İzzet Ziya, günümüze ulaşan çok az resmiyle, kendine özgü bir dünya yaratmayı başaran ve yanına başkasını koyamayacağımız bir sanatçı olarak beliriyor. Onun, ilk resimlerini gördüğümden bu yana, yıllar geçti. Yirmi yıl. Belki biraz fazla, belki biraz daha az. Bu süre içinde İzzet Ziya'nın on on beş resmini daha gördüm. Ama daha fazlası değil. Bu da yetti bana. Çünkü gördüğüm tüm bu resimler, tutarlı bir biçimde, içinde yaşadığı toplumdan, onun ahlaki ve estetik değerlerinden (daha doğrusu değersizliklerinden) etkilenmeden, kendi için ve kendi içinde bir dünya yaratan (bilinçle mi ya da sezgileriyle mi bilemeyeceğim) bir sanatçıyla karşı karşıya olduğumu duyurdu bana. Gördüğüm her resimde, bir öncekilerin yarattığı dünya daha bir zenginleşti; üzerimdeki etkisi bugüne değin, eksilmeden süregeldi.
Resimde konunun büyük bir önemi olmadığını bu sanata ilgi duyan herkes bilir. Ama her resimde değil. İzzet Ziya'nın resmi işte bu aykırı resimlerdendir. Onun çıplakları genellikle, ergenlik dönemindeki oğlan çocuklarıdır. Çoğu da, deniz kıyısında, tek başına (ya da arkadaşlarıyla) kumlara uzanmış, ya da bir kayığın küpeştesini tutmuş, önden, yandan, arkadan resmedilmişlerdir. Bu resimlerden yansıyan açık bir erotizm yoktur. Tam tersine, ilk bakışta bir saflığı, bir masumiyeti yansıtırlar. Ama, bilinen tüm resimlerini, bir filmin kareleri gibi yan yana koyduğumda, bu saflık ve masumiyetin bozulduğunu görüyorum. bu çıplaklara bakan gözün, doğanın bir tansığına bakar gibi baktığını ve böylesi bir algılama içinde onları resmetmiş olduğunu görüyorum. Sanki, onların tenine dokunmak isteyip dokunamayan eldir onları tuvalinde resmeden kişi.
İlk bakışta bu resimlerdeki çıplakların, erkek çocuklar oluşlarının dışında, pek bir aykırılık yok. Ama yan yana geldiklerinde birer tutkunun, karşı koyulmaz bir çekim gücüyle resmedildiklerini görüyorum. Tutkunun nesnesi, görüyorum, orada, doğanın içinde, ressamın karşısında ve burada, tuvalin üzerinde, odamın duvarında yer alıyor. Ressamla modeli arasında belli bir uzaklık var. Ama bu, bir soluk uzaklığı. Ya da bir fırça, bir tuval uzaklığı, daha fazlası değil.
İzzet Ziya'nın resimleri, yalnız ressamlığına, yeteneğine değil, yaşamına da tanıklık ediyor. Bu nedenle de Türk resminde apayrı bir yeri var.
Rönesansın büyük ustalarından, İngres'e değin, erotizmin gerçek soluğuna sahip tüm çıplaklarda, bu okunma duygusunu (hatta isteğini) yaşarız. Ressamın karşısındaki modellerden hiçbiri (Courbet'nin son yıllarında ünlenen Yaşamın Kaynağı hariç) ola ki, tablodaki kadar bir istek ve cinsellikle dolu değillerdi. Bu duyguyu bize veren, resimdeki duyguların yoğunluğudur.
İzzet Ziya'nın bu bir hayli küçük boyutlu resimleri bu duygu yoğunluğunu yaşadığını ve bunu resimlerinde yansıttığının handiyse canlı diyeceğim kanıtları. Onun resimlerini önemli kılan, yalnız bu duygu yoğunluğu değil. Tam tersine, İzzet Ziya'nın resimleri son derece soğukkanlı resimler. Sanırım, figüratif Türk resminin en soğukkanlı resimleri. Heyecan yok. Coşku yok. Ressam, kendini, eğilimlerini, tutkularını dizginler gibi. Bacon örneğinde olduğu gibi, arzu ve bunaltı kendine özgü gerilimli biçimler yaratmıyor. İzzet Ziya'nın resimleri bir dinginlik resimleri. Daha doğru bir deyişle, her anlamda doğallığı yansıtan resimler. Hep doğanın içinde yer aldıkları, çıplaklıkları, güneş, kumsal, denizle bir bütün oluşturduğu için.
Freud'çu sanat açıklamalarından pek hoşlanmam. Bu nedenle İzzet Ziya'nın resimlerindeki çıplak oğlanlarla deniz arasındaki ilişki ve suyun cinsel simgeselliği üzerinde durarak, yorumlayacak değilim bu resimleri. Önünde sonunda, bir resmi, varsayımlar, kuramsal yorumlar, sözcükler değil, resmin kendisi, kendine özgü değerleriyle açıklar. Bu açıdan baktığımda İzzet Ziya'nın resimlerinde şunu görüyorum:
1 / Bu resimlerin dili (yani renkleri, ışığı) dönemin Türk resminin ortak dili değil.
2 / Yalnız, çıplak erkek çocuğu figürü değil, resmin renkleri ve ışığı daha çok bir kuzey ışığı.
3 / O dönemin (1900'lerin başları) İskandinav resimleriyle bir hayli yakınlık gösteriyor bu resimler.
"Doğaya dönüş" kavramının açıklamaya yetmediği, ışık ve renkten kaynaklanan bir yakınlık bu.
Oysa bugün Avrupa'da yeni yeni "keşfedilen" bu resimleri İzzet Ziya'nın görmüş olması söz konusu değil.
4 / Gününün Türk resmiyle uzaktan yakından bir ilgisi yok bu resimlerin. Bu nedenle olsa gerek, sergilemek, çağdaşı sanatçılarla ilişki kurmak gibi bir isteği olmamış sanatçının. Belki çağdaşları için, adı bilinen, yapıtı bilinmeyen biriydi İzzet Ziya.
İzzet Ziya, geç izlenimcilik dönemini yaşayan Türk resminde, bambaşka bir yol izlemiş olan bir sanatçı. Adaşı Nazmi Ziya'daki açık Monet etkisi gibi, herhangi bir etkiden söz edilemez onun resimleri için.
Döneminin bazı İskandinav sanatçılarıyla olan yakınlığı, sanat tarihinde arada bir görülen, şaşırtıcı, açıklanması güç rastlantılardan biri olsa gerektir.
"Huyunu ve suyunu" resimlerinde dile getiren İzzet Ziya, kanımca, konuları kadar resim diliyle de, Avni Lifij ile birlikte, Batılı anlamda Türk resminin ikinci kuşağının en ilginç, en önemli ressamıdır.
Onun son yirmi yılda ortaya çıkmış olması ve bugün bilinen yalnızca 25-30 resminin bulunması, ardında yüzlerce resim bırakan tüm çağdaşlarından daha az önemli olduğu anlamına gelmez.
Unutmayın ki, 17. yüzyıl Hollanda'sının en büyük ressamlarından Vermeer de 19 yüzyıla değin hiç tanınmayan bir ressamdı,, zaten günümüze ulaşmış yapıtlarının sayısı kırktan fazla değildir.
2000,
Ferit Edgü