Antinous







Hadrianus'un Acısı

Gemiye döndüm; çabuk kapanan yara yeniden açılmıştı; Euphorion'un başımın altına sıkıştırdığı yastığa göz yaşlarımı gömdüm. Zamanın iki akımıyla ayrı yönlere sürüklenen ceset ve ben birbirimizden uzaklaşıyorduk. Aralık ayından beş gün önce, Athyr ayının ilk günüydü: Her geçen an bedenini daha derinlere gömüyor; ölümü giderek örtünüyordu. Bir kez daha o hain yokuşu tırmandım: O ölü ve yok olmuş günü, tırnaklarımla kazıyarak mezarından çıkarmaya çalıştım. Kapı eşiğinin kenarında oturan Phlegon içeri birilerinin girdiğini, ancak pupadaki kabinin kapısından arada bir sızan rahatsız edici güneş ışınları sayesinde fark edebilmişti. Cinayetle suçlanan bir adam gibi her saat hesap vermeye çabalıyordum; yazı yazdırmıştım; Efes Senatosu'na yanıt vermiştim; acı acaba hangi sözcük grubuna rastlamıştı? Gemiyi kıyıya bağlayan köprünün ayakları altında yaylanmasını, kuru nehir kıyısını, kıyıda uzanan düz taşlığı; her şeyi yeniden yerli yerine koymaya çalışıyordum; sonra alnını bir tapınağın taşına dayayıp kestiği bir tutam saçı, elleriyle sandallarını çözebilmek için büktüğü dizini düşünüyordum; gözlerini kaparken özgün bir biçimde dudaklarının aralanışı aklıma geliyordu. Onun gibi iyi bir yüzücü için o kara çamurda boğulmak gerçekten korkunç bir karar olmalıydı. Ciğerler yaşamı içine çekmeyi durdurduğu zaman yüreğin ve beynin duracağı o anı, her birimizin geçireceği o değişimi belirlemeye çalıştım düşüncelerimde. Ben de benzer çırpınmalar geçireceğim; ben de öleceğim. Ancak her ölüm farklıdır; son acısını kafamda canlandırma çabalarım safsatadan ibaret; çünkü o, yalnız öldü. Kangrenle savaşırcasına üzüntüme karşı koymaya çalıştım; zaman zaman söylediği yalanları ve direnişini anımsadım; kendi kendime, bir gün nasıl olsa ağırlaşıp, yaşlanacağını ve değişmiş olacağını söyledim. Çabalar boşunaydı; bir başyapıtı kopya etmeye çalışan titiz bir işçi gibi, kalkana benzeyen o dik, yuvarlak pürüzsüz göğsü tam olarak canlandırmak için kafamı delice yoruyordum. Zaman zaman görüntü kendiliğinden kafamın içine sıçrıyor, bir yumuşaklık seli tüm benliğimi kaplıyordu. Bir kez daha, Tibur'da bir meyve bahçesinde, sepet olmadığı için yemişleri giysilerinin eteğine toplayan genci görüyordum. Gecenin zevklerine eşlik eden, Euphorion'a yardım etmek ve imparatorluk giysilerimin büklümlerini düzeltmek için topukları üzerinde çömelen genç dostu ve onunla birlikte her şeyi, her şeyi bir anda yitirmiştim. Rahiplere inanacak olursak, gölge de acı çekiyordu; bedendeki sıcak barınağını arayarak, tanıdıklarından uzak, inleyerek geziniyordu dostu andıran yerlerde; hem uzak hem de yakın; var olduğunu belirleyemeyecek kadar zayıf. Söyledikleri doğruysa, sağırlığım ölümden de beterdi. Yaşayan oğlanı, o sabah, yanımda hıçkırırken iyi anlayabilmiş miydim?

Bir akşam, Khabrias, o zamana kadar görülmedik bir yıldızı, Kartal takım yıldızları arasında parıldayan bir yıldızı göstermek için yanına çağırdı; değerli bir taşmışçasına parıldıyor, yürek gibi atıyordu. Onun yıldızı ve burcu olarak seçtim. Her gece, yorgun düşünceye kadar hareketini izleyecektim; gökyüzünün o bölümünde garip bir parlaklık görüyordum. Halk beni delirdi sanıyordu ama bunun hiçbir önemi yoktu.


ÖLÜM


Hadrianus

İnsanın asıl doğum yeri, kendisine ilk kez akıllıca baktığı yerdir; 
benim ilk anayurdum kitaplar olmuştur.

Çok sevildiğim söylenemez. Sevilmem için herhangi bir neden yoktu. Atinalı öğrenciyken fark edilmeyen, bir imparatora az çok yakıştığı kabul edilen sanat sevgim gibi belirli eğilimlerim, ilk yetki aşamalarımda, memur ve yargıçlık dönemimde, huzursuzluk yaratıyordu. Hellenizmim alay konusu oluyordu, hele zaman zaman gizlemeye, zaman zaman da göstermeye beceriksizce çabaladığım anlarda. Senatörler arkamdan "Yunancık" diyorlardı. Kısmen yaptıklarımızın, kısmen de hakkımızda düşünülenlerin o pırıltılı garip yansımasıyla efsane nasıl oluşursa, benim efsanem de oluşmaya başlamıştı. Bir senatörün karısıyla aramda geçen dolapları duyan davacılar, bana kendileri geleceklerine, hayasızca karılarını, ya da genç bir pantomimciye tutkumu gösterdiğim zaman, oğullarını yolluyorlardı. Umursamayarak bu insanları bozmak bir tür zevk veriyor insana. En acıklısı, edebiyattan, söz ederek gönlümü çelmeye çalışanlardı. ...




Antinous





Antinous'un Yüzü


Yunanlılar, insan kusursuzluğunu öyle çok sevmişlerdir ki çeşitli görünüşlerini hiç dikkate almamışlardır. Mermerin beyazlığıyla değişmiş o koyu renk yüze, o iri iri açılmış gözlere, titremesine kadar denetlenmiş o ince ama etli dudaklara, kendi benzerime bir göz atıp geçerdim. Ancak bir başkasının yüzü çok daha fazla ilgilendirdi beni. Yaşamımda önem kazanmaya başlar başlamaz, sanat bir gösteriş bir lüks olmaktan çıkıp, bir tür kaynak, yardıma koşan bir biçime dönüştü. O görüntüyü dünya benimsesin diye zorladım; herhangi bir çalışkan adamdan ya da bir kraliçeden çok o gencin portresi yapıldı. Başlangıçta, değişmekte olan bir biçimin birbirini izleyen güzelliklerini heykellerle belgelemek istiyordum; sonradan sanat, yitirilmiş bir yüzü canlandırabilecek bir tür gizemli işleme dönüştü. Dev boyutlarda resimler, yücelttiklerimize duyduğumuz sevginin gerçek oranlarını belirtmeye yarar: Yakından bakılan bir yüz kadar kocaman, korkulu düşlerdeki görüntüler ve hayaletler kadar uzun ve ağırbaşlı, şu anılar gibi boğucu görüntüler olmasını istedim. Kusursuz bir bütünlük ve kusursuz bir arılıkta direniyordum; kısacası, sevenin gözünde yirmi yaşında ölen bir varlık olan tanrıyı istiyordum; tam bir benzerlik, alışkın olduğum bir varlık ve güzellikten çok , sevilen yüzün düzensizliklerini arıyordum. Kaşın kalınlığını, dudağın şiş eğmecini olduğu gibi korumak için ne de çok tartışmıştık ... Yok olabilecek ya da şimdiden yok olmuş bir bedenin varlığını sürdürebilmek için taşın sonsuzluğuna, bronzun bağlılığına inanmaktan başka çarem yoktu, ama her gün asit ve yağ karışımıyla mermerin silinmesini, heykelin o genç tenin yumuşaklığına ve pırıltısına benzemesini ihmal etmiyordum.





Antinous & Hadrian




E. Henry Avril



Antinous




Bir gün öğleden sonra, geç saatlerde, sesleri, biçimleri, dolaylı anlatımları yüreklice biraraya getiren, yankılar ve aynalar düzenini önümüze sürdüğü için çok hoşuma giden, Lykophron'un anlaşılması güç bir yapıtını okuyorduk. Diğerlerinden biraz uzakta, genç bir oğlan, yarı uykulu, dolgun dolgun bizim zor kıtaları dinliyordu, aklıma birden, ormanın derinliklerinde, garip bir kuşun çığlıklarından belli belirsiz haberli bir çoban geldi. Ne yazı yazacak bir levha ne de kalem getirmişti. Havuzun yanında, oturmuş, o güzel, dingin yüzeyde elini gezindiriyordu. Sonradan öğrendim, babası imparatorluğun engin toprakları üstünde küçük bir yöneticiydi; genç yaşta büyükbabasının denetimine bırakılmıştı ve oradan Nikomedia'ya okumak için, ana babasının eski bir konuğu, bu orta halli aile için zengin sayılabilecek bir gemi sahibi ve kentin yapımcılarından birisinin yanına yollanmıştı. Ötekiler gittikten sonra onu alıkoydum. Çok az okumuştu ve dünyaya ilişkin hemen hemen hiçbir bilgisi yoktu; çocuksu güvenine karşılık düşünmeye açıktı. Doğum yeri. Claudiopolis'i görmüştüm; onun için gemilerimizin direklerini sağlayan büyük çam ormanlarının yanıbaşındaki memleketi konusunda konuşmasını istedim; tiz müziğine bayıldığı Attys'in tepe üstündeki tapınağından, ülkesinin üstün atlarından ve garip tanrılarından söz etti. Sesi alçaktı, Yunancası'nda Asya lehçesi vardı. Dikkatimi,
belki de gözlerimi dikişimi birden fark ederek şaşırdı, kızardı ve kısa zamanda alışacağım o inatçı sessizliğine büründü. Yavaş yavaş bir yakınlık gelişti. Ondan sonraki tüm gezilerimde bana yoldaşlık etti ve efsane benzeri yıllar başladı. Antinous Yunanlıydı; bu eski ama az bilinen ailenin öyküsünü Propontis kıyılarında, ilk Arkadialar'ın yerleşmelerine kadar geriye götürebildim. Bal damlasının şarabı bulutlandırıp hoş bir koku vermesi gibi Asya da o kaba kanda kendi etkilerini yaratmıştı. Apollonius'un müritlerindeki gibi onda, gizemli boş inançlar, dinsel tapınmayla birlikte kralına boyun eğen Doğulu'yu buluyordum. Varlığı olağanüstü sessizdi; beni bir hayvan, ya da bilinen bir ruh gibi izliyordu. Genç bir köpek gibi ateşli ve tasasızdı, oyun oynamaya ve çabucak dinlenmeye sonsuz yeteneği vardı. Okşamalara ve buyruklara açık bu tazı, ayağımın dibindeki yerini aldı.

Kendi hoşuna gitmeyen ve mezhebine uymayan her şeye karşı gösterdiği umursamazlığı çok beğeniyordum; ilgisizliği, kurnazlık ya da acıyla öğrenilen her tür erdemin yerine geçiyordu. Tüm benliğini kapsayan ağırbaşlı bağlılığını, sert yanları da olan inceliğini olağanüstü buluyordum. Yine de bu boyun eğiş, gözü kapalı bir boyun eğiş değildi. Uysallıkla ya da düşler içinde sık sık indirilen o göz kapakları her zaman kapalı değildi; dünyanın bu en dikkatli gözleri, zaman zaman üstüme dikildikçe yargılandığımı anlıyordum. Bir tanrının kendisine tapanı yargıladığı gibi yargılanıyordum; sertliklerim ve ani kuşkularım (sonradan oluştu) sabır ve ağır başlılıkla onaylanıyordu. Yaşamımda ilk kez bir varlığın mutlak sahibi oluyordum. Böylesine apaçık bir güzellikten şu ana kadar söz etmemişsem, bunu tümden fethedilmiş bir adamın suskunluğuna yorma.

Umutsuzlukla yakalamaya çalıştığımız yüzler genellikle bizden kaçar; yalnız bir an için ... kara saç kitlesiyle eğilmiş bir kafa, göz kapakları uzun, gözleri çekik gibi, dinlenen geniş yapılı genç bir yüz görüyorum. Bir bitkiymişçesine bu ince beden sürekli değişiyordu ve bu çeşitlemelerin bir bölümü büyümeyi andırıyordu. Çocuk değişti; boylandı. Bir haftalık tembellik onu tümden yumuşatmaya yetti; ayda geçen bir ikindi vakti bu genç atleti yeniden sertleştirip çevikleştirdi; güneş altında bir saat kalmaya görsün, teni yasemin renginden bal rengine dönüşüyordu. Çocuksu kaslar uzadı; yüzü, ince çocuksu yuvarlaklığını yitirdi ve yüksek elmacık kemiklerinin altları çukurlaştı; genç koşucunun dolu göğsü, Bakkha rahibesinin yumuşak, parlak eğmeçlerine dönüştü; düşünceli dudaklar acı bir hırsı, üzüntülü bir doyumu dile getirdiler. Aslında yüzü, gece gündüz yonttuğum bir mermer gibi değişiyordu. O günleri yeniden düşündüğüm zaman, Altın Çağ'a geri döner gibi oluyorum. Sıkıntı kalmamıştı; geçmişin çabaları ilahi denilecek bir rahatlıkla ödenmişti. Geziler, zevkler, tasarlanıp denetlenmiş, beceriyle tasarlanmıştı. Dur durak bilmeyen çalışmalar zevkin değişik bir kipinden başka bir şey değildi. Hayatta her şeye geç ulaşmıştım, iktidar ve mutluluğa da geç ulaştım. Yaşam, öğle güneşi parlaklığına, odadaki tüm nesnelerin ve yanında yatan bedenin altın gölgelerle yıkandığı aydınlık pırıltılı bir ikindi vaktinin uyku saatine kavuşmuştu. Doyuma ulaşmış tutku, diğer tutkular gibi çabuk kırılır bir saflık taşır; geri kalan insan güzellikleri benim için yalnızca seyredilebilir düzeye inmiştir; artık izlenmesi gereken bir oyun olmaktan çıkmışlardı. Gerçek bir rastlantı olarak başlayan bu serüven, yaşamımı hem zenginleştirdi hem de yalınlaştırdı; gelecek fazla ilgimi çekmiyordu; kahinlere sorgularım sona ermişti; yıldızlar artık o gökyüzü kemerinin çok güzel biçimlerinden başka bir şey değildi. Yaşamımın hiç bir döneminde, uzaktaki adalarda gün doğuşunun pırıltısı, su perilerinin kutsal mağaralarının serinliği, gelip giden kuşların uğrak yeri, gün batarken kekliğin alçaktan uçuşu böylesine coşku vermemişti bana. Ozanları yeniden okudum; bazıları daha iyi geliyordu ama çoğu daha kötüydü. Her zamankinden daha yetersiz bulduğum kendi mısralarımı yazdım. Ağaç denizleri, mantar meşesi ve çam ormanlarıyla Bithynia vardı; oğlanın bildiği uğrak yerlerinde, hançerini ve altın kemerini çıkarıp, oklarını oraya buraya saçarak, deri sedirlerde köpeklerle boğuştuğu, kafesli balkonlarıyla av evi vardı. Düzlükler uzun yazın sıcağını bağrında toplamıştı; yabanıl atların koşuştuğu Sangarius (Sakarya) boylarındaki kırlardan pus yükseliyordu. Gün doğarken, yolumuzun üstünde çiğden ıslanmış uzun otlara sürünerek, Bithynia'nın amblemi hilal tepemizde asılı, ırmağa yıkanmaya giderdik...


Antinous Heykelleri





Ziyaret

Devletin bunalıma girmesinden önceki bu birkaç yıl zarfında düşmanlarımın beni ömür boyu uçarılıkla suçlayacakları bir karar aldım ama bu karar hesaplı bir karardı ve her tür saldırıyı gidermek amacıyla alınmıştı. Birkaç ay için Yunanistan'a gittim. Görünürde, bu gezinin hiçbir siyasal amacı yoktu. Eğitim ve eğlenceyi amaçlayan bir geziydi; Plotina'yla paylaştığım bazı kitaplar ve mezarlardan çıkarılmış çanaklarla geri döndüm. Bana verilen tüm onurlar içinde, gerçekten sevinerek kabul ettiğim orada edindiğim onur oldu; beni Atina'nın dokuz hakiminden biri yapmışlardı. Birkaç ay, zevk içinde, fazla sıkıntıya girmeksizin yaşamak için kendi kendime izin verdim; 
yaban lalelerinin kapladığı dağ yamaçlarında yürüyüşler yaptım, çıplak mermere dokundum dostlukla. Khaironea'da Kutsal Taburun antik çiftinin dostlukları karşısında derin düşüncelere daldım; Plutarkhos'un konuğu olarak iki gece geçirdim. Kendi Kutsal Taburum vardı ama genellikle olduğu gibi tarih benim için yaşamın kendisinden daha etkileyiciydi. Arcadia'da ava çıktım, Delfe'de dua ettim. Eurotas'ın kıyısında, Sparta'da, çobanlar, kavalla çalınan bir hava öğrettiler, garip bir kuş şakıması; Megara yakınlarında gece boyu süren bir köy düğününe katıldım; geleneklerine bağlı Roma'da hiçbir zaman yapamayacağımız danslar yaptım yanımdakilerle.


HADRIANUS'UN ANILARI'NIN YAZILMASI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER



G. F'ye

Bu kitabın tüm olarak, kısım kısım, ya da çeşitli biçimlerde ilk yazılışı 1924 ile 1929 yıllarına, benim yirmi ila yirmi beş yaşlarıma rastlar. O zaman yazdıklarımın tümünü yok ettim.


Flaubert'in mektuplarında cildin sayfalarını karıştırırken, 1927 yılına doğru çok okuyup altını birçok kez çizmiş olduğum beğendiğim bir cümle yeniden karşıma çıktı: 

«Tarihte, İsa'nın henüz ortaya çıkmadığı, tanrıların varlıklarının sona erdiği, Cicero'yla Marcus Aurelius dönemleri arasında, insanın tek başına direndiği benzersiz bir an vardır.» 





Hayatımın büyük bir bölümü, öbür varlıklarla sıkı bağlar içinde bulunduğu halde tek başına var olabilen bu insanı tanımlayıp resmini çizmekle geçecekti artık.


Kitaba ilişkin çalışmalarıma 1934 yılında yeniden başladım; uzun süren araştırmalardan sonra yapıtın, bana son biçimini almış gibi görünen son on beş sayfası tamamlanmıştı. Tasarı, daha
sonra, 1934 ve 1937 yılları arasında, birkaç kez daha ele alınmak suretiyle bir yana bırakıldı.


Uzun bir süre, yapıtı, o dönemin tüm seslerinin duyulabileceği bir dizi konuşmayla biçimlendirmeyi düşündüm. Ancak ne yaparsam yapayım,  ayrıntılar gereksiz önem kazanıyordu; bölümler tümün dengesini bozacak gibiydi. Hadrianus'un sesi öbür sesler arasında boğuluyordu. İnsanın görüp algıladığı dünyayı yeniden canlandırma çabasında başarılı olamıyordum.


1934'teki yazılışından yalnız tek cümle kaldı: "Ölümümün yandan görünüşünü kavramaya başlıyorum." Resmedeceği manzarayı seçtiği halde sehpasını durmadan bir sağa bir sola çeviren ressam gibi, sonunda, kitaba hangi noktadan başlayacağımı bulmuştum işte.


Tarih içinde sabitleşmiş, kaydedilmiş, bilinen bir yaşam kesiti alalım; öyle bir yaşam kesiti alalım ki, tek bir bakışta tüm süreci algılanabilsin; daha da önemlisi, bu kesit içinde öyle bir nokta, öyle bir an yakalayalım ki, bu hayatı yaşamış olan insan, hayatını ölçüp biçip incelemiş, yaşamı hakkında yargı yetisine ulaşabilmiş olsun. Öyle ki, biz bu yaşama bakarken hangi açı içinde bulunuyorsak, o da kendi yaşamı karşısında aynı açı içinde bulunsun.


Villa Adriana'da geçirdiğim o sabah vakitlerini anımsıyorum; Olympeion'un çevresindeki kahvelerde geçirdiğim sayısız akşamları; sonra Yunan denizlerine yaptığım yolculuklar; Küçük Asya yolları. Anılarımdan tam anlamıyla yararlanabilmek için, ilk önce, benden İkinci Yüzyıl'a kadar uzaklaşması gerekiyordu tüm bunların.





Zamanla başa çıkmak kolay mı?: On sekiz gün, on sekiz ay, on sekiz yıl; ya da on sekiz yüzyıl. Louvre'daki Mondragona Antinous'nün başı gibi heykellerin hareketsiz yaşamlarını sürdürmeleri, geçmiş bir zamanda, ölmüş olan bir zamanda yaşamalarından kaynaklanıyor. Zaman sorunu insan nesilleri biçiminde çözümlendi: Buruşuk elleriyle, birbirlerine bir zincir biçiminde kenetlenmiş yirmi beş kadar yaşlı adam, Hadrianus'la aramızda kırılmaz bir bağ kurmak için yeterli olabilirdi.


1937 yılında A.B.D.'ye ilk gidişimde, bu kitap için, Yale kitaplıklarında bazı şeyler okudum; doktora gidişini ve bedensel idmanlardan vazgeçişini anlatan bölümleri yazdım. Sonradan üzerinden geçtiğim bu bölümleri yapıta katmış bulunuyorum.


Bu iş için çok gençtim. İnsanın kırk yaşını aşmadıkça yazmaya kalkışmaması gereken kitaplar vardır. Önceden, insandan insana, yüzyıldan yüzyıla gelişen insanlık aleminin sonsuz çeşitliliğini bölen doğal sınırları anlamamak tehlikesi vardır; ya da insanla insan arasında yükselen gümrük kapıları ve gözcü kulübelerini gerektiğinden çok önemseme tehlikesi. İmparatorla aramdaki uzaklığı ölçmek yıllarımı aldı. Paris'teki birkaç gün dışında, 1937-39 yılları arasında çalışmalarıma
son verdim.



T.E. Lawrence'ın bazı sözlerinden, Küçük Asya'daki yollarının bir kaç Hadrianus'unkilerle kesişmiş olduğunu çıkardım. Ancak Hadrianus'un gerisinde kalan topraklar çöl değil, Atina tepeleriydi. Bu iki adam hakkındaki düşüncelerimi geliştirdikçe; yaşamını ve her şeyden önce kendisini reddeden Lawrence'ın serüveni bende, Hadrianus aracılığıyla, her deneyimi kabul etmek, ya da birini kabul ederken öbürünü reddetmeyi öngören görüşü anlatmak isteğini yarattı. Birinin çileciliğiyle öbürünün hazcılığının yer yer kesiştiğini bilmem ayrıca söylemeye gerek var mı?






Kötülüğün Metafiziği ve İntihar

I

Üstün düşünce kapasitesine sahip olan insanların çoğu ölüp gitti. Geriye aptallığın egemen olduğu insan türü kaldı. İnsan türünün bu aptalca olan varoluş durumunu sürdürebilmesi için, türün içinden çıkan üstün nitelikli insanların çalışmalarını sömürmeleri gerekiyor. İnsan türünü küçümseyen yaratıcı bireyler sonuçta mensup oldukları türün hizmetkârı oluyorlar. Bu çelişki radikal kötülüğün kaynağıdır. Çünkü yaratıcı bireylerin bu hizmetkarlık durumuna karşı verecekleri tepkinin etkin olması ancak kötülük yoluyla mümkündür.


Kötülüğün kavramsal açıdan tanımlanmasının imkânsızlığı kötülüğün her eylem, her insan ve her düşünce için potansiyel bir nitelik olmasından ileri gelmektedir. Her tarafa bulaşan bir kir gibidir kötülük.

Arzu yoksa, kötülük de yoktur. Bu nedenle bilge insan için kötülük anlamsızdır.

Arzusuz yaşam nedir? Yalın olarak var olmak mümkün müdür? Diyojen, Kant gibi istisnalar bu soruya olumlu yanıt vermek için yeterli değildir.

Kötülüğün yaygınlığı yaşamın anlamsızlığının en açık göstergesidir. İnsan türü evrimin rastlantısal bir sonucu olduğu için bireylerin mikro dünyalarında kurguladıkları iyiliğin, adaletin insan türüne aşılanması ola­naksızdır.  

İnsan türü varlığını sürdüremeyecek ölçüde kötülüğe battığı, zaman kötülükler azalma eğilimine girer, işte bu dönemlerde iyilik göreceli olarak artış gösterir.

İnsan türünün varlığının kaynağı canlıların evrime tâbi olmasıdır. Evrimin yasaları kötülüğü gerektirirse -ki bunun gerekli olduğu acı bir gerçektir- buna duygusal, fikirsel olarak karşı durmak olanaksızdır.




Ama bir yol vardır. O yol metafiziksel bir karşı duruştur. Bu duruştan ahlâk adını alan bir eylem planı ortaya çıkmıştır. Türün içinde azınlıkta kalan bazı insanlar bu eylem planını evrensel boyutta gerçekleştirme hayali kurmuşlardır. Bu hayalin en büyük temsilcisi Alman filozof Kant'dır. Kant ahlâk alanında iki büyük eser yazmıştır: Biri Ahlâkın Metafiziğinin Temellendirilmesi, diğeri ise Pratik Aklın Eleştirisi'dir.

Kant Ahlâkın Metafiziğinin Temellendirilmesi'nde insan türünün yaşadığı büyük trajedinin nedenini, ahlâkın temelini akla değil de, biyolojik, duygusal ve faydacı unsurlara dayandırılmasında görmüştür. Kant ödevin kökenini insanın yapısında veya insanın içine yerleştiği dünyaya bağlı koşullarda değil, “a priori”de (deney öncesinde) ve yalnızca saf aklın kavramlarında aramak zorundayız. " derken akla doğaüstü, tanrısal bir nitelik kazandırmış olmaktadır. Kant ahlâkı aklın evrensel kurallarına dayandırmasının mantıksal sonucu olarak ahlâkın üç evrensel kuralını ortaya koyar:

1. Her zaman, eyleminin temelini evrensel bir kural haline getirebilecek şekilde davran.

2. Her zaman insanlığı kendinde ve başkalarında bir araç olarak değil bir amaç olarak görecek şekilde davran
.
3. Her zaman, akla dayanan istencini evrensel bir kural koyucu gibi görecek şekilde davran.

Kant ahlâkı metafiziksel olarak temellendirdikten sonra ahlâkın yapısını Pratik Aklın Eleştirisi adlı eserinde inceler. Pratik akıl yetisini, bil­menin sınırlarını belirleyen teorik akıl yetisinden ayırır çünkü burada ön­ceden verili ilkeler vardır. Buna karşın teorik akıl ilkelerden değil duyulardan yola çıkar:

Pratik aklın eleştirisinde ilkelerden başlayarak kavramlara ve ancak olabildiği yerlerde kavramlardan duyulara gidebiliriz; oysa teorik akıl­da duyulardan başlayıp işi ilkelerde bitirmemiz gerekiyordu. Bunun nedeni gene şudur: bu defa konumuz istençtir ve aklı nesnelerle ilgi­sinde değil, istençle ilgisinde ele almalıyız. İşte burada, deneysel ola­rak koşullanmamış nedenselliğin ilkelerinden başlanmalıdır... Özgür­lükten gelen nedensellik yasası, yani herhangi bir saf pratik ilke, kaçınılmaz olarak başlangıcı oluşturuyor ve ancak kendisinin .olabileceği amaçları belirliyor. {Pratik Aklın Eleştirisi, s. 17-18)

Şimdi de Kant’ın ahlâkla inancı ve Tanrı’nın varlığını nasıl buluşturduğuna bakalım:

Yeşil Bir Hayal: Yeni Zelanda

“Orada her şey, hattâ sema bile yeni idi”



(...) Vatanın âfâk-ı siyasiyesi karardıkça bi­zim de gözlerimiz dönüyor ve beynimizin içinde şiddetli fırtınalar esiyordu. Her şey­den nevmîd idik. Abdülhamid de gün­den güne mezâlimini arttırıyordu. Fakat biz te­şebbüslerimizi o nisbette tezyid edemiyorduk. Memlekette bir ihtilaf hareketinin başına geçecek bir kimse yoktu. Zahiren muhalif görünenler de bu yüzden bir külah kapmak amelinde idiler. Ortalık casuslarla dolmuş, bütün ümit kapıları ka­panmış ve bu elîm vaziyette yaşamak imkânı kal­mamıştı. (...) Yanıp tutuşuyorduk. Fakat ne yapa­cağımızı da bilemiyorduk. Nihayet, yine Fikret bir çare buldu: Bu memleketten hicret etmek!

Göç fikrinin başlangıçta kimin tarafından ortaya atıldığını hatırlayamadığını söyleyen Hüseyin Cahid’in aksine Halid Ziya, Kırk Yıl adlı hatıratında devrin ağır siyasî şartla­rına temasla birlikte, Hüseyin Kâzım gibi bu girişimi, topluluk içinde siyasî şartlar­dan en çok şikâyet eden Tevfik Fikret’in başlattığını söyler:

Hakikatlerin teşkil ettiği muhitte barınamayan, onların müfrit hassasiyetine çarpındığı elemleri nefsine sindirmek kuvvetini bulamayan Fikret, nihayet buradan kurtulabilmek çaresini muhâl bir hayalde bulunca, aynile kederlerini sekrin muğfil neşveleri içinde boğanlara mahsus bir kendi kendini aldatışla âdeta bahtiyar oldu. Na­zarında onu inciten, kudurtan ne varsa sanki bir efsunla silinmiş göründü; İstanbul ve onun içinde, arkasında, ötesinde ne kadar mesâvî ve levsiyat buluyorduysa bunlar hep bir nisyan bu­lutunun altına saklanmış oldu; artık onun rü’yet ufkunda yalnız bir hayat sahası, bir saadet köşesi vardı; ve orada muradına göre bir âlem icad edecekti: Yeşil Yurd!..

Hüseyin Cahid Yalçın da bir makalesinde bu konuyla ilgili olarak şunları söylemekte­dir:

(...) O zamanlar, genç ve idealist ruhlar arasın­da en tükenmez, en tatlı sohbet mevzuu istibdat devrinin zulümleri idi. Kâzım’ın Haydarpa­şa’daki konağında, bizler için hazırlanmış kaba­rık yatakları ihmal ederek, sabahlara kadar, göz kırpmadan, Abdülhamid zulmüne karşı konuş­malarımızın hararetini hâlâ hatırlıyorum. Bir ateş parçası gibi, o selis ifadesile, etrafındakileri oluşturan o coşkun Hüseyin Kâzım şimdi nere­de! Yavaş yavaş, bu nazarî tazallümler, dertleş­meler maddî bir tasavvur etrafında tebellür et­meğe başlamıştı. Memleketi terkedip Nouvelle- Zelanda adasına hicret edecektik.

II. Girişimde ilk adım: Yeni Zelanda

Bir gün Hüseyin Cahid ile Tevfik Fik­ret Dr. Esad Paşa'yı ziyarete giderler. Soh­bet esnasında her zaman olduğu gibi konu Istibdad'dan açılır ve çare olarak da çoluk çocuk topluca İstanbul’dan göç etmeye ka­rar verirler.

Başlangıçta, henüz nereye ve nasıl gidi­leceği konusunda kesin bir fikirleri yoktur. Gidilebilecek yerler konusunda bilgi topla­ma görevi Tevfik Fikret tarafından Mehmed Rauf'a verilir.

Mehmed Rauf, Mekteb-i Bahriye’den mezun bir bahriye yüzbaşısı olarak bir de­nizcilik lisanı olan İngilizceyi de bilmekte ve vazifesi gereği yabancı subaylarla irtibat halindedir.

Bunlardan biri de İngiliz gemisi İmogene'in süvarisi Kaptan Bain’dir. Tevfik Fikret'in isteği üzerine görüştüğü Kaptan Bain İngiltere’den birçok insanın Yeni Ze­landa'ya göç ettiklerini ve bu adanın onla­rın düşündükleri gibi bir hayata çok elve­rişli olduğunu söyler. Kaptan Bain, bu ada ile ilgili broşürler de getirtebileceğini, bun­lar sayesinde ayrıntılı bilgilere sahip olabi­leceklerini söyler. Broşürler geldiğinde bunları arkadaşlarına Mehmed Rauf tercü­me eder ve Yeni Zelanda, göç fikrini des­tekleyen bütün arkadaşları tarafından beğe­nilerek uygun görülür.

Hüseyin Cahid girişimlerinin bu ilk günlerindeki heyecanını ve oradaki muhay­yel yaşama tarzları hakkındaki düşünceleri­ni şöyle dile getirmektedir: