki, İmparatorluk'ta 1796-1803 yılları arasında dönem dönem yeniden uygu­lamaya konur.

İdamlara az rastlanılan başka yerler de vardır, bu da cezalarda bir yu­muşamaya işaret etmektedir. İngiltere'de, 18. yüzyılın sonunda yılda 20 ki­şinin asıldığı görülür. Oysa bu sayı Elizabeth'in saltanatının sonunda 140'tır. 1780'den sonra, Paris Yüksek Mahkemesi'nde verilen ölüm cezalarına gitgide daha az rastlanır. Cenevre'de, asılarak idam edilenlerin sayısı 1755'ten başla­yarak azalır. "Kilisenin ve adaletin seçkin tabakası" diye yazar Michel Porret, "ölüm cezasına karşı gittikçe büyüyen bir düşmanlık sergiler."

Yeni duyarlılığı doğrulayan bu verilere karşın, en büyük ceza "sanayi öncesi Avrupa'da ceza sisteminin temel taşı" olmayı sürdürür. Dolayısıyla, idam edilen beden ve onun kızgın demirle damgalanması "devletin tekeli­ne aldığı ceza düzeninin merkezinde" bulunmaktadır hâlâ. Fransa'da oldu­ğu gibi İngiltere'de de idam halkın önünde gerçekleşir. 1757'de, Damiens'in ölüm cezasına çarptırılması suçun canavarca yapısının sergilendiği bu ayi­nin en dikkat çekici örneğidir. Ceza tiyatrosu bir şekilde kıyımın suçlunun bedenine kazınmasını sağlar. Michel Foucault'nun yazdığı gibi, zarara uğ­rayan hükümdarlığın yeniden toparlanmasını sağlar. İktidarı belirleyen ku­ralların merkezini oluşturur. İdam hukukun kutsallığını kanıtlar. Özellik­le Fransa'da, bedenine suçun saldırdığı kralın gücünü ve öfkeli üstünlüğü­nü simgeler.

Bütün bunlar tüyler ürpertici sefaletiyle gösterilen ve incelenen bedenin oluşturduğu acı gösterisini, "istemli görsel şok"u içerir. Elbette, idam bir deh­şet eğitiminin parçasıdır. 1814'te, Joseph de Maistre bunu şu sözlerle anlatır: "Cellat [suçluyu] tutar, yatırır, yatay duran bir çarmıha bağlar, kolunu kaldı­rır: İşte o anda korkutucu bir sessizlik olur, yalnızca sopanın altında ezilen kemiklerin sesiyle kurbanın çığlıkları duyulur. Derken, onu çözer, bir çarkın üstüne taşır: Kırık kollarla bacaklar çarkın parmaklarına dolanır; baş sarkar; saçlar diken diken olur ve fırın kapısı gibi açık ağızdan sadece ölümü çağıran birkaç iç parçalayıcı sözcük çıkar." Acının dolaysız olarak görülebilmesi ce­zanın örnek oluşturması düşüncesini güçlendirir ve suçun önlenmesine katkıda bulunur.

İdam sırasında, öldürme işleminin süresi deneyime dayalı bir beceriye sahip cellat tarafından kısaltılır ya da uzatılır. Michel Foucault bu farklı acı üretimlerinin ne kadar önemli olduğunun altını çizmiştir. "İşkenceler" kati­lin önemine göre değişen ve bilgi gerektiren "genel bedensel acı ilkeleri"ni yansıtır. Sözgelimi, kral katilinin kollarıyla bacakları kopartılır, eşkıyalar çark işkencesine sokulur, ana ya da baba katilinin elleri kesilir. Burnun ya da kulakların kesilmesi, dilin kızgın demirle delinmesi de ölüm cezasına çarptı­rılan kişinin bedenini yavaş yavaş insanlıktan uzak bir kalıntıya dönüştüren bu anatomik parçalama işleminin bir parçasıdır. Kimi zaman en sonda, baş ya da bedenin başka bir parçası sergilenir. 16. ve 17. yüzyıllarda, bu acı ilkele­ri özellikle İngiltere'de son derece gelişmiştir. Krallıkta, idam mahkumunun cesedi anatomi odasına götürülür. 1832'ye dek, yargıçlar ölüm cezasına ek bir işlem olarak bedenin açılması kararını verirler. Böylece kıyımın sonundaki, başka koşullar altındaki bedenin aşağılanması yöntemi yasallaşır.

İsa'nın öldüğü akşam cennete giden iyi hırsıza göndermeyle, idam suçlu­ya kurtulma fırsatı sunar. Suçun halk önünde itirafı, suçlu olunduğunun ka­bul edilip af dilenmesi ayini, eksiksiz bir utanç ve aşağılama düzeni, pişman­lık duygusu yaratıp onu açığa vurdurur. Cenevre'de, yalınayak biçimde, boy­nunda ip, elinde yanan bir meşaleyle, kent kavşaklarında diz çöken mahkûm pişmanlığını ifade ederek kurtuluşu hak etmeden önce hemcinslerinin say­gısını kazanır. İdam, suçlunun şehide dönüşümünü gösterme fırsatı yaratır. Hatta lütfün izlediği yolu bile gözler önüne serebilir.

Kanlı Devrim




Massacre (kıyım) sözcüğü mezbaha anlamına gelen Arapça bir sözcükten (meslah) gelse de, Fransız dilinde öncelikle sürek avıyla ilgilidir. Dionysosçu bir ayine yön veren bir töre uyarınca, savunmasız kurbanların bir grup avcı tarafından aynı anda öldürülmesi anlamına gelir. "Tazı payı" anlamı da gizlidir sözcüğün içinde. İnsana uyarlanan massacre adli bir karara göre uygula­nan işkence ve ölüm cezalarının karşıtıdır; çoğunlukla toplu öldürüm ama­cıyla yapılan ve neşeli bir kalabalığın katılımına izin vermeyen kurşuna diz­meden de farklıdır.

Massacre, hayvanlar aleminde de öncesinde av olmaksızın, oyun aracılı­ğıyla toplumsallaşma biçimlerini açığa çıkarmaksızın, gerçek toplu heyecan­lar içermeden, şeyleştirmeden, kurbanın bedeninin ete dönüştürülmesinden başka bir şey olmayan kesimden derinlemesine farklıdır. Hayvanın kesilmesi ayinsel bir yöntemden ziyade basit bir tekniktir.

19. yüzyılda insan kıyımındaki uygulamaların ve figürlerin anlaşılma­sı için, en azından 18. yüzyılın ortasında yerleşmiş ve ondan sonra Devrim'in farklı evrelerinin nispeten acımasızlığı üstüne kapanmak bilmeyen tartışma­yı belirlemiş antropolojik doğanın ve duyusal kültürün altüst oluşuna bak­mak gerekir. Hiç kuşku yok ki, bugün tarihçi iyilerle kötülerin edimlerinin karşılaştırmalı olarak incelenmesine kapılarak bir yargı ileri sürmemelidir; çünkü bu incelemenin işlevi geçmişi anlamaktan ziyade karşıt cephelerin res­mini çizmektir.

Bununla birlikte, Devrim eski kıyım uygulamasını yeniden başlatmış -yalnızca kin zincirlerini yaratarak ya da harekete geçirerek olsa da- ve kıyım yöntemlerinin yeniden düzenlenmesine neden olmuştur. 1789 yazı, Temmuz ve Ağustos ayları (taşrada), 1792 Eylül'ü (Paris'te), 1793 ilkbaharı ("Vendee"de) bu zincirinden boşanmanın başlıca süreçleri yaşanır. Bu tarihlerde bazı açı­lardan idamın teatralliğiyle uyumlu bir şiddet gösterisi açığa çıkar. Kendisi­ni kanlı bir temsile kaptırmış; kararlılıkla edimlerinin meşruluğunu kanıtla­mak, bu edimlerin varsayılan etkisinin tadını çıkarmak ve kendiliğinden ge­len cezalandırma aracılığıyla tehdit altında gördüğü dengeyi yeniden kur­mak isteyen bir kalabalığın işidir bu gösteri. Bu dramatik sahneler öykünme oyunuyla ve içinde sorumlulukların azaldığı toplu bir güdümlülük doğuran gizli bir tehdit duygusuyla sürer gider. Kıyım kimi zaman bedenin gerçekli­ğine gerçekdışı tarafların varlığını katmayı, o zamana dek aşırı bulanık olan sınırları belirlemeyi ve bilinçli olarak kin akımları başlatmayı amaçlayan şid­detli bir özgürleşmedir.

Bu kıyımlar, söz konusu olan ister köylü ayaklanması örneğinin etkisinin kestirilmesi, ister bu dramların idam ve darağacıyla olan ilişkilerinin belir­lenmesi, isterse karnavalla olan benzerliklerinin bulunması olsun, farklı okumalara konu olmuştur. Öyle ya da böyle, bu toplu şiddet hareketlerinin ken­dilerine özgü birtakım özellikleri vardır. Kamusal alanda -sokak, meydan, liman-, gündüz, çoğunlukla da yaz güneşinin altında gerçekleşmişlerdir. Bu görünürlük sesli alarmların sıklığıyla uyum içindedir. Alarm çanı, harekete geçirdiği kıyımla bağlantılıdır. Çan sesi o korkunç koşullarda, söylentiye ger­çeklik kazandırır. Komplo tehdidini var eder.

Şiddetin zincirinden boşanmasının özelliklerinden biri de hem hareket hem de dil alanında, görünüşte kendiliğinden, hatta tiyatro sahnesini akla getiren belli bir buluşla gelişmesidir. Bu yaratıcılığın yansıttığı bayram hava­sı, kıyımı şölenle ilişkilendirir. Düşmanın kolunun bacağının koparılıp karnı­nın deşilmesi görüntüsünün verdiği hazla; kısacası, Devrim'in kendisini al­gılamasını, düşünmesini ve dile getirmesini sağlayan, düşmanın eğretilemesel canavar bedenine uyarlanışının gösterisiyle devrimci enerjinin açığa çık­masını sağlayabilir.

Devrim'in ilk yıllarındaki kıyımlarda 16. yüzyılın sonunu kana bula­yan aşırılık sahnelerinden birçok öğeye rastlarız yeniden; bunun dışında, bazı hareketlerin anlamı, karmaşık bir ifade aktarımı sonucunda yitmiş gi­bidir. Yakın zamanlı birtakım çalışmalarda incelendikleri için, örnek olarak Machecoul ve La Rochelle (Mart 1793) kıyımlarını ele alalım. Dram bu olay­larda bir "yığın"ın, bir "ayaktakımı"nın işidir. İnsan topluluğu kalabalığa, tesadüfi toplaşma da bilinçli toplanma haline dönüştüğünde kıyım patlak verir; harekete geçmenin olmazsa olmaz koşuludur bu. La Rochelle'de,
21 Mart'ta kıyıma katılan ya da tanık olan dört yüz kişilik bir topluluk vardır. Söz konusu korkunç kalabalık suçlulardan, serserilerden, "yabancılar"dan oluşmuş bir sürü değildir; o insanların dörtte birini kentli zanaatçılar ve ka­dınlar oluşturur.

Öldürme işi sözlü duyuru aracılığıyla teatralleştirilmiştir. Bir antik tra­gedya korosunu akla getiren, iç içe geçmiş diyaloglar ve büyüleyici sözler kıyımı bir gösteri haline getirir. Sanki kalabalığın bu şiddete alışma süresi­ne gereksinimi vardır. Meydan okuma ve kutsallığa küfür içermeyen vurgu­lu "sövgüler" dramın bu ilk aşamasını besler. "Düzmek" (foutre) sözcüğünün sık kullanımı, Antoine Baecque'in "düzücü enerji"nin iktidarsız hükümdar­dan, güçlü ve halkçı Herakles'e geçişine adadığı sayfaları desteklemektedir. Koronun sözleri ("topluca" haykırırlar: "Ölüm", bir başka topluluksa şöyle bağırır: "Kafasını keselim!") kıyımdan sonraki kahramanlaştırıcı yorumu hazır­layan bireysel övünmelere ara verdirir (gemici Bellouard: "Lime lime doğra­yacağım onları").

Bratty


Justine


Sade, düşünsel macerasını iki kadın figüre emanet eder. Bu kadınlar, her biri kendine göre, Sade'ın fikirlerinin bedelini ödeyecektir; biri bu fikirlere maruz kalarak, diğeri bu fikirleri hayata geçirip deneyimleyerek; Sade, erkek karakterlerinden ziyade, bu iki kadın karakteriyle bütünleşir; iki kız kardeş olan Justine ve Juliette’de kendini bütünüyle ortaya koyar. Her ikisi de güzel fakat çok farklı mizaçlara sahip olan, benzer durum­lara düşüp, birbirine taban tabana zıt prensipler doğrultusun­da tepki gösteren bu iki genç kadının paralel hayatlarını anlatmak, hiç kuşkusuz ahlaki bir ilginin yanında, Sade'ın gös­termeye ve kanıtlamaya çalıştığı her şey için mutlak bir avantaj sağlamaktadır. Açıktır ki, kendini bu iki kadın kahramanıyla özdeşleştiren, kadınlar nasıl heyecanlanırsa öyle heyecanlanan Justine ve Juliette'in yaratıcısı, benliğinin derinliklerinde oldu­ğu kadar deneyimlerinde de bu iki kadının özünü taşımakta­dır. Sade’ın Justine karakterinde, kendi vicdanının acısını, sıkıntılarını, açık sözlülüğü yüzünden maruz kaldığı aşağılan­ma ve incinmeleri ifade etmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Aslında, duyarlığının masumiyetinde Hıristiyan ahlakının kişileştirildiği Justine’in talihi, kabul ettiği ateizminden her türlü ahlaki sonucu çıkarmış, hiç kuşkusuz Hıristiyan bir toplumun zulümlerine maruz kalabilecek birinin kaderini de pekâlâ temsil ediyor olabilirdi. Oysa Justine bu toplumun bağrında yetişmektedir ve dürüstlüğünden, bu toplumun oyununu oynadığını düşünür. Fakat nasıl ki normal bir insan doğasının varlığından söz edemezsek, bu toplumun da var olduğu söylenemez. Aslında bu toplum yoktur. Bu ilüzyona sadık kalan Jus­tine, tüm alçaklıkların, tüm zulümlerin, tüm suçların, yani tüm “anomalilerin” bizzat hem bahanesi hem de çıkış noktası haline gelir. Bunun da ötesinde, kendi yanılsaması, kendi saflı­ğı, nerede olursa olsun yalnızca kendi olarak ortaya çıkması nedeniyle Justine karşılaştığı kişilerin içindeki kötülüğü kışkırtır. Erkekler ve kadınlar üzerinde uyguladığı çekim gücü, başkasından gelecek yeni sapkınlık formlarını tanımasını mümkün kılar fakat her yeni durumda saflığının yol açtığı di­lemmalar, onu çevresinde işlenen suçların ortağı yapar.

Photograph by Jindrich Styrsky

Dolayısıyla Justine, sadist girişim için olmazsa olmaz tabunun kişileşmiş halidir. Aksiyon, varolan durumdan, kabul edilmiş normlardan, alt üst edilmesi istenen kurumlardan -ki bu kuramların, öncelikle, sözcülüğünü üstlenmiş ama daima engellenen, taciz edilen ve sürekli gözyaşı döken kadın karakterlerin içinde alt-üst edilmesi gereklidir- hareketle gelişir ve devam eder. Sade, Justine’i, uğradığı ilk tecavüzden, sonrasın­da maruz kalacağı en beter pis durumlara kadar, hiçbir du­rumda değişmeyen, hep baştaki Justine ile aynı kalan bir Justine olarak gösterir; son siperlerine kadar ulaşılmış bir bi­lincin korku ve sıkıntılarından -ki bu bilinç kendine sahip ol­manın ihlal edilemezliği noktasında kendini tecavüze uğramış biri olarak görmektedir, benin kendi dürüstlüğüne ilişkin bir tasavvuru vardır- nasıl yararlanacağını çok iyi bilir. Halbuki, bilinç, Justine’in gözünde çoktan kaybedilmiş olan bedenden ayrı kalamaz, tensel refleksler, onu sırrını dışa vurmakla tehdit eder. Bu sır, benin yine kendisi tarafından ele geçirilmesi ve bozguna uğratılması, dolayısıyla kimliğini kaybetme riskinde yatmaktadır. Justine, böylece, ne kötülüğün mutlak gerçekliğini kendi etinde, ne de sapkınlığı kendi doğasında tanıyıp var­saymadığı için, huzursuz bir vicdanı [conscience mauvaise] deneyimler çünkü aşağılanmalarının en beterinde, cellatları­nın  kendisini bıraktığı yasak aşkı duymaktır. Sadist deneyimin Justine karakteriyle ilgili amacı budur. Buradaki orijinalite, okurun, her bir olayın kahramanın vicdanındaki yansımasını görebileceği, Justine'i kendisinin dışına çıkmış haliyle kendi vicdanının prensiplerine saldırırken izleme olanağı bulacağı şekilde tasvir etmektedir:

"Her zaman kötülük ve erdem arasında bir yerlerde olduğuma göre, mutluluğun yolu benim için ancak bu iğrençliklere kendimi teslim ettiğim takdirde açılmaktadır!"


Justine'den çok daha sonra tasarlanan Juliette figürü, bu bağlamda çok daha karmaşıktır. Justine'in bakış açısı normlar ve kurumlarla ilgili yanılsaması içinde bir kurbanın bakış açısıydı. Juliette ise kurumları anomalilerinin amaç ve istekleri doğrultusunda ele alan cellatların ve canavarların bakış açısına sahiptir.

*
Klossowski
"Komşum Sade"

Sodomik Zevk



Babalaas@


Sodom zevkini analiz edelim... Bu zevkte kadın için en yaygın duruş yatağın kenarına kalçaları iyice ayrık ve başı olabil­diğince yatağa gömülmüş olarak karın üstü yatmaktır. Ehlikeyif adam, sunulan güzel kıçın görünümüyle bir an için oyalanır, bu kıçı tokatladıktan, elledikten, hatta kimi zaman kırbaçladıktan, çimdik­ledikten, ısırdıktan sonra, zımbalayacağı minnacık deliği ağzıyla ıslatır ve dilinin ucuyla girişi hazırlar; kendi aletini de tükürükle ya da pomatla nemlendirir ve delmek istediği deliğin önüne yavaşça getirir; bir eliyle onu yöneltirken diğer eliyle zevk nesnesinin kalçalarını ayırır; organının duhul ettiğini hisseder etmez ateşli bir şekilde itmesi gerekir, yer kazanmaya çok dikkat etmelidir; bu sırada kadın tecrübesiz ve gençse kimi zaman acı çeker; ama, acılar bir süre sonra zevke dönüşecektir, düzücü yarağını canla başla yavaş yavaş itmelidir, nihayet hedefe erişene dek itmelidir, yani sonunda aletinin kılları arkadan düzdüğü nesnenin anüs kenarlarına sürter. O zaman yoluna hızla devam edebilir, artık tüm dikenler derlenmiştir; geriye güllerden başka bir şey kalmamıştır. Zevk nesnesinin hissetmeye devam ettiği acı kalıntılarını zevke dönüştürmeyi tamamlamak için, eğer bu bir genç oğlansa onun yarağını kavramak ve sıvazlamak gerekir; eğer bir kızsa klitorisini gıdıklamalı; üstünde çalışılan kişinin anüsünü son derece daraltarak yarattığı zevk seğirmeleri failin zevklerini artıra­caktır, o da, halinden memnun ve şehvet içinde, bir süre sonra, zevk nesnesinin kıçının dibine, sayısız kösnül ayrıntının kanıtı olan kop­koyu ve bol bir spermi zıpkın gibi yollayacaktır.

Sade / Yatak Odasında Felsefe

Tarascon Yolunda Ressam, Van Gogh

Van Gogh, Tarascon Yolundaki Ressam adlı tablosunda kendisini, öğle vaktinin kuvvetli ışığının açık kahverengi toprağa düşürdüğü büyük mavi-siyah gölgesinin eşliğinde resmetmiştir. Theo’ya yazdığı ve tablosunu irdelediği mektubunda gölgeden hiç bahsetmez: Tablosu hakkında, “kutular, çubuklar ve bir tuvali yüklenmiş bir halde, gün ışığı altında Tarascon yoluna koyulmuş olan kendimi betimlediğim kabataslak bir çizim” der. Gelecek kuşakların gözünde bu, genelde hayatın ve özelde de ressamın hayatının metaforik bir imgesi olmuştur. Wilhelm Uhde’nin monografisinin (Phaidon, 1936) ilk sayfasında yer alan renkli reprodüksiyonunda, kendimizi altın bir efsanenin içinde buluruz:

Vincent Van Gogh adı bir dizi harika resmi akla getirir, fakat aynı zamanda da yükünü taşıdığı ve onu sonunda Golgotha’ya ulaştıracak acılarla dolu bir hayatı çağrıştırır. Onun hikâyesi (...) güneşi gördüğü güne ve güneş altındaki hayatın gizemini tanıyana kadar, niçin özlem ve acı çektiğini bilmeden, karanlık bir hapishanenin duvarları arasında dövünüp duran yalnız bir kalbin masalıdır. Güneşi gördüğü gün, kalbi güneşe doğru uçar ve ışınları arasında eriyip gider.


selfportrait-on-the-road-to-tarascon-the-painter-on-his-way-to-work-1888


Bize resimle ilgili mitlerin nasıl doğduğu hakkında pek çok şey anlatan bu satırların, en azından, Phaidon monografisinin reprodük­siyonuna bağlı olarak 1956 ve 1957 yılları arasında yaptığı altı çeşitleme serisinde Francis Bacon’u esinlemek gibi bir faydası olmuştu. Bacon, “yol üzerindeki (...) bir hayalete benzeyen bu tekinsiz figürü” tasvir etmek ve “yanan bir mumun kendi eriyen yağı içinde yok olması gibi” Van Gogh’un da kendi gölgesi içinde nasıl eridiğini göstermek istediğini iddia etmiş ve şu sonuca ulaşmıştı:

[Ölüm] [ressamları] gölgeleri gibi takip eder ve sanırım pek çok ressamın hayatın korunaksızlığının ve hiçliğinin bu denli farkında olmasının bir nedeni de budur.


Gölgenin Kısa Tarihi
kitabından

(bkz: Bacon - Van Gogh Çeşitlemeleri)

Nietzsche, Marx, Freud


Freud'la ilk karşılaşmam, on beş yaşımdayken Argentan (Orne) ilçesinde kurulan pazar sırasında gerçekleşmişti. Bir sahaftan ucuza alınmış bir kitabın başlıklarında renksiz bir kişilik olarak belirdi önce ve bunu kendisi bilmese de benim mutsuz er­genlik yıllarımda en sevdiğim kişi oldu. Cinsellik Üzerine'sini satın aldığım günü dün gibi anımsarım. Idees-Gallimard cep kitabı koleksiyonundandı, siyah ve menekşe renkli bir kapağı vardı. Fiyatı ise, ilk sayfada kurşunkalemle belirtilmişti. Bu değerli cildi halen saklarım.

Sutyenler ve ten rengi korselerin, armatürlerin, pazar alışverişlerini yapmaya gelen iri yarı çiftçilere yönelik olarak hazır tutulan brandaların sergilendiği tezgâh ile Maupassant'ın yeni bir öyküsünden fırlamış kocalara tenekeden ıvır zıvır satan hırdavatçının tezgâhı arasında duran kısa saçlı bir kadından -ki kendisini bir daha hiç göremedim, sanki yer yarıldı içine girdi- neredeyse yok pahasına bir sürü kitap satın alıyor, bütün bu kitapları kafası karmakarışık ve aydınlanma kaygısı içinde bi­rinin ruh haliyle yutarcasına okuyordum.

Salesian tarikatından rahiplerin bulunduğu bir yetimhanede dört yılımı geçirmiş­tim ve rahiplerin bazıları sübyancıydı. Okuduğum kitaplar ise, beni adeta iğrençliğin nereye varacağını bilemeyeceğiniz bu cehennemden kurtarmıştı. Bu kötücül alevlerin arasındaki yaşamımı on yaşından hayata geri döndüğüm on dört yaşına kadar sür­dürmeye çalıştım. 1973 yılında, lisedeki ilk yılımda iki ders arasında soluğu hemen pazarda alırdım. Okula dönüş yolunda ise, çantam envai çeşit şair ve yazarın yapıt­larıyla, biyografilerle, sosyoloji, psikoloji ve felsefe kitaplarıyla dolu olurdu.

O yıllar boyunca Andre Breton'dan Sürrealist Manifestoları keşfediyor, sanatçı­ların doğaçlama yazım tarzı, kolektif kolaj uyarlamaları, buluntu şiirleri, neşeli üs­lupları ve özgürlükçü zihniyetleri karşısında çok heyecanlanıyordum. Rimbaud da, Baudelaire de kendi kurallarını benimsetiyorlardı ve deli dolu yaşantıların içinden fırlayan sürrealistler ise, kararsızlıktan mustarip vaatlerimi kaynayan volkanlarından güç alarak canlandırmama yardımcı oluyorlardı.

Aldığım ve yenilerini satın alabilmek için sattığım kitapları koyduğum heybede, üç "külçe altın" parçası keşfettim: Nietzsche, Marx ve Freud. Ancak, Michel Foucault isimli birinin, 1964 yılında Royaumont'taki "Nietzsche" üzerine bir sempozyum sıra­sında bu üç düşünürün ismini konuşmasının başlığına çevirdiğini o zamanlarda henüz bilecek durumda değildim. Bu mükemmel üçgenin ardında, çağdaş filozofların vaat­lerinden oluşan devasa bir ışık huzmesinin saklandığının ayrımına vardığım aydın­lanma çağımı yaşamaktaydım. Süzülen ışıkların dünyasında bir köre dönüşmüştüm.

Samimi olmam gerekirse, bazılarının gerçekten çok berbat durumda olduğu ve adeta bir çıfıt çarşısı görünümündeki kitapların arasında, üç adet felsefe kitabını görür görmez âşık oldum: Nietzsche'nin Deccal'ı, Marx'tan Komünist Parti Manifestosu ve Freud'un Cinsellik Üzerine'si. Yetimhaneden yeni kurtulduğum senelerdeki kap­karanlık semalara aydınlık veren bu üç parıltı, hayatımda hâlâ süregelen bir coşkuyu da fitillemiş oldu. İlk kitap Hıristiyanlığın bir alınyazısı olmadığını, ondan önce de bir yaşantının bulunduğunu ve sonraki bir yaşantının ortaya çıkması için bu hareketin rahatlıkla hızlandırılabileceğini öğretmişti. İkinci kitaptan öğrendiklerim ise, insan­lığın ufkunun aşılmaz bir kapitalizm engeliyle kaplı olmadığı ve başka bir dünya için sosyalizm gibi bir seçeneğin de bulunduğuydu. Üçüncü kitap da, Tanrı veya Şeytan korkusunun, tehditlerin, endişelerin uğramadığı, Hıristiyanlık değerlerinin baskıcı­lığından ileri gelen kaygılardan muaf, ahlakdışı bir anatominin aydınlığında cinsel­liğin kavranabileceğini göstermişti bana. Henüz on beş veya on altı yaşında olmama rağmen, Katolik ahlakını yerinden sıçratacak, kapitalist aygıtı aşındıracak ve Musevi-Hıristiyan geleneğin cinsellik üzerindeki baskılarını ortadan kaldıracak türden, kayda değer bir dinamit yığınına sahiptim. İşte felsefî şölenin içerdikleri, hem de uzunca bir şölen!

Böylelikle, şunu çok iyi anladım ki, felsefe, öncelikle yaşamı düşünme ve kendi düşüncesini yaşama sanatı, kendi varoluşunun dümenine geçmeyi sağlayan pratik bir gerçekliktir. Bu açıdan bakıldığında, bu disiplin, bu küçük evrende salt kuramdan, kötücül yorumlardan, bilgiç gevezeliklerden, öküzün altında buzağı arayan düşün­celerden beslenen her şeyi ikinci plana iter. Hıristiyan hayvanın soluğunu ensesinde hisseden; çiftçi baba ve ev hanımı annenin ağır koşullar altında çalışıp ev halkının yaşamını sürdürmekten başka bir şey beceremedikleri ailede sefaleti tanımış; kilisede günah çıkarırken tüm cinsel yaşantısını anlatan; mastürbasyon yapanın doğruca ce­hennemi boylayacağı kendisine sürekli olarak söylenen o yaşlardaki tüm oğlan ço­cukların, günün birinde Nietzsche'yi, Marx'ı ve Freud'u -yani bu üç kafadarı- keşfetmeleri elbette kaçınılmazdır.

Şöyle bir tahminde bulunulabilir: Deccalin son sayfası, "Hıristiyanlığa karşı yasa"nın ilan edilmesini içeriyordu. Ne büyük bir fırsat... Gelecekte benimsenmesi önerilen bu kurallar manzumesinin beş maddesinden ilki şu şekildeydi: "Doğaya aykırı olan her türlü canlı, günahkârdır. En günahkâr olan insanlar ise, rahiplerdir; çünkü doğa kurallarına aykırı olan şeyleri öğretirler. Rahiplere karşı bir mantık işletemeyiz; ancak bu günahları düzelten evlere sığınabiliriz.” Kaçırılmaya çalışılan çocuğun onu­runu geri veren bu sağlıklı, güçlü insanın elini sıkma isteği kabarmıştı içimde... Bir diğer kural ise şu şekildeydi: Vatikan’ı yerle bir edip, bu tahrip edilmiş toprakların üzerinde zehirli yılanlar beslemek! Başka bir kurala göre: "İffetli olunmasına dair ve­rilen vaazlar, doğaya karşı gelme konusunda halkı tahrik etmektir. Cinsel hayatı hor görenler, onu pis olmakla itham edenler, aslında hayatın sağlıklı ruhuna karşı gerçek bir günah işlemektedirler." Hiç kuşkusuz bu adam benim dostum oldu: öyle de kaldı.

Aynı yakınlığı, yeniden Marx'ın Komünist Parti Manifestosu'nda da hissettim. Marx, kitabında, tarihin devindirici gücünün sınıf mücadeleleri olduğunu açıklar. Editions Sociales yayınlarından çıkan portakal renkli bu ince kitabın üzerine, yer yer kurşunkalemle notlar almıştım: Özgür insan ve köle, patrisiyen (soylu yurttaş) ve pleb (ikinci sınıf yurttaş), efendi ve serf, lonca ustası ve kalfa, ezen ve ezilen arasın­daki diyalektik denge... Tüm bunları okuyordum elbette ve zihnimin derinliklerinde biliyordum ki tüm bu anlatılanlar doğruydu. Çünkü o cümleleri tüm varlığımla his­sediyor, yaşıyordum: Babamın ailesini geçindirmek için bir ay boyunca çalışmasının karşısında aldığı ücret son derece azdı. Bu para ancak hayatta kalmamıza ve onun gelecek ay da çalışabilmesi için güç toplamasına yetiyor ve bu böylece sürüp gidi­yordu.

Yves Saint Laurent (Jean Loup Sieff, 1970)




Bu fotoğrafta güzel olan çıplak bir kadın değil, genç, yakışıklı, zengin bir adam, 
Yves Saint Laurent. Alışılmadık, bu yüzden bakanı kışkırtan bir pozda. Bu aynı zamanda
 onun moda evi ve parfümleri için bir reklam. Modern güzelliğin üst tanımına dair ne varsa
 Sieff'in bu fotoğrafına toplanmış.

Bedenin Tarihi

Blade Runner Blues

Tears in Rain


I've… seen things you people wouldn't believe… Attack ships on fire off the shoulder of Orion. I watched c-beams glitter in the dark near the Tannhäuser Gate. All those… moments… will be lost in time, like tears… in… rain. Time… to die…"





"Tears in Rain" (Monologue)



Blade Runner Soundtrack (Vangelis)





Ama bay Nietzsche Haklı:  http://kaotikbenlik.blogspot.com.tr/2013/06/ama bay nietzsche haklı

...zihnin münzevileri olmaya, kendi gibi akıl sahibi insanlarla sohbet etmeye, diğer varlıklardan daha çok sanatla teselli olmaya ihtiyacımız var. Ayrıca, başkalarını bizim gibi düşünmeleri için değiştirmeye çalışmak istemiyoruz çünkü onlarla aramızdaki uçurumun doğa tarafından oluşturulduğunu duyumsuyoruz. Acıma, bizim için tanıdık bir his haline geliyor. Gittikçe daha da sessizleşiyoruz...


...düşüncelerinin gemisi öyle derinden yüzüyor ki, onunla bu dostane, ciddi, anlayışlı insanların arasında yol alamayacağın kadar derinden yüzüyor. Sığ yerler ve kumluklar çok fazla orada: dönmek ve yön değiştirmek zorunda kalacaksın ve sürekli mahcup olacaksın, çok geçmeden onlar da mahcup olacaklar - nedenini çözemedikleri mahcubiyetin yüzünden.

...

- Kalbimizin iletişim kurabilirliği konusundaki kuşkularımız;
 seçilmiş değil, verilmiş bir şey olarak yalnızlık.

- Her zaman bir kisveye bürünmüş olmak: türü ne kadar yüksekse,
bir insan o denli takma ada ihtiyaç duyar. Tanrı var olmuş olsa, nezaketi gereği kendini
 dünyaya sadece insan olarak göstermek zorunda kalırdı.

- Sessiz kalma kabiliyeti: ama dinleyicilerin huzurunda bundan bir sözcük bile etmemek.

- Sürdürülen düşmanlıklara tahammül: kolay uzlaştırılabilirlik eksikliği.

...

Muazzam ve gururlu bir soğukkanlılıkla yaşamak; sürekli ötede - Birinin duygularına, lehte ve aleyhte gönülden katılmak ya da katılmamak, buna tenezzül etmek saatlerce; ata biner gibi, sık sık da eşeğe, oturmak üzerlerine: - İnsan onların bönlüğünden ve aynı ölçüde ateşinden yararlanmayı bilmeli. 

...

...çünkü, yalnızlık, bir erdemdir bize, incelmiş bir eğilim, insanlar arasındaki ilişkileri bulup çıkaran bir temizlik itkisidir, - "toplumda" - kaçınılmaz kirlilikte yürütülmek zorunda olan...

Blogger İçerik Politikası Güncellemesi

! Daha önce, Blogger'ın Yetişkinlere Uygun İçerik politikasında yapılacağı duyurulan değişiklik uygulanmayacaktır.


Blogger pornografik içerik politikasında güncelleme

Bu hafta Blogger'ın pornografik içerik politikasında, grafik çıplaklık veya müstehcen görüntüler yayınlayan blogların gizli hale getirilebileceğini belirten bir değişikliğin duyurusunu yapmıştık.
Uzun süredir var olan blogları etkileyen bir politika değişikliği yapma ve bunun kimliklerini ifade etmek için müstehcen içerik yayınlayan bireyler üzerindeki olumsuz etkisi konusunda çok sayıda geri bildirim aldık.
Geri bildirimler için teşekkür ederiz. Bu değişikliği yapmak yerine mevcut politikalarımızı koruyacağız.

Bu durum blog sahipleri için ne anlama geliyor?

  • Ticari pornografi yasak olmaya devam edecek.
  • Blogunuzda pornografik veya müstehcen içerik varsa yetişkinlere uygun içerik ayarını açarak bir uyarının görüntülenmesini sağlamalısınız. Google, yetişkinlere uygun içerik bulunan ve içerik uyarısı etkinleştirilmemiş bir blog saptadığında uyarı sayfasını sizin yerinize açar. Bu durum tekrar ederse blog kaldırılabilir.
  • Blogunuzda müstehcen içerik yoksa ve Blogger İçerik Politikası'nın diğer maddelerini uyguluyorsanız blogunuzda herhangi bir değişiklik yapmanız gerekmez.

Okumak



Çok okuyan biriyim, müthiş okuyorum diyebilir miyim?  Belki, çevremdeki herkesten biraz daha fazla okuyorum. Her zaman cebimde bir, birkaç kitapla dolaşıyorum. Ama az okuyor, az okuduğumu hissediyorum. Geçen zamana karşı okumalarım hiçbir ölçüde tatmin etmiyor beni. Daha çok, ağır, sancılı okuyorum. Hele bir de felsefe kitabıysa elimdeki, derin sularda acemice yüzerken yorulduğum oluyor, kıyıysa çok uzaklarda kalmışsa hele...

Daha çok şunu sormam gerekiyor artık, belki de: Niye okuyorum? Bir tür kendini arayışla başladı edebiyatla ilişkim ve daha uzun süreler eski sevdalar yeni aşklarla sürüp gidecek bu ilişki. 

Ama, yine de, işte...

Yol




***
















Les Corbeaux


Nasıl bir bok çukuru burası! Bu köylüler ne naif canavarlar böyle. Geceleri bir içki içmek istersen kilometrelerce yürümen gerek. O anne beni bir cehennem çukuruna gömdü.

Buradan nasıl kurtulacağım, bilmiyorum; ama kurtulacağım. O berbat Charlestown'ı,Universe'u, kitaplığı falan arıyorum... Ama oldukça düzenli çalışıyorum; küçük düzyazı öyküler yazıyorum, genel başlığı: Çoktanrılı kitap ya da Zenci kitabı. Çılgınca bir şey ve masum. Ah! Masumluk, masumluk,masumluk, masu... Allah kahretsin!

Kıçıma kadar doğa düşüncesiyle doluyum. Seninim ey doğa, ey benim annem!

(Charleville'den Mektup)


Charleville


Les Corbeux (Kargalar)

akşamla susunca çanlar,
soğuk basınca kırları,
tanrım, kutsal kargaları
duanın bittiği anlar
indir göklerden doğaya
kargalar çığlık çığlığa.

rüzgârlar esiyor, bakın
nasıl saldırıyor size
yuvanıza, evinize!
kargalar, haydi toplanın
gömütle dolu yollarda,
çukurlarda, oyuklarda,

ölüp gidenler geçen kış
tarlalarda dinleniyor,
kargalar gökte dönüyor,
yolcular düşünsün diye;
kimler konup kimler göçmüş,
sen ey hüzünlü kara kuş!

büyülü gecede yitik,
gemi direği gibi dik
meşenin üstüne konan
kargalar, kutsal kargalar!
kış başladı, sizler susun,
kırlarda kapalı kalan
ve ormanlarda kaybolan
onulmaz bozguna tutsak
yaralı yürekler için
mayıs bülbülü şakısın.




Verlaine

.
...En azından bir süre eskisine göre daha az korkunç bir görünüm içinde olmak: iyi giyinmek, ayakkabıların boyalı, saçların taralı olması, gülücükler dağıtmak...

VERLAINE'DEN RIMBAUD'YA






İki adam Paris’te XIV. Arondismanda Didot Sokağı’nda yürüyor. Yirmi yaşlarında gösteriyorlar. Okul arkadaşları. Hiç konuşmuyorlar. Kaldı­rımda hızlı hızlı yürüyorlar.

Sol taraflarında Broussai Hastanesi duvarlarını gösteriyor. Sundurma­dan geçiyorlar, iki taraflı ağaçlı yolları izleyerek önce bir binaya daha son­ra başka bir binaya gidiyorlar, nihayet uzunca bir salona giriyorlar ve bek­lemeleri rica ediliyor. Aradıkları adam sabıkalı, eski mahkûm yok orada.

Soruyorlar. Beklemelerini istiyorlar. Nihayet bir hemşire oldukça geniş bir salona götürüyor onları; bu salonda bahçeye bakan bir pencerenin iki ta­rafına altı demir karyola yerleştirilmiş.

Ziyaretine geldikleri hasta pencerenin sağ tarafında, ortadaki karyolada yatıyor. Adı baş ucunda bir tabelada yazılı. Saçları gri, gözleri bir kır tanrı­sının gözleri, alnı geniş, sakalı yabani otları andırıyor. Başında bir başlık, üstünde hastanenin adının yazılı olduğu bir gömlek var.

İki ziyaretçi geliyor. Yataktaki adam doğruluyor, yatağındaki dergileri ve gazeteleri kaldırıyor. Sonra kalkıyor. Eski bir pantolon, lekeli bir yelek ve üstüne de gene hastanenin verdiği robdöşambrı giyiyor, belini sıkıyor.

Ziyaretçilerinin önüne düşüyor ve koridora çıkıyorlar.

Daha sonra bahçeye çıkıyorlar. Bir saat boyunca samimi bir sohbet için­de dolaşıyorlar, yanlarından geçen hasta ihtiyarlar kendi dünyalarına dalmış iki öğrenci ve serseri kılıklı bir hastadan oluşan bu tuhaf üçlüye pek sem­patik olmayan bakışlar atıyorlar.

Ayrılıyorlar.

Bir yıl sonra Broussai Hastanesi’ndeki hasta taburcu oluyor. Bastonuna dayanarak zor yürüyor. Montmartre'da bir sokakta o genç ziyaretçilerinden birine rastlıyor ve tanımıyor onu. Genç ziyaretçisi duruyor ve tanıtıyor ken­disini. Kısa bir süre sohbet ediyorlar.

Eski mahkûm “bir kadeh bir şey ısmarla bana" diyor.
Karşısındaki küçük para cüzdanını çıkarıyor ve bütün servetini gösteri­yor. Birkaç kuruş... Ayrıca biraz önce bir garsonun kendisini, kıyafetini uy­gun bulmadığı için oturduğu bistrodan attığını söylüyor.

Bir kafeye giriyorlar ve siparişlerini veriyorlar.

“Nerede oturuyorsunuz?” diye soruyor öğrenci.

Karşısındaki hüzünlü bir tavırla omuz silkiyor.

“Bir yerde oturmuyorum, geceler sokaklarda geçiyor.”

Böyle diyordu şair. Bu yüzyılın sonunda değil, geçen yüzyılın sonunda. Evi barkı olmayan adam Paul Verlaine’dir. Onu dinleyenler de Pierre Louys ve Andre Gide.

Bugün hayatta olsaydı metroda yaşardı Verlaine.

Sefalet hiç acımaz.

*
Kitap: Bohemler