Kırların Parmak Çocuğu

Charleville'de


Esin Perim, yırtık ceplerimde eller,
Üstümde gök, paltom o biçim haliyle
Kırlarda özgür, başıboş yürürken böyle
Sorma bana! Neler geçmedi içimden neler!

Han’ım Büyük Ayı, pantolonumun kıçında
Koca bir delik. Yıldızlar altında gezerek
Dizeler yazıyordum, sayıp heceleri tek tek,
Ben kırların Parmak Çocuğu, düşler içinde.

O tatlı eylül akşamları, yol kıyısına
Çöküp kulak veriyordum yıldızların sesine
Sert bir şarap gibi, alnımda çiy damlaları.

Kırlarda koşmalar söyleyen ozan sazıydım,
Tel gibi çekiyordum yırtık çoraplarımı,
Sokulmuş yüreğime doğru küçük ayağım.


Rimbaud'yu anlamak için Rimbaud'yu okuyalım, kendisine karışmış onca sesten onun sesini ayırmak isteyelim. Rimbaud'nun kendisinin bize söylediği şeyi uzaklarda, başka yerde aramak yarar sağlamaz. Çok az sanatçı vardır ki kendini tanıma, tanımlama, dönüştürme ve kendini tanıyarak bir başka insan olma tutkusunu onun kadar duymuş olsun,öyleyse bu arayışı ciddiye alalım, bundan daha ciddi bir şey olamaz zaten. Bir sesi yeniden bulmayı, onun isteğini ortaya çıkarmayı, vurgusunu, özellikle de o kızgınlıklarını, o benzersiz saflığı, o zaferleri, o çöküşleri yeniden canlandırmayı öneriyorum.

O sesi dinleyelim, Hem onun güçlü büyüsüne kendimizi bırakmak için, hem de onu susturmak istemiş ve tabi susturmuş olan sessizliğin boyutlarını ölçmek için, doğallıkla en büyük tiksintileri anlamına gelen en acı alaylarında dinleyelim onu öncelikle de. Memleketim küçük taşra kentlerinin açık farkla en salak olanıdır, der öğretmenine on altı yaşında bir öğrenci. Rezillik! diye bağırır üç yıl sonra. Ne de masum canavarlardır şu köylüler... Canım iğrenç biçimde sıkkın. Tek bir kitap yok, çevremde tek bir meyhane yok, sokakta tek bir olay yok! Şu Fransız taşrası ne korkunç! Bu upuzun tapınma-karşıtı ilahilerin izine Rimbaud'nun yapıtının her yerinde rastlanabilir. Anlaşılan, Ardenne'ye, tiksindiği taşraya karşı nefretini hiçbir sözcük dile getiremiyor, adeta bu duygu hiçbir nitelemeye sığmıyor, tıpkı kımıltısız, uzak bir tanrı gibi. Nedir, bir büyülenmeye böylesine benzeyen bu kızgınlığın nedeni? İnsanların un ve hamur ürünleriyle beslendiği taşrayı ve Charlestown'ı ya da öyle bir yeri bilenlere kasabalarla köylerin sert çelişkilerini anımsatmak isterim ama. Bir yandan yalnızlık ve toprak, doğa güçlerinin varlığı, sessiz sedasız sürekliliği, tam ortasında hiç konuşmaksızın yaşanabilecek bir madde dünyası - Toprağa geri verildim, yazacaktır bir gün Rimbaud, aranacak bir görev ve kucaklanacak pürtüklü bir gerçeklikle! Köylü!- diğer yandan bu kaynak bolluğunu örten durağan, kaçış olmayan toplum yaşamı, sessizliği çarpıtan, çorak kalmış bir söz, kişinin topluma, toplumun da kişiye bakışında -sözgelimi piposunu baş aşağı çevirmiş tüttüren uzun saçlı Arthur Rimbaud'ya bakışında- tinin hızla değer yitirdiği dar çevrelerin inakçılığı. Ağır akşam gezintileri, başkaldırmak isteyen ruhun daralması, Rimbaud sizden öyle çok çekti ki sizi şiirlerine aldı, ölümsüzlüğünüzü ölümsüzleştirdi:

Ucuz çimenliklere bölünmüş şehir meydanı,
Küçük parkta ağaçlar, çiçekler, her şey yerli yerinde
Sıcaklardan bunalan bütün tıknefes burjuvalar
Kıskanç salaklıklarıyla dolaşır perşembe akşamları

Ucuz çimenliklere bölünmüş şehir meydanı... Müziğe adlı bu şiirde bir savaşımın başlangıcı olan sıkıntılı bir kin vardır. 1870'te gencecik bir Rimbaud vardı, sıkılgan, hırpani, yüreğinde binlerce arzu, o umutsuz ve sevgisiz sokaklarda umutsuzca yürüyen. Sıkıntının sürekli olmasını, tıpatıp aynı istasyonlara açılan o garın önünde, zamandan kopmuş duvar saatinin altında hiçbir geleceğin, hiçbir olanağın kalmamasını kabul etmiyordu. Kabul etmiyordu yaşanacak bir şey olmadığından kardeşi Vitalie gibi caddelerin ağaçlarını saymakla yetinmeyi. "Alles'nin altında yüz on bir, istasyonun gezinti alanının çevresinde altmış üç kestane ağacı," diye yazar ölmek üzere olan Vitalie anılar'ına.

Bir üvey anadır taşra, özgürlüğü yıkar çünkü. Taşra mutlak olarak kötü olandır. Ama bu sözcükte bu kez çok büyük bir tehlike kadar bir şans da bulunduğunu göstermek isterim çünkü mutlaktan mutlak doğar, en büyük yabancılaşma, bir engel aşılırsa, en aşırı şiire de yol açabilir. O apansız sıçramaları, o toparlanışları saptayabilir ve onlara sevinebiliriz Rimbaud söz konusu oldğunda; onlar sıradan görüntüyü taşlaştırır, belediye dairelerini, postaneleri, bilince zarar veren, sonunda da bilincin kanıksadığı her şeyi bir anın yabanıllığında, katıksızlığında önümüze silkelerler. Öyle bir anda hiçbir olanağın bulunmaması bile, bir anda varlık nedenini yitirmiş bir görüntünün gizeminde, geçerliği kalmamış yararlılığın tuhaflığında yepyeni, bambaşka bir olanak, insanla var olanın varlığı arasında yepyeni bir ilişki meydana çıkarır. Sözün Simyası'nın anlattığı bir dönüşümün başlangıcı olan bu şiirsel deneyime ileride döneceğim. En temel özgürlüğün aralanması için belki de taşradaki dışlanmanın çirkin yüzü gerekir.

Rimbaud'yu memleketindeki yalnızlığına konumlandırmayı tamamlamak için, Fransız taşrasının karşı çıkışının bir başka mutlak biçimini anımsatmakla yetineyim şimdilik, 1789'da ortaya çıkan biçimini. Büyük Devrim'de de, belki her şeyden önce, veriye kökten karşı çıkılması, metafizik bir şiddet amacı, varoluşsal bunalımın politik dışavurumu yaşandı. Reims'de halk meydanında, kral ve piskopos kutsamalarının bitmez tükenmez yağının saklandığı kutsal şişeyi kıran Konvansiyoncu Ruhl'u Rimbaud'dan çok uzak tutmamak gerekir. Ruhl bir yıla kalmadan kendini öldürdü. Asla bu toplumdan olmadım ben, yazacaktır Rimbaud Cehennemde Bir Mevsim'de; asla Hristiyan olmadım; ben işkence altında şarkı söyleyenlerin soyundanım; yasaları anlamam, sağduyum yoktur, bir hödüğüm... Rimbaud dirlik düzenlik içinde yaşayan taşra bölgelerinde rastlanan, varlığın o başkaldırmışlarının soyundandır, aşağılık soydandır, eğer bu soy gerçekten alışmayı, mal mülk sahibi olmayı, kazanç sağlamayı bilmeyen, yalnızca ölüme giden soy ise. Ama, sanki bir esinle, bu soyun kutsal olduğunu anlamıştır: Daha çocukken, hep zindana kapatılan o yola gelmez forsaya hayrandım; o konakladığı için kutsallık kazanmış olan o hanları, kiralık odaları ziyaret ederdim. (...) Kentlerde onun alınyazısının kokusunu alırdım. Rimbaud da şiirin forsası olacaktır, demek istediğim, boğucu Batı taşrasını yadsıma gereksinimiyle -Sarhoşluk Sabahı'nda Nietzsche kadar açıkça söylediği gibi- kendini iyi ile kötünün ötesine atan kişi olacaktır.


Yves Bonnefoy
Rimbaud
Sf. 7 - 10

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder