Albert Camus etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Albert Camus etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Güneş


Sabah güneşinin altında, uzamda ağır ağır büyük bir mutluluk salınmakta.

(Düğün / sf. 18)


Nihilimimizin en karanlık noktasında, yalnızca bu nihilizmi aşmanın nedenlerini aradım. 

Ayrıca erdemle, ender bir ruh yücelişiyle de değil, içinde doğduğum ve içinde, binlerce yıldan beri, insanların acıda bile yaşamı selamlamayı öğrendikleri bir ışığa içgüdüsel bağlılığımla.

Aiskhylos sık sık umutsuzluk vericidir; gene de, parıldar ısıtır. Evreninin ortasında bulduğumuz şey, cılız anlamsızlık değil, gizilgüç yani gözümüzü kamaştırdığı için zor çözdüğümüz anlamdır. Aynı biçimde, Yunanistan’ın bu kurumuş yüzyılda hâlâ yaşayıp da kendisine yakışmayan ama kendisine inatla bağlı oğulları da tarihimizin ateşini katlanılmaz bulabilirler ama sonunda gene de katlanıyorlar, çünkü onu anlamak istiyorlar. Kara da olsa yapıtımızın odağında tükenmez bir güneş parlıyor, bugün ovalar ve tepeler arasından seslenen güneş.


Güneş dalgaları göğün doruğundan düşüp çevremizde, kırda, sertçe sekiyor. Bu gümbürtüde her şey susuyor ve, orada, Le Luberon durmamacasına dinlediğim koca bir sessizlik kitlesinden başka bir şey değil. Kulak veriyorum, uzaklarda bana doğru koşanlar var, görünmez dostlar beni çağırıyor, sevincim büyüyor, yıllar öncekinin aynı. Yeniden, mutlu bir gizlem her şeyi anlamama yardımcı oluyor.


Dünyanın uyumsuzluğu nerede? Bu ışıldama mı, yoksa yokluğunun anısı mı? Belleğimde bunca güneş varken, nasıl oldu da zarımı anlamsızlıktan yana atabildim? Çevremdekiler şaşıyor buna; ben de şaşıyorum bazı bazı. Onlara da, kendime de güneşin bunda bana yardımcı olduğu ve ışığının, çok yoğun olması sonucu, evreni ve biçimlerini karanlık bir göz kamaşmasında dondurduğu yanıtını verebilirdim. Ama aynı şey başka türlü de söylenebilir ve ben, benim için her zaman gerçeğin aydınlığı olmuş olan bu ak ve kara aydınlıkta, ayrımlarına inilmeden konuşulmasına katlanamayacak ölçüde iyi tanıdığım bu uyumsuzluk konusunda düşündüklerimi açıklamak isterdim yalnızca. Nasıl olsa, ondan söz etmek bizi gene güneşe getirecek.

*
Albert Camus
YAZ

UMUTSUZ YAZIN



 Ne olursa olsun, hiçbir şeyin anlamı bulunmadığı ve her şeyden umudu kesmek gerektiği düşüncesiyle nasıl yetinebiliriz? Her şeyin sonuna dek gidilmeden, hiç değilse yalnızca şu sözcüğü oluşturmak için bile dünyada özdekten fazla bir şey bulunduğunu söylemek gerektiğine göre, salt özdekçilik diye bir şey olmadığı gibi, tümcül yoksayıcılık da olmadığı belirtilebilir. Daha her şeyin anlamsız olduğunu söylediğimiz anda, anlamı olan bir şeyi dile getiririz. Dünyanın hiçbir anlamı olmadığını kesinlemek, her türlü değer yargısını ortadan kaldırmak anlamına gelir. Ama yaşamak ve örneğin yiyip içmek, kendi başına bir değer yargısıdır. Kendimizi ölüme bırakmadığımız anda sürmeyi seçeriz, o zaman da yaşamın bir değerini, en azından görece bir değerini benimsemiş oluruz. Sonra umutsuz bir yazın ne demek? Umutsuzluk sessizdir. Gözler konuşacak olursa sessizlik bile bir anlam saklar. Gerçek umutsuzluk can çekişme, mezar ya da uçurumdur. Konuşursa, uslamlamaya girişirse, özellikle de yazarsa, hemen kardeşimiz bize elini uzatır, ağaç doğrulanır, aşk doğar. Umutsuz bir yazın terimlerde bir çelişkidir.

*
Albert Camus
YAZ

Biz Nietzsche'ciler





Pek az insan sanatı anlama yetisine sahiptir.


*

Flaubert. Onun amacı: Varoluşun alaycı kabulü ve bu kabulün sanat
tarafından tümüyle yeniden yaratılışı. "Yaşamak, bizi ilgilendirmez."

*

Ressam olduğunu keşfedip yolunu çizmeden önce, 27 yaşına
dek dolaşıp duran Van Gogh'un uzun arayışı.

*

Geldiği gibi yazmak - bu olacak gibi.

*

Gide'le akşam yemegi. Yazmayı sürdürmek gerekip gerekmediğini
soran genç yazarların mektupları. Gide yanıtlıyor: "Nasıl?
Kendinizi yazmaktan alıkoyabiliyor ve tereddüt mü ediyorsunuz"?


*

El yazmalarını iki kez yakan Kleist. .. Son günlerinde kör olan
Piero della Francesca . . . Belleğini yitiren ve alfabeyi yeniden ögrenen
Ibsen . . . Cesaret! Cesaret!


*

10 Ocak 1950.

Son noktaya varmak için kendi içimi asla açıkça göremedim. Ama hep içgüdüsel olarak, görünmez bir yıldızı izledim. İçimde bir kargaşa, korkunç bir karmaşa var. Yaratmak bin kez ölmeme mal oluyor, çünkü yaratmak için düzen gerek ve benim tüm varlığım düzeni reddediyor. Ama düzen olmazsa da dağınıklıktan ölebilirim.


YIKIMIMIZA KOŞALIM!

Gece yarısı, kıyıda yalnız başımayım. Biraz bekleyip gideceğim. Göğün kendisi de kazaya uğramış, tüm yıldızlarıyla birlikte, şu saatte, tüm dünyada, ateşler içinde, limanların karanlık sularını aydınlatan şu şilepler gibi. Uzam ve sessizlik yüreğin üstüne tüm ağırlığıyla çöküyor. Birden bastıran bir aşk, bir büyük yapıt, belirleyici bir edim, dönüştüren bir düşünce, kimi anlarda aynı katlanılmaz sıkıntıyı verir, karşı konulmaz bir çekimle birlikte. Güzelim var olma bunalımı, adını bilmediğimiz bir tehlikenin çok hoş yakınlığı, yaşamak, o zaman, kendi yıkımımıza koşmak mıdır? Yeniden, durup dinlenmeden yıkımımıza koşalım.


Deniz, Tanrısallık

Deniz, Tanrısallık.

Dünyanın yaratılışında, yağmurlar yüzyıllar boyunca kesintisiz
bir biçimde yağar.

Yaşam denizde doğmuştur ve yaşamın ilk hücreden ilk deniz varlığına ulaştığı eski zamanlar boyunca, hayvansal ve bitkisel yaşamın bulunmadığı anakara, büyük bulutların hızla geçen
gölgelerinden ve okyanus haznesindeki suların yarışından başka hiçbir hareketin olmadığı çok büyük bir sessizliğin ortasında yağmurun ve rüzgarın gürültüsüyle dolu bir taş ülkesinden başka
bir şey değildi.

Milyarlarca yıl sonra ilk canlı varlık denizden çıktı ve anakaraya ayak bastı. Bir akrebe benziyordu. Bu, üç yüz elli milyon yıl önceydi. Uçan balıklar, yumurtalarını hu derin çukurlarda gizlemek
için deniz altındaki oyuklarda yuvalanırlar.


Sargasses denizinde, iki milyon yosun. Büyük kırmızı deniz anası, ilkin bir yüksük kadarken, ilkbaharda bir şemsiye kadar genişliyor. Uzun dokunaçlarını sürükleyerek ve onunla birlikte yer değiştiren yavru morina balığı gruplarını şemsiyesi altında koruyarak düzenli devinimlerle yol
alıyor.

Görünmez bir sınırı geçerek kendi yaşam alanından daha yukarıya çıkan balık, patlar ve suyun yüzeyine düşer.

Derindeki mürekkep balıkları, yüzeyde yaşayanların tersine ışıklı bir mürekkep yayıyorlar. lşığın içinde saklanıyorlar.

Anakara, denizin üstündeki ince bir tabakadan başka bir şey
değildir. Bir gün okyanus egemen olacak.

*
Albert Camus
Defterler

SAÇMA

Saçmanın bilincine varıp buna uygun olarak yaşamaya çalışan bir insan, bilincin, dünyada korunması gereken en zor şey olduğunu her zaman fark eder. Koşullar neredeyse her zaman, buna engel olur. Söz konusu olan, dağılmanın kural olduğu bir dünyada bilinçli yaşamaktır. Böylece insan, Tanrı olmadan bile, gerçek sorunun, ruhsal bütünlük sorunu (saçmanın bilincine varmak yalnızca dünyanın ve ruhun metafizik bütünlüğü sorununu gerçekten irdelemektir) ve iç huzur olduğunun ayrımına varır. İç huzurun, dünya ile uzlaşacak zorlu bir disiplin olmaksızın gerçekleşmeyeceğinin de farkına varır. Sorun buradadır. İç huzuru dünya ile tam olarak uzlaştırmak gerekir. Söz konusu olan, bir yaşama kuralı gerçekleştirmektir. Buna engel olan, geçmiş yaşamdır (meslek, evlilik, geçmişteki görüşler, vs.), önceden olmuş alandır. Bu sorunun hiçbir unsurunu atlamamalı.


Saçma, bir aynanın karşısındaki trajik insandır (Caligula). O halde, yalnız değildir. Bir doyumun ya da sevgi bağının tohumu vardır. Şimdi , aynayı yok etmek gerek.

Saçma dünya sorununu ortaya koymak: "Hiçbir şey yapmadan umutsuzluğu kabul edecek miyiz." diye sormak demektir. Dürüst hiç kimsenin evet yanıtı vereceğini sanmıyorum.

Ada / Albert Camus

Çöl kalmadı artık. Ada kalmadı. Oysa gereksinimini duyuyoruz. Dünyayı anlamak için bazı bazı ona sırtımızı dönmemiz gerekir; insanlara daha iyi yardım edebilmek için bir an onları kendimizden uzak tutmamız gerekir. Ama güç kazanmamız için zorunlu yalnızlığı, usun toparlandığı ve gözüpekliğin ölçüsünün alındığı uzun soluğu nerede bulmalı? Büyük kentler kaldı. Ancak, bunun için de birtakım koşullar gerekiyor.


Avrupa’nın önümüze serdiği kentler geçmişin uğultularıyla fazla dolu. Deneyimli bir kulak, kanat sesleri seçebilir buralarda, ruhların çırpınışını seçebilir. Yüzyılların, devrimlerin, görkemin baş dönmesini duyar insan. Batı’nın çığlıklar içinde kurulduğunu anımsar. Bu da aradığı sessizliği sağlamaz ona...

Albert Camus

Yunanistan Seyahati I / Albert Camus

 Yunanistan'da yirmi gün süren gezi , yola çıkmadan önce bu
günleri şimdi Atina'dan seyrediyorum ve bu günler bana yaşamımın
bağrında saklayabileceğim bir tek ve upuzun bir ışık kaynağı
gibi görünüyor. Benim için Yunanistan, yollar boyunca
uzanmış, bir ışık denizinin üstünde ve saydam bir gökyüzünün
altında durmaksızın çoğalan sakat tanrılar ve kırmızı çiçeklerle
kaplı ışıl ışıl uzun bir günden başka bir şey değil. Bu ışığı tutmalı
 geri gelmeli, artık günlerin karanlığına teslim olmamalı . .



21 Nisan.

Paris'ten hareket. Üzgünüm, X. içimdeki tüm sevinci yok etti.
Alp dağları. Ve denizin üstünde yavaşça, teker teker bizimle
tanışan adalar: Korsika, Elbe açıklarındaki Sardunya ve Calabria.
Alacakaranlıkta neredeyse görünmez olmuş Sefalonya ve lthaki.
Ardından, Yunanistan kıyıları, ama gece, Peloponez'in kuvvetli
eli, kardelenlerle kaplı, uzaktan uzağa karlı doruklarla ışıldayan,
karanlık ve gizemli bir kara haline geliyor. Gökyüzünde hala
parlayan birkaç yıldız ve bir hilal. Atina.


Uyanınca, rüzgar, bulutlar ve güneş. Biraz alışveriş. 

Akropol. Rüzgar tüm bulutları dağıttı ve gökyüzünden bembeyaz
ve çiğ bir ışık döküldü. Sabahleyin, yıllardır buradaymışım gibi
tuhaf bir duygu, sanki evimdeyim, dil farklılığı bile rahatsız
etmiyor. Akropol'e çıkarken, hiçbir heyecana kapılmadan
"komşuya" gidiyormuşum gibi hissettiğimde, bu tuhaf duygu artıyor.

Yukarısı başka bir dünya. Rüzgarın iliklerine kadar temizlediği
tapınakların ve yerdeki taşların üstüne sabah on bir ışığı dolu dolu düşüyor,
 çarpıyor, binlerce beyaz ve ateşli kılıca bölünüyor
Işık gözleri yakıyor, gözler yaşarıyor, acı veren bir hızla bedene
giriyor. bedeni mahvediyor, tamamen bedensel bir tür tecavüzle
bedeni yakıyor, aynı zamanda da bedeni temizliyor.

Alışkanlığın yardımıyla gözler yavaş yavaş açılıyor ve mekanın
çılgın güzelliĞi (evet, beni burada çarpan bu klasisizmin olağanüstü
küstahlığı), ışığın temizliğinden geçmiş, arı bir varlıĞa
kabul ediliyor.

Biri tek başına bir taşın üstünde biten, daha önce hiç görmediğim
kadar koyu kırmızı gelincikler, (. .. ) ler, ' ebegümeçleri ve
harika manzaralarla sınırlanmış, denize kadar uzanan alan. Ve
Erekhtenion'un üstündeki, ikinci karyatidin yüzü, üçüncünün
bükülmüş bacağı. . .

Burada insan, o zaman mükemmelliğe erişilmiş olduğu ve o
zamandan beri dünyanın çöküşe geçtiği fikrine karşı savunmaya
geçiyor. Ama bu düşünce sonunda yüreği parçalıyor. Bu düşünceye
karşı yeniden ve sürekli olarak kendini savunmak gerek.
Biz yaşamak istiyoruz ve bu düşünceye inanmak, ölmek anlamına
geliyor.

öğleden sonra, mor renkli Hymettos. Pentele.
1 9'da. Konferans. Eski mahalledeki bir tavernada akşam yemegi.


28

Sabah. Marguerite Liberaki ile . Daphni . Ama kesinlikle Bizans.
Yer büyüleyici. Çok hayal gücü gerektiren Eleusis. Ama,
Eleusisten önceki ve sonraki kırlar çok güzel. Tapınakta, ana sunağa
bağlanan iki yol var ve ikinci yol yabancıların bakışlarından
gizlenmek için başka bir yöne gidiyor.

Eleusis hakkında bildiklerimin büyük önemi. Geliştirilecek.
Müzede harika parçalar var

Büyükelçilikle öğle yemeği. Tiempo perdido.

Öğleden sonra. Agora Theseion, Areopagos; Agora'nın küçük
müzesinde, Herakleion, Athena, Herakles heykelleri. Üstünü
kaplayan çiçek açmış hanımellerinin altında Herakles boğum
boğum ve kaskatı. Sonra Musalar Tepesi'ne çıkıyorum . Ufukta
yükselmemiş güneş, henüz onu bulutsuz gökyüzünde tam olarak
resmeden kızıllığına kavuşmamış. Güçsüz, zayıf, biçimini yitirmiş.
Kopuk çemberinden akışkan bir bal dağılıp, tüm gökyüzüne
yayılıyor, tepeleri ve Akropol'ü altın rengine buluyor ve
denize uzanan, ufkun dört bir yanına saçılmış kenti, tüm parçalarına
dek, pek hoş ve eşsiz bir pırıltıyla kaplıyor.

Tartışmalı konferansım için tam zamanında kente iniyorum.
1İki saat sonra konferanstan yorgun çıkıyorum ve bir sürü soruyu
yanıtlıyorum. Pire'de Marguerite Liberaki ile akşam yemeği.
Ani yaşam belirtileri ve gülmeleriyle, karanlık, tuhaf biri.

29.

Yunanistan Seyahati II / Albert Camus

9 Haziran 1958.

Yeniden Yunanistan'a gidiş.


10 Haziran.


Akropol. İlk defaya nazaran daha az bir duygulanma. Yalnız
değildim ve aklım fikrim bana eşlik eden kişideydi. Ve sonra beni
rahatsız eden O. ile karşılaşma. Akropol yalan söylenebilecek
bir yer değil. Rodos'a iki saat uçuş. Arkamızda beliren denizin
üstünde adalar, kayalıklar Anakaradan püskürtülmüşler Rodos'la,
rüzgarın dalga dalga mavi denize doğru eğdigi kısa başaklardan
oluşmuş buğday tarlasının ortasına iniyoruz. Şatafatlı
ve çiçekli ada. Frank mimarisinin ortasında gece gezmesi . Bana,
papazlığı bırakmadan Kilise'den ayrılma niyetini açıklayan R.P
Brückberger'le karşılaşma. Ona karşı sevgim hep canlı. Michel
G. ve Prassinos'larla tekne.


l l Haziran.


Sabah erken tekneden tek başıma ayrılıyorum ve tek başıma
tekneden yirmi dakika uzaklıktaki Rodos kumsallarına gidiyorum.
Su dupduru, ılık. Güneş günlük seyrinin başlangıcında,
yakmadan ısıtıyor. Beni, yirmi yıl önce birkaç metre ilerdeki denizin
sabah uyuşukluğu içindeki suyuna dalmak için çadırdan
uykulu uykulu çıktığım Madrague sabahlarına götüren tadına
doyulmaz anlar. Heyhat, artık yüzemiyorum. Ya da daha doğrusu
o zaman yaptığım gibi soluk alıp veremiyorum . Buna rağmen
mutlu olduğum kumsalı istemeye istemeye terk ediyorum.
Saat onda, adanın kuzey bumrnunu aşmak ve Lindos'a varmak
için Rodos'tan ayrılıyoruz.



Saat 12.30. Lindos.

Kapalı sayılabilecek doğal küçük liman. Harika koy. Dupduru
sularda bir çıpa kaybediyoruz. Koy, öncelikle köyün beyaz
evlerinin, sonra ortasında Dor sütunları görünen Ortaçağ surlarıyla
güçlendirilmiş Akropol'ün egemenliğinde. Filikayla kıyıya
varıyoruz. Deniz banyosu. Akşam üstü Akropol'e çıkıyoruz. Kocaman
bir gökyüzüyle dolu çok geniş bir alana ulaşan geniş ve
dik merdivenin tepesinde, limanın demir attığımız yanından
öteki yanındaki Aziz Paulus'un karaya çıktığı yer olan baş döndürücü
bir uçurumla dimdik inen kapalı bir koya kadar her yer
görülüyor. Kırlangıçlar bu alanın üstünde, ışıktan sarhoş, gökyüzünden
yere doğru düşey biçimde dalıp, keskin çığlıklar atıp
yükselerek dönüyorlar. Gün, sütunların, iki koyun , ufka doğru
çoğalan burunların ve karşımızdaki engin denizin üstünde son
buluyor. Bu kadar büyük bir güzelliğe ulaşma, onu dile getirmedeki
yetersizlik duygusu. Ama aynı zamanda, dünyanın kusursuz
varlığı karşısında duyulan minnet. Kente dönerken, küçük
eşekler, gecenin içindeki kayıklar. .. Gece, eşeklerin anırmaları.


12 Haziran.

Altıda, sevdiğim koyu son bir kez görmek için güverteye çıkıyorum.
Teknede kaptan dışında herkes uyuyor. Uçarı sabahta
Lindos'un kokusu , köpük kokusu, sıcağın, eşeklerin ve otların,
hayvan pisliğinin kokusu . . .


8.30 Rodos.


Yeni doğmuş kelebcklerle dolu bir boğazı geçmek için gezinti.
Kelebekler otlara, ağaçlara, mağaralara gizlenmişler biz yürüdükçe
sessiz ve kıpır kıpır bulutlar halinde önümüze çıkıyorlar.
Bunaltan sıcak. Dönüş. On beşte Türk limanı Marmaris'e hareket.
On yedide varış. Ortasında demir attığımız koy güzel, ama
iç karartıcı. Uzaktaki kasaba yoksul görünüyor Ve tüm ahalinin
yavaş yavaş iskeleye toplandığını görüyoruz. Tekneye Türk polisleri
ve gümrük memurları geliyor. Gerekli işlemleri yerine getirmek
için bitip tükenmeyen boş konuşmalar. Sonra, bizi izleyen
bir yoksul çocuk kalabalığıyla çevrelendiğimiz karaya çıkış.
Yoksulluk, sokaklardaki ve evlerdeki bakımsızlık yüreğimizi o
kadar daraltıyor ki, hiç beklemeden tekneye dönüyoruz. Akşam
yemeğinden Sonra memurlar yine geliyor. Yeniden bitip tükenmek
bilmeyen boş konuşmalar (hiçbir Batı dili konuşmuyorlar).
Pasaportları alıyorlar, vs. Pasaportları sabah altıda alacağız. Kaptan
karşı çıkıyor. . . vs. Aslında pasaportlar ertesi sabah gerek.

13 Haziran.

Saat yedide hareket. On birde Simi adasındayız. Hayranlık
uyandıran Yunan temizliği. En yoksul evler tertemiz kireçlenmiş,
süslenmiş, vs. Türklerin bu halkı o kadar uzun bir süre egemenliği
altına alması inanılmaz ve isyan ettirici bir şey. Deniz
banyosu. Ama klostrofobi şiddetleniyor. Geri kalan her şey harika.
Saat on beşte Kos'a gitmek üzere yola çıkıyoruz.

Kos. Yaşamın kolay olduğu küçük liman Müzik. Radyo hoparlerinden
çok iyi tanıdığım bir ses tonuyla Kıbrıs olayları
haykırılıyor. Pembe ışıkların altında akşam yemeği yiyoruz.



Bağımlı Edebiyat Üzerine Notlar / Albert Camus




Bağımlı (angaje) insanları bağımlı (angaje) edebiyattan daha çok seviyorum. Yaşamında cesur ve yapıtlarında yetenekli olmak, pek de fena sayılmaz. Üstelik yazar istediği zaman bağımlı olur. Onun değeri, eylemidir. Ve, eğer bu bir kural, bir meslek ya da bir korku haline gelirse, değer nerede kalacak. Bugün, ilkbahar üzerine bir şiir yazmak kapitalizme hizmet etmek gibi görünüyor. Şair değilim , ama, eğer güzelse, böyle bir çalışma art düşünceye kapılmaksızın beni hoşnut edebilir. İnsana ya bütünüyle hizmet edilir ya da hiç edilmez. Ve eğer insanın ekmeğe ve adalete gereksinimi varsa, ve eğer bu gereksinimi doyurmak gerektiği için bunu yapmak gerekliyse, insanın yüreğinin
ekmegi olan arı güzellige de gereksinimi vardır. Gerisi, ciddiye alınmamalı. Evet, onlardan yapıtlarında daha az, ama yaşamlarında biraz daha fazla bağımlı olmalarını dileyeceğim.


Çağdaş düşünürlerde ortaya çıkan en ciddi sorun: Konformizm.

Sartre ya da evrensel uyuma özlem.


Bağımlı (angaje) edebiyata karşı. İnsan, yalnızca toplumsal bir varlık değildir. En azından ölümü kendine aittir. Biz, başkalarıyla yaşamak için yaratıldık Ama, yalnız ölünür.


Sainte-Beuve: "Düşünüleni söylemek için bir dakika bile ayrılsa,
toplumun çökebileceğine inandım her zaman."


Özgürlük, bireysel tutkuların sonuncusudur. Bu nedenle bugün özgürlük ahlaka aykırıdır. Özgürlük toplumda ve açıkça söylemek gerekirse, kendi içinde ahlaka aykırıdır.



Başkaldırı.
 Başlangıç: 

"Gerçekten ciddi tek ahlak sorunu cinayettir.
Geriye kalan sonra gelir. Ama, karşımdaki birini öldürüp
öldüremeyeceğimi, ya da onun öldürülmesine razı olup olamayacağımı
bilmek, öldürüp öldüremeyeceğimi bilmeden önce
hiçbir şey bilmediğimi bilmek, işte öğrenilmesi gereken budur."


*
Defterler'den


Yoksulların Belleği / Albert Camus


Yoksulların belleği zenginlerinki kadar dolu değildir, yaşadıkları yeri ender olarak bıraktıklarına göre, uzamda bellik noktaları daha azdır, tek biçimli ve kül rengi bir yaşam süresinde de daha az bellik noktası bulunur. Hiç kuşkusuz, gönül belleği de vardır, onun daha güvenilir olduğu söylenir, ama zorluk ve emek yüreği yıpratır, yorgunlukların ağırlığı altında insan daha çabuk unutur. Yitik zamanı ancak zenginler yeniden bulur. Yoksullar için, ölümün yolunun belirsiz izlerini belirtir yalnızca. Hem sonra, katlanabilmek için fazla iyi anımsamamak gerekir, günlerin hemen yakınında bulunmak gerekir.

(İlk Adam'dan)


Günlük Tutmak / Albert Camus

Şubat 50. Belleğim gitgide zayıflıyor. Bir günlük tutma kararı vermek
zorundayım. Delacroix haklı: Not edilmeyen günler, sanki yaşanmamış
günlerdir. Belki nisanda, yeniden özgürlüğüme kavuştuğumda.



2 Ağustos.

Kendimi bu günlüğü yazmaya zorluyorum. Ama isteksizliğim capcanlı duruyor. Neden hiçbir zaman günlük tutmadığımı şimdi anlıyorum: Bana göre yaşam gizlidir. Yaşam, başkalarından gizlenmelidir, yaşam gizli tutulmalıdır, yaşamı sözcüklerle ortaya sermemeliyim. Bana göre yaşam, gizli tutulduğu, dile getirilmediği zaman zengindir. Şu sırada günlük tutmak için kendimi zorlamamın nedeni, belleğimin zayıflığı karşısında duyduğum korku. Ama bunu sürdürebileceğimden emin değilim. Zaten günlük tutsam bile birçok şeyi not etmeyi unutuyorum. Ve düşündüğüm şey hakkında hiçbir şey söylemiyorum.



*


Cinsel Yaşam / Albert Camus


Cinsel yaşam insana belki de onu doğru yoldan saptırmak için sunulmuştur. Cinsel yaşam insanın afyonudur. Cinsel yaşam her şeyi uyuşturur. Onun dışında, her şey yeniden canlanır.

Cinsellikle hiçbir yere varılmaz. Cinsellik ahlaksızlık değil ama verimsizliktir. İnsan üretmek istemediği bir süreçte kendini cinselliğe bırakabilir. Ama yalnız iffet kişisel bir gelişime bağlıdır.


Ölçüsüz cinsellik, dünyanın anlamsız olduğu düşüncesine yöneltir. iffet, tam tersine ona (dünyaya) bir anlam katar.


İnsanı hayvandan ayıran en önemli şey, hayal gücüdür. Bu
nedenle cinselliğimiz tamamen doğal, yani kör olamaz.


Sade' ile sistematik erotizm, saçma düşüncenin yönlerinden
birine dönüşür.

*
Defterler

Yoksul Çocukluk / Albert Camus

Yoksul çocukluk. Büyük gelen yağmurluk -- ögle uykusu. ördek Vinga -- teyze evindeki pazar günleri. Kitaplar -- belediye kütüphanesi. Noel gecesi dönüş ve lokantanın önündeki ceset.Mahzendeki oyunlar Qeanne, Joseph ve Max). jeanne bütün dügmeleri topluyor, "böyle zengin olunur" Erkek kardeşin kemanı ve şarkı toplantıları - Galoufa.


Çalışan yoksul bir adam için pazar gününün ne demek olduğunu bilirim. Özellikle de pazar akşamının ne demek olduğunu bilirim ve bildiğime bir anlam ve bir biçim verebilseydim, yoksul bir pazar gününden bir insanlık yapıtı yaratabilirdim.

Yoksul çocukluk. Amcamın evine gittiğim zaman, temel fark şuydu: Bizim evimizde nesnelerin adı yoktu: Çukur tabaklar, şöminenin üstündeki çanak, vs. , denirdi. Onların evinde: Voges çanagı, Quimper yemek takımı , vs. -




*

Defterler

Gelecek / Albert Camus

Camus Bel - Abbes lisesine öğretmen olarak atanır:


1937, Bel Abbes
"Şu son günlere kadar, hayatta bir şeyler yapmak gerektiği, hele insan yoksulsa, geçimini sağlaması, bir mevki elde etmesi, bir yer edinmesi gerektiği düşüncesiyle yaşadım. Hala bir ön yargı olduğunu söylemeye cesaret edemediğim bu düşüncenin bende kök saldığına inanmak gerekir, çünkü bu konuyla alay etmeme ve kesin sözler sarf etmeme rağmen böyle düşünüyordum. Ama şimdi, Bel-Abbes'e atanınca, düşüncelerimle özdeşleşen bu kesin atama karşısında, her şey birdenbire tersine döndü. Gerçek yaşamdaki şanslarımı göz önüne alarak, güvenliğimi hiçe sayıp bu görevi kabul etmedim. Bu tatsız ve köreltici varoluş karşısında geri çekildim. İlk günleri atlatabilseydim kesinlikle
uyum gösterebilirdim. Ama, tehlike o noktadaydı. Korktum, yalnızlıktan ve kesinlikten korktum. Şu yaşamı reddetmekten, kendimi 'gelecek' diye adlandırılan her şeye hapsetmekten, yine belirsizlik ve yoksulluk içinde kalmaktan korktum, bugün bunun bir güç mü bir zayıflık mı olduğunu söyleyemeyeceğim, ama en azından, çatışma varsa, buna değer bir şeyler olacağını biliyorum. En azından değerlendirilecek bir şeyler . . . Hayır Kaçınmama neden olan, kendimi yerleşik hissetmemden ziyade kendimi çirkin bir şeylerin içinde yerleşik hissetmemdir.

Şimdi, başkalarının 'ciddi' olarak adlandırdıkları şeyi başarabilecek miyim? Ben bir tembel miyim? Tembel olduğumu sanmıyorum ve bunu kendime kanıtladım. Ama, insan hoşuna gitmediği için sıkıntı veren şeyi reddetme hakkına sahip midir? Aylaklığın, yalnızca yeterli güce sahip olmayanları darmadağın edeceğini düşünüyorum. Bu güçten yoksun olsaydım, bana yalnızca tek bir çözüm yolu kalabilirdi.


Mutlu Ölüm / Albert Camus

Roman: Yaşamak için zengin olmak gerektiğini anlayan adam, kendini tamamen para kazanmaya verir, bunu başarır, yaşar ve mutlu ölür. 


Ter içinde uyandı, her şeyden kopmuş, bir süre evde aylak aylak gezindi. Sonra bir sigara yaktı ve oturdu, kafası bomboş, buruşmuş pantolonundaki kırışıklara baktı. Ağzında, uykunun ve sigaranın tüm acılığı vardı. Pörsük ve gevşek günü, onun çevresinde, vazonun içindeki su gibi çalkalanıyordu. 

*
Mutlu Ölüm romanı için alınmış
notlar.

İlk Adam / Albert Camus


(...) Jacques Cormery, gözleri gökte bulutların ağır yolculuğuna dikili, ıslak çiçeklerin kokusu ardında şu sırada uzak ve kımıltısız denizden gelen tuzlu kokuyu yakalamaya çalışıyordu, bir mezarın mermerine çarpan bir kovanın çınlaması onu birden düşleminden sıyırdı. Taşta babasının doğum tarihini bu sırada okudu, bu tarihi bilmediğini de böylece ayrımsadı. Sonra iki tarihi okudu, "1885-1914" ve kendiliğinden bir hesap yaptı: yirmi dokuz. Birden bir düşünce takıldı kafasına, bedeninde bile sarstı onu. Kırk yaşındaydı. Bu taşın altında yatan ve babası olmuş olan adam kendisinden daha gençti.

Ve bir anda yüreğini dolduruveren sevgi ve acıma dalgası, oğulu ölmüş babanın anısına doğru götüren ruh devinimi değil, olgun bir adamın haksız olarak katledilmiş çocuk karşısında duyduğu çalkantılı acımaydı - burada bir şeyler doğal düzene uymuyordu ve doğrusunu söylemek gerekirse, düzen diye bir şey yoktu, oğulun babadan daha yaşlı olduğu yerde çılgınlık ve kargaşa vardı yalnızca. 

*
İlk Adam'dan

SAÇMA VE SANAT



Camus'nun Estetik konusundaki ilk görüşüne Sisyphe Efsanesinde rastlıyoruz. Bu denemede sanat, saçmanın içeriğine sokulur ve sanatçı «kişilerin en saçması» olarak tanımlanır. Saçmacı görüşün başlıca niteliklerinden birinin, dünyayı akıl açısından tanımlamanın boşluğunu kabul etmek olduğunu görmüştük. Saçma insan aşımdan koparılmış, dolaysız yaşantı dünyasına bağlanmıştır. Camus’ye göre sanatçının üzerinde çalışması gereken dünya bu özellik dünyasıdır. Sanatının malzeme kaynağı burasıdır. Böylece sanatçının görüşü ve eylemi, ana biçimlerinde, saçma olayına yönelir. Sanatçının, saçmalığın bir örneği olma bakımından Don Juan’dan hiç farkı yoktur. Bir yandan da Camus sanatı saçmadan bir kaçış olarak romantikleştirmek istemez. Sanatı, daha çok saçma insanın karşılaştığı tanıtların kendine göre bilinçli ya da bilinçsiz olarak kabulü sayar. Sanat yapıtı aşım özlemi ile aşım olanaksızlığının çatıştığı bir yerdedir: «aşma, saçma tutkuların ileri atıldığı ve akıl yürütmenin durduğu noktada başlar» (Sisyphe Efsanesi) Sanat, Camus’ye göre saçmanın imgesel olarak onaylanmasıdır.




Saçma onaylaması, bu şekilde yaşandıktan sonra, ister istemez birtakım vazgeçme yollarına sapar. Akıl, dünyada mantıksal bir kalıp bulamayacağını öğrenmiş, gerçekliğe bu yolla yaklaşmaktan vazgeçmiş ve imgesel değişimin olanaklarını bulmuştur. Sanat yapıtı saçmanın tanınması ile zorunlulaşan bir kaçış eylemidir. Camus, sanat yapıtının, aklın içinde bulunduğu dünyadan yeterli bir anlam çıkaramaması sonucu olduğunu söyler. Sanat yapıtı, biraz sonra göreceğimiz gibi, yaşantının imge alanında yeniden yaratılmasına varma tutkusu ve bunun yalnızca bir örneğini çıkartmaktan daha ileriye gitme çabasıdır.

İNTİHAR


Ben, nihilizmimin en karanlık derinliklerinde bile yalnızca nihilizmi aşmanın yollarını aradım.


Kendimde en temelli olan şeyin ne olduğunu aradığım zaman bunun bir mutluluk tatmak isteği olduğunu gördüm. Benim yazılarımın kökünde yok edilemeyen bir güneş ışığı vardır.


Eğer hayata karşı işlenmiş bir günah varsa o da öteki dünyadaki umuda bu dünyadaki umutsuzluktan daha çok bağlanmaktır; bu durum insanı bulunduğu yerin ve şimdinin zorunlu güzelliklerinden alıkoyar. 


Ben bu rüzgarım, bu rüzgarın altında duran bu sütunlarım ve kemerim. Bu ısı veren döşeme taşlarıyım ve yıkılmış kenti çevreleyen solgun dağlarım. 


Ölüm karşısında duyduğum tiksinti yaşam kıskançlığından geliyor.


"Saçma ona razı olmadığımız ölçüde anlamlıdır."

Camus başkaldırmaya başlangıçtan karar vermiştir, onun için intiharı yadsıyacaktır. Camus'nun intiharı yadsıması, onun hayat özlemi, saçma ile bir dereceye kadar yapılmış bir uzlaşmadır. 

Hayatın saçmalığına varmak bir son değil, sadece bir başlangıç olabilir.


 İntihar olsa olsa genel bir geçerlikten uzak özel bir cevaptır! İntihar saçmayı yok etmek için başvurulan bir yol olsa bile bir çürütme yolu hiçbir zaman olamaz. Camus, Düğünler'de önce çekinerek ortaya attığı yaşamın anlamı olmadığı yargısı ile yaşamaya değmediği kararı arasında bir ayrılık gözetilmesi gerektiğini düşünür. Varlıkta bir anlam aramaya çalışan eylemin karşısında hayatın sadece saçma olabileceğini söylemenin — Camus’nün mantık anlamında -— elbette bir gücü vardır. İntihar saçmaya boyun eğmektir, saçmanın onaylanmasıdır, ama bu davranış başlangıçta saçmayı doğuran şaşırmış durumdaki dayanma ve karşı koyma gücü ile uzlaşamaz. Bu demektir ki intihar saçma ile bir çatışma olabilir, ama saçmanın çözümü olamaz. Sonra intihar saçmayı ortadan kaldırmak şöyle dursun onu uygular ve yoğunlaştırır. Ölüm önce de gördüğümüz gibi saçmanın yönlerinden biridir. İntihar ise isteyerek atılan bir adım ve ölümün önceden görülmesidir. Oysa saçmanın insanda yarattığı başkaldırma kısmen ölüm olayına karşı bir başkaldırmadır. Bu çeşit bir başkaldırma insanı intihar yoluyla bile bile kendini ölüme atması şeklindeki başkaldırma ile uzlaşamaz. ölüme mahkûm -bir insanın doğal duygusu hayatı daha yoğun olarak yaşamak istemek olur. Ve bilinmeyen bir suç için metafizik olarak mahkûm edilmiş bir insanın kendi felâketini hazırlaması mantıksal değildir. Camus, intihar eden bir insanla ölüme mahkûm bir insanın durumları tastamam birbirinin tersidir, derken herhalde bunu söylemek istiyor.


*
John Cruıckshank
Albert Camus ve
Baskaldırma Edebiyatı

Absürd Ölüm




Ocak 1960 Pazartesi, ikiyi çeyrek geçe, Villeblevin yakınlarında, bisikletli bir köylüyü bir Facel-Vega solladı. Daha sonra adamın da açıklayacağı gibi baş döndürücü bir hızla geçip gitmişti araba. Köylü birkaç yüz metre sonra korkunç bir patlama duydu: arka tekerleklerden birinin lastiği patlamıştı. Arabanın sağa, sola kaydığını, bir çınar ağacına çarptığını, ardından da bir İkincisine çarparak iki parçaya ayrılmış bir vaziyette durduğunu gördü. Tarlada üç kişi yatıyordu: iki baygın kadın ve kendinden geçmiş bir adam: arabanın sürücüsü, dört gün sonra ölecek olan Michel Gallimard.