Özgür olsun bu bahtsızlık



Sabretmeyi bilirim ben
İçebileceğim, sessiz
Ve öleceğim tasasız
Bir akşam vardır bekleyen
Birinde eski kentlerin!

Acım bir gün yatışır da 
Biraz altınım olursa eğer,
Kuzey'imi seçerim
Yoksa Bağlar Diyarı'nı mı?
- Tatsız düşlerden usandım.

Bir şey var yitip kaybolan!
Dolaşıp da köşe bucak,
Döndüğümde açmayacak
Kapısını o yeşil han,
Güler yüzle hiçbir zaman.


Rimbaud'nun Afrika'dan ailesine yazdığı mektupları okumayalım; bir gün ateş çalmak istemiş birinin sonradan ne satıp ne satmadığını öğrenmeye çalışmayalım. Onun yerine bu mezarın önünde duralım, birçok gencin gelmek istediği bu serapsız yerde, Charleville Mezarlığı'nda. Burada, basit bir tarihin yazılı olduğu taşın altında, ölümün kımıltısızlığında, maddedir elbette galip çıkan; sınırlılıktır, Rimbaud'nun savaştığı, gerçekliğin kolayca şeye indirgenişidir. Ve o, som ışığın altın kıvılcımı olarak yaşamak isterken, ölümü varlıkla kaynaşma olarak gördüğü zamanlarda düşlediği gibi, kutsal ve gerçekten mutlu bir biçimde can vermedi: Bu daracık, kamusal, çorak mezar, bu küçük burjuva ya da köylü mezarı, yaşamdan bir yaşamın çalındığını ve bir gencin kendi geleceği yerine yazgıyı, güneşin oğlunun özgürlüğü yerine tüccarın, işçinin bitkinliğini koymak zorunda kaldığını gösterir. Yine de bu yazgıyı mühürlemekle onu oluşturan öğeleri bir araya getirir: İlk Rimbaud, yani kendisini olanaksız bir vaatle kandırdığı için, yaratımlardan ve güçten sonra, olgun insanın kovduğu Cin, şimdi o vaadi kafasından silmek için dünyanın diğer ucuna giden öteki Rimbaud'yla yan yanadır yine. O şiddetli deli cinin ta kendisidir yaklaşanların çoğu için ayakta duran ve konuşan. Çelişkili yetkesini taştan alır sanki. Yenilgi düşüncesini yadsır. Bu izlenimde duralım, bu karşı konulmaz izlenimde. Arthur Rimbaud'nun şiirinin bizlere verdiği en önemli ders buradadır belki de.

Yves Bonnefoy

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder