Cihat Burak & Lautreamont

 


...Mustafa Irgatla başbaşa demlendiğimiz Cumhuriyet Meyhanesinde ikimizi masasına davet etti. Biz epey "yüklü"ydük ya, Cihat beyin de ayık olduğu söylenemezdi. Erotik eksenli konuşmalar taşıyordu masamızdan, bir ara konu otuzbir çekmeye geldi, hemen dipsiz bir kuyuya düşmekte gecikmedik. Mustafa'yla ben işin mavrasındaydık, buna karşılık Cihat bey oldukça ciddiydi. 31'den 301'e geçiş tekniği üzerinde bir monolog, Onanizmin tartışılmaz en büyük avantajına sıçramasını sağladı: Kişi, o durumda sonsuz bir özgürlüğe sahipti, hayâl perdesine kimi isterse yerleştirebiliyor, onu dilediği gibi becerebiliyordu: Kleopatra'dan Grace Kelly'ye açık yelpazeydi. Çıkışta hep beraber^tagiliz Konsolosluğunun duvarına siğmiştik.

Günlüğünde, Tomris Uyar, Cihat beyin kendisine çıplak poz vermesini istediğini aktarır. TanıdığımTomris bundan çekince duymazdı gibi geliyor bana ama, sözü geveliyor biraz defterinde; anladığım yanaşmamış. Cihat bey bir fotoğrafından hareketle portresini yaptığını söylemiş, hiçbir zaman görememiş sözkonusu portreyi, biz de görmedik; Ben, ölümünden sonraydı, Cihat Burak'ın yayıncısı oldum; yayımlanmamış metinleri yayıma hazırlarken, düşlü fanta-zinalarından birinde Nezihe Meriç'le ilgili oldukça hard bölümlere bakıp ne yapacağımızı şaşırdık — o sırada Nezim hayattaydı, durumu hoş karşılamayabilirdi. 

Cihat beyle son görüşmem, Gergedan döneminde gerçekleşti. Dergide Lautreamont'un bir gençlik fotoğrafının bulunduğu haberine (fotoğraf eşliğinde) yer vermiştim. Telefonla aradı, haberin güvenilirliğini sordu, Dali'nin kurmaca Lautreamont portresinden sözettik, sonunda dayanamadı: "Yarın atölyeme gelebilir misiniz?"

Hayatımın en dağınık döneminden geçiyordum, öyle ki belli bir ikâmet adresim bile yoktu —- ertesi günkü ziyaretimi birkaç tutuk cümleyle geçiştirmişim günlüğümde: Hayatın nedenli ne denli sebepsizliği vardır. Oysa, altı saati bulmuş bir karşılaşmaydı.

Bir atölye ne kadar sahibinin sesi olabilirse o kadar: Benzersiz bir derbederliğin ortasında oturup konuştuk. Koltuklardan birine dayadığı tablosunun adı Comte de Lautreamont'du. İlk versiyonunu 1942'de yapmış, taşınma sırasında kaybettiği için, "aklımda kaldığı hali"yle tam yirmi yıl yanılmıyorsam Paris'te, tabloyu yeniden yapmıştı. Tabii, içinde birlikte uzun uzadıya dolaştık, Maldoror'un Şarkıları'na girdik çıktık, karşılıklı Paris anılarımızı tokuşturduk. Tablo'nun fotoğrafını çektirtme isteğimi gönüllü biçimde kabul etti "bir şey" (ama ne?) yazabileceğimi sezdirdim, küçük bu açıklama notu düştü pırtık bir kâğıt parçasına: 

"Duralit üzerine yağlıboya, 121 cm, 1942-1962", böyle tarih düştü.

What I Believe by J.G Ballard

 What I Believe by J.G Ballard


Andy Warhol-Red Car Crash 1963

I believe in the power of the imagination to remake the world, to release the truth within us, to hold back the night, to transcend death, to charm motorways, to ingratiate ourselves with birds, to enlist the confidences of madmen.

I believe in my own obsessions, in the beauty of the car crash, in the peace of the submerged forest, in the excitements of the deserted holiday beach, in the elegance of automobile graveyards, in the mystery of multi-storey car parks, in the poetry of abandoned hotels.

I believe in the forgotten runways of Wake Island, pointing towards the Pacifics of our imaginations.

I believe in the mysterious beauty of Margaret Thatcher, in the arch of her nostrils and the sheen on her lower lip; in the melancholy of wounded Argentine conscripts; in the haunted smiles of filling station personnel; in my dream of Margaret Thatcher caressed by that young Argentine soldier in a forgotten motel watched by a tubercular filling station attendant.

I believe in the beauty of all women, in the treachery of their imaginations, so close to my heart; in the junction of their disenchanted bodies with the enchanted chromium rails of supermarket counters; in their warm tolerance of my perversions.

I believe in the death of tomorrow, in the exhaustion of time, in our search for a new time within the smiles of auto-route waitresses and the tired eyes of air-traffic controllers at out-of-season airports.

I believe in the genital organs of great men and women, in the body postures of Ronald Reagan, Margaret Thatcher and Princess Di, in the sweet odors emanating from their lips as they regard the cameras of the entire world.

I believe in madness, in the truth of the inexplicable, in the common sense of stones, in the lunacy of flowers, in the disease stored up for the human race by the Apollo astronauts.

I believe in nothing.

I believe in Max Ernst, Delvaux, Dali, Titian, Goya, Leonardo, Vermeer, Chirico, Magritte, Redon, Durer, Tanguy, the Facteur Cheval, the Watts Towers, Boecklin, Francis Bacon, and all the invisible artists within the psychiatric institutions of the planet.

I believe in the impossibility of existence, in the humour of mountains, in the absurdity of electromagnetism, in the farce of geometry, in the cruelty of arithmetic, in the murderous intent of logic.

I believe in adolescent women, in their corruption by their own leg stances, in the purity of their disheveled bodies, in the traces of their pudenda left in the bathrooms of shabby motels.

I believe in flight, in the beauty of the wing, and in the beauty of everything that has ever flown, in the stone thrown by a small child that carries with it the wisdom of statesmen and midwives.

I believe in the gentleness of the surgeon’s knife, in the limitless geometry of the cinema screen, in the hidden universe within supermarkets, in the loneliness of the sun, in the garrulousness of planets, in the repetitiveness of ourselves, in the inexistence of the universe and the boredom of the atom.

I believe in the light cast by video-recorders in department store windows, in the messianic insights of the radiator grilles of showroom automobiles, in the elegance of the oil stains on the engine nacelles of 747s parked on airport tarmacs.

I believe in the non-existence of the past, in the death of the future, and the infinite possibilities of the present.

I believe in the derangement of the senses: in Rimbaud, William Burroughs, Huysmans, Genet, Celine, Swift, Defoe, Carroll, Coleridge, Kafka.

I believe in the designers of the Pyramids, the Empire State Building, the Berlin Fuehrerbunker, the Wake Island runways.

I believe in the body odors of Princess Di.

I believe in the next five minutes.

I believe in the history of my feet.

I believe in migraines, the boredom of afternoons, the fear of calendars, the treachery of clocks.

I believe in anxiety, psychosis and despair.

I believe in the perversions, in the infatuations with trees, princesses, prime ministers, derelict filling stations (more beautiful than the Taj Mahal), clouds and birds.

I believe in the death of the emotions and the triumph of the imagination.

I believe in Tokyo, Benidorm, La Grande Motte, Wake Island, Eniwetok, Dealey Plaza.

I believe in alcoholism, venereal disease, fever and exhaustion.

I believe in pain.

I believe in despair.

I believe in all children.

I believe in maps, diagrams, codes, chess-games, puzzles, airline timetables, airport indicator signs.

I believe all excuses.

I believe all reasons.

I believe all hallucinations.

I believe all anger.

I believe all mythologies, memories, lies, fantasies, evasions.

I believe in the mystery and melancholy of a hand, in the kindness of trees, in the wisdom of light.


J. G. Ballard – İnanıyorum

Spiral Jetty-Robert Smithson 1973


Dünyayı baştan yaratmak, içimizdeki hakikatı salıvermek, geceyi dizginlemek, ölümü alt etmek, otobanları büyülemek, kendimizi kuşlara sevdirmek, delilerin güvenini kazanmak için imgelemin gücüne inanıyorum.

Aşkın da payı var
Güneşin
parıltısında
ve erdeminde

Sappho



  -Ey Venüs, ey Tanrıça!


Nerde eski çağların gençliği, kutsal ece,

O peri kızlarının öptüğü nilüferler,

Ağaçları kemirip duran yarı tanrılar!

Kösnülü satyre’ler yok, kır tanrıçaları yok,

Irmağın dalgaları o besi suları yok.

Pan’ın damarlarına koca bir evren  sunan,

Teke ayaklarında toprağı canlandıran

O yeşil ağaçların kırmızı kanı nerde?


*

Güneş ve Ten

Rimbaud

Geçmiş

2015 / Çanakkale



Hani yaşamının hesabı, nerde? (Trakl)

Belki de gerçeği tüm çıplaklığıyla dile getirmek her zaman iyi bir çözüm değil, hele ki sözkonusu gerçek geçmişe aitse ve geride bırakıldıysa. Tek bildiği, hayatını bir kez heba ettiysen geri dönüşün olmadığı; geçmişe müdahale edilemeyeceği, geçmişin telafi edilemeyeceği ya da düzeltilemeyeceği; merhamet yok; daha önce hiç farkında olmadığı kadar farkında şimdi insanın yaptığı ya da yapmadığı “şey”in nihai olduğunun, her hatanın ya da her ihmalin ve evet, burada oturmanın bile bir tekrarının, telafisinin olmadığının ve bunun durdurulamayacak bir şekilde süregittiğinin - insan neden yerinden kımıldaması gerektiğini bilmese de böyle bu.


İnsan hayatım dediği şeyin içini pek az doldurur, hem de gülünç derecede az. Bu, yitik günlerden oluşan bir zincirden başka bir şey değildir, diyor dağcı, her daim planlanan şeylerin gerisinde kalan günlerden başka; aylar yıllar geçer, insan anlamaz, sanki her şey sadece tek bir günden ibaret diye düşünür çoğunlukla; uzun, sıradan bir gün, hep diğerinin aynısı: Soyunur, dişlerini fırçalarsın, tıpkı dün ve yıllardır yaptığın gibi, sonra bir süre yatağın ucunda oturur, inkâr edilemeyecek bir gerçeğin farkına vararak çalar saati yavaşça yeniden kurarsın, işte bir kez daha bir şey başaramamışsındır, dolduramamışsındır hayat dediğin şeyin içini, tıpkı dün ve yıllardır olduğu gibi. En nihayetinde o ıstırap dolu doğum anına ya da ölümün bir başına yaşanan dehşetine denk düşen tek nefeslik bir hayatın bile olmaz...

Ardından gülüyor: Buna hayat mı diyeceksin, diye soruyor, insanın sakalının ve tırnaklarının uzamasını izlemesine? Kim ki otuz yaşına gelip henüz bir seyler başaramamışsa gönül rahatlığıyla gidip ilk ağaca asabilir kendini... Aslında en başından beri nasılsa öyle kalmış, başka biri olma hayali mahvolmuştu. Her şeyin, bir zamanlar ettiği yeminden, bir zamanlar gençken inandığı, tutkuyla inandığı şeylerden farklı geliştiğini düşünüyor. 
Rüzgârlar gibidir hayatımızın imkânları, yine de insan neden cesaret etmez ki yelken açmaya? Her şey yaşanmamış bir hayattan daha iyidir, hatta felaket bile - acı, ümitsizlik, cürüm, her şey ama her şey boşluktan daha iyidir!

Sessizliğin Yanıtı / Max Frisch

SANA

 


Ey muamma, üç kere atılmış düğüm, derin kara gölcük,
her şey çözüldü, aydınlandı her şey!
Ah erişmek o ferahlığın, yeterli havanın olduğu yere
sonunda!
Ah kurtulmak o eski bağlardan ve kurallardan, 
ben benimkilerden, siz sizinkilerden! 
Doğanın en iyi yönlerinde akla gelmemiş bir kayıtsızlık bulmak!
Çıkarmak ağzındaki o tıkacı!
Hissedebilmek yeterli olduğumu şu halimle bugün ya da bir
başka gün.

Ey o kanıtlanmamış şey! Esrime halindeki!
Kurtulmak tamamen diğerlerinin payanda ve 
prangalarından. 
Özgür yaşamak hayatı! Özgür sevmek! 
Atılmak ileriye gözü kara ve korkusuz! 
Alayla çağırmak, flört etmek ölümle!



...

İyi kulak ver sözlerime, iyi dinle fısıldadıklarımı
Seni seviyorum, Ey sen, gelip ele geçir beni
Ah senle ben kaçalım başkalarından uzaklara, özgür,
kanunsuz,
Havadaki iki şahin, denizde yüzen iki balık daha kanunsuz 
değildir bizden

...

Ah, razıyım, her şeyi göze alırım senin için
Ah kaybolayım gerekirse!
Senle ben! Ne önemi var geri kalanın ne düşündüğünün?
Bize ne başka her şeyden? birbirimizi sevmek ve gerekirse tüketmek dışında



...

Ah bir gemide denize yelken açmak! 
Geride bırakmak bu tekdüze çekilmez diyarı, 
Geride bırakmak can sıkıcı bir örnek sokakları, kaldırımları, evleri,
 Geride bırakmak seni ey Katı, hareketsiz diyar, atlamak bir gemiye, 
Yelken açıp gitmek, gitmek, gitmek! 
Ah bundan böyle yeni neşelerin şiirinden bir hayatı yaşamak! 
Dans etmek, el çırpmak, bağırmak, süzülmek suyun yüzünde! 
Bütün limanlara kayıtlı bir dünya denizcisi olmak,
 Bir gemi olmak, (baksana güneşe, havaya karşı gerdiğim şu yelkenlere,) 
Hızlı, rüzgarla şişen bir gemi, ağzına kadar zengin sözcüklerle, neşeyle dolu.


Walt Whitman

Arca

 


Aranıza giriyorum, şairiniz olacağım sizin...

 


Duydum itham edildiğimi, kurumları yok etmeye 
çalışıyormuşum,
Aslında ne taraftarıyım kurumların, ne de karşıyım onlara,
(Sahi ne işim olur ki onlarla? ya da onları yok etmeyle??
İnşa etmek istiyorum sadece Mannahatta'da ve bu
Eyaletler'in içlerinde ya da deniz kıyısındaki her şehrinde,
Ve tarlalarda, ormanlarda, suyu yaran küçük ya da büyük
her gemi omurgasının üstünde,
Binasız, kuralsız, yöneticisiz, iddiasız,
Yoldaşların sevgili aşk kurumunu.

**

Ben, Adem şarkılarının okuyucusu,
Yıkanarak, yıkayarak şarkılarımı cinsellikte... 

Övüyorum seni kutsal edim ve ona hazırlanan siz çocukları, ve siz güçlü belleri. 
Bugün Doğa'nın gözdeleriyle düşüp kalkacağım,
 bu gece de arsız zevklere inananların tarafındayım, 
genç erkeklerin gece alemlerine katılıyorum,
yankılanıyor açık saçık bağırışlarımız,
Artık rol yapmayacağım, neden mahrum edeyim ki kendimi yoldaşlarımdan?

Aranıza giriyorum, şairiniz olacağım sizin...

W.W.

Elektrikli Beden

 Yazı, Jonah Lehrer'in Proust Bir Sinirbilimciydi
 kitabından : 


WALTWHITMAN

Hissetmenin Tözü

 



Şair kendi bedeninin tarihini yazar.

-Henry David Thoreau


WALT WHITMAN Amerikan İç Savaşı'nın konusunun beden olduğunu düşünüyordu. Ona göre Konfederasyon yanlıları­nın suçu siyahlara et yığını olarak davranmaları, onları bir et parçası gibi alıp satmalarıydı. Whitman'ın ilk kez New Orleans'taki bir köle pazarında idrak ettiği gerçek, bedenle zihnin ayrılmaz olduğuydu. Bir insanın bedenini kamçıla­mak ruhunu kamçılamak demekti.

Whitman'ın şiirlerindeki ana fikir budur. İnsanın bir be­dene sahip olduğunu söylemek yanlıştır, zira insan bizzat bir bedendir. Hislerimizin maddi olmadığını hissetsek de, aslında başlangıç noktaları bedendir. Whitman tek şiir kitabı Çimen Yaprakları'na derisini ruhuyla doldurarak başlar, "koltukaltı kokum duadan daha güzel":

Birisi ruhu mu görmek istiyordu? 

Buyur gör, kendi şeklini ve çehreni...

Bak! Beden içerir ve anlamın kendisidir, esas 

Meseledir ve içerir ve ruhtur. 

Whitman'ın bedenle ruhu meczetmesi devrimci bir fikirdi, anlayış bakımından da kullandığı serbest nazım biçimi kadar radikaldi. O dönemde bilimciler hislerimizin beyinden geldiğine, bedenin de hareketsiz bir madde yığınından ibaret olduğuna inanıyorlardı. Whitman ise zihnimizin tenimize ba­ğımlı olduğu kanaatindeydi. "Eksiksiz biçim"imiz hakkında şiirler yazmaya kararlıydı.

Arca / Jesse Kanda

 


Anne

Annemi derin bir umutsuzlukla seviyordum. Onu hep derin bir umutsuzlukla sevdim...

...Annem gözlerini bana çevirdiğinde gözlerime yaşlar dolmadan ona bakamıyorum. 

A. Camus

Kafka:

Tutalım ki biri bana şöyle diyor: «Yaşamın ne değeri var? Ben ölmek istemiyorsam, yalnızca ailemi düşündüğüm içindir.» Ama aile yaşamı temsil eder; dolayısıyla, bu sözleri söyleyen, yaşam için hayatta kalmak istiyor demektir. Hani annem göz önünde tutulur­sa, benim için de geçerli görünüyor bu, ama ancak son zamanda. Ne var ki, beni böyle düşündüren şükran ve duygulanmışlık değil mi? Şükran ve duygulanmışlık; çünkü yaşına göre sınırsız denecek bir güç harcayarak benim yaşamdan kopmuşluğumu dengelemek için annemin nasıl çırpındığını görüyorum. Ama şükran da yaşam demektir.


31 Ocak 1922

Bundan, benim annem için yaşadığım gibi bir sonuç çıkacaktır. Böyle bir şey doğru sayılamaz; çünkü olduğumdan sonsuz derece fazla bir şey olaydım, yine yaşamın salt bir elçisi olur, başka hiçbir şeyle değilse bile söz konusu görev nedeniyle yaşama bağlı bulu­nurdum.

Moondog - Pastoral (Playlist)


Anı

"Balıkçı dediğin içinden konuşan adamdır, diyeceğim ama yanlış olur. Balıkçı kendi kendisine bile geveze değildir. Balıkçının gevezesine hiç rastlamadım. İnsan geveze ise balıkçı değildir. Balıkçı ise geveze değildir. ... Balık sükûndan hoşlanır. Kendisi gibi ağzı var dili yok insandan haz eder." 

(Ermeni Balıkçı ile Topal Martı)



Babam geldiğinden beri, bir hafta olacak, aralıksız her gün kalamara çıktık. Hava kararmaya yakın gidiyor, gece yarısı dönüyorduk. Ada kenarlarında, elli yüz metre açıklarında, bazen akarak, bazen de çapa atarak avlanıyorduk. Bir de zevkli oluyor ki tutması bu mereti, alışınca sen diyorsun gidelim diye, hava da güzel, iki tek rakı atarız, biraz da deniz ortasında balık tutarken hulyalara dalarız. Böyle demiyoruz tabi, babamla ne hulyası kuracağım, sus da diyorum bazen şu adayı dinleyelim, bak gün batmaya yakın dönüyor martılar, ada yamacına yuvalanmış hepsi, benek benek, çığlık çığlık ötüşüyorlar, dinle, ne güzel deniz, meltem, biz! Babam ne anlar, martı dinlemek istiyorsan buraya kadar gelmene gerek yok, git Ayvalık çöplüğü var orda dinle diyor.

Kapkara bir karanlık çöküyor denize geceleri, uzakta Ayvalık'ın ışıkları, daha uzakta Midilli, kalamara çıkmış birkaç teknenin pancar motorunun gürültüsü yarıyor karanlığı ortasından. Tekne sallanıyor, rakı midemizde yolunu buluyor, biraz kavun, biraz peynir var, başlarımız ve midelerimiz, ayaklarımız ve kollarımız var sonra. Canı yazmak istemediğinde balığa çıkan adam düşüyor aklıma ikide bir, onu düşünüyor, ona içiyorum.

Dibe zoka dedikleri sahte balık atıyor, bir elimizde misinayı birkaç saniyede bir sertçe yukarı doğru çekiyoruz, poşet gibi takılıyor şaşkın, bazen de aynı familyadan başka bir deniz canlısı sübye geliyor zokaya, kaplumbağaya benziyor bu, kalamar gibi değil, sevimli mahluk, ama para etmiyor, babam küfrediyor görünce, ben üzülüyorum, gizlice teknenin bordasında can verişini izliyorum.  

Babamın emeklilik uğraşısı bu tekne, milllet iki elinde olta harıl harıl çalışırken bizim bir elimizde rakı bir elimizde sigara, oltalar suda, açmışız Ahmet Kaya'dan bir parça (babamla ne dinleyeceğim), dalıyoruz zokalar kadar derinlere. Hele bugünkü gibi elimiz de boş dönüyorsak, küstürdüysek denizi, içmeye veriyoruz kendimizi. Rakı şişesinde kalamar oluyoruz, sohbet koyulaşıyor, anılar yüze çıkıyor, birbirimizi hiç sevmediğimiz kadar çok seviyoruz.

Saat on ikiye yaklaşınca bazen ben diyorum dönelim diye, bazen, kalalım diyorum, deniz güzel, rüzgar kesti, tek tük alırız belki, eve gidip de ne yapacağız. Sahi, eve gidip de ne yapacağız, bırak beni denizin ortasında, yanaştır tekneyi limana kendi başına, bağla iplerini, bin arabana, git eve, benim gücüm kalmadı yaşamaya, yalnız dön bugün.

İkimiz de yorgun oluyoruz eve döndüğümüzde, çapa çekmekten kollarım uyuşuyor benim, üstüm başım mürekkep lekesi, parmak uçlarım balık kokuyor. Yatağa atıyorum kendimi ama içimde bir deniz salınıyor, ortasında tekne, içinde biz, uyuyor, sabaha kadar ancak buluyorum karayı. 

(7.6.2020)

Baudrillard'ın Nietzsche'si

Ateşli  bir  Nietzsche  hayranıydım,  onu  çok  erken,  daha  lisede  felsefe  bölümünde  öğrenci  iken  okumaya  başladım,  hatta  Almanca  doçentlik  sınavımda  yazılıda  ve  sözlüde Nietzsche  konusu  geldi  ki  bu  benim  için  bir  şanstı,  ne var  ki  beni  mahveden  de  bu  oldu,  çünkü  jüri  benim yorumlarımı  hiç  de  paylaşmamıştı;  Nietzsche  öcünü aldı,  en  azından  bana  sınavın  yolunu  kapatmakla  bir lütufta  bulunmuş  oldu ...  Sonra  onu  okumayı  tümüyle bıraktım,  bir  tür  neredeyse  bilinçdışı  anı  olarak  kaldı o,  ama  onunla  ilgili  seve  seve  saklamak  istediğim  şey leri  de  belleğimde  tutmuştum.  Düşüncesini  şu  ya  da bu  yönleriyle  anımsadığım  ya  da  bunların  bir  bakıma aforizma  gibi  bir  tür  anı  şeklinde  ansızın  ortaya  çıktıklarını  gördüğüm  oldu.  Bu  tutulma,  ay  ya  da  güneş  tutulması  gibi  uzun  sürdü  ve  hala  onun  etkisi  altındayım ...  Kısacası,  doğrusunu  söylemek  gerekirse,  Nietzsche  benim  için  hiçbir  zaman  bir  referans  değil, yalnızca  içime  işlemiş  bir  anı  olmuştur. 

...

Nietzsche  konusundaki  tartışmalara  tümüyle  ilgisiz  kaldım.  Buna  karşılık,  şimdi  Nietzsche'yi  yeniden Almancadan  okumayı  düşünüyorum ...  Bir  dönemin sonunda  insan  başlangıç  noktasını  değilse  de  başlangıçla  ilgili  bir  şey  buluyor  ki  bu  da  pek  aşırı  olabiliyor! Ama  ben  en  güzel  yapıtlar  bile  söz  konusu  olsa,  endekslenmek  istemiyorum.  Bir  şeyin  değişmiş  olduğunu  söylüyorum.  Nietzsche,  kendisinin  deyimiyle  "un zeitgemass",  yani  zamana  aykırı  biçimde  içimde  yer alıyor ... Yazmaya  başladığımda  yine  de  belli  bir  güncellikten  yola  çıktım ...  Nietzsche'nin  o  başdöndürücü  düşüncelerini  unutup,  doğrudan  doğruya  siyasala,  toplumsal-göstergebilime  girdim ... Belki  insan  tek  bir  vaftiz  babası  varmış,  yaşamında tek  bir  düşünceye  sahipmiş  gibi  ciddi  olarak  ancak tek  bir  filozofu  inceler.  Dolayısıyla  Nietzsche  istemeden,  hatta  gerçekten  bilemeden,  büyük  gölgesinde  gelişmiş  olduğum  yazardır.  Yine  de  adını  andığım  olmuştur,  ama  oldukça  ender  olarak.  Nietzsche'yi  kişisel  amaçlarla  kullanmayı,  böyle  amaçlara  alet  etmeyi de  hiç  düşünmedim.  Eğer  bugün  ona  yeniden  başvuruyorsam,  bunun  nedeni  kuşkusuz  yazıda  ya  da  fotoğrafta  aforizma  biçimine  dönüyor  olmam...  Nietzsche'nin  aforizmaları  çoğu  zaman  öyle  bir  yoğunluk  taşır,  ama  yalnızca  aforizma  değil,  ondan  çok  daha  başka  bir  şeydir.  Ne  olursa  olsun,  Nietzsche'den  aforizma açısından  yararlanabilirsiniz,  felsefe  ya  da  ideoloji  açısından  değil. 

Fotoğraflar / Baudrillard


Baudrillard

lşık için nesneler bir bahanedir. 

Nesnelerden yoksun bir dünyada, ışık bizim varlığını bile fark edemeyeceğimiz, uçsuz bucaksız, başı sonu olmayan bir şeye benzeyecektir.

Öznelerden yoksun dünyada, bilincimizde herhangi bir yan­sımaya yol açamayacak düşünce evreni içinde kaybolup gitmek durumundayız. Çünkü özne dur durak tanımayan düşünce dalanımını durdurabilen ve yansıtabilen varlıktır. 


Nesne ışığı durduran ve onu yansıtan şeydir. 

Fotoğraf çekmek demek ışıkla otomatik bir şekilde yazı yaz­mak demektir. 

Sessiz bir imgeyi ancak kitleler ve çölde karşılaşılan sessiz­likle karşılaştırabilirsiniz. 



Fotoğraf makinesiz bir fotoğrafçı olabilmek ve dünyayı ma­kine olmadan dolaşıp fotoğraflamak, kısaca, fotoğraf olayının ötesine geçerek şeyleri sanki imge ötesi varlıklarmış gibi gör­mek, sanki fotoğraflarını bir önceki yaşantımızda çekmişiz gibi bir duygu yaşayabilmek ne müthiş olurdu. 

Autoportrait (1999, Baudrillard)

 



Fotoğraf, bizim cin çıkarmamızdır. Yabanıl toplumun maskeleri, burjuva toplumunun aynaları vardı, bizimse imgelerimiz var.

Belki de gözlerimiz bir fotoğraf filminden ibarettir. Biz öldükten sonra onu çıkarıp bir yerlerde banyo edecekler ve Cehennem sinemasının ekranında hayat hikâyemizi anlatmak için gösterecekler birer birer; ya da yıldızların bulunduğu boşluğa mikrofilm olarak gönderecekler belki.

Ayrıntıda Dünya / Baudrillard

Baudrillard

Fotoğraf çekme isteği belki de şu saptamadan kaynaklanır: Bir bütün, perspektifi içinde, anlam açısından bakılan dünya oldukça hayal kırıcıdır. Ayrıntıda ve aniden görüldüğünde ise her zaman kusursuz bir açıklık içindedir.

Çiçek kusursuzdur, onu doğanın herhangi bir diyalektiğine bağlamak zorunlu değildir! Bu her şey için aynıdır... Ayrıntıda dünya kusursuzdur. Fotoğraf için söylediğim de bu: Dünya, bütünüyle ele alındığında, anlam düzeyinde, adamakıllı düş kırıklığına uğratıcıdır, ama tekilliği ile kusursuzdur, onu kusursuz duruma getirmeye gerek yoktur, zaten kusursuzdur. Elbette arı bir derin düşünmeye dalmak söz konusu değildir. Bütünlere karşı, bütünlükçü düşselliğe karşı, stratejik olarak parçadan yana geçilmeli, onun tekilliğini teslim ederek; içinde devinilebilecek tek alan burasıdır... 










 
Baudrillard

Parçanın, ereksizlendirilmiş bir dünyanın tam yeri olan imge. İmge bir ahlak anlayışının, bir ideolojinin yeri olabilir yeniden, ama fotoğraf -sinemadaki devinimli imgeden daha çok- bana parça ile aynı ayrıcalığa sahip gibi geliyor; yalnızca sinemaya özgü kesimden değil, aynı zamanda sessizlikten, devinimsizlikten ötürü; ve de fotoğraf, parça gibi, bir bekleyişe bağlı, açıklanmayan ve açıklanmak amacını gütmeyen bir şey olmalı..

Özne / Baudrillard

 


Fotoğraf makinesi her isteği başkalaştıran, her niyeti silen ve yalnızca fotoğraf çekmeye ilişkin katıksız refleksin hafifçe belli olmasına olanak veren bir makinedir. Bakışın kendisi bile ortadan kaybolmuştur; çünkü nesnenin ve dolayısıyla görüşteki ani değişmenin suç ortağı olan objektif, bakışın yerine geçmiştir. Büyülü olan şey, öznenin kara kutuya kapanması ve öznenin bakışının yerine makinenin kişisiz bakışının geçmesidir. Aynada kendi düşselliğiyle oynayan öznedir. 

Çekmek & Yazmak / Baudrillard

 

Baudrillard

Yalnızca, saydam günlerin parlak ışığında ya da kurşuni gri bir gökyüzünün altında iyi fotoğraf çekilebilir. İster parlaklıktan olsun ister ışığın gizliliğinden, renkler birbirinin içinde patlar. Tıpkı bunun gibi, yalnızca tam bir aydınlanma içinde ya da derin melankolide iyi yazabilir insan.

Fotoğraf ve Sessizlik / Baudrillard



Fotoğrafın sessizliği. Sessizliğin ancak dayatılabildiği ama bunda da başarılı olunmadığı sinemadan, televizyondan, reklamdan farklı olarak, fotoğrafın en kıymetli niteliklerinden birisidir bu. Her türlü yorumu bir yana bırakan (ya da bırakması gereken!) görüntünün sessizliği. Ama, aynı zamanda gerçek dünyanın gürültülü bağlamından kopardığı nesnenin sessizliği. Fotoğrafı çevreleyen şiddet, hız, gürültü ne olursa olsun, fotoğraf, nesneyi hareketsizliğe ve sessizliğe teslim eder. Karmaşanın ortasında ıssızlığın eşdeğerlisini, görüngüsel hareketsizliği yeniden yaratır. Kentleri ve dünyayı sessizlik içinde bir baştan bir başa katetmenin tek yolu fotoğraftır.

Üzerine konuşulamayan konusunda susmak gerekir» -ne var ki onları imgelerle susturabiliriz.










Gürültü, söz, söylenti karşısında fotoğrafın sessizliğiyle direnmek - hareket, her tür akış ve ivmelenme karşısında fotoğrafin hareketsizliğiyle direnmek - zincirlerinden boşalmış iletişim ve bilgi karşı­sında fotoğrafın esrarıyla direnmek - anlamın ahlâki buyruğu karşı­sında anlam kazanmanın sessizliğiyle direnmek. Her şeyin ötesinde, imgelerin otomatik olarak sel gibi akması karşısında, hiç durmadan art arda dizilişleri karşısında direnmek.

Işığın Yazısı / Baudrillard

 Fotoğraf ya da Işığın Yazısı:

 İmgenin Gerçek Anlamlılığı

Fotoğrafın mucizesi; sözde «nesnel» olan bu imgenin mucizesi, dünyanın nesnel olmadığını radikal bir biçimde ortaya koymasına  fırsat vermesidir. Dünyanın -ne çözümlemeyle ne de ben­zerlikle çözülemeyecek olan bu herhangi şeyin- nesnel olmadığını, paradoksal bir biçimde ortaya koyan şey fotoğraf objektifidir. O, bizleri benzerliğin ötesine, gerçeklikle ilgili gözaldatmacanın bağrı­na götüren tekniktir. Teknikle oynanan bu gerçekdışı oyunun yanı sıra aynı teknikle elde edilen dekupaj, hareketsizlik, sessizlik, hare­keti görüngüsel bakımdan indirgeyen fotoğraf en saf ve en yapay imge olarak dayatır kendini.

Böylelikle tekniğin bakış açısı dönüşüme uğrar, ikili oyunun oynandığı bir alana, yanılsama ile biçimleri büyüten aynaya dönüşür. Teknik cihazlarla dünya arasında bir suç ortaklığı, «nesnel» teknik ile nesnenin kendi gücü arasında bir yakınsama kurulur. Ve o andan itibaren fotoğraf çekme eylemi, bu suç ortaklığına sızma sanatı olmaktan ibaret kalır; süreci egemenlik altına almak için değil ama, onunla oynamak ve oyunların henüz oynanmadığı düşüncesi­ni aşikâr hale getirmek için. «Üstünde konuşulamayacak olan şeyi susturmak gerekir» -ne var ki onları imgelerle susturabiliriz.

Gürültü, söz, söylenti karşısında fotoğrafın sessizliğiyle direnmek - hareket, her tür akış ve ivmelenme karşısında fotoğrafın hareketsizliğiyle direnmek - zincirlerinden boşalmış iletişim ve bilgi karşı­sında fotoğrafın esrarıyla direnmek - anlamın ahlâki buyruğu karşı­sında anlam kazanmanın sessizliğiyle direnmek. Her şeyin ötesinde, imgelerin otomatik olarak sel gibi akması karşısında, hiç durmadan art arda dizilişleri karşısında direnmek; çünkü burada kaybedilen şey yalnızca nesnenin ana hatları, onun dokunaklı ayrıntıları (punctum) değil, burada fotoğrafın derhal tamamlanan, tersinmez ve bu anlamda her zaman nostaljik olan ânı da kayıplara karışıyor. Anlık olma özelliği, gerçek zamanın eşzamanlı olma özelliğinin tam kar­şıtı. Gerçek zamanda üretilen ve gerçek zamanda yavaşça yok olan imgelerin akışı bu üçüncü boyut, yani anın yarattığı boyut karşısında tamamen kayıtsız kalıyor. Görsel akış yalnızca değişimi kabul ediyor ve imgenin, imge haline dönüşmeye bile zamanı kalmıyor. İmge olabilmesi için, imgenin her şeyden önce imge halini alması gereki­yor ve bunun gerçekleşebileceği tek ortam, dünyanın hep kaynaşma halindeki işleyişinin yarattığı geciktirim ortamı ile arınma stratejisi ortamı. Anlamın muzaffer epifanisinin’ yerine, nesnenin ve onun görünümlerinin sessiz apofanisini koymak.

Anlam ve anlamın estetiği karşısında nesnenin sadakatini bul­mak; sadakate kavuşmuş, yani kendi derinliklerindeki özelliklere kavuşmuş imgenin yıkıcı olması işlevi de bu noktada başlıyor:

Gerçekliğin yok oluşunda büyülü bir işlemciye dönüşüyor. İmge de, bir bakıma, bu gerçekliğin mevcut olmadığını maddi olarak ifade ediyor; «o kadar da aşikâr olmayan ve hiçbir şeyin gerçek olmadığı­nı sezdiğimiz için bu kadar kolay kabul edebildiğimiz» bir gerçeklik bu (Borges).

Polaroid / Baudrillard

 Zamanımızın özel efekti, Polaroid: Burada obje ile onun görüntüsünü neredeyse aynı zamanda tutmak söz konusu; sanki içinde her objenin gözümüzle gördüğümüz kendi kopya ve negatiflerini ürettiği ışıkla ilgili eski fizik ya da metafizik yasası gerçekleşiyor. Bu bir düş. Bu büyülü bir sürecin optik açıdan gerçekleştirilmesi. Polaroid fotoğraf gerçek objeden düşen esrimiş bir film gibi. 

Yokoluş Sanatı / Baudrillard



Yokoluş Sanatı

Üretme sorunu (metin ya da imaj) o denli önemli değil artık. Daha doğrusu her şey yokoluş (disappearance) sanatının ekseni etrafında olup bitiyor. Bu yokoluş, dünya, görünür nesne ya da Öteki yerine ikame, bir tür iz bırakmadır. Bu da aslında, Öteki'nin kendi yokoluş tasarımı üzerinde (yokoluş oyununun kurallarına göre) var olabilmesinin tek yoludur. Kişi üretim adına ne getirirse getirsin, kesin olan şey, kendi imajının ötesine geçemeyeceğidir, Aynının yayılmasıdır bu. Yokoluşun başatlığından (birinin yokoluşundan) gelen, gerçekte Öteki'dir.

Fotoğrafın şaşırtıcı gücü, yazının gücünün çok ötesindedir. Bir metin ender olarak, fotografik nesnenin; gölge, ışık, ya da malzemenin aynı andalığı, aynı somutluğu ve aynı büyüleyiciliğini gösterebilir. Gerçek bir metin en azından (mantık dışı, parlak, öteki manifestosu gibi) kanıtlar üzerinde durmaktan çok benzerlik (benzerlik ideolojisi) üzerinde oynar. Oysa fotoğraflar, ender de olsa bir büyüyü somutlar. Örneğin bir kişi, Nabakov ve Gombrowicz'in yazılarında bunu hissedebilir, temel yönelimlerin düzensizliğini, niteliksizliğin gevşeyen-gerilen şiddetini ya da evrenin ciddiye alınmayan erotik enerjisini yeniden keşfedebilir.

Fotoğraflaşan her nesne basitçe her şeyin kayboluşundan arta kalan bir izdir. Bu, kavranamaz bir karmaşa içindeki -dünyadan arta kalandan çekilmiş, dünyadan arta kalanda namevcut- dönüşümlerden sonra fotoğraflanan, sadece şu ya da bu nesnenin yanılsamalı projeler dünyası için neredeyse nihai bir çözüm ve neredeyse mükemmel bir suçtur. Bu karmaşık nesnenin yükselişiyle -ki bu, hiçbir anlam taşımayan benzersiz bir radikal beklentidir- kişi engellenmemiş bir dünya görüşüne sahip olur.

Öyleyse fotoğraf, kişi ve dünya arasına kendisini sokan her şeyi yok etme sanatıdır, bu namevcut dünya ayrıntılarda sunulmuş ve ayrıntılarla güçlenmiştir (Aynı şey yüz için de geçerlidir; yüzün ayrıntıları öznenin mevcut olmayışını anlaşılır kılar, bu öznenin namevcutluğu olmadığı zaman fotoğraf iyi bir fotoğraf değildir). Edebiyatta güzel duyarlıklar peşine düşmek gibi, bir imgede, ifade ya da benzerlikle ilgilenmek o kadar da önemli değildir.

Bu bağlantısız ayrıntılar bir tür zihinsel jimnastikle, şeytani bir düşünce ile de ortaya çıkabilir. Bu durumda, herhangi bir dirençle karşılaşmayan teknik uygulamalar, belki bazı hileli türleridir. Söylem ve kavram alanında varolana kadar nesneler etraftaki her şeyle bağlantılıdır. Tümüyle basit bir nesne olduğu ölçüde de tanımlanamayan bir yanılsama.

Psikolojik olarak 'layıkıyla' yoğunlaşmamış kişiler üzerine odaklanmak oldukça güçtür. Nesne lensin (objektifin) titremesine neden olur. Bu yüzden ben çok ender olarak bir kişiye odaklanırım. Benim çekingenliğimden öte bu belki de, her insan varlığının karmaşık bir senaryo mekânı olması nedeniyle, -en basit senaryoda bile- lens şekli bozar ve onun karakterini büyük ölçüde yok eder, oysa tersine kamera, genelde imgeyi idealleştirir ve yüceltir. İnsan varlığı maskelidir ve işin en zor yanı onların gerçek görünümlerini ya da andıranını, maskelerinde yakalandıkları gibi değil, gizli kimlikleri ya da benlikleriyle ortaya çıkarmaktır.